a. Küfür

“Allahım! Bizi küfür karanlıklarından

 İslâm’ın aydınlığına çıkar.”

Ebû Dâvûd, Salât, 178

Küfür, sözlükte örtmek, gizlemek anlamındadır. Istılahta ise, îmânın zıddı bir kavram olarak dinin inanılmasını zarûrî gördüğü şeylerin tamamını veya bir bölümünü inkar etmektir. İnanılması gerekenlere inanmayan kimseye de gerçeği örttüğü için kâfir denilmiştir.

İnsan kibir, gurur ve inat gibi nefsin mezmum sıfatları sebebiyle küfre sürüklenmektedir. Nitekim inkâr yolunu ilk açan şeytanın küfrü de böyledir. Kişi kimi zaman da hakikati kalben bilmesine ve zaman zaman diliyle ikrar etmesine rağmen, kıskançlık, şan, şöhret, makam, ictimâî baskı ve kavmiyetçilik gibi sebeplerle İslâm’ı bir din olarak kabullenmeyebilir.

Ayrıca her hangi bir zorunluluk olmadığı halde, küfre götürecek bir söz söyleyen, inanılması gerekenleri ve şeâir-i İslâm’ı35 küçümseyen ve onlarla alay eden kimseler de küfre düşebilmektedir. Bununla beraber, ölüm tehdidi altında bulunan bir kimse gönlü îmânla dolu olduğu halde canını kurtarmak için istemeyerek küfrü gerektiren bir söz söylediğinde îmânına zarar gelmez. Nitekim âyet-i kerîmede: “Kalbi îmân ile mutmain olduğu hâlde (dinden dönmeye) zorlanan kimse müstesnâ, her kim îmândan sonra küfre kalbini açarsa, mutlaka onların üzerine Allah’tan bir gazab gelir ve kendilerine çok büyük bir azab vardır” (en-Nahl 16/106) buyrularak bu durum açıkça ifâde edilmiştir.

Bu âyetin sebeb-i nüzûlü olan vâkıa konumuzu daha da aydınlatmaktadır: Müşrikler Ammar’ı, babası Yâsir’i, annesi Sümeyye’yi, Suheyb’i, Bilâl’i, Habbâb’ı ve Sâlim’i yakalamış ve işkenceye tabi tutmuşlardı. Sümeyye’yi iki devenin arasına bağlayıp germişler, onu ve kocasını işkenceyle öldürmüşlerdi. Ammâr ise bu işkenceler karşısında kalben benimsemediği hâlde kâfirlerin kendisinden istediklerini söylemişti. Bunun üzerine gelip Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e:

– Ammâr kâfir oldu, dediler.

Peygamber Efendimiz:

“– Hayır, Ammâr asla kâfir olmamıştır; o, tepeden tırnağa îmânla doludur. İman onun etine kanına işlemiştir” buyurdular.

Daha sonra Ammâr ağlayarak Resûl-i Ekrem Efendimiz’e geldi. Allah Resûlü bir taraftan onun gözünden akan yaşları siliyor, diğer taraftan da:

“– Eğer, sana tekrar işkence yapmak isterlerse sen de onlara istediklerini tekrar söyle” buyuruyordu.36

Küfür, farklı saiklerle insanların iç dünyalarında yer bulmaktadır. Küfrün en bâriz vasfı ise anlama, idrak etme ve hakikati görme merkezi olan kalbin istidatlarını köreltmesidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de bu hâl şöyle tasvir edilmektedir:

“(Sana karşı çıkanlar) hiç yer yüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Fakat gerçek şu ki gözler kör olmaz göğüslerdeki kalpler kör olur.” (el-Hacc 22/46)

 “…Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha şaşkındırlar. İşte asıl gâfiller onlardır.” (A’râf 7/179)

Yine kâfirlerin ilâhî mesajı duymamak için örtülerine bürünüp kulaklarını bile tıkadıkları olmuştur. (Nûh 71/7) Onların hakikate karşı kör ve sağır davranarak, bu şekildeki duyarsızlıkları, ilim, idrak ve duygu merkezi olması gereken kalplerini karanlıklar içinde bırakmıştır.

Mezkûr âyetlerin işaret ettiği üzere insanoğlunda bir kafa gözü bir de gönül gözü vardır. Kafa gözü bir âzâ olarak insanlarda bulunduğu gibi hayvanlarda da bulunur. Fakat kalp gözü sadece insanlara mahsustur. İşte insana mahsus olan basîret melekesinin körelmesi hâlinde, insan idraksizlik nokta-i nazarından hayvan derekesine hatta hayvanlardan daha aşağıya düşmektedir.

Kâfirlerin bariz özelliği, hakikatten habersiz olmalarıdır ki bunun da sebebi nankörlükleri yani kalplerindeki küfürleridir. Zira küfür yaratılışta var olan güzelliği, mükemmelliği, nimet ve lütfu görmeme, görmezlikten gelme illeti, kısaca bir hakikat körlüğüdür.

Gerek kainâttaki âyetler gerekse Kur’ân âyetleri ezelî ve ebedî yegane hakikat olan Allah’a çağırırken, O’nu tanımama ve mesajına iltifat etmeme nankörlüğü, kalplerin paslanmasının bir neticesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususa dikkat çeken âyetlerden biri şöyledir:

“Hayır bilâkis işlemekte oldukları (günahlar) kalplerinin üzerine pas bağlamıştır.” (el-Mutaffifîn 83/14)

Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- de işlenilen her günahın kalblerin mühürlenmesine nasıl zemin hazırladığını şöyle izah etmektedir:

“Kul bir hata işlediği zaman kalbine siyah bir nokta düşer. Eğer tevbe edip affını dilerse, kalbi bu lekeden temizlenir, cilalanır. Fakat tekrar günaha dönerse bu nokta çoğalarak neticede kalbin tamamını kaplar. İşte Allah Teâlâ’nın Kur’ân’da zikrettiği kalbin paslanması budur.” (Tirmizî, Tefsîr, 83; İbn Mâce, Zühd, 29)

Âyet-i kerîme ve hâdis-i şerîfte kalbin manevî olarak kirlenmesi, pas tutmakla ifade edilmiştir. Adeta kalp, sertlik ve kasvet açısından demire benzetilmektedir. Kalp, günahlarla demir gibi sertleşip paslanmaya başlar. Âyet-i kerîmede kalplerin bu kasvetli durumu şöyle tasvir edilmektedir. “…Bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı; artık onlar taş gibi veya daha katıdırlar…” (el-Bakara 2/74)

Artık paslanıp kaskatı kesilen ve neticede mühürlenen bir kalp, uyarı ve nasihatten etkilenmeyecektir. Bu hakikat Kur’ân’da şöyle ifade edilir:

“Gerçekte inkâra şartlanmış olanlar için kendilerini uyarıp uyarmaman fark etmez; onlar inanmazlar. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinin üzerinde de bir perde vardır.” (el-Bakara 2/6-7)

Allah’a, O’nun âyet ve ahkâmına olumsuz yaklaşımları sebebiyle pas tutan inkarcı gönüller, zamanla kas katı kesilerek, O’nu zikretme, O’nu her şeyden çok sevme ve yalnız O’ndan korkup sakınma gibi ulvî yönelişlerden büsbütün mahrum kalırlar.

Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-, de müslümanları Kur’ân ve Sünnet’e uymaktan taviz vermemeleri ve bilhassa bid’atlerden uzak kalmaları hususunda uyarmış, onların kalp katılığından sakınmalarını şöyle ifade etmiştir:

“Dikkat ediniz! Emel ve arzularınız uzayıp size ecelinizi unutturmasın! Aksi takdirde kalpleriniz katılaşır…” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)

Kur’ân-ı Kerîm’in beyanına göre de kalbi katılaşmış inkârcı kimseler, Allah’ı zikrederek itminana kavuşma imkânından yoksun olmaları sebebiyle, geçici hevesler peşinde teselli ararlar. (el-Enbiyâ 21/3) Onların kalpleri, ilâhî sevgi yerine batıl ve fânî sevgilerle, (el-Bakara 2/165) Allah korkusu yerine daha başka korkularla (Âl-i İmrân 3/151) darma dağınık bir hâl almıştır. (el-Haşr 59/14)

Bu sebeple Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- ashâbını küfre ve küfre düşürecek günahlara dalmaktan daima sakındırır ve onlara şu duâyı tavsiye ederdi:

 

“Allahım! Kalplerimizi birleştir, aramızı ıslah eyle ve bize kurtuluş yollarını göster. Bizi küfür karanlıklarından İslâm’ın aydınlığına çıkar ve büyük günahların görüneninden ve görünmeyeninden uzaklaştır. Kulaklarımız, gözlerimiz, kalblerimiz, eşlerimiz ve çocuklarımız hususunda bize bereket ihsân eyle. Tevbemizi kabul et! Tevbeleri kabul eden, çok merhametli olan ancak Sen’sin. Bizi nimetlerine şükreden, onları kabul ederek Sen’i senâ eden kullarından eyle ve bize nimetlerini tamamla!” (Ebû Dâvûd, Salât, 178)