Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, mahlukâta, Cenâb-ı Hakk’ın nazarıyla baktığı için, tabiî olarak onları seviyor ve her birine gerekli değeri veriyordu. Merhamet Çağlayanı Efendimiz, kendisine inanıp tâbî olan mü’minlere dua ettiği gibi, azılı kâfirlerin hidâyeti için de gece gündüz çırpınıyor ve duâ ediyordu. Hatta Yüce Rabbinden zaman zaman kendisine:
“(Resûlüm!) Onlar inanıp mü’min kimseler olmayacaklar diye neredeyse kendini helâk edeceksin!” (eş-Şuara 26/3) şeklinde îkaz ediliyordu.
Sevgili Peygamberimiz her ne sebeple olursa olsun muhatab olduğu insanlara, kadın-erkek, genç-ihtiyar demeden mutlaka değer verirdi. Onlara hep gönüllerini ferahlatacak, kendilerine olan güveni artıracak konuşmalar yapardı. Zira muhâtaba değer vermek onu kazanmanın ilk adımıdır.
Hz. Enes -radıyallâhu anh-’ın haber verdiğine göre Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir kimseye rastladığı zaman onunla konuşur, o kişi ayrılmadıkça da yüzünü ondan çevirmezdi. Musâfaha yapsa, o kimse elini çekmeden elini çekmezdi. Efendimiz’in dizlerinin, yanında oturan arkadaşının dizlerinden ileri çıktığı da görülmemiştir. (İbn-i Mâce, Edeb, 21)
Abdullah bin Amr -radıyallâhu anh-’ın naklettiğine göre Allah Resûlü, Ka’be’yi tavaf ederken, mü’minin Allah katındaki kıymetini ifade sadedinde şöyle buyurmuştur:
“Sen ne kadar temizsin, kokun da ne güzel! Sen ne yücesin, senin hürmetin de ne büyük! Muhammed’in nefsini elinde tutan Zât-ı zülcelâl’e yemin olsun ki bir mü’minin Allah katındaki kıymeti senin kıymetinden daha büyüktür. Mü’minin malının ve kanının hürmeti de böyledir. Biz, mü’min hakkında sadece hüsn-i zanda bulunuruz.” (İbn-i Mâce, Fiten, 2)
Şâir bu hadisi teyid sadedinde şöyle der:
Ka’be bünyâd-ı Halîl-i Âzerest
Dil nazargâh-ı Celîl-i Ekberest
“Ka’be âzer’in oğlu Halilullâh İbrâhim’in yaptığı bir binâdır. Gönül ise Azîz ve Celîl olan Allah azîmüşşânın nazar ettiği mübarek bir mekândır.”
Müminleri tahkir eden ve alaya alan bir söz, Efendimiz’in fem-i mübareklerinden asla vârid olmamıştır. Onun nazarında mü’min her hâliyle kıymetli idi. Bunun güzel misâllerinden biri Ebû Hureyre’nin başından geçen şu hâdisedir:
Ebû Hureyre birgün Medine sokaklarından birinde Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ile karşılaştı. Gusül abdesti alması îcâp ettiği için Efendimiz’in nazarından gizlenerek gidip gusletti ve geri döndü. Gelince Peygamber Efendimiz:
“– Yâ Ebâ Hureyre, neredeydin?” diye sordu.
Ebû Hureyre:
– Necistim, bu hâlimle sizinle beraber olmak istemedim, dedi.
Allah Resûlü:
“– Allah’ı tenzih ederim! Müslüman asla necis olmaz!” buyurdu. (Buhârî, Gusl, 23; Müslim, Hayz, 115)
Hadisimizden anlaşıldığına göre bir mü’min cünüp olsa bile değerinden herhangi bir şey yitirmediğini bilmelidir.
Fahr-i Cihân Efendimiz’in muhatabına değer vermesinin bir vechesi de sohbet esnasında onlara söz hakkı tanıması ve bildikleri doğru şeyleri konuşmalarına müsâde etmesidir. İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ-’nın anlattığına göre bir adam Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek şu rüyâyı anlattı:
– Bu gece rüyâmda buluta benzer bir şey gördüm, ondan yağ ve bal yağıyordu. İnsanlar da ellerini açıp bu yağmurdan almaya çalışıyorlardı. Azıcık alan da vardı, çokça alabilen de. Derken arzdan semâya kadar uzanan bir ip gördüm. Siz o ipe yapışıp çıktınız. Sizden sonra birisi ona tutundu, o da çıktı. Sonra bir diğeri yükseldi, sonra bir diğeri daha ipe tutundu, ama ip koptu. Onun için ipi eklediler, o da yükseldi.
Hz. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- öne çıkarak:
– Ey Allah’ın Resûlü, Anam babam sana kurban olsun, müsâade buyurursanız bu rüyayı ben tâbir edeyim! dedi.
Resûlullah da:
“– Pekala, tâbir et!” buyurdu.
Hz. Ebû Bekir şunları söyledi:
– O buluta benzeyen gölgelik, İslâm’dır. Ondan akan bal ve yağ Kur’ândır; Kur’ân’ın (bal gibi) halâveti ve (yağ gibi) yumuşaklığıdır. İnsanların bundan avuç avuç almaları Kur’ân’dan kiminin çok, kiminin az istifâde etmesidir. Arzdan semaya inen ip ise, senin getirdiğin hakikattir. Sen buna yapışmışsın, Allah o sebeple seni yüceltecektir. Senden sonra bir adam daha ona yapışacak ve onunla yücelecek, ondan sonra biri daha ona yapışıp o da yücelecek. Ondan sonra biri daha yapışır, fakat ip kopar, ancak onun için ip bağlanır o da yapışıp yükselir. Ey Allah’ın Rasûlü, anam babam sana fedâ olsun, doğru tabir edip etmediğimi haber ver!
Allah Resûlü şu cevabı verdi:
“– Tabirinin bir kısmında isabet, bir kısmında hata ettin.” (Bûhârî, Ta’bir, 47; Müslim, Rü’ya, 17)
Anlatılan hâdisede görüldüğü üzere Peygamber Efendimiz, talebi üzerine Hz. Ebû Bekir’e söz hakkı veriyor, onu dikkatlice dinliyor, sonunda da gerekli değerlendirmede bulunuyor.
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in muhataplarına değer vermesini belli başlı konular altında tetkik edecek olursak şu tasnifi yapmak mümkündür:
a. Husûsî Alâka Göstermesi, İltifat Etmesi
Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-, muhataplarının durumuna ve sâhip oldukları kabiliyetlere göre alâka gösterir, iltifatta bulunurdu. Bu husûsî ilgi, ashabını yönlendirmede ve onlara belli bir şahsiyet kazandırmada çok tesirli olmuştur. Amr bin Tağlib anlatıyor:
Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e ganimet malı getirilmişti. Onu hemen taksim edip dağıttı. Ancak, bunu yaparken ashabının bir kısmına verdi, bir kısmına vermedi. Daha sonra pay verilmeyen kimselerin, bu hususta dedikodu yapmaları üzerine Hz. Peygamber Allah’a hamd ve sena ettikten sonra:
“Vallahi, bazen birine verip diğerine vermediğim olabilir. Ancak vermediğim, nazarımda, verdiğimden daha çok sevgiye mazhardır. Ben bir kısım insanlara, kalplerinde gördüğüm sabırsızlık ve hırs sebebiyle mal veririm; bir kısmına da, Allah Teâlâ’nın kalplerine koymuş bulunduğu gönül zenginliği ve hayır sebebiyle vermem. İşte bunlardan biri Amr bin Tağlib’dir!” buyurdular.
Amr devamla der ki:
– Vallahi, Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in hakkımda buyurduğu bu iltifatına karşılık kızıl develerim olsaydı bu kadar sevinmezdim. (Buhârî, Cuma, 29)
Amr bin Tağlib’in mazhar olduğu böyle bir iltifata toplu olarak Ensâr-ı kirâm da bir keresinde nâil olmuş ve Peygamberler Sultanı’nın husûsi iltifat ve alâkasının mânevi hazzını yaşamışlardır. Hz. Enes -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Peygamberimiz Huneyn gününde çok ganimet elde etti. Bunları Muhâcirler ve Tulekâ (yani Fetih sonrası affedilip serbest bırakılan Mekkeliler) arasında taksim etti, ancak Ensâr’a bir şey vermedi. Ensar ise serzenişte bulunarak:
– Sıkıntı olunca biz çağrılıyoruz, fakat ganimet bizden başkasına veriliyor! dediler.
Bu sözler Efendimiz’in kulağına ulaşınca hemen Ensârı topladı ve:
“– Ey Ensar cemaati! Herkes dünyalıkla dönerken, siz (Peygamberiniz) Muhammed ile dönmekten, evinizde onunla beraber olmaktan râzı ve memnun değil misiniz?” dedi.
Ensâr:
– Elbette ey Allah’ın Resulü, râzıyız! dediler.
Daha sonra Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- konuşmasına şöyle devam etti:
“– İnsanlar bir vâdiye yürüseler, Ensar da başka bir vâdiye yürüse, ben Ensar’ın tarafında giderim.” (Buhârî, Megâzî, 56; Müslim, Zekât, 135)
Peygamber Efendimiz, muhatabına, sahip olduğu güzel haslet ve faziletleri zikrederek iltifatta bulunur, onun gönlünü kazanır, böylece ya hidâyetine veya İslâmî hakikatleri öğrenmesine vesile olurdu. Tevdi ettiği işi başarıyla yapan ashâbına daha çok değer verir ve onlara olan takdir hislerini muhtelif şekillerde ifade ederdi.
Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Benî Fezâre’ye gönderdiği askerî birliğin başına Zeyd bin Hârise -radıyallâhu anh-’ı tâyin etmişti. Sefer başarıyla tamamlanıp mücahidler Medine’ye döndüklerinde Zeyd, gidip Peygamber Efendimiz’in kapısını çaldı. Peygamberimiz, Zeyd’i karşıladı, kucaklayıp alnından öptükten sonra ne yaptıklarını sordu. Zeyd de Allah Teâlâ’nın lutfettiği inâyet ve nusreti Efendimiz’e haber verdi. (İbn-i Sa’d, II, 91; Vâkıdî, II, 565)
Yine bir rivayete göre Peygamber Efendimiz, ashabıyla birlikte kaza umresi yaparken Abdullah bin Revâha, tavafta şiir okumaya başladı.
Hz. Ömer ona:
– Sen Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in huzurunda ve Allah’ın Harem’inde bu şiiri söyleyip duracak mısın?! dedi.
Peygamberimiz Hz. Ömer’e:
“– Ona mâni olma! Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; onun sözleri Kureyş müşriklerine, ok yağdırmaktan daha tesirlidir! Ey İbn-i Revâha, devam et!” buyurduktan sonra, Abdullah bin Revâha’ya:
“– Allah’tan başka hiçbir ilah ve mabud yoktur! Bir olan O’dur! Va’dini gerçekleştiren O’dur! Bu kuluna yardım eden O’dur! Askerlerini güçlendiren O’dur! Toplanmış olan kabileleri bozguna uğratan da yalnız O’dur! de!” buyurdu.
Abdullah bin Revâha bunu söylemeye başlayınca, Müslümanlar da, onun dediklerini tekrar etmeye başladılar. (Vâkıdî, II, 736; İbn-i Sa’d, II, 122-123)
Bu hâdisede Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, ashâbına, birbiriyle olan ilişkilerinde nezakete dikkat etmeleri gerektiğini yumşak bir uslupla ifâde buyurduğu gibi, Abdullah bin Revâha’ya da hususi bir iltifatta bulunarak yaptığı işin yerinde ve faydalı olduğunu bildirmiş, gönlünü fethetmiştir.
Fahr-i Âlem -sallallâhu aleyhi ve sellem-, bazen de gösterdiği bu husûsî alâka ile bir kabileyi veya kavmi hayra yönlendirmeyi hedeflemiştir. Mesela Hemdan temsilcilerinin Medine’ye gelip Müslüman olmaları sırasında böyle bir durum yaşanmıştır. İçlerinden iyi bir şâir olan Malik bin Nemat, Peygamberimiz’in huzurunda ayağa kalkıp:
– Yâ Rasûlallah! Bunlar seni selamlıyorlar. Şehirlisi ve göçebesiyle Hemdan eşrafındandırlar. Resûlullah’ın dâvetine icabet ettiler. Önlerinde kurbanlar kesilen putlardan ayrıldılar. Onlar; ahidlerini, dağlar yerinde durduğu ve Sel’ mevkiinde ceylan yavruları gezip tozduğu sürece bozmazlar! dedi ve topluca Müslüman oldular.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“– Hemdan, yardıma koşup, sıkıntılara sabredip katlandıkları müddetçe ne güzel kabiledir. İslâm’ın ebdâl ve evtâdı40 da onlardandır, onların içindedir!” (İbn-i Hişâm, IV, 268-269; İbn-i Sa’d, I, 341) buyurarak, onları muhtaçların yardımına koşmaya ve bu uğurda başlarına gelecek sıkıntılara sabretmeye teşvik etmiştir.
Şâir Lebîd’le alakalı şu hâdise de bunun benzeri bir gâye taşımaktadır. Müslüman olmak üzere Allah Resûlü’ne gelen Benî Kilab heyeti arasında bulunan Lebid bin Rebîa, Arapların en büyük şairlerindendi. Peygamberimiz onun hakkında:
“– Şairlerin söylediği en doğru söz, Lebid’in; «Elbette Allah’tan başka herşey bâtıldır, boştur!» sözüdür” buyurarak ona iltifatta bulunmuştur. Lebid, Müslüman olduktan sonra şiir söylemeyi bırakmıştı. Hz. Ömer ona birgün:
– Ey Ebû Akîl! Şiirlerinden bana bir şeyler okusana! dediğinde ise:
– Allah’ın bana Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini öğretmesinden sonra, ben asla şiir söylemem! Allah beni bu Kur’ân’la değiştirdi! demiştir. (İbn-i Sa’d, VI, 33; İbn-i Esîr, Üsdü’l-ğâbe, IV, 516)
Bazı zamanlarda yine Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, ashâbını imtihan eder, zekalarını ve bilgilerini kontrol için onlara bazı şeyleri sorardı. Doğru cevap verdiklerinde onları takdir ve tebrik ederek iltifatta bulunurdu. Bunlardan birini Übeyy bin Ka’b -radıyallâhu anh- şöyle anlatmaktadır:
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- birgün bana:
“– Ey Ebü’l-Münzir! Allah’ın Kitabı’ndan ezberinde olan hangi âyet daha büyüktür?” diye sordu.
Ben:
– Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dedim.
Efendimiz tekrar:
“– Ey Ebü’l-Münzir! Allah’ın Kitabı’ndan ezberinde olan hangi âyet daha büyüktür, biliyor musun?” deyince, ben bunun:
“Allah O’dur ki, kendisinden başka ilah yoktur. O’nu ne uyku ne de uyuklama tutar. O Hayy (dâimî bir hayat sahibi), Kayyûm (bütün mevcûdât kendisiyle kâim) olandır” (el-Bakara 2/255) âyeti (yani Âyetü’l-Kürsî) olduğunu söyledim.
Bunun üzerine Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- göğsüme eliyle dokunarak:
“– İlim sana mübârek olsun, ey Ebü’l-Münzir!” buyurdu. (Müslim, Müsâfirîn, 258)
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in nazarında insan olması bakımından herkes eşitti. Bu sebeple herkes ondan layık olduğu ilgiyi görürdü. Efendimiz, her insana Allah Teâlâ’nın bir emâneti olarak bakardı. Bu bakımdan zâhiri görüntülerden çok, muhatabın iç dünyasının zenginliği onun dikkatini çekerdi.
İnsanların eğitimiyle, tâlim ve terbiyesiyle meşgul olan kimseler, Peygamber Efendimiz’in bu tatbikatını en güzel şekilde örnek almalı, içlerinde özel ilgiye layık veya muhtaç olanları iyi tesbit etmeli ve onlarla husûsî bir şekilde ilgilenmelidir. Bazen özel ilgiyle yetiştirilen bir kimse, binlerce kişiden daha tesirli hizmet verebilir. Bu bakımdan, kaliteli bir talebe müstakil bir sınıf gibi telakki edilmeli; ders, hoca ve program olarak ona gereken ihtimâm gösterilmelidir. Bununla birlikte diğer bütün insanlara da nâzik ve iltifatkâr davranılmalı, insanları kıskançlığa sevkedecek tavırlardan kaçınılmalıdır.
b. Muhatabının Seviyesini Dikkate Alması
Cenâb-ı Hak, insanların dilleri ve renkleri gibi, kâbiliyet ve istidatlarını da farklı farklı yaratmıştır. Hiçbir insanın aynısı yoktur. Bu bakımdan terbiye ve tezkiye edilecek insanların akıl, idrak ve kavrayış seviyeleri, hissiyat dünyaları büyük farklılıklar arzetmektedir.
İnsanların bu farlkılığının eğitimde dikkate alınmasını tenbih sadedinde Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ-’ya:
“– Ey İbn-i Abbas, insanlara akıllarının almayacağı bir söz söyleme. Zira böyle yapman fitneye düşmelerine sebep olur” tavsiyesinde bulunmuştur. (Deylemî, V, 359)
Bu sebeple Hz. Ali:
“İnsanlara anladıkları şeyleri söyleyin, (anlamadıklarını da bırakın.) Siz, Allah ve Resûlü’nün yalanlanmasını ister misiniz?” demektedir. (Buhârî, İlim, 49)
Mikdâm bin Ma’dîkerb ise şöyle demektedir:
“İnsanlara Rablerinden bahsettiğiniz zaman, onlara anlaşılmaz ve güç gelen şeyler söylemeyin!” (Beyhaki, Şu’abu’l-Îmân, II, 281)
İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ-’dan gelen bir rivayete göre ashâb-ı kiram:
– Ey Allah’ın Resûlü! Senden duyduklarımızın hepsini haber verelim mi? diye sordular.
Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“– Evet, ancak bir topluluğa akıllarının almayacağı bir şeyi anlatmanız hariç. Çünkü bu durum, bazılarının fitneye düşmelerine yol açar” buyurdu.
Bu uyarıdan sonra İbn-i Abbas hazretleri bir topluluğa herhangi bir hususu izah ederken bazı şeyleri imâlı olarak anlatırdı. (Ali el-Müttaki, X, 307)
İbn-i Ebî Müleyke diyor ki:
Bana bazı şeyleri izah etmesi için İbn-i Abbas’a mektup yazdım. O bazı şeyleri benden saklayıp yazmıyordu. Gıyabımda:
“O samimi bir evlattır, onun için pek çok şeyi seçip ayırıyorum, bazı şeyleri de ondan gizliyorum” demiş. (Müslim, Mukaddime, 7)
Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in terbiye ve tezkiye faaliyetlerinde, bu kâideyi tesirli bir şekilde tatbik ettiği ve pek güzel numûneler sergilediği müşâhede edilir. Peygamber Efendimiz, konuşurken, sohbet ederken dinleyenlerin ve soru soranların seviyelerine son derece dikkat ederdi. Herkese anlayışına göre hitap ederdi. Öğrenmeye yeni başlamış olanların durumlarını göz önünde bulundurur, daha ileri seviyeye gelmiş olanlara öğrettiklerini onlara öğretmezdi. Herkesin isteğine, onu ilgilendiren kısmı ve ihtiyacı kadarıyla mukabelede bulunurdu.
Abdullah bin Amr -radıyallâhu anhümâ-’nın bildirdiğine göre bir adam Peygamber Efendimiz’in yanına gelerek:
– Hicret ve cihâd etmek üzere sana bîat ediyorum. Bunların sevabını Allah’tan dilerim, dedi.
Resûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-:
“– Ana ve babandan hayatta olanlar var mı?” diye sordu.
Adam:
– Evet, her ikisi de hayatta, dedi.
Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
“– Allah’tan sevap kazanmak istiyorsun değil mi?” diye sordu.
Adam,
– Evet, deyince:
“– Ana ve babanın yanına dön. Onlara iyi bak!” buyurdu. (Buhârî, Cihâd, 138; Müslim, Birr, 6)
Fahr-i Kâinât Efendimiz, hicret ve cihada o kadar ehemmiyet vermesine ve ümmetini buna teşvik buyurmasına rağmen, sual soran kişinin husûsî durumunu nazar-ı dikkate alarak, bu kimsenin anne ve babasına hizmet etmesinin hicret ve cihaddan daha önemli olduğunu bildirmiştir.
Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-’den rivâyet edildiğine göre, bir adam Nebî -sallallahu aleyhi ve sellem-’e:
– Bana öğüt ver, dedi.
Peygamber Efendimiz de ona:
“– Kızma!” buyurdu.
Adam sözünü bir kaç kez tekrar etti.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- de (her defasında ısrarla) :
“– Kızma!” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 76)
Büyük ihtimalle bu kişide, öfke vasfı galip olduğundan Efendimiz onun bu yönünü terbiye etmek istemiştir.
Peygamber Efendimiz’in bir bedevi ile arasında geçen şu hâdise de ne güzel bir misaldir. Ebû Hureyre’nin anlattığına göre bedevînin biri Nebî -sallallahu aleyhi ve sellem-’e geldi ve:
– Ey Allah’ın Resulü! Bana, işlediğim takdirde cennete gireceğim bir amel söyle, dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz:
“– Allah’a, hiçbir şeyi ortak koşmaksızın kulluk edersin. Farz olan namazları kılarsın. Yine farz olan zekâtı verirsin ve ramazan orucunu tutarsın” buyurdu.
Bedevî:
– Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, bu söylediklerine hiçbir şey ilâve etmem, dedi.
Adam dönüp gidince Peygamber -aleyhisselâm-:
“– Cennetlik birini görmek kimi sevindirirse şu kimseye baksın!” buyurdu. (Buhârî, Zekât, 1; Müslim, Îmân, 15)
Burada bedevinin seviyesi ve sergilediği tavır karşısında Efendimiz’in yaklaşım tarzı ve uyguladığı öğretim metodu dikkat çekicidir. Peygamberimiz, bedevinin o sözüne karşılık mesela “Bu, dinî bir meseledir, bunu yaparım, bunu yapmam, demek olmaz. Daha dikkatli ol!” şeklinde bir karşılık da verebilirdi. Fakat Allah Resûlü böyle yapmamış, onun idrak seviyesini hesaba katmış, hatta onun, dediğini yaptığı takdirde cennete gireceğini müjdelemiştir.
Ukbe bin Âmir -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’e:
– Ya Resûlallâh, kurtuluş nerededir? diye sorunca Allah Resûlü (onun hâlet-i rûhiyesine ve ihtiyacına binaen):
“– Diline sâhip ol, (fitneler ortalığı kapladığında) evine sığın ve günahlarına gözyaşı dök” buyurmuştur. (Tirmizi, Zühd, 61)
Allah Resûlü’ne sorulan benzer sorulara farklı cevaplar vermesi muhatabın seviyesi ve durumu ile yakından alakalıdır. Peygamberimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- herkese ihtiyacı olanı veya henüz öğrenmediği İslâm’ın temel rükünlerinden birini, yahut tatbike iştiyaklı olduğu bir hususu veya soru sorana uygun olan şeyi söylemiştir. Bazen de şartların durumuna göre cevap vermiştir. Zira bütün beşeriyetin muallimi, mürşidi ve hidâyet rehberi olan Fahr-i Kâinât Efendimiz, nübüvvet firâset ve basîretiyle kimin neye ihtiyacı olduğunu anında fark eder ve ona göre muamelede bulunurdu.
c. İhsan ve İkramda Bulunması
İnsan, fıtrat itibariyle menfaatine düşkündür. Yaptığı her faaliyette ve teşebbüs ettiği her işte öncelikle kendi çıkarını düşünür. O, bir ömür boyu, bedeninin zaruri olan ve olmayan ihtiyaçlarını karşılama gayreti içindedir. Menfaat umduğu her şeye hırsla sarılır, yoruluncaya kadar onların peşinden koşturur. Yüce Rabbimiz insan hâlet-i rûhiyesinin bu hakîkatini şöyle beyan buyurmaktadır:
“Gerçekten insan, pek hırslı (ve sabırsız) yaratılmıştır. Kendisine fenâlık dokunduğunda sızlanır, feryâd eder, ona imkân verildiğinde ise cimrileşir, pinti kesilir.” (el-Meâric 70/19-21)
“Gerçekten insan dünya malını çok sevdiği için pek katıdır, bu hususta çok cimridir.” (el-Âdiyât 100/8)
Cenâb-ı Hak, böyle bir fıtratta yarattığı kuluna, bu mezmûm vasıflarını tedâvi etmesi için iyilik ve ihsanlarda bulunmasını emretmiştir. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:
“… İyilik ve ihsanda bulununuz. Şüphe yok ki Allah iyilik edenleri sever.” (el-Bakara 2/195)
İnsanın bu yapısını çok iyi bilen Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, tâlim ve terbiye faaliyetlerinde talebelerin ihtiyaçlarını hep nazar-ı dikkate almış öncelikle bunları tedârik etme cihetine gitmiştir. Terbiye ve tezkiyesiyle meşgul olduğu kimselere, imkânları ölçüsünde ihsan ve ikramda bulunmuştur.
Fahr-i Kâinât Efendimiz, ashabının her türlü mes’elesiyle alakadar olur, imkânı olan kimseleri de buna teşvik ederdi. Abdurrahman bin Ebi Bekir -radıyallâhu anhümâ- şöyle anlatmaktadır:
Suffe ashâbı fakir kimselerdi. Bir keresinde Nebîyy-i Muhterem -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“– İki kişilik yemeği olan (suffe ashâbından) bir üçüncüsünü; dört kişilik yemeği olan da bir beşincisini ve hatta altıncısını yemeğe buyur edip götürsün!”
Ebû Bekir, onlardan üç kişiyi evine getirdi. Nebî -sallallahu aleyhi ve sellem- de on kişiyi alıp götürdü.” (Buhârî, Mevâkît, 41; Müslim, Eşribe, 176, 177)
İyiliğin, ihsan ve ikramın gönülleri kazanma ve ruhlar üzerinde tesir icra etme bakımından ne kadar ehemmiyetli olduğunu bilen Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, yine ümmetine şu tavsiyelerde bulunmaktadır:
“Kim sizden Allah adına sığınma talebinde bulunursa onu muhafaza edin, kim Allah adına isterse ona verin, kim sizi davet ederse ona icabet edin, kim size bir iyilik yaparsa karşılıkta bulunun, şayet verecek bir şey bulamazsanız, ona isteğinin verilmiş olduğunu görünceye kadar duâ edin.” (Nesâî, Zekat, 72; Ebû Dâvûd, Zekat, 38)
Her durumda ikram ve ihsanda bulunmak dinimizin emri, Rabbimizin ve Peygamber Efendimiz’in yüce ahlakıdır. İnsanlara Allah’ın dinini öğretirken ve onları Allah Resûlü’nün hâliyle hallenmeye dâvet ederken, bu nebevî düstûrdan azami derecede istifade etmek gerekmektedir.