Revîşi pâk gerek da’vî-i İslâm edenin[1]
Eşrefoğlu Rûmî
Allah’a dâvette tebliğin en mühim vasıtalarından biri, dâvetçinin medh ü senâya lâyık davranışları, yüce vasıfları ve temiz ahlâkı ile ortaya koyduğu örnek yaşayışıdır. Dâvetçi, insanların İslâmî esasları kendisinde görüp okuduğu açık bir kitap gibi olmalıdır. Bu sebeple İslâmî tebliğ ve dâvetin başarıya ulaşabilmesi için, dâvetçinin tebliğ ettiği esasları hayatında tatbik ederek üsve-i hasene olması zarûridir. Diğer bir ifade ile tebliğcide “ahlâk-ı hamîde”, “söz ve davranış uygunluğu”, “bilgi ve amel bütünlüğü” bulunmalıdır. Zira insanın tabiatı, hakikatleri duymaktan ziyade onları davranışlarda görmeye daha meyyâldir. Diğer bir ifâdeyle İslâm’ın sözle tebliğden daha çok temsîle ihtiyacı vardır.[2]
Allah Teâlâ, İslâm dâvetçilerini, örnek şahsiyetler olmaya davet etmekte ve yaptıklarının söylediklerine ters düşmemesini istemektedir:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ كَبُرَ مَقْتًا عِندَ اللَّهِ أَن تَقُولُوا مَا لَا تَفْعَلُونَ
“Ey îmân edenler! Neden yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında büyük bir gazaba sebep olur.” (es-Saff 61/2-3)
اَتَاْمُرَونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنْسَوْنَ اَنْفُسَكُمْ وَاَنْتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَ اَفَلاَ تَعْقِلُونَ
“İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Üstelik Kitab’ı da okuyup duruyorsunuz. Hiç akletmiyor musunuz?” (el-Bakara 2/44)
Sağlam bir şahsiyete sâhip olmayan ve davranışı sözüne uymayan kişinin söyledikleri tesir etmez. Bu bakımdan peygamber ve onun izinden gidenler, muhataplarının önüne örnek bir hayat sergilemek ve sözleri ile tatbikatları arasında tezada düşmemek zorundadırlar. “Hatîbü’l-Enbiyâ” olarak bilinen Şuayb -aleyhisselâm-, âyet-i kerîmede belirtildiği üzere kavmine şöyle hitap etmektedir:
“…Yapmanızı yasakladığım şeyleri (kendim yapmak sûretiyle), size (ve söylediklerime) muhâlif davranmak istemiyorum.” (Hûd 11/88)
İşte hayatın her alanı için üsve-i hasene olan Allah Resûlü’nde bu hakîkat en kâmil mânâsıyla tahakkuk etmişti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, tebliğ ettiği esasları öylesine yaşıyor ve mükemmel bir şekilde temsil ediyordu ki ona bakan bir insan, başka hiçbir delile ihtiyaç duymadan doğruluğuna kanaat getirebiliyordu. Çok defa onu görmek, peygamberliğini kabul etmeye yetiyordu. Abdullah bin Revâha -radıyallâhü anh-’ın şu beyti bu gerçeğin ifâdesidir.:
لَوْ لَمْ تَكُنْ فِيهِ آياَتٌ مُبَيِّنَةٌ لَكَانَ مَنْظَرُهُ يُنْبِئُكَ بِالْخَبَرِ
“O apaçık mu’cizelerle gelmemiş olsaydı bile, sâdece mübârek cemâline bakmak, ahlâk ve şemâilini seyretmek, onun doğruluğu hakkında sana tatmin edici bir bilgi verir.”
İnsanları kendisine hayran bırakan bu örnek yaşayış Resûlullâh -sallallâhü aleyhi ve sellem-’de henüz peygamber olmadan önce de mevcuttu. O, nübüvvetine kadar kırk yıl boyunca nezih bir hayat sürmüş, içinde yaşadığı toplumda yaygın olan günah ve çirkinliklerin hiçbirine bulaşmamıştı. Âyet-i kerîmede:
“…Vahiy gelmeden önce de içinizde bir ömür yaşadım. Artık düşünmeyecek misiniz?” (Yûnus 10/15-16) buyrularak bahsedilen hakîkate işâret edilmektedir.
Bu ilâhî ifâdeler Resûl-i Ekrem’in nübüvvet öncesi hayatına ışık tutmakta ve; “Ey inat ve ısrarla Peygamber’e karşı gelen Mekkeliler, Kur’ân’ı getirmeden evvel sizin aranızda kırk sene kaldım. Benim ne kadar doğru ve dürüst bir insan olduğumu anlamanız, hatırlamanız ve böyle bir mu’ciz Kur’ân’ın da ancak Allah kelamı olabileceğini kabullenmeniz için bu kadar uzun süre sizinle birlikte bulunmuş olmam kâfi değil mi?” uyarısında bulunmaktadır.
Allah Resûlü, gençliğinden itibaren mürüvvette insanların en üstünü, hayâda en kâmili, asâlette en mümtazı, himâyede en güzeli, tahammülde en kavîsi, sözüne en sâdık, güvende en ileri ve her türlü sefâhetten en uzak olanı idi. Kavmi onu el-Emîn diye vasıflandırmıştı. Hatta el-Emîn vasfı, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ikinci bir ismi olmuştur. Varlık Nûru 25 yaşına geldiğinde Mekke’de sâdece el-Emîn ismiyle çağrılıyordu. (İbn-i Sa’d, I, 121, 156) Fahr-i Kâinât Efendimiz’in dünyaya geldiğinden beri yaşadığı bu müstesnâ hayatı Hz. Hatice ne güzel ortaya koyar:
“Vallâhi Allah seni hiçbir zaman utandırmaz, üzüntüye düşürmez. Çünkü sen akrabanı görür gözetirsin. İşini görmekten âciz olanların yükünü taşırsın. Yoksula verir, hiç kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın. Misafiri ağırlarsın. Hak yolunda karşılaştıkları musîbet ve felâketlerde halka yardım edersin. Sözü doğru söylersin, emânete riâyet edersin. Senin ahlâkın pek güzeldir.” (Bûhârî, Bed’ü’l-vahy, 1; İbn-i Sa’d, I, 195)
Fahr-i Âlem Efendimiz, Safa tepesinde yaptığı ilk dâvette de muhataplarını ikna etmek üzere birinci delil olarak “örnek hayatını” göstermiştir:
“– Eğer şu vadinin arkasında saldırmak üzere bekleyen atlılar var, desem bana inanır mısınız? şeklindeki bir sualle konuşmasına başlamış, dinleyenler de şu mukâbelede bulunmuşlardır:
– Sen doğru sözlü ve emin bir kimsesin, şimdiye kadar herhangi bir yalanını hiç duymadık.
Bu ikrar ve tasdik üzerine Sevgili Peygamberimiz onlara İslâm’ı tebliğ etmişti. (Müslim, Îmân, 355; İbn-i Sa’d, I, 200)
Dâvetçinin, anlattığı şeyleri herkesten önce kendi hayâtında tatbik etmesi gerektiğini gösteren şu misâl de oldukça önemlidir; Uman meliki el-Cülendâ’ya Resûlullâh’ın İslâm’a dâvet mektubu ulaştığı zaman o, Efendimiz’in hayatı hakkında bilgi istedi. Gerekli bilgiyi aldıktan sonra:
– Allah bana bu ümmi Peygamber’i tanımayı nasîb etti. O, hiçbir iyiliği ilk olarak kendisi tatbik etmeden emretmiyor; hiçbir kötülüğü de evvelâ kendisi bırakmadan nehyetmiyor. O mutlaka galip gelecek, engellenmeyecektir; mutlaka üstün çıkacak, darda bırakılmayacaktır. O, ahde vefâ gösterir, va’dini yerine getirir. Ben kesinlikle kabul ediyorum ki o, bir peygamberdir, diyerek Müslüman olmuştur. Daha sonra İslâm’a girişini, kendisine elçi olarak gelen Amr bin Âs -radıyallâhu anh-’e hitâben söylediği şiirde şöyle dile getirmiştir:
أَتاَنِى عَمْرٌو بِالَّتِى لَيْسَ بَعْدَهَا مِنَ الْحَقِّ شَيْءٌ وَالنَّصِيحُ نَصِيحُ
فَياَ عَمْرُو قَدْ اَسْلَمْتُ ِللهِ جَهْرَةً يُناَدِى بِهَا فِى الْوَادِيَيْنِ فَصِيحُ
“Amr bana öyle bir hakikati getirdi ki onun ötesinde başka bir şey tasavvur edilemez. O hakikatin sâhibi olan nasihatçi de gerçek nasihatçidir. Ey Amr! Ben açıkça Allah’a teslim oldum. Bu hâlimi fasih bir lisân, şu vâdilerde haykırmaktadır.” (İbn-i Hacer, el-İsâbe, I, 262)
Yahûdîlerin seçkin ulemâsından Abdullâh bin Selâm, onun gül yüzünü gördüğünde; “Bu yüz, yalancı yüzü olamaz!” diyerek sadece bu sebeple îmân etmişti. (Tirmizî, Kıyâmet, 42)[3]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, tebligatının mücerred olmasından ziyâde muşahhas olmasına önem vermiştir. Hz. Enes’in bildirdiğine göre: “Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Muhâcirlerin ve Ensâr’ın, (namaz erkânını) kendisinden yakînen görüp öğrenebilmeleri için, hemen peşinde namaza durmalarını isterdi.” (İbn-i Mâce, Salât, 44)
Yine hac yaptığı esnâda Müslümanların rahatça görüp öğrenebilmeleri için, bir çok rüknü deve üzerinde yapmış ve:
“Ey insanlar! Hac amellerinin nasıl yapılacağını benden öğreniniz. Bilmiyorum, belki de bu yılımdan sonra bir daha haccedemem” buyurmuştur. (İbn-i Hanbel, III, 318; Müslim, Hacc, 310)
İbâdetlerin îfâsında bu şekilde örnek olan Fahr-i Kâinât Efendimiz, haramların terkinde de fiilî bir kıstas olmuştur. Altın kullanmanın erkeklere haram kılınışını tebliğ ederken parmağındaki altın yüzüğü cemaata göstermiş:
“– Ben bu yüzüğü takıyor ve kaşını da elimin içine çeviriyordum” dedikten sonra onu çıkarıp atmış ve:
“– Vallâhî bir daha onu takmayacağım!” demiştir. (Buhârî, Eymân, 6)
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, İslâm’a dâvet ettiği insanların, İslâmî yaşayışı görerek fikir ve kanaatlerini ona göre tayin etmelerine imkân hazırlamıştır. Bedir gazvesinde ele geçirilen esirleri topluca bir yerde tutmamış, bunları ashâb-ı kirâma birer birer dağıtarak misafir etmelerini ve ikramda bulunmalarını tavsiye buyurmuştur. Allah Resûlü’nün bu uygulaması, esirlerin, sahâbenin yaşadığı İslâmî hayatı yakından müşâhede etmesi, o hayatın güzelliğini görmesi ve böylece gönüllerinin Hak yoluna ısınması gayesine matuftu. (İbn-i Hişam, II, 288)
Aynı şekilde Medine’ye değişik sebeplerle gelen bazı hey’et mensuplarının, ashâbın evlerine dağıtılarak misâfir edilmelerinde de bu maksat göz önünde bulundurulmuştur. (İbn-i Hanbel, III, 432) Nitekim Tâif heyeti Medine’ye geldiğinde, Müslümanların Kur’ân okuyuşları, namaz kılışları, huşu ve huzur içinde ibadetleri kalplerini rikkate getirsin diye Efendimiz onları Mescid’de misafir etmiştir. (Ebû Dâvûd, İmâret, 26)
Resûl-i Ekrem Efendimiz, yanına gelip İslâm’ı öğrenen kimseleri, kendi bölgelerine göndererek, halkın içinde örnek yaşayışları ile tebliğde bulunmalarını isterdi. Mâlik bin Huveyris şöyle anlatıyor:
Yaşça akran beş on kişiyle Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gelip yirmi gün kaldık. Peygamber Efendimiz, pek merhametli ve şefkatli idi. Âilemizi özlediğimizi anlayınca geride kimleri bıraktığımızı sordu. Biz de söyledik. Bunun üzerine buyurdu ki:
“– Ehlinizin yanına dönünüz ve aralarında bulununuz. Onlara gerekli bilgileri öğretiniz, söylenecek şeyleri söyleyiniz.”
Daha bir çok şeyler buyurdu ki şimdi bunların bir kısmını hâlâ hatırlıyorum, bir kısmını ise hatırlamıyorum. Sonra şöyle devâm etti:
“– Benden gördüğünüz gibi namaz kılınız. Namaz vakti geldiğinde içinizden biri ezan okusun, en yaşlınız da imam olsun.” (Buhârî, Ezân, 18)
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in tebliğde uyguladığı bu metottan hareketle ecdâdımız, fethettikleri ülkelerin halklarını İslâmlaştırmak için o bölgelere güzel yaşayışlarıyla örnek olacak mütedeyyin aileler göndermişlerdir. Onlardaki bu samimi ve huzurlu hayatı gören insanlar, fevc fevc İslâma girmiştir. Bugün de İslâmın ulaşması gereken ülkeler ve bölgelerde aynı tebliğ usûlünün uygulanmasına zaruri ihtiyaç vardır.
[1] Hakîkî bir müslüman olduğunu idiâ eden kimsenin her hareketinin şeriat kâidelerine uyması, her işinin hem bilgide hem amelde temiz, lekesiz ve kusursuz olması lâzımdır.
[2] İslâm’a giren İngiliz mühtedîler üzerinde doktora yapan Ali Köse, Netîce kısmında şöyle demektedir: “Sebep veya şekli ne olursa olsun birçok mühtedî, bir Müslüman veya gruptan etkilendiklerini söylemektedirler. Buradan çıkan netice ihtidâ sürecinde herhangi bir müslümanla temas hâlinde olmanın ihtidâ ihtimalini arttırdığıdır.” (Ali Köse, s. 160)
[3] Altın Silsile’nin ilk halkalarından Ca’fer-i Sâdık -rahmetullâhi aleyh- şöyle demektedir.
كُونُوا لَناَ دُعَاةً بِغَيْرِ اَلْسِنَتِكُمْ لِيُرَوْا مِنْكُمُ الْوَرَعُ وَالإِجْتِهَادُ وَالصَّلاَحُ وَالْخَيْرُ فَإِنَّ ذلِكَ دَاعِيَةٌ.
“Dilinizden daha çok örnek yaşayışınızla İslâm dâvetçileri olunuz. Sizin hal ve davranışlarınızdan tabiî bir vera’, gayret, salâh ve iyilik kendini göstersin. İşte gönülleri İslâm’a cezp edecek asıl dâvetçiler bu hasletlerdir.”