a. Nasihatte Bulunması
Yüce Rabbimiz insanlara dinî hakikatlerini anlatırken güzel öğütte bulunmayı ve uygun bir usûl takip etmeyi emretmiştir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et!…” (en-Nahl 16/125)
Âyet-i kerîmede zikredilen “hikmet” ve “güzel öğüt”, tâlim ve terbiye vazîfesini yerine getiren insanlar için çok mühimdir.
Diğer bir âyet-i kerîmede ise:
“(Habîbim!) Sen öğüt ver. Muhakkak öğüt mü’minlere fayda verir” buyrulmuştur. (ez-Zâriyât 51/55)
Peygamber Efendimiz’in pek çok vaaz, hutbe ve sohbetleri hep bu neviden nasihat ve öğüt ihtiva eden konuşmalardır. Zira bu tür konuşmalar dinleyenlere son derece tesir eder ve gönüllerine işler. İrbâz bin Sâriye -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bize çok tesirli bir öğüt verdi. Bu öğütten dolayı kalpler ürperdi, gözler yaşardı. Bizler:
– Ey Allah’ın Resûlü! Bu nasihat, sanki ayrılmak üzere olan birinin konuşmasına benziyor, bari bize bir tavsiyede bulun, dedik.
Bunun üzerine Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“– Size, Allah’a çok saygı duymanızı, başınıza Habeşli bir köle bile emir olsa, onu dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Benden sonra sağ kalıp uzunca bir hayat sürenler pek çok ihtilaflar görecekler. O zaman sizin üzerinize gerekli olan, benim sünnetime ve doğru yolda olan Hulefâ-yi Râşidîn’in sünnetine sarılmanızdır. Bu sünnetlere sımsıkı sarılınız, sonradan ortaya çıkarılmış bid’atlerden şiddetle kaçınınız. Çünkü her bid’at dalâlettir, sapıklıktır.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 5; Tirmizi, İlim, 16)
Peygamber Efendimiz’in vaaz ve nasihatleri kısa, özlü ve dikkat çekici idi. Bu sebeple sahâbe-i kirâm onu kolayca ezberleyip akıllarında tutarlar ve birbirlerine aktarırlardı.
Konuyla ilgili bir diğer misali de Ebû Zer -radıyallahu anh- anlatıyor:
Birgün Peygamber Efendimiz’e:
– Yâ Resûlallah! Beni vali tayin etmez misin? demiştim.
Eliyle omuzuma vurarak şöyle buyurdu:
“–Ebû Zer! Sen zayıf bir adamsın. İstediğin vazîfe ise bir emanettir. Bu emaneti ehil olarak alan ve üzerine düşeni yapanlar müstesna, aslında bu vazîfe kıyâmet gününde bir rezillik ve pişmanlıktır.” (Müslim, İmâret, 16)
Câbir bin Süleym -radıyallahu anh- şöyle dedi:
Fikirlerine insanların başvurduğu bir zat gördüm; onun her söylediğini kabul edip yerine getiriyorlardı.
– Bu zat kimdir? diye sordum.
– Allah’ın Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem-’dir, dediler.
Ben iki defa:
– Aleyke’s-selâm yâ Resûlallah: Sana selâm olsun ey Allah’ın Resûlü, dedim.
Resûl-i Ekrem:
“– Aleyke’s-selâm, deme; bu ölülere verilen selâmdır. es-Selâmü aleyke: selâm sana olsun, de” buyurdu.
Ben:
– Sen Allah’ın Resûlü müsün? diye sordum.
Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“– Ben, bir sıkıntı ve darlık geldiğinde dua edince senden o sıkıntı ve darlığı gideren, bir kıtlık yılı isâbet ettiğinde dua edince senin için mahsul bitiren, çölde deven kaybolduğu zaman dua edince deveni sana geri getiren O Allah’ın resûlüyüm” buyurdu.
Bunun üzerine ben:
– Bana tavsiyede bulunsanız, dedim.
Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“– Hiç kimseye sövme” buyurdu. Ben de ondan sonra ne hür ne köle hiçbir kimseye, ne deve ne koyun hiçbir hayvana sövmedim.
Sonra tavsiyesine şöyle devam etti:
“Hiçbir iyiliği küçük görme, kardeşinle güler yüzlü bir vaziyette konuş, çünkü bu da bir iyiliktir… Elbiseni yerde sürünecek kadar uzatma, çünkü bu kibirden ve kendini beğenmekten ileri gelir; Allah kibirlenip kendini beğenenleri sevmez. Eğer bir kimse sana söver veya gördüğü bir şey sebebiyle seni ayıplarsa, sen o kişiyi, hakkında bildiğin şeyler sebebiyle ayıplama. Onun bu davranışının vebâli kendine aittir.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 25; Heysemî, VIII, 72)
Ashâb-ı kirâm, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in sözleri ve sohbetleri karşısında haşyete tutulur, kalpleri titrer ve gözlerinden yaşlar akıtırlardı. Bütün bunlar, samimiyetle inanmanın, itaat arzusu içinde olmanın, Allah ve Resûlü’nü sevip, saymanın birer tezâhürüdür. Bizler de bu numûne-i imtisâl davranışları örnek almalıyız.
b. Kıssalar Anlatması
Fahr-i Kâinât Efendimiz pek çok kere de geçmiş ümmetlerden, farklı milletlerden özellikle de Benî İsrâîl’den kıssalar ve ibretli hâdiseler naklederek dinî hakikatleri tâlim ederdi. Zira kıssaların insan eğitim ve öğretiminde, gerçeklerin izahında son derece mühim bir yeri vardır. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’de, peygamberler ve kavimlerinin kıssalarına geniş yer verilir. Bu husus, âyet-i kerîmelerde şöyle ifâde edilir:
“(Ey Rasûlüm!) Biz, bu Kur’ân’ı vahyetmekle, sana geçmiş milletlerin haberlerini en güzel bir şekilde anlatıyoruz.” (Yûsuf 12/3)
“Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz her haberi sana anlatıyoruz. Bunda sana gerçeğin bilgisi, mü’minlere de bir öğüt ve îkaz gelmiştir.” (Hûd 11/120)
Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhümâ-’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şu ibretli hâdiseyi anlatmıştır:
“Sizden önce yaşayanlardan üç kişi bir yolculuğa çıktılar. Akşam olunca, yatıp uyumak üzere bir mağaraya girdiler. Fakat dağdan kopan bir kaya, mağaranın ağzını kapattı. Bunun üzerine birbirlerine:
– Sizi bu kayadan, yaptığınız iyilikleri vesile edinerek Allah’a duâ etmekten başka hiçbir şey kurtaramaz, dediler.
İçlerinden biri söze başlayarak:
– Allahım! Benim annemle babam çok yaşlı idiler. Onlar yemeklerini yemeden çoluk çocuğuma ve hizmetçilerime bir şey yedirip içirmezdim. Birgün hayvanlara yem bulmak üzere evden ayrıldım; onlar uyumadan önce de dönemedim. Eve gelir gelmez hayvanları sağıp sütlerini annemle babama götürdüğümde, baktım ki ikisi de uyumuş. Onları uyandırmak istemediğim gibi, onlardan önce ev halkının ve hizmetkârların bir şey yiyip içmesini de uygun görmedim. Süt kabı elimde şafak vaktine kadar uyanmalarını bekledim. Çocuklar etrafımda açlıktan sızlanıp duruyorlardı. Nihayet uyanıp sütlerini içtiler. Rabbim! Şayet ben bunu senin rızânı kazanmak için yapmışsam, şu kaya sıkıntısını başımızdan al! diye yalvardı. Kaya biraz aralandı; fakat çıkılacak gibi değildi.
Bir diğeri söze başladı:
– Allahım! Amcamın bir kızı vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ona sahip olmak istedim. Fakat o reddetti. Bir sene kıtlık olmuştu. Amcamın kızı çıkıp geldi. Kendisini bana teslim etmek şartıyla ona 120 altın verdim. Kabul etmek durumunda kaldı. Ona sahip olacağım zaman dedi ki:
– Allah’tan kork! Dinin uygun görmediği bir yolla beni elde etme!
En çok sevip arzu ettiğim o olduğu halde kendisinden uzaklaştım, verdiğim altınları da geri almadım. Allahım! Eğer ben bu işi senin rızânı kazanmak için yapmışsam, başımızdaki sıkıntıyı uzaklaştır, diye yalvardı. Kaya biraz daha açıldı; fakat yine çıkılacak gibi değildi.
Üçüncü adam da:
– Allahım! Vaktiyle ben birçok işçi tuttum. Parasını almadan giden biri dışında hepsinin ücretini verdim. Ücretini almadan giden adamın parasını çalıştırdım. Bu paradan büyük bir servet oluştu. Birgün bu adam çıkageldi. Bana:
– Ey Allah kulu! Ücretimi ver, dedi.
Ben de ona:
– Şu gördüğün develer, sığırlar, koyunlar ve köleler senin ücretinden türedi, dedim.
Adamcağız:
– Ey Allah kulu! Benimle alay etme, dedi.
– Seninle alay etmiyorum, diye cevap verdim.
Bunun üzerine o, hiçbir şey bırakmadan hepsini önüne katıp götürdü. Ey Rabbim! Eğer bu işi sırf senin rızânı kazanmak için yapmışsam, içinde bulunduğumuz sıkıntıdan bizi kurtar, diye yalvardı. Mağaranın ağzını tıkayan kaya iyice açıldı; onlar da çıkıp gittiler.” (Buhârî, Büyû, 98; Müslim, Zikir, 100)
Burada Sevgili Peygamberimiz geçmiş ümmetlerden kıssa naklederek ana babaya hizmet, nefse hâkimiyet ve insan hakkına hürmet gibi konuların ehemmiyetini vurgulamıştır.
Konumuzla ilgili diğer bir misali de Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- nakletmektedir:
Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- İsrail oğullarından bir kimsenin şu kıssasını anlattı:
“Benî İsrâil’den bir kimse arkadaşından bin dinar borç taleb etti. O ise:
– Bana şahidlerini getir, onların huzurunda vereyim de şâhid olsunlar, dedi.
Borç isteyen:
– Şâhid olarak Allah yeter! dedi.
Diğeri:
– Öyleyse buna kefil getir, dedi.
Borç isteyen:
– Kefil olarak Allah yeter, dedi.
Diğeri:
– Doğru söyledin, dedi ve belli bir vâdeye kadar parayı ona verdi.
Adam deniz yolculuğuna çıktı ve ihtiyâcını gördü. Sonra borcunu vâdesi içinde ödemek maksadıyla geri dönmek üzere bir gemi aradı fakat bulamadı. Bunun üzerine bir odun parçası alıp içini oydu. Sâhibine hitâben yazdığı mektupla birlikte bin dinarı oyuğa yerleştirdi. Sonra oyuğun ağzını kapatıp düzledi ve denize getirip:
– Ey Allahım! Biliyorsun ki, ben falandan bin dinar borç almıştım. Benden şâhid istediğinde «Şâhid olarak Allah yeter!» demiştim. O da şâhid olarak Sen’den râzı oldu. Benden kefil isteyince de «Kefil olarak Allah yeter!» demiştim. O da kefil olarak Sen’den râzı olmuştu. Ben ise şimdi bir gemi bulmak için gayret ettim, fakat bulamadım. Şimdi onu Sana emânet ediyorum! dedi ve odun parçasını denize attı. Odun denize gömüldü.
Sonra oradan ayrılıp memleketine gidecek bir gemi aramaya devâm etti.
Diğer taraftan borç veren kimse de parasını getirecek bir gemi gelir ümidi ile (sâhilde ufuklara) bakmaya başladı. Bu arada, içinde parası bulunan odun parçasını buldu. Onu âilesine odun yapmak üzere aldı. Odunu testere ile bölünce parayı ve mektubu buldu.
Bir müddet sonra borç alan kimse geldi. Bin dinar alarak adamın yanına geldi:
– Malını getirmek için durmadan gemi aradım, ancak bundan önce gelen bir gemi bulamadım, dedi.
Alacaklı:
– Sen bana bir şeyler göndermiş miydin? diye sordu.
Borçlu:
– Ben sana, daha önce bir gemi bulamadığımı söyledim, dedi.
Alacaklı:
– Allah Teâlâ hazretleri, odun parçası içerisinde gönderdiğin parayı senin yerine ödedi. Şimdi bu getirdiğin bin dinarı al ve selâmetle git, dedi.” (Buhârî, Kefâlet, 1)
Sevgili Peygamberimiz anlattığı bu kıssa ile Allah’a tevekkül, ahde vefâ, ticâret ahlâkı gibi mühim konuları müşahhas ve duygulu bir şekilde sahâbîlerine öğretmiştir.