İmandır o cevher ki İlâhî ne büyüktür…
İmansız olan paslı yürek sînede yüktür!
M. Âkif Ersoy
“İman” kelimesi, lügatte “emân vermek”, “emîn kılmak” “emîn olmak”, “itimât etmek”, “güven ve sükûnete kavuşmak” mânalarına gelir. Ayrıca îmân, “tasdîk etmek” (doğrulamak) anlamındadır. Zira tasdîk eden kimse de tasdîk ettiğini yalancılıktan emîn kılmış veya kendisi yalandan emîn olmuş olur. Bu itibarla hakiki mü’minler, îmânlarından doğan emniyet ve huzuru tatmakla birlikte, başkalarına da güven vermektedirler.
Dînî literatürdeki îmânın tarifine gelince, İslâm âlimleri bu hususta muhtelif görüşler beyan etmişlerdir. Bazıları imân “kalben tasdiktir” derken, bazıları da “kalple tasdîk, dil ile ikrârdır” demişlerdir. Bir kısım alimler ise İslâm’ın beş temel esası olarak gösterilen amellerin tatbikini de bu tarif içerisinde mütalaa etmişlerdir. (Mâturîdî, s. 373 vd) Bununla birlikte söz konusu tariflerde îmânın “kalp ile tasdik” yani gönle ait bir yöneliş ve kabul olması ortak nokta olarak göze çarpmaktadır. Bu noktada ise Cibrîl hadisinde belirtildiği üzere Allah’a, O’ndan başka ilah olmadığına, Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve Resûlu olduğuna, meleklerine, kitaplarına, âhiret gününe, kadere; hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna kalben inanmak gerekir. (Buhârî, Îmân, 37; Müslim, Îmân, 1)
Kur’ân-ı Kerîm, zâhiren boyun eğmenin “iman etmek” sayılmayacağını, îmân için kalbin tasdîkinin zarurî olduğunu şöyle vurgulamaktadır: “Bedevîler «imân ettik» dediler. De ki: îmân etmediniz. Fakat «biz (zâhiren) boyun eğdik» deyiniz. Zira îmân henüz kalplerinize girmedi.” (el-Hucurât 49/14)
Görüldüğü üzere imân, kalbin tam bir güvene ulaşma halidir. Bu sebeple şüphe ve zan gibi hususların gönülde yer bulmaması îcab eder. Binâenaleyh Allah’a ve O’ndan gelene, şüpheye düşmeden güvenebilmek, ancak ilâhî âyetlere gereği gibi inanmakla mümkün olabilecektir. Şu âyet, hakikî îmânın şüpheden uzak ve sarsılmaz bir tasdik olduğunu vurgular mahiyettedir:
“Mü’minler ancak Allah’a ve Resûlü’ne îmân eden, ondan sonra da asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte sâdık kimseler ancak onlardır.” (el-Hucurât 49/15)
Bunun yanında gerçek îmân, kalbe girdikten sonra orada hapsedilecek bir şey değildir. Aksine kalbe yerleştikten sonra orayı harekete geçiren ve daha sonra da insanın tüm davranışlarını yönlendiren bir güçtür. Nitekim şu âyet-i kerîmede mü’minlerin şahsiyet yapılanmasında imânın bu yönüne dikkat çekilmektedir:
“Mü’minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperirir. O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman îmânlarını artırır ve Rablerine tevekkül ederler.” (el-Enfâl 8/2)
Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- de: “Cennete kalpleri kuş kalbi gibi olan kimseler girecektir” (Müslim, Cennet, 27) buyurmak suretiyle hakiki mü’minlerin îmânlarının gereğini yerine getirme hususundaki kalbî duyarlılıklarına işaret etmektedir.
Diğer taraftan dinimizde îmân bağı, akrabalık bağının önüne geçmiş, mü’minler, yakınları da olsa, inanmayanları dost edinmemekle emrolunmuşlardır. (et-Tevbe 9/23; el-Mücâdele 59/22) Söz konusu kimselere karşı içtimâî anlamda hukûkî sorumluluklar yerine getirilir ancak bunlar mü’minin kalbindeki muhabbete ortak olamazlar. (en-Nisâ 4/135; el-Mâide 5/8) Böylece İslâm, îmân sayesinde kan bağından ziyade şuur beraberliğine dayalı bir yakınlık öngörmektedir ki bu durum, “mü’minler kardeştir” (el-Hucurât 49/10) düsturuna yönelik bir gönüldaşlıktır. Allah Teâlâ’nın “(Ey Resûlum!) Mü’minlerden sana uyanlara tevâzu kanadını indir” (eş-Şuarâ 26/215) buyruğunda da müslümanlar arasında bulunması gereken yakınlığa işaret edilmektedir.
Bu sebeple Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-, mü’minlere karşı çok duyarlı ve hassas davranırdı. Îmân ettim diyen herkes kendini onun güvenli iklimi içerisinde bulurdu. Öyle ki o, mü’minlere yönelik menfi bir tavırdan şiddetle kaçınır, ashâbı aleyhinde konuşulmasına dahi tahammül edemez ve şöyle buyururdu:
“Herhangi biriniz ashabımla alakalı (güzel olmayan) şeylerden bana bahsetmesin. Zira ben, sizin karşınıza temiz bir gönülle çıkmak istiyorum.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 28; Tirmizî, Menâkıb, 63)
Bir defasında Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Mâlik bin Dühşum isimli bir şahıs aleyhinde konuşan bir grup ashâbına:
“– Bu adam Allah’tan başka ilah olmadığına, benim Allah’ın Resûlü olduğuma şehâdet etmiyor mu?” dedi.
Onlar:
– O, bunu kalbinde olmadığı halde söylüyor, dediler.
Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- ise:
“– Allah’tan başka ilah olmadığına, benim peygamber olduğuma şehâdet eden hiçbir kimse cehennem ateşine girmez” buyurarak, (Müslim, Îmân, 54) böylece îmân ettiğini söyleyen kimselerin gönül dünyaları hakkında ön yargılı davranarak sû-i zan beslemenin uygun olmadığını belirtti.
Bir başka hâdis-i şerîflerinde Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Kalbinde zerre kadar îmân bulunan kimsenin cehennem ateşinden kurtulup, neticede cennete gireceğini müjdelemektedir. (Buhârî, Îmân, 33, Tevhîd, 19, 36; Müslim, İmân, 302, 316)
Ashaptan Üsâme bin Zeyd -radıyallâhu anh- da konumuzla yakından ilgisi olan bir olayı şöyle anlatır: Bir savaşta düşmandan bir kimseye yetiştik de yakalanacağını anlayınca, oracıkta hemen kelime-i tevhîdi okuyuverdi. Fakat biz bunu dikkate almadan adamı öldürdük. Dönüşte durumu Hz. Peygamber’e haber verdik. Bunun üzerine Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“– Kıyâmet gününde «la ilâhe illallâh» kelimesi karşısında sana kim yardımcı olacaktır” buyurdu.
Ben de:
– Ey Allah’ın Resûlu o bunu ancak canının korkusundan söyledi, dedim.
Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“– Bâri kalbini yarsaydın da bu sözü korkudan dolayı söyleyip söylemediğini bilseydin. Kıyâmet günü «la ilahe illallah» kelime-i tevhîdi karşısında sana yardımcı olabilecek kim vardır” buyurdu.
Üsâme -radıyâllahu anh- diyor ki:
Bu sözü o kadar çok tekrar etti ki, ben içimden ne olur artık tekrar etmese dedim ve keşke bu olaydan sonra müslüman olsaydım diye aklımdan geçti. (Ebû Dâvûd, Cihad, 95)
Öte yandan imânın Allah Teâlâ tarafından ihsan edilen bir hidayet olduğu da unutulmamalıdır. Cenâb-ı Hak “Allah kime hidâyet etmek isterse onun kalbini İslâm’a açar” (el-Enâm 6/125) buyurarak İslâm hidâyetini kalplere konulan bir lütuf olarak değerlendirmektedir. Bu sebeple mü’minler kesin olarak bilirler ki, Allah’ın lütuf ve rahmeti olmadıkça, hiçbir başarıya ulaşamazlar. Kalplerine bile sahip olamazlar. Zira “kalpler Allah’ın elindedir.” (Müslim, Kader, 17) Bu sebeple akl-ı selim sahipleri, Allah Teâlâ’nın kendilerinden yardımını esirgememesi, daima hidâyet üzere kalabilmeleri için şu şekilde duâ ederler:
“Rabbimiz! Bize hidâyet ettikten sonra kalplerimizi kaydırma! Bize kendi katından rahmet ihsan eyle! Şüphesiz ki, Sen bol ihsan sahibisin.” (Âli İmrân 3/8)
Ayrıca hadîs-i şeriflerde kıyâmet vakti yaklaştığında, kalbinde zerre kadar îmân bulunan hiçbir kimsenin kalmayacağı ifâde edilerek, imân nimetinin kalplerden çıkmasıyla dünya hayatının sona ereceğine dikkat çekilmektedir. (Müslim, İmâre, 176, Fiten, 116, 117) Bununla birlikte gönüllerdeki imân nurunun daim kalması ve neticede ebedi âleme o nurla gidilebilmesi için kalbin, takva, haşyet, merhamet, muhabbet, istiğfar, zikir ve duâ gibi mânevî güzelliklerle tezyîn edilmesi gerekir ki aşağıda bu meseleler tetkik edilecektir.