G. HATALARI AFFETMESİ

Fâriğ ol, aybın gözetme kimsenin

Tâ ki Hak setreyleye aybın senin.

Affetmek, hata ve günahı bağışlamak, yapılan suçtan dolayı cezalandırmamak, kusûru olan kimseyi kınamamak manalarına gelir.

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarından biri “el-Afüvv”dür. Bu sıfat, çok affeden, günahları silen, tevbe edeni affeden, suç işleyene ceza uygulamayan anlamındadır.

Yüce Rabbimiz’in bir diğer ism-i şerifi de “el-Ğafûr”dur. Bu sıfat, kullarını dünya ve ahirette rezil etmeyen, onların günahlarını gizleyen, örten, bağışlayan ve günahlarından dolayı cezalandırmayan manasına gelir. el-Ğafûr ve el-Ğaffâr mübâlağa ifade eden isimlerden olduğundan, yalnız Allah Teâlâ için kullanılır.

Cenâb-ı Hak günahkâr kullarını bağışladığı gibi, mü’minler de birbirlerini affetmeye çalışmalıdırlar. Zira insanlara karşı kin ve nefret duygusu beslemek mü’min kişinin sahip olacağı bir haslet değildir. Efendimiz’i ve bizleri affa teşvik eden âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmaktadır:

“Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillere aldırma.” (el-A’râf  7/199)

“Onları bağışla, kendilerine güzel davran.” (el-Hicr 15/85)

Enes bin Mâlik -radıyallahu anh-, Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in bizleri affa teşvik eden bir hâdis-i şerîflerini şöyle nakleder:

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- aramızda oturuyordu, azı dişleri gürününceye kadar güldüğünü gördük.

Hz. Ömer:

– Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Resûlü! Sizi böyle güldüren nedir, diye sordu.

Efendimiz şunları anlattı:

“– Ümmetimden iki kişi Yüce Rabbimiz’in huzurunda diz çöktüler.

İçlerinden biri:

– Ey Rabbim, benim hakkımı kardeşimden al, dedi.

Allah Teâlâ:

– Hakkını kardeşinden nasıl alayım, zira onun hiçbir hasenâtı kalmamıştır, buyurdu.  O:

– Öyleyse günahlarımın bir kısmını ona yükle, dedi.”

Bu sırada Allah Resûlü ağladı, gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı ve şöyle buyurdu:

“– Kıyamet günü öyle büyük birgündür ki, o günde insanlar günahlarının başkalarına yüklenmesine son derece ihtiyaç duyarlar.”

Sonra şöyle devam etti:

“Allah Teâlâ hakkını talep eden kişiye:

– Gözlerini kaldır ve cennetlere bak, buyurdu.

Adam başını kaldırdı ve:

– Yâ Rabbi, altından yapılmış şehirler, altından yapılmış ve incilerle süslenmiş saraylar görüyorum. Bunlar hangi peygamber, hangi sıddîk veya hangi şehîd için hazırlandı? dedi.

Cenâb-ı Hak:

(İstersen) sen buna mâlik olabilirsin, buyurdu.

Adam:

– Ne ile? deyince,

 Allah Teâlâ:

– Kardeşini affetmek suretiyle, buyurdu.

Adam:

– Ey Rabbim, kardeşimi affettim, dedi.

Bunun üzerine Allah Teâlâ:

– Kardeşinin elinden tut ve onu cennete götür, buyurdu.”

Bu hâdiseyi anlattıktan sonra Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“– Allah’a karşı takva sahibi olun ve aranızı ıslaha çalışın. (Gördüğünüz gibi) Allah Teâlâ müslümanların arasını ıslah ediyor” buyurdu. (Hâkim, IV, 620)

Her hususta bütün insanlık için üsve-i hasene olan Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, çok zor zamanlarda pek Muazzam af misalleri sergilemiştir. Bu yüksek ahlâkî hasletlerinin neticesi olarak da insanların gönüllerini cezp etmiş ve fevc fevc İslâm’a girmelerine vesile olmuştur. Âişe -radıyallahu anhâ-’dan rivayet edildiğine göre o birgün Peygamber -aleyhisselâm-’a:

– Uhud’dan daha zor birgün yaşadın mı? diye sordu. Resûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle cevap verdi:

“– Evet, senin kavminden çok kötülük gördüm. Bu kötülüklerin en fenası, onların bana Akabe Günü44 yaptığıdır. Ayrıca Tâifli Abdükülâl’in oğlu İbn-i Abdiyâlîl’e sığınmak istemiştim de beni kabul etmemişti. (Aksine ayak takımına taşlatarak her tarafımı kan revân içinde bırakmış, yapmadık eziyet bırakmamıştı) Ben de geri dönmüş derin kederler içinde yürüyüp gidiyordum. Karnü’s-Seâlib’e varıncaya kadar kendime gelemedim. Orada başımı kaldırıp baktığımda, bir bulutun beni gölgelediğini gördüm. Dikkatlice bakınca, bulutun içinde Cebrâil -aleyhisselâm-’ı farkettim.

Cebrâil bana seslenerek:

– Allah Teâlâ kavminin sana ne söylediğini ve seni himâye etmeyi nasıl reddettiğini duymuştur. Onlara dilediğini yapması için de sana Dağlar Meleği’ni göndermiştir, dedi.

Bunun üzerine Dağlar Meleği bana seslenerek selâm verdi. Sonra da:

– Ey Muhammed! Kavminin sana ne dediğini Cenâb-ı Hak işitti. Ben Dağlar Meleği’yim. Ne emredersen yapmam için Allah Teâlâ beni sana gönderdi. Ne yapmamı istiyorsun? Eğer dilersen şu iki dağı onların başına geçireyim, dedi.

O zaman:

– Hayır, ben Cenâb-ı Hakk’ın onların soylarından sadece Allah’a ibadet edecek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak kimseler çıkarmasını dilerim, dedim.” (Buhârî, Bed’ü’l-halk, 7; Müslim, Cihâd, 111)

Vücûdu ızdıraplar içinde, gönlü yaralı, lâkin kalbi şefkatle dolu olan Resûlullah Efendimiz, meleğin bu teklifini kabul etmemiştir. Böylece o, câhillerin ve kendini bilmez kimselerin kabalıklarına, hakaretlerine ceza ile cevap vermek yerine, onları bağışlamanın, kusurlarını görmezden gelmenin daha asil bir davranış olduğunu ortaya koymuştur. Zira onun dâvası nefsini tatmin etmek, kendine kötülük yapanlara ızdırap çektirerek rahatlamak değildi. Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in gayesi insanları hidayete erdirmek, hem dünyada hem de âhirette mutlu olmalarını sağlamak ve daha önemlisi Allah’ı bilen ve O’na boyun eğen insanların sayısını çoğaltmaktı.

Resûl-i Ekrem, bizzat kendisini öldürmek için saldıranları dahi bağışlamıştır. Hz. Enes -radıyallahu anh- anlatıyor:

Hudeybiye gününde bir sabah namazı sırasında Ten’im dağından seksen kişi Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in üzerine geldiler. Niyetleri onu öldürmekti. Ancak yakalandılar. Peygamber Efendimiz onları affedip serbest bıraktı. (Müslim, Cihad, 133)

Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, münafıkların pek çok tuzak ve sıkıntılarıyla karşılaşmış, onlara karşı af ve müsamaha ile mukabelede bulunmuştur. Onların isimlerini tek tek bilmesine rağmen ashabından Huzeyfe el-Yemânî hariç hiç kimseye söylememiş, genel anlamda onlarla beşeri münasebetlerine devam etmiştir. Alenî düşmanlıklarına ve yalan söylemelerine rağmen onlar için istiğfarda bile bulunmak istemiştir. Zeyd bin Erkam -radıyallahu anh- şöyle anlatır:

Peygamberimiz -aleyhissalâtu vesselâm- ile beraber bir sefere çıkmıştık. Bir ara bütün askerler sıkıntıya düştü. Münafıkların reisi Adullah bin Übey fırsattan istifade ile şöyle dedi:

– Resûlullah’ın yanındakilere infak etmeyin de etrafından dağılsınlar. Hele Medine’ye bir dönelim, aziz olanlar, zelil  olanları oradan sürüp çıkaracaktır.

 Ben hemen gelip bu sözleri Hz. Peygamber’e haber verdim. Resûlullah, başmünafığa adam göndererek yanına  çağırdı ve:

“– Böyle mi söyledin?” diye sordu.

Abdullah bin Übey bunu söylemediğine dâir yemin etti. (Orada bulunanlar bu münafığın sözüne inanarak):

Zeyd, Resûlullah’a yalan söyledi, dediler.

Bu sözlerine çok üzüldüm. Öyle ki Cenab-ı Hak beni tasdiken şu âyeti indirdi:

(Ey Muhammed) münafıklar sana gelince, «Senin, şüphesiz Allah’ın peygamberi olduğuna şehâdet ederiz» derler. Allah, senin kendisinin peygamberi olduğunu bilir, bunun yanında münafıkların yalancı olduklarını da bilir…” (el-Münâfıkûn 63/1)

Zeyd der ki:

Sonra Hz. Peygamber onlara: “Özür dileyin de sizin için Allah’tan mağfiret taleb edeyim” dedi. Ancak onlar başlarını çevirip gittiler. (Bûhârî, Tefsir, 63/1-2; Müslim, Sıfâtu’l-Münâfikûn, 1)

Burada Efendimiz’in, münafıkların bağışlanması için gösterdiği gayret, onların ise gafletleri dikkat çekmektedir.

Allah Resûlü, bazen bir kısım sahâbeden sadır olan ciddi hataları da bağışlamıştır. Bunun en bâriz misâlini, Hâtıb bin Ebî Beltea’nın, Mekke’nin fethi için yapılan hazırlıkları Kureyş’e bildirmek üzere yazıp gönderdiği mektup hâdisesi teşkil eder. Mektup ele geçirilince Allah Resûlü Hâtıb’ı  çağırarak:

“– Ey Hâtıb, bu da ne?” diye sordu.

Hâtıb:

– Ey Allah’ın Resulü, bana kızmada acele etme. Muhacirlerin akrabaları var. Mekke’deki mallarını ve âilelerini himaye ederler. Ben ise Kureyş’e dışardan katılan bir adamım. Nesepten gelen hâmilerim olmadığı için oradaki yakınlarımı himaye edecek bir el edineyim istedim. Bunu katiyyen İslâm’dan sonra küfre rızamdan dolayı yapmadım, dedi.

Resulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“– Bu bize doğruyu söyledi!” buyurdu.

Hz. Ömer atılarak:

Ey Allah’ın Resulü! Bırak beni, şu münâfığın kellesini uçurayım, dedi.

Peygamber Efendimiz de şu mukabelede bulundu:

“– Ama o Bedr’e katıldı. Ne biliyorsun, belki de Allah Teâlâ hazretleri Bedir ehlinin hâline muttali oldu da: «Dilediğinizi yapın, sizleri mağfiret ettim» buyurdu.” (Buhârî, Megâzî, 9; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 161)

Âlemlere rahmet Efendimiz Mekke Fethi tahakkuk edip Kâbe’ye girince, o sırada, Allah’ın Resûlü’ne ve Müslümanlara senelerce eziyet ve işkence etmiş bulunan Kureyşliler Mescid-i Haram’a dolmuşlar, Kâbe’nin çevresinde oturmuşlardı. Efendimiz’in ne yapacağını merakla bekliyorlardı.

Allah Resûlü:

“– Ey Kureyş cemaati! Ey Mekkeliler! Ne dersiniz? Şimdi, hakkınızda benim ne yapacağımı düşünüyorsunuz?” diye sordu.

Kureyşliler:

– Biz, senin hayır ve iyilik yapacağını bekleriz. Sen, kerem ve iyilik sahibi bir kardeş, kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun. Şu an güç ve kuvvet senin elindedir, bize iyi davran! dediler.

Bunun üzerine Peygamber -aleyhisselam-:

“– Benim halimle sizin haliniz, Yûsuf -aleyhisselam- ile kardeşleri gibi olacaktır. Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi, ben de:

 

“Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur. Allah sizi bağışlasın! Çünkü O merhamet edenlerin en merhametlisidir” (Yusuf 12/92) diyorum. Gidiniz! Sizler hür ve serbestsiniz!” buyurdu.

Yüce Allah, Kureyş müşriklerini eline düşürmüş, kendisine boyun eğdirmiş iken Sevgili Peygamberimiz böylece onları affetmiş ve serbest bırakmıştır. Bunun içindir ki Mekkelilere “Tulekâ: Âzad edilmişler” adı verilmiştir. (İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa’d, II, 142-143)

Resûl-i Ekrem Efendimiz’in hayatında tatbikî olarak bu nevi af  örneklerini temâşa imkanı bulan sahâbe-i kiram da, Allah Resûlü’nün takip ederek affedici davranmışlardır. Hz. Ömer -radıyallahu anh- ile alakalı bir af misali şöyle vuku bulmuştur:

Peygamber Efendimiz’e karşı kaba saba davranışlarıyla tanınan bedevî Uyeyne bin Hısn birgün yeğeni Hür bin Kays’ın yanına gitmişti. Hür, Hz. Ömer’in değer verdiği ve görüşlerini aldığı bir âlimdi.

Uyeyne ona:

– Yeğenim! Halifenin yanında belli bir îtibarın var. İznini alsan da kendisini ziyaret etsem, dedi.

O da:

– Peki amca, diyerek Hz. Ömer’den izin aldı.

Uyeyne huzura girdiğinde Halife’ye hitaben:

– Ey Ömer, bize ne bol dünyalık verirsin ne de aramızda adâletle hükmedersin, deyince, Hz. Ömer pek öfkelendi ve adamın üzerine yürüdü.

Hür bin Kays hemen araya girerek:

– Ey Mü’minlerin Emîri! Allah Teâlâ Peygamber’ine “Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve câhillere aldırma” (el-A’râf  7/199) buyuruyor. Uyeyne de o cahillerdendir, dedi.

Neticede o heybetli halife, olduğu yere çakılıp kaldı ve bir adım dahi ileri gitmedi. Zâten Hz. Ömer, Allâh’ın kitabına son derece bağlı idi. (Buhârî, Tefsîr, 7/5, İ’tisam 2; İbn-i Abdilber, III, 1250-1251; İbn-i Esir, Üsüdü’l-Gâbe, I, 471-472; IV, 331)

Faziletlerin en üstünü, gelmeyene gitmek, esirgeyene vermek, haksızlık edeni bağışlamak olduğuna göre, câhillere uymamak ve onların seviyesine inmemek en güzel davranıştır. Zira denilmiştir ki:

Kızma câhilin sözüne

Bilse iyisin söyler