٢٤٤. عَنْ أَنَسٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ أَنَّ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ:
«جَاهِدُوا الْمُشْرِكِينَ بِأَمْوَالِكُمْ وَأَنْفُسِكُمْ وَأَلْسِنَتِكُمْ».
244. Hz. Enes’ten rivâyet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Müşriklere karşı mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihâd ediniz!” (Ebû Dâvud, Cihâd, 17/2504; Nesâî, Cihâd, 1, 48)
٢٤٥. عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ عَنِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:
«لَرَوْحَةٌ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ أَوْ غَدْوَةٌ خَيْرٌ مِنَ الدُّنْيَا وَمَا فِيهَا».
245. Enes bin Mâlik Hazretleri’nden rivâyet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Sabah veya akşam, Allah yolunda birazcık yürümek, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır…” (Buhârî, Cihâd, 6)
٢٤٦. عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ: بَعَثَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَبْدَ اللّٰهِ بْنَ رَوَاحَةَ فِي سَرِيَّةٍ فَوَافَقَ ذٰلِكَ يَوْمَ الْجُمُعَةِ فَغَدَا أَصْحَابُهُ فَقَالَ «أَتَخَلَّفُ فَأُصَلِّي مَعَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ثُمَّ أَلْحَقُهُمْ» فَلَمَّا صَلَّى مَعَ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ رَآهُ فَقَالَ:
«مَا مَنَعَكَ أَنْ تَغْدُوَ مَعَ أَصْحَابِكَ؟» فَقَالَ:
«أَرَدْتُ أَنْ أُصَلِّيَ مَعَكَ ثُمَّ أَلْحَقَهُمْ» قَالَ:
«لَوْ أَنْفَقْتَ مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا مَا أَدْرَكْتَ فَضْلَ غَدْوَتِهِمْ».
246. İbn-i Abbâs (r.a) şöyle anlatır: Rasûlullah (s.a.v), Abdullah bin Revâha’yı bir seriyye için göndermişti. Bu hâdise, Cuma gününe rastlamıştı. Arkadaşları sabahleyin yola çıktılar, o ise kendi kendine: “Geri kalayım da Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte namaz kılayım, sonra onlara yetişirim” diye düşündü. Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) ile namaz kılınca, Efendimiz onu gördü ve:
“–Neden arkadaşlarınla birlikte erkenden gitmedin?” diye sordu.
Abdullah bin Revâha Hazretleri:
“–Sizinle birlikte namaz kılıp, sonra onlara katılmak istedim” dedi.
Rasûlullah (s.a.v):
“–Yeryüzünde bulunan şeylerin tamamını infak etsen, onların erken çıkışlarındaki fazileti elde edemezsin” buyurdu. (Tirmizî, Cum‘a, 28/527; Ahmed, I, 224, 256. Ayrıca bkz. Ahmed, III, 438; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 187)
٢٤٧. عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ: جَاءَ رَجُلٌ إِلَى رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ:
«دُلَّنِي عَلَى عَمَلٍ يَعْدِلُ الْجِهَادَ» قَالَ:
«لَا أَجِدُهُ قَالَ هَلْ تَسْتَطِيعُ إِذَا خَرَجَ الْمُجَاهِدُ أَنْ تَدْخُلَ مَسْجِدَكَ فَتَقُومَ وَلَا تَفْتُرَ وَتَصُومَ وَلَا تُفْطِرَ» قَالَ:
«وَمَنْ يَسْتَطِيعُ ذٰلِكَ».
247. Ebû Hüreyre (r.a) şöyle der: Bir kişi Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e gelerek:
“–Bana cihâda denk bir amel gösterebilir misiniz?” dedi.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):
“–Böyle bir amel bilmiyorum” buyurdu ve:
“–Allah yolunda cihad eden kişi yola çıktığında, sen de mescidine girip (o dönünceye kadar) hiç bırakmadan namaz kılmaya ve hiç ara vermeden oruç tutmaya güç yetirebilir misin?” diye sordu.
Sual soran kişi:
“–Buna kim güç yetirebilir ki?” dedi. (Buhârî, Cihâd, 1; Nesâî, Cihâd, 17. Ayrıca bkz. Müslim, İmâre, 110; Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 1; Ahmed, II, 344, 423)
٢٤٨. عَنْ سَلْمَانَ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ: سَمِعْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ:
«رِبَاطُ يَوْمٍ وَلَيْلَةٍ خَيْرٌ مِنْ صِيَامِ شَهْرٍ وَقِيَامِهِ وَإِنْ مَاتَ جَرَى عَلَيْهِ عَمَلُهُ الَّذِي كَانَ يَعْمَلُهُ وَأُجْرِيَ عَلَيْهِ رِزْقُهُ وَأَمِنَ الْفَتَّانَ».
248. Selmân (r.a) der ki: Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i şöyle buyururken işittim:
“Bir gün ve bir gece hudut nöbeti tutmak, gündüzü oruçla, gecesi ibadetle geçirilen bir aydan daha hayırlıdır. Şayet kişi, bu nöbet esnâsında ölürse, yapmakta olduğu işin ecri ve sevabı kıyamete kadar devam eder, şehid olarak rızkı da devam eder (cennette rızıklandırılır) ve kabirdeki sual meleklerinden emniyette olur/hesâbın sıkıntısını çekmez.” (Müslim, İmâre, 163. Ayrıca bkz. Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 2; Nesâî, Cihâd, 39; İbn-i Mâce, Cihâd, 7)
٢٤٩. عَنِ ابْنِ الْخَصَاصِيَّةِ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ: أَتَيْتُ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لِأُبَايِعَهُ قَالَ فَاشْتَرَطَ عَلَيَّ شَهَادَةَ أَنْ لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ وَأَنْ أُقِيمَ الصَّلَاةَ وَأَنْ أُؤَدِّيَ الزَّكَاةَ وَأَنْ أَحُجَّ حَجَّةَ الْإِسْلَامِ وَأَنْ أَصُومَ شَهْرَ رَمَضَانَ وَأَنْ أُجَاهِدَ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ فَقُلْتُ:
«يَا رَسُولَ اللّٰهِ! أَمَّا اثْنَتَانِ فَوَاللّٰهِ مَا أُطِيقُهُمَا: الْجِهَادُ وَالصَّدَقَةُ فَإِنَّهُمْ زَعَمُوا أَنَّهُ مَنْ وَلَّى الدُّبُرَ فَقَدْ بَاءَ بِغَضَبٍ مِنَ اللّٰهِ فَأَخَافُ إِنْ حَضَرْتُ تِلْكَ جَشِعَتْ نَفْسِي وَكَرِهَتِ الْمَوْتَ وَالصَّدَقَةُ فَوَاللّٰهِ مَا لِي إِلَّا غُنَيْمَةٌ وَعَشْرُ ذَوْدٍ هُنَّ رَسَلُ أَهْلِي وَحَمُولَتُهُمْ» قَالَ فَقَبَضَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَدَهُ ثُمَّ حَرَّكَ يَدَهُ ثُمَّ قَالَ:
«فَلَا جِهَادَ وَلَا صَدَقَةَ فَلِمَ تَدْخُلُ الْجَنَّةَ إِذًا» قَالَ قُلْتُ:
«يَا رَسُولَ اللّٰهِ، أَنَا أُبَايِعُكَ» قَالَ فَبَايَعْتُ عَلَيْهِنَّ كُلِّهِنَّ.
249. Beşîr bin Hasâsiyye (r.a) der ki:
Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’e bey’at etmek için geldim. Bana, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed’in de O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet etmemi, namaz kılmamı, zekât vermemi, İslâm üzere haccetmemi, Ramazan orucunu tutmamı ve Allah yolunda cihâd etmemi şart koştu.
Ben şöyle dedim:
“–Ey Allah’ın Rasûlü! Vallâhi bunlardan ikisine gücüm yetmez. Onlar da cihâd ve sadakadır. Müslümanlar, cepheden kaçan kimsenin Allah’ın gazabına uğramış olarak döneceğini söylüyorlar.[1] Ben ise cihâd meydanına varınca, nefsimin korkuya kapılıp ölmeyi istememesinden endişe ediyorum.
Sadakaya gelince, vallâhi benim küçük bir koyun sürüsü ve on deveden başka bir şeyim yoktur. Onlar da âilemin maîşet kaynağı ve binek hayvanlarıdır.”
Rasûlullah (s.a.v) elini yumdu, salladı ve şöyle buyurdu:
“–Cihâd yok, sadaka yok, peki ne ile cennete gireceksin?!”
Ben hemen:
“–Yâ Rasûlallah, sana bey’at ediyorum!” dedim ve koştuğu bütün şartlar üzerine bey’at ettim. (Ahmed, V, 224; Hâkim, II, 89/2421; Beyhakî, Şuab, V, 8; Heysemî, I, 42; İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 306, [Enfâl 8/16])
٢٥٠. عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:
«إِنَّ فِي الْجَنَّةِ مِائَةَ دَرَجَةٍ أَعَدَّهَا اللّٰهُ لِلْمُجَاهِدِينَ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ مَا بَيْنَ الدَّرَجَتَيْنِ كَمَا بَيْنَ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ فَإِذَا سَأَلْتُمُ اللّٰهَ فَاسْأَلُوهُ الْفِرْدَوْسَ فَإِنَّهُ أَوْسَطُ الْجَنَّةِ وَأَعْلَى الْجَنَّةِ».
250. Ebû Hüreyre (r.a) der ki: Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Cennette yüz derece vardır ki, Allah Teâlâ onları Allah yolunda cihâd edenler için hazırlamıştır. Her derecenin arası yerle gök arası kadardır. Allah’tan istediğinizde, Firdevs’i isteyiniz! Zira o, cennetin ortası ve en yüksek yeridir.” (Buhârî, Cihâd, 4; Tevhîd, 22. Ayrıca bkz. Nesâî, Cihâd, 18; Ahmed, II, 335, 339)
Açıklamalar:
Cihâd, güç ve gayret sarfetmek, bir işi başarmak için elden gelen bütün imkânları kullanmak mânâsındaki “cehd” kökünden gelir. Istılâhî mânâsı ise, “Dînî emirleri öğrenip ona göre yaşamak ve başkalarına öğretmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışmak, İslâm’ı tebliğ, nefse ve dış düşmanlara karşı mücâdele etmek”tir. Cihâd; kalp, dil, el, mal, can ve silâh gibi her türlü vâsıta ile yapılabilir.
Görüldüğü gibi cihâd, İslâm’ı öğrenip muhâfaza etmeye ve devamını sağlamaya yardımcı olan her fiili içine alan geniş bir mânâya sahiptir. Bu sebeple cihâdı savaştan ibaret görmek, hakikati ifade etmediği gibi cihâdın Kur’ân ve Sünnet’te verilen anlam ve kapsamı bakımından da eksik ve yanlış bir anlayıştır.
Bu durumda “i’lâ-i kelimetullâh” yani Allah’ın dînini yüceltmek için gösterilen her türlü gayret ve çaba cihâddır. İnsan evvelâ Allah’a iman eder, sonra dînini öğrenerek hayatına hâkim kılar ve usûlü dâiresinde diğer insanlara da dînini ulaştırmaya çalışır. Buna karşı çıkanlarla, yine dînin koyduğu kâideler çerçevesinde mücâdele eder. Yani İslâm ile insan arasındaki bütün engelleri kaldırmaya gayret eder. Zira kendi irâde ve ihtiyarlarıyla, herhangi bir zorlama olmadan dîni kabul etmek isteyenlerin inanmasına imkân sağlamak, inancının gereğini öğrenmenin ve öğrendiğini yaşamanın zemînini hazırlamak, cihâdın yegâne hedefidir.
Cihâd, yeryüzünü her türlü zulümden ve şirkten arındırmayı, orada adâleti, şefkat ve merhameti hakim kılmayı gâye edinir. Bu, sadece müslümanların değil, bütün insanların, diğer canlıların, hatta cansız varlıkların bile koruma altına alınması anlamına gelir. İslâm’ın hayat bahşeden cihâdı ile, zâlimlerin her şeyi talan eden harbi arasındaki esas fark, burada görülmektedir.
Bu sebeple, İslâm binasının temeli iman, zirvesi ve en yüksek kubbesi de “cihâd” olarak kabul edilmiştir. Allah Rasûlü (s.a.v):
“Cihâd amellerin zirvesidir; kubbesidir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 22/1658)
“İslâm’ın zirvesi cihâddır” buyurmuştur. (Tirmizî, Îmân 8/2616; İbni Mâce, Fiten 12; Ahmed, V, 245-246)
Cihâdın bütün faziletli amellerden daha üstün kılınması, Allah’ın irâdesini yeryüzüne hâkim kılmaya vesile olması ve insanları, hem bu dünyada hem de ebedî hayatta kurtuluşa nâil eylemesi sebebiyledir. Dîn ve dünyanın düzeni ona bağlıdır. Dolayısıyla bu gâyeye hizmet eden her adım, büyük bir kıymet ifade etmektedir.[2]
Cihâdın faziletini hakkıyla idrâk eden ashâb-ı kirâm, hayatları boyunca cihâddan cihâda koşmuşlardır. Çok ileri yaşına rağmen, kendi yurdundan ayrılıp hiç tanımadığı, bilmediği uzak yerlerdeki insanların müslüman olmalarını sağlamak ve onlara İslâm’ı öğretmek için oralara yerleşen ve bir daha geri dönmeyen binlerce sahâbî vardır.
Bunun bir misâlini veren şu rivâyet, ne kadar ibretlidir:
Hâris bin Hişam ile Süheyl bin Amr (r.a), Hz. Ömer’in yanına gelmişlerdi. Onu aralarına alarak oturdular. Bir müddet sonra ilk muhâcirler gelmeye başladı. Her bir muhâcir geldikçe Ömer (r.a), “Şöyle biraz açıl ey Süheyl! Biraz ileri git de yer ver ey Hâris!” diyerek onları kenara alıyordu. Sonra Ensâr gelmeye başladı. Ömer (r.a), yine Hz. Süheyl ile Hâris’e yeni gelen Ensâr’a yer vermelerini söyledi. Öyle ki onlar cemaatin en sonunda kaldılar. Hz. Ömer’in yanından çıktıklarında Hâris (r.a), Hz. Süheyl’e:
“–Ömer’in bize yaptığını gördün mü?” dedi.
Süheyl (r.a) de:
“–Onu kınamaya hakkımız yok. Biz kendimizi ayıplayalım. Bu durumu başımıza kendimiz getirdik. Onun hürmet gösterdiği insanlar, İslâm’a çağrıldıkları zaman hemen koştular, beklemeden kabul ettiler. Biz ise yavaş davrandık ve geri kaldık!” dedi.
İnsanlar Hz. Ömer’in yanından dağılınca, Haris ile Süheyl (r.a) tekrar onun yanına varıp:
“–Ey Mü’minlerin Emîri! Bugün yaptıklarını gördük. Ancak şunu da biliyoruz ki bu durumu başımıza getiren, yine biziz. Acaba bu hatanın telâfisi mümkün müdür?” dediler.
Hz. Ömer (r.a):
“–Bunun telâfisi, ancak şu şekilde olabilir” dedi ve Rûm tarafındaki cephelere işaret etti.
Bunun üzerine onlar da, cihâd için çıkıp Şam’a gittiler ve şehîdlik mertebesine nâil oluncaya kadar bir daha dönmediler. (Bkz. Ali el-Müttakî, XIV, 67/37953. Krş. Hâkim, III, 318/5227)
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“İnananlardan özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihâd edenler bir olmaz. Allah, mallarıyla canlarıyla cihâd edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır. Gerçi Allah, hepsine de güzellik (cennet) vaad etmiştir ancak mücâhidleri, oturanlardan çok daha büyük ecirle üstün kılmıştır. Kendi katından onlara yüce mertebeler, mağfiret ve rahmet vermiştir. Allah, çok bağışlayıcı ve merhametlidir.” (Nisâ 4/95-96)
İşte ashâb-ı kirâm ve onlardan sonra gelen sâlih mü’minler, Cenâb-ı Hakk’ın vaad ettiği ecir, üstünlük, mağfiret ve rahmete nâil olabilmek için cihâd için koşturmuşlar, hiçbir zaman oturup kalmamışlardır. Çünkü Rasûlullah (s.a.v) onlara mallarıyla, canlarıyla, dilleriyle, yani bütün imkânlarıyla Allah yolunda gayret etmelerini emretmiştir.
Birinci hadisimizde, Allah Rasûlü (s.a.v) cihâdın mânâsının ne kadar geniş olduğunu göstermektedir. Yani cihâd; malla, canla ve dille yapılabilmektedir.
Cenâb-ı Hak, malıyla cihâd eden kullarına, kat kat fazlasını vereceğini vaad eder. Rasûlullah (s.a.v) bunu şöyle müjdeler:
“Allah yolunda malını harcayana, harcadığının yedi yüz misli ecir verilir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 4. Ayrıca bkz. Nesâî, Cihâd, 45)
Canıyla cihâd eden için de pek çok müjdeler vardır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Peygamber ve onunla beraber inananlar, mallarıyla ve canlarıyla cihâd ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Tevbe 9/88)
“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” (Saff 61/10-11)
En faziletli insanın kim olduğu sorulduğunda, Allah Rasûlü (s.a.v) yine:
“–Canı ve malı ile Allah yolunda cihâd eden mü’mindir” buyurmuştur. (Buhârî, Cihâd, 2; Müslim, İmâret, 122)
Dil ile cihâda gelince, o da çok mühimdir. Bilhassa günümüzde dil, kağıt, kalem, kültür, ekonomi gibi güçlerle cihâd etmek daha çok ehemmiyet kazanmıştır. Kur’ân-ı Kerim, ilâhi mesajın insanlara ulaştırılması açısından büyük ehemmiyet taşıyan tebliği, “büyük cihad” diye isimlendirmiştir.
Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Kâfirlere boyun eğme ve bununla (Kur’ân ile) onlara karşı büyük bir cihâdda bulun!” (Furkân 25/52)
Âyetteki “büyük cihâd”, İslâm’ın yayılıp yüceltilmesi için elden gelen her şeyi yapmak ve bu dâvâ için bütün imkan ve kaynakları seferber etmek demektir.
Rasûlullah (s.a.v), yapmadıkları şeyleri söyleyen ve emrolunmadıkları şeyleri yapan kimseler hakkında:
“…Böyle kimselerle eliyle cihâd eden mü’mindir, diliyle cihâd eden mü’mindir; kalbiyle cihâd eden de mü’mindir. Bu kadarcığı da bulunmayanda hardal tanesi kadar bile iman yoktur” buyurmuştur. (Müslim, Îmân, 80)
Peygamber Efendimiz’in burada “cihâd eden” tâbirini kullanması, câlib-i dikkattir. Şu hâlde dil ile iyiliği emredip kötülükten nehyetmek de bir cihâddır. Buna güç yetirilemediği takdirde, kalb ile buğzetmek ve dua etmek de bir cihâddır. Ancak bu anlayış, hiçbir zaman cephede yapılan cihâdı ihmal etme, küçümseme veya ondan vazgeçme mânâsına gelmez. Sadece cihâdı el ile gerçekleştirilen veya cephede yapılan savaştan ibaret gören anlayışın eksik olduğunu ortaya koyar. Zira, her zaman cephede savaşmak gerekmeyebilir. Hatta bir çok muvaffâkiyetler, cephe hâricinde kazanılır. Hiç şüphesiz, Allah’ın dînini yaymanın ve insanlara İslâm’ı ulaştırmanın pek çok yolu ve metodu vardır. Cephede cihâd edecek ordu bile, ancak tebliğ ve tâlim yoluyla meydana getirilebilir.
Hadisimizdeki dil ile cihâd, harp meydanında mücâhidleri düşmanla savaşa teşvik eden, onların duygularını coşturan, cihâdın faziletini anlatan sözler söylemek, şiir okumak ve benzeri faaliyetlerde bulunmak şeklinde de anlaşılmıştır. Nitekim bâtılla uğraşan şâirleri ve bu yöndeki şiiri zemmeden âyetler nâzil olduğunda, meşhur şâirlerden Kâʻb bin Mâlik (r.a), Peygamber Efendimiz’e gelip:
“–Allah Teâlâ bildiğiniz gibi şiir hakkında bazı âyetler indirdi, bu hususta ne buyurursunuz?” demişti.
Rasûlullah (s.a.v) ona:
“–Mü’min, kılıcı ve diliyle cihâd eder. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizin dilinizle düşmana attığınız sözler, tıpkı ok atmak gibidir” buyurdu. (Bkz. Ahmed, III, 456; VI, 387)
Aynı şekilde, kâfir ve inkârcılara kötü âkibetlerini haber vermek, sapıklıklarını ve işlerinin bâtıllığını delilleriyle ortaya koymak da dil ile cihâddır. Yani İslâm için yapılan her türlü sözlü hizmet, dil ile cihâda girer.
Cenâb-ı Hak, hangi şekilde olursa olsun kendi rızâsı istikâmetinde cihâd eden ve bu yolda hiçbir kınayıcının kınamasından korkmayan kullarını sevdiğini haber vermiş, o kullarının da kendisini sevdiğine şahitlik etmiştir. Bu, hakikaten Allah’ın büyük bir lûtfudur. (Mâide 5/54)
Cihâdın mânâsı çok geniş olmakla birlikte, fiilî cihâd, zorluğu ve hayata mâl olması sebebiyle hepsinden daha faziletli kabul edilmiştir. Bütün sulh imkânları tükendiği veya düşman saldırısıyla karşılaşıldığı takdirde, son çare olarak savaşa çıkmak zarûrî hâle gelebilir. Bu durumda her şeyi göze alarak yola çıkmak, elbetteki en faziletli amel-i sâlihtir. Nitekim ikinci hadisimizde bu maksatla sabah veya akşam birazcık yürümenin, bir müslüman için dünya ve içindekilerden daha hayırlı olduğu bildirilmiştir. Allah yolundaki bu gayretin üstünlüğü sebebiyle Cenâb-ı Hak, cihâddan dönerken atılan adımları da aynen giderken atılanlar gibi faziletli kılmıştır.
Cihâda hazırlık mâhiyetindeki her askerî hareket, askerlikte mühim bir yere sahip olan sabah ve akşam tâlimleri, hattâ kâfirleri öfkelendirecek herhangi bir yere ayak basmak bile, sevap kabul edilen davranışlardan olup hadisimizin muhtevasına dâhildir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Medine halkına ve onların çevresinde bulunan bedevî Araplara Allah’ın Rasûlü’nden geri kalmaları ve onun canından önce kendi canlarını düşünmeleri yakışmaz. Onların Allah yolunda bir susuzluğa, bir yorgunluğa ve bir açlığa dûçar olmaları, kâfirleri öfkelendirecek bir yere ayak basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları, ancak bunların karşılığında kendilerine sâlih bir amel yazılması içindir. Çünkü Allah, iyilik yapanların mükâfatını asla zâyî etmez.” (Tevbe 9/120)
Ancak cihâdın sırf Allah rızâsı için yapılması şarttır. Nitekim, Peygamber Efendimiz’e:
“–Yâ Rasûlallah! Bir adam ganimet için savaşıyor, bir başkası kendinden bahsedilsin diye savaşıyor, bir diğeri kahramanlığını göstermek ve ırkının üstünlüğünü ispat etmek için savaşıyor, bir diğeri de öfkesinden dolayı savaşıyor. Bunların hangisi Allah yolundadır?” şeklinde sorular sorulmuştu.
Rasûlullah (s.a.v):
“–Kim, Allah’ın dîni daha yüce olsun diye (i’lâ-yı kelimetullâh için) savaşırsa, sadece o Allah yolundadır” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Cihâd, 15; Müslim, İmâre, 149-151)
Üçüncü hadisimizde, cihâda erken davranmanın ve bu yoldaki birkaç saatin, Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte namaz kılmaktan ve yeryüzündeki bütün mülkün tamamını infak etmekten daha ehemmiyetli olduğu bildirilmektedir. Rasûlullah (s.a.v), cihâda gönderdiği Abdullah bin Revâha’nın, kendisiyle birlikte namaz kılma arzusuyla arkadaşlarından bir müddet geri kaldığını görünce:
“–Yeryüzünde bulunan şeylerin tamamını infak etsen, onların erken çıkışlarındaki fazileti elde edemezsin” buyurmuştur.
Yine bir gün Allah Rasûlü (s.a.v), bir kısım ashâbını gazveye göndermişti. İçlerinden biri geri kaldı. Âilesine:
“–«Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte öğle namazını kılayım, sonra kendisine selâm verip vedâ edeyim» düşüncesiyle geri kalıyorum. Bir de bana dua buyursun ki o dua benim için kıyamette şefaatçi olsun” dedi.
Bu zât, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’le namaz kıldıktan sonra ona yöneldi ve selâm verdi.
Rasûlullah (s.a.v):
“–Arkadaşlarının seni ne kadar geçtiğini biliyor musun?” dedi.
Sahâbî:
“–Evet, sabah erkenden aldıkları mesâfe kadar beni geçtiler” dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):
“–Nefsimi elinde tutan zâta yemin ederim ki, onlar fazilette seni, doğu ile batı arasındaki en uzak mesâfe kadar geçtiler” buyurdu. (Ahmed, III, 438)
İşte, Allah yolunda atılan adımlar ve harcanan sâniyeler bu kadar kıymetlidir. Zira maksadı ve zorlukları îtibârıyla, cihâd kadar üstün ve faziletli başka bir ibadet bulmak mümkün değildir. Nitekim dördüncü hadisimizde, cihâda denk bir amel olup olmadığını soran zâta Rasûlullah (s.a.v):
“–Cihâda denk bir amel bilmiyorum!” buyurmuştur.
Müslim’deki rivâyete göre, bu sual iki veya üç defa tekrarlanmış, Rasûlullah (s.a.v) her defasında:
“–Ona denk bir amel bulamazsınız!” cevabını vermiştir. Sonra da şöyle buyurmuştur:
“–Allah yolunda cihâd eden kimsenin misâli, gündüzleri oruç tutan, geceleri namaz kılan, Allah’ın âyetlerine hakkıyla itâat eden ve bu orucuna ve namazına, Allah yolunda cihâd eden kişi cepheden dönünceye kadar hiç ara vermeden devam eden kimse gibidir.” (Müslim, İmâre, 110. Ayrıca bkz. Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 1; Nesâî, Cihâd, 17)
Soruyu soran sahâbî, Efendimiz’in sözlerini işitince, buna kimsenin güç yetiremeyeceğini kendiliğinden îtirâf etmek durumunda kalmıştır.
Sadece cihâd değil, onunla alâkalı her şey faziletlidir. Nitekim beşinci hadisimizde hudutta nöbet tutmanın faziletinden bahsedilmektedir.
Hadiste geçen “Ribât” kelimesi, Allah yolunda müdâfaa yapmak ve düşmanın hücûmuna mânî olmak üzere bir yerde hazır vaziyette beklemek demektir. Müslümanları muhâfaza etmek maksadıyla onlarla kâfirler arasında oluşturulan müşterek hududa da aynı isim verilir. İslâm ülkesiyle gayr-ı müslimlerin yaşadığı bir ülkenin sınırındaki hudut karakollarına da ribât denilir. Buralarda nöbet tutan mücâhidlere ise “murâbıt” denir.
Şu âyet-i kerimede, cihâd için at besleme ve hazır bulundurmaya da ribât denildiği görülmektedir:
“Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihâd için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın! Bununla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz ancak Allah’ın bildiği düşman kimseleri korkutursunuz.” (Enfâl 8/60)
Âlimlerimiz bu âyetten hareketle, her devrin ihtiyacı olan bütün silâhlara sahip olmanın, savaş âlet ve malzemelerini îmâl edip hazır bulundurmanın müslümanların en mühim vazifelerinden biri olduğunu ifade ederler. Demek ki cihâdla alâkalı her türlü faaliyet ve hazırlık, faziletli bir amel-i sâlih olup hadisimizin müjdesine dâhil olmaktadır.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“At, üç şey için beslenir: Bir kişi için ecir olur; diğeri için, muhtaç duruma düşmekten koruyan bir perde olur; bir başkası için de günâh olur. At beslediği için ecir kazanan kişiye gelince, o, atını Allah yolunda (cihâd için) bağlamıştır. Atını bol otlu geniş bir alana veya çayırlığa bağlar, geniş bir alanda yayılabilmesi için de ipini uzun tutar. Bağlı olduğu yerde yediği otlar, sahibi için birer hasene olur. İpini koparır da koşarak bir iki tepeye çıkar iner, bir iki tur atarsa bu esnâda yerde bıraktığı bütün ayak izleri ve çıkardığı gübreleri de sahibi için hasene olur. Bir de hayvan bu esnâda bir nehre uğrayıp su içerse, -sahibi sulamak istememiş olsa bile- bu su da sâhibî için hasene olur…” (Buhârî, Menâkıb, 28)
Ribâtın ilk mânâsıyla, sınırlarda bir gün nöbet tutan kişi, tam bir ayı gündüzleri oruç tutarak geceleri de muhtelif ibadetlerle ihyâ etmiş gibi sevap kazanır. Şayet kişi bu vazifenin başında vefat ederse, yaptığı amel-i sâlih sadaka-yı câriye hâline dönerek kıyâmete kadar nöbet tutuyormuş gibi sevap kazanır. Cihâdla alâkalı bir vazife îfâ ederken vefat ettiği için şehîd sayılır ve hemen cennet nimetlerinden istifâde etmeye başlar. İnsanlar için en zorlu geçit olan kabrin sıkıntılarından ve meleklerin suallerinden peşinen kurtulur.[3]
İşte ribât, insanı kabrin dehşetli manzaralarından kurtaran faziletli bir hayırdır. Çünkü o, insanların dînini, canını, malını, ırz ve namusunu muhâfaza etmek ve milletin fertlerini hürriyet içinde yaşatmak için katlanılan meşakkatli bir hizmettir.
Altıncı hadisimizde, mal ve canla cihâdın, cennete girmeye vesîle olan en mühim ibadetlerden olduğu bildirilmektedir. Kendisine bey’at edip bağlılığını ifade etmek üzere gelen sahâbîye, Rasûlullah (s.a.v) bazı şartlar ileri sürmüştür. Bunların içinde, sadaka ve zekât vermekle cihâd etmek de vardır. Sahâbî ölüm korkusuyla cihâdı terk ederek Allah’ın gazabına uğramaktan korktuğunu ve âilesinin geçimine ancak yeten malından sadaka veremeyeceğini söyleyince, Allah Rasûlü (s.a.v) elini sıkıp sallamış ve:
“–Cihâd yok, sadaka yok, peki ne ile cennete gireceksin?!” buyurmuştur.
Allahu a’lem Peygamber Efendimiz (s.a.v), elini yumarak, insanı cihâd ve sadakadan alıkoyan şeyin, onu demir bir zırh gibi sıkan cimrilik olduğuna işaret etmek istemiştir.
Demek ki cihâd ve sadaka, dini yaşama ve cenneti kazanmanın iki önemli vâsıtasıdır. Zira mal ve canla Allah yolunda gayret etmek, işin başı ve dînin zirvesidir. Cihâd ve sadaka ortadan kalktığında din zayıflar ve fitneler ortalığı kaplar. O zaman insanların kalblerine dünya sevgisi dolar, cihâdı zarar olarak görüp zekât vermeyi altından kalkılması zor, ağır bir borç şeklinde telâkkî ederler.
Bu sebeple sahâbî, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in anlamlı sorusu üzerine işin ciddiyetini kavramakta gecikmemiş, derhal bütün şartları kabul ederek bey’atte bulunmuş ve cihâdlara iştirak etmiştir. Nitekim kaynaklarımızda o zâtın, Hz. Ömer devrinde Medâin fethine katıldığı kaydedilmektedir. (İbn-i Asâkir, Târîhu Dımeşk, X, 308)
Cennete girmeyi sağlayan cihâd, bununla kalmayıp, kişiyi cennette en yüksek makamlara ulaştırmaktadır. Yedinci hadisimizde, cennette şehîdler için hazırlanmış yüz derecenin bulunduğu ve her birinin arasındaki mesâfenin, yerle gök arası gibi çok uzak olduğu haber verilmiştir. Hadisimizde mücâhidlerin, Firdevs Cenneti’ne yani cennetin en yüksek mevkiine nâil olacağına dâir de bir işaret vardır.
Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurur:
“Cennete giren hiç kimse, yeryüzündeki her şey kendisine verilse bile dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehit, (cennette) gördüğü muhteşem îtibar ve ikram sebebiyle (ve şehitliğin faziletini anladığı için) tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehit olmayı ister.” (Buhârî, Cihâd, 21; Müslim, İmâre, 109. Ayrıca bkz. Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 13, 25)
Şehitler, daha dünyalarını değiştirdikleri andan itibaren Cenâb-ı Hakk’ın nâmütenâhî nimetlerine nail olmaya başlarlar. Mesrûk (r.a) şöyle anlatır:
“Abdullah ibn-i Mes’ûd’a şu âyet-i kerimeyi sorduk:
«Allah yolunda öldürülenleri asla ölü sanma! Bilâkis onlar Rabbleri katında diri olup rızıklanmaktadırlar.» (Âl-i İmrân 3/169)
Abdullah (r.a) şu cevabı verdi:
«–Evet, biz bu âyet-i kerimeyi (vaktiyle Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e) sorduk. Şöyle buyurdular:
“Onların ruhları bir takım yeşil kuşların karınlarındadır. (Veya onların ruhları yeşil kuşlar sûretindedir.) Onların Arş’a asılı kandilleri vardır. Cennet’te istedikleri yerde dolaşır; sonra bu kandillere girerler. Rabbleri onlara (keyfiyetini bilemediğimiz) bir şekilde bakar ve:
«–Bir şey arzu eder misiniz?» diye sorar. Onlar:
«–Daha ne isteyelim, işte Cennet’te dilediğimiz yerde dolaşıyoruz!» derler.
Cenâb-ı Hak bunu kendilerine üç defa sorar. Şehidler, bunun kendilerine devamlı sorulduğunu görünce:
«–Yâ Rabb! Ruhlarımızı bedenlerimize iade buyurmanı dileriz! Tâ ki Sen’in yolunda bir daha şehîd edilelim!» derler.
Cenâb-ı Hak onların bir isteklerinin olmadığını görünce kendilerini bırakır”».” (Müslim, İmâret, 121)
Diğer mü’minler kabirlerinin etrafında kıyameti beklerken, şehidler doğrudan Cennet’e gider, istedikleri nimetlerinden rızıklanır, Allah’ın Yüce Arş’ına kadar çıkıp oralarda kalırlar.
Cihâd ve mücâhidler bu derece faziletli olursa, tabiî ki cihâdı terk edenler de o derece ağır bir vebâl altına girmiş ve kendilerini tehlikeye atmış olurlar.
Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:
“Kim gazâya çıkmaz veya gazâya çıkan bir mücâhidi techiz etmez ya da cihâda çıkan gâzinin âile fertlerine hayırla muamele etmezse, Allah Teâlâ o kimseyi kıyamet gününden önce büyük bir belâya uğratır.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 17/2503. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Cihâd, 5)
“Iyne[4] yoluyla alışveriş yaptığınız, öküzlerin kuyruğuna yapıştığınız, ziraatı tercih edip cihâdı terk ettiğiniz zaman, Allah size öyle bir zillet musallat eder ki, dîninize dönünceye kadar onu üzerinizden kaldırmaz.” (Ebû Dâvûd, Büyû, 54/3462)
Öküzlerin kuyruğuna yapışıp ziraatı tercih etmekten maksat, cihâd edilmesi gereken bir zamanda cihâdı terk edip dünyevî işlerle meşgul olmaktır. Bu durum, insanın kendi eliyle kendisini tehlikeye atma gafletinden başka bir şey değildir. Bunu gösteren şu rivâyet, pek çok ibretler ihtivâ etmektedir:
Emevîler devrinde, Hâlid bin Velid’in oğlu Abdurrahman’ın komutasındaki İslâm ordusu, Allah Rasûlü’nün İstanbul’un fethiyle ilgili müjde ve iltifâtına nâil olmak ümîdiyle yola çıkmıştı. Ordunun içinde Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a) da bulunmaktaydı. Rumlar arkalarını şehrin surlarına vermiş savaşırken, Ensâr’dan bir zât, atını Bizanslıların ortasına kadar sürdü.
Bunu gören mü’minler; “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız!” âyetini hatırlayarak:
“–Lâ ilâhe illâllah! Şuna bakın! Kendini göz göre göre tehlikeye atıyor!” dediler.
Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri şöyle dedi:
“–Ey mü’minler! Bu âyet, biz Ensâr hakkında nâzil oldu. Allah Teâlâ, Peygamberi’ne yardım edip dînini gâlip kıldığında biz, «Artık mallarımızın başında durup onların ıslâhı ile meşgul olalım» demiştik. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Rasûlü’ne:
«Allah yolunda infak ediniz de, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız. Bir de ihsanda bulununuz, zira Allah, (iyilikte bulunan ve ihsân şuuru ile yaşayan) muhsinleri sever»[5] âyetini vahyetti.
Bu âyet-i kerimedeki, kişinin «kendi eliyle kendisini tehlikeye atması»ndan maksat, bizim bağ ve bahçe gibi dünya malıyla uğraşmaya dalıp, cihâdı terk ve ihmal etmemizdir.”
Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri, seksen yaşının üzerinde olmasına rağmen cihâdı terk etmedi. Şehîd olup İstanbul’da defnedilinceye kadar Allah yolunda cihâd etmeye devam etti. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 22/2512; Tirmizî, Tefsîr, 2/2972)
[1] Sahâbî burada şu âyet-i kerimeye telmihte bulunmaktadır:
“Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzi tutma durumu dışında, kim öyle bir günde, onlara (kâfirlere) arka çevirirse muhakkak ki o, Allah’ın gazabına uğramış olarak döner. Onun yeri de cehennemdir. Orası, varılacak ne kötü yerdir!” (Enfâl 8/16)
[2] Cihâd hakkında tafsîlât için bkz. Ahmet Özel-Bekir Topaloğlu, “Cihad” mad., Diyanet İslâm Ansiklopedisi, VII, 527-534.
[3] Hakikaten kabir insanlar için büyük bir korku ve endişe kaynağıdır. Nitekim Rasûlullah (s.a.v):
“Kabir, âhiret menzillerinin ilkidir. Kişi ondan kurtulabilirse, sonrakiler daha kolaydır. Ondan kurtulamazsa, sonraki menziller kabirden daha zor ve daha şiddetlidir… Gördüğüm manzaraların hiçbiri, kabir kadar dehşet verici ve ürkütücü değildi!” buyurmuştur. (Ahmed, I, 63-64)
[4] Iyne, bir kimsenin bir malı belli bir fiyat karşılığında vadeli olarak satıp, aynı malı peşin parayla sattığı fiyattan daha ucuza geri almasıdır. Böyle bir muamele, faiz şüphesi sebebiyle caiz görülmemiştir. (H. Yunus Apaydın, “Îne” mad., Diyanet İslâm Ansiklopedisi, XXII, 283-284)
[5] Bakara 2/195.