١٩٢. عَنِ ابْنِ عُمَرَ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:
«يَا أَيُّهَا النَّاسُ! تُوبُوا إِلَى اللّٰهِ فَإِنِّي أَتُوبُ فِي الْيَوْمِ إِلَيْهِ مِائَةَ مَرَّةٍ».
192. İbn-i Ömer (r.a)’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Ey insanlar! Allah’a tevbe ediniz. Zira ben O’na günde yüz defa tevbe ediyorum.” (Müslim, Zikir, 42. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Vitir, 26; İbn-i Mâce, Edeb, 57)
١٩٣. عَنْ أَبِي مُوسَى اْلاَشْعَرِيِّ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ عَنِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ:
«إِنَّ اللّٰهَ عَزَّ وَجَلَّ يَبْسُطُ يَدَهُ بِاللَّيْلِ لِيَتُوبَ مُسِيءُ النَّهَارِ وَيَبْسُطُ يَدَهُ بِالنَّهَارِ لِيَتُوبَ مُسِيءُ اللَّيْلِ حَتَّى تَطْلُعَ الشَّمْسُ مِنْ مَغْرِبِهَا».
193. Ebû Mûsâ el-Eş’arî (r.a)’den rivâyet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Allah Teâlâ gündüz günah işleyenin tevbesini kabul etmek için geceleyin elini açar. Geceleyin günah işleyenin tevbesini kabul etmek için de gündüz elini açar. Güneş battığı yerden doğuncaya kadar bu böyle devam edip gider.” (Müslim, Tevbe, 31; Ahmed, IV, 395, 404)
١٩٤. عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:
«مَنْ تَابَ قَبْلَ أَنْ تَطْلُعَ الشَّمْسُ مِنْ مَغْرِبِهَا تَابَ اللّٰهُ عَلَيْهِ».
194. Ebû Hüreyre (r.a)’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Kim, güneş battığı yerden doğmadan önce tevbe ederse, Allah onun tevbesini kabul eder.” (Müslim, Zikir, 43)
١٩٥. عَنِ ابْنِ عُمَرَ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ عَنِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ:
«إِنَّ اللّٰهَ يَقْبَلُ تَوْبَةَ الْعَبْدِ مَا لَمْ يُغَرْغِرْ».
195. İbn-i Ömer (r.a)’den rivâyet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Bir kul can çekişmeye başlamadığı sürece, Allah Teâlâ onun tevbesini kabul eder.” (Tirmizî, Deavât, 98/3537. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 30)
١٩٦. عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:
«مَنْ لَزِمَ الْاِسْتِغْفَارَ جَعَلَ اللّٰهُ لَهُ مِنْ كُلِّ ضِيقٍ مَخْرَجًا وَمِنْ كُلِّ هَمٍّ فَرَجًا وَرَزَقَهُ مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُ».
196. İbn-i Abbâs (r.a) der ki: Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Bir kimse istiğfârı dilinden düşürmezse, Allah Teâlâ ona her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu lûtfeder ve ona ummadığı yerden rızık verir.” (Ebû Dâvûd, Vitir, 26/1518; İbn-i Mâce, Edeb, 57. Ayrıca bkz. Ahmed, I, 248; Hâkim, IV, 291/7677)
١٩٧. عَنْ أَبِي مُوسَى رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:
«أَنْزَلَ اللّٰهُ عَلَيَّ أَمَانَيْنِ لِأُمَّتِي:
(وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَاَنْتَ ف۪يهِمْ، وَمَا كَانَ اللّٰهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ)
فَإِذَا مَضَيْتُ تَرَكْتُ فِيهِمُ الْاِسْتِغْفَارَ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ».
197. Ebû Mûsâ (r.a) der ki: Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ ümmetim için bana iki emân indirdi:
«Sen aralarında olduğun müddetçe Allah onlara (umumî bir) azap vermeyecektir.
Onlar istiğfara devam ettiği müddetçe, Allah onlara azap etmeyecektir.» (Enfâl 8/33)
Ben aralarından ayrıldığımda, (Allah’ın azâbını önleyecek ikinci emân olan) istiğfârı kıyâmete kadar aralarında bırakıyorum.” (Tirmizi, Tefsir, 8/3082)
١٩٨. عَنْ عَبْدِ اللّٰهِ بْنِ بُسْرٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ يَقُولُ: قَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:
«طُوبَى لِمَنْ وَجَدَ فِي صَحِيفَتِهِ اسْتِغْفَارًا كَثِيرًا».
198. Abdullah bin Büsr (r.a)’den rivâyet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“(Kıyâmet günü) amel defterinde çokça istiğfâr bulan kimselere müjdeler olsun!” (İbn-i Mâce, Edeb, 57)
١٩٩. عَنْ شَدَّادِ بْنِ أَوْسٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ عَنِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ:
«سَيِّدُ الْاِسْتِغْفَارِ أَنْ تَقُولَ: (اَللّٰهُمَّ أَنْتَ رَبِّي لَا إِلٰهَ إلَّا أَنْتَ خَلَقْتَنِي وَأَنَا عَبْدُكَ وَأَنَا عَلَى عَهْدِكَ وَوَعْدِكَ مَا اسْتَطَعْتُ أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا صَنَعْتُ أَبُوءُ لَكَ بِنِعْمَتِكَ عَلَيَّ وَأَبُوءُ بِذَنْبِي فَاغْفِرْ لِي فَإِنَّهُ لَا يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلَّا أَنْتَ)» قَالَ:
«وَمَنْ قَالَهَا مِنَ النَّهَارِ مُوقِنًا بِهَا فَمَاتَ مِنْ يَوْمِهِ قَبْلَ أَنْ يُمْسِيَ فَهُوَ مِنْ أَهْلِ الْجَنَّةِ وَمَنْ قَالَهَا مِنَ اللَّيْلِ وَهُوَ مُوقِنٌ بِهَا فَمَاتَ قَبْلَ أَنْ يُصْبِحَ فَهُوَ مِنْ أَهْلِ الْجَنَّةِ».
199. Şeddâd bin Evs Hazretleri’nden rivâyet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“İstiğfârın efendisi ve en üstünü şöyle demendir:
«Allah’ım! Sen benim Rabbimsin. Senden başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Beni sen yarattın. Ben senin kulunum. Ezelde sana verdiğim sözümde ve vaadimde hâlâ gücüm yettiğince durmaktayım. İşlediğim kusurların şerrinden sana sığınırım. Bana lûtfettiğin nîmetleri yüce huzûrunda minnetle anar, günahımı îtirâf ederim. Beni affet, şüphe yok ki günahları senden başka affedecek kimse yoktur.»”
Rasûlullah (s.a.v) sözlerine şöyle devam etti:
“Her kim, bu Seyyidü’l-İstiğfârı sevâbına ve faziletine bütün kalbiyle inanarak gündüz okur da o gün akşam olmadan ölürse, o cennet ehlindendir. Yine her kim, sevâbına ve faziletine gönülden inanarak gece okur da sabah olmadan ölürse, o kişi de cennet ehlindendir.” (Buhârî, Deavât, 2, 16. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 100-101; Nesâî, İstiâze, 57/5519; Tirmizî, Deavât, 15/3393)
Açıklamalar:
İnsan için günahsızlık söz konusu değildir. Bilerek veya bilmeyerek hatâ yapması ve günaha düşmesi mümkündür. Ancak o vaziyette kalması hiçbir zaman tasvîb edilemez. Akıllı bir mü’minin, hemen hatasını kabul ve îtirâf ederek günahtan yüz çevirip Allah’a yönelmesi îcâb eder. Nitekim Rasûlullah (s.a.v):
“Her insan hatâ yapabilir. Fakat hatâ yapanların en hayırlısı çokça tevbe edenlerdir” buyurmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 49/2499; İbn-i Mâce, Zühd, 30)
Cenâb-ı Hak kullarının tevbeye sarılmalarını arzu ettiğinden şöyle buyurur:
“Hepiniz Allah’a tevbe edin ey mü’minler, ki felâha erebilesiniz!” (Nûr 24/31)
“Ey iman edenler! Allah’a samimiyetle tevbe edin!” (Tahrîm 66/8)
Allah Rasûlü (s.a.v) de Cenâb-ı Hakk’ın bu emr-i ilâhîsine herkesten evvel kendisi itaat etmiş, hergün defâlarca tevbe ve istiğfârda bulunmuştur. Bunu günahları olduğu için değil, Allah’ın emrine itaat etmek, O’nu zikretmek ve ümmetine örnek olarak nasıl tevbe ve istiğfârda bulunmaları gerektiğini göstermek için yapmıştır. Yüce Rabbimize karşı acziyetini îtirâf ederek büyük bir tevâzu ile derin bir kulluk şuuruna bürünmeyi canına minnet bilmiştir. Bu hâlini birinci hadisimizde ümmetine de tavsiye ederek “Ey insanlar, Allah’a tevbe edin! Ben O’na günde yüz defâ tevbe ediyorum” buyurmuştur.
Buradaki “yüz” rakamı, tevbe ve istiğfârı belli bir sayıyla sınırlandırmak için değil, çokça yapılması gerektiğini ifade etmek içindir. Zira Peygamber Efendimiz’in sadece bir mecliste yüz defâ istiğfâr ettiği olurdu.
İbn-i Ömer (r.a) şöyle der:
“Biz, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in bir mecliste yüz defa:
رَبِّ اغْفِرْ لِي وَتُبْ عَلَيَّ إِنَّكَ أَنْتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
«Allah’ım! Beni bağışla ve tevbemi kabul buyur! Çünkü sen tevbeleri çok kabûl eden ve çok merhamet edensin» dediğini sayardık.” (Ebû Dâvûd, Vitir, 26/1516; Tirmizî, Deavât, 38/3434)
İnsan ne kadar gücü yeterse o kadar tevbe etmelidir. Çünkü bu hâl kulu Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına eriştirmektedir.
Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Şüphesiz Allah, çok tevbe eden ve çok temizlenenleri sever.” (Bakara 2/222)
Kulunun tevbe etmesine Cenâb-ı Hakk’ın ne kadar sevindiğini anlamamıza yardımcı olan şu hadis-i şerif, her insanı vakit kaybetmeden tevbeye sevketmelidir:
“Herhangi birinizin tevbe etmesinden dolayı Allah Teâlâ’nın duyduğu hoşnutluk, ıssız çölde giderken üzerindeki yiyecek ve içeceğiyle birlikte devesini elinden kaçıran, arayıp taramaları fayda vermeyince ümîdini büsbütün kaybederek bir ağacın gölgesine yatıp (ölümü beklemeye başlayan), derken yanına devesinin geldiğini görüp hemen yularına yapışan ve aşırı derecedeki sevincinden ne dediğini bilmeyerek:
«–Allah’ım! Sen benim kulumsun, ben de senin Rabbinim!» diyen kimsenin sevincinden çok daha fazladır.” (Müslim, Tevbe, 7; Tirmizî, Kıyâmet, 49; Deavât, 99)
Issız bir çölde her şeyini kaybederek çaresizlik içinde aç susuz ölümü beklerken, bütün eşyası başının ucuna gelen kimsenin sevinci üzerinde başka bir sevinç tasavvur edilebilir mi?! İşte Cenâb-ı Hak, günah çöllerinde kaybolarak helâke doğru sürüklenen kulunun, geri dönerek sâhil-i selâmete çıkması sebebiyle, bundan çok daha fazla sevinmektedir. Demek ki O, kulunu bu kadar çok sevmektedir.
İkinci hadisimizde tevbeyi geciktirmemek gerektiği ve Allah’ın her zaman tevbeleri kabul ettiği anlatılmaktadır. Cenâb-ı Hak, hata yapan kulunun hemen bunu fark ederek hatasından dönmesini bekler. Gündüz günah işleyenin, üzerinden bir gün bile geçmeden hemen gece tevbe etmesini arzu eder. Gece günah işleyenin de hemen gündüzünde tevbeye sarılmasını ister. Kur’ân-ı Kerim’de, tevbede acele eden kullarından övgüyle bahsederek şöyle buyurur:
“Onlar, bir kötülük yaptıkları veya kendilerine zulmettikleri zaman (küçük büyük herhangi bir günah işlediklerinde), Allah’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe ve istiğfâr ederler. Zâten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar işledikleri günahta bile bile ısrâr etmezler.” (Âl-i İmrân 3/135)
Âyet-i kerimeden anlaşılan diğer bir husus da şudur: Günahları sadece Allah Teâlâ bağışlayabilir. Günahlar Allah’a karşı itaatsizlik mânâsı taşıdığından, ona verilecek cezayı Allah’tan başka hiç kimse affedemez. (Bkz. Âl-i İmrân 3/129, 135; A’râf 7/149)
Her zaman tevbe ve istiğfârda bulunmak mümkün olmakla birlikte, bu hususta seher vakitlerinin ayrı bir yeri vardır. Tevbe ve istiğfârın sabaha karşı yapılmasının daha güzel olduğuna dâir âyet ve hadislerde işaretler bulunmaktadır.
Allah’ın rızâsı, cennet ve nimetlerinin; seherlerde istiğfâr eden takvâ sahibi kullara âit olduğu bildirilir. (Âl-i İmrân 3/15-17)
Diğer bir âyet-i kerimede de:
“O müttakîler, geceleri pek az uyurlar, seher vakitlerinde de istiğfâra devam ederler” buyrulur. (Zâriyât 51/17-18)
Bu sebeple selef-i sâlihîn arasında seher ve fecir vakti, “İstiğfâr ve dua vakti” olarak bilinir ve ona göre îtinâ gösterilir. (Heysemî, VII, 47; Mubârekfûrî, Tuhfetü’l-ahvezî, II, 473-474; İbn-i Hacer, Telhîsu’l-habîr, IV, 206)
Üçüncü hadisimizde ifade edildiğine göre Cenâb-ı Hak, kıyâmetin büyük alâmetlerinden olan “Güneş’in batıdan doğuşu”na kadar tevbeleri kabul etmeye devam eder. Güneş’in batıdan doğduğunu gördükten sonra tevbe eden insanları ise affetmez. Çünkü bu büyük hâdiseyi gördükten sonra Allah’a inanmayan kimse kalmaz. Dolayısıyla imtihan da bitmiş olur. Asıl mesele imtihan devam ederken tevbe edebilmektir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Rabbinin bazı alâmetleri geldiği gün, önceden inanmayan veya imanıyla bir hayır kazanmayan kimseye artık imânı fayda vermez.” (En’âm 6/158)
Allah Rasûlü (s.a.v), batı taraflarında bulunan bir kapıdan bahsetmiş ve genişliğinin süvâri gidişiyle yetmiş yıl olduğunu haber vermiştir.
Şamlı muhaddislerden Süfyân bin Uyeyne, bu kapıyı açıklayarak şöyle demiştir:
“Allah gökleri ve yeri yarattığı gün, bu kapıyı tevbe için açık olarak yarattı. Güneş battığı yerden doğuncaya kadar o kapı kapanmayacaktır.” (Tirmizî, Deavât, 98/3535; Tahâret, 71; Ayrıca bkz. Nesâî, Tahâret, 97, 113; İbn-i Mâce, Fiten, 32)
Evet, “Tevbe Kapısı” kıyâmete kadar açık kalacaktır, lâkin herkesin kıyâmete kadar yaşama garantisi yoktur. Daha da önemlisi herkesin kıyâmeti kendi ölümüdür. Bu sebeple dördüncü hadisimizde canın boğaza gelmesi, âdeta Güneş’in batıdan doğmasına benzetilmiştir. Kişi öleceğini kesin bir şekilde anlayınca tevbe etmesinin bir anlamı kalmayacak, faydası da olmayacaktır.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Kötülük işlemeye devam eden, ölüm gelip çatınca da «Artık tevbe ettim» diyen kimseler ile kâfir olarak ölenlerin tevbesi geçersizdir.” (Nisâ 4/18)
Eceli gelen kimseye zaman tanınmayacağı, vaktinin bir an bile geciktirilmeyeceği de birçok defâ Kur’ân-ı Kerim’de ifade edilmiştir. (A’râf 7/34; Yûnus 10/49; Hicr 15/5; Nahl 16/61; Mü’minûn 23/43; Münâfikûn 63/11)
Diğer taraftan insana tâyin edilen eceli Allah’tan başka kimse bilemez. Bütün insanların en fazla merak ettiği muammâ, ölüm meleği ile ne zaman karşılaşacakları meselesidir. Umûmiyetle ölüm onları âniden yakalar. Öyleyse tevbeyi aslâ geciktirmemelidir. Yapılan bir yanlışın ardından hemen tevbe ve istiğfâra sarılmalıdır. “Tevbemi bozmaktan korkuyorum. Onun için ileride tevbe ederim” şeklinde düşünmek çok yanlıştır. İnsan ne kadar tevbesini bozmuş da olsa yine tevbeye sarılmalıdır. Ancak bu hususta samîmî olmaya gayret etmelidir. Zira hem günah işleme niyeti taşıyıp hem de tevbe etmenin bir anlamı yoktur. İnsan her günahtan sonra, bir daha bozmamak niyetiyle tevbe etmelidir. Tevbenin kabul edilebilmesi için koşulan şartlar da bunu göstermektedir:
1. İşlenen günahı terk etmek.
2. Onu yaptığına pişman olmak.
3. Bir daha yapmamaya azmetmek.
4. Kul hakkına girmişse, onu ödeyerek helalleşmek.
Bundan sonra nefsine mağlup olarak tekrar günah işlerse, yapılacak iş yine samîmî bir şekilde tevbe ve istiğfâra yönelmektir. Çünkü Yüce Mevlâmız biz kullarına çok merhametlidir. O’ndan ümîd kesilmez. O’nun rahmetinden ancak kâfirler ümîd keser. (Yûsuf 12/87)
Cenâb-ı Hak, günah işleyerek kendilerine zulmeden kullarını acele tevbe etmeye dâvet ederek şöyle buyuruyor:
“De ki: Ey nefislerine zulmetmekte aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyiniz! Çünkü Allah bütün günahları affeder. Muhakkak ki O, Gafûr ve Rahîm’dir. (Onun için ümidinizi kesmeyin de) başınıza azap gelmeden evvel tevbe ile Rabbinize yönelin ve O’na teslim olun. Yoksa yardım göremezsiniz.” (Zümer 39/53-54)
Allah’ın rahmetinden ümit keserek serkeşlik yapmaya devam etmek veya azâbından emin olarak günaha aldırış etmemek doğru değildir. Mü’min ne kadar günah işlerse işlesin korku ve ümid arasında olmalı, Rabbinden yüz çevirmemeli ve bir an evvel tevbeye yönelmelidir. Zira:
“Allah, küfürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez!..” (Bakara 2/275-276)
Cenâb-ı Hak vakti geçmeden hakkıyla tevbe edenleri affettiği gibi günahlarını da sevaba çevirmektedir.
Âyet-i kerimede bu durum şöyle müjdelenir:
“Ancak tevbe ve iman edip sâlih ameller işleyenler başkadır; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Furkân 25/70)
Ancak âyetten şu da anlaşılıyor ki, tevbe ve istiğfâr sadece dilde ve gönülde kalmamalı, salih amellerle tasdîk ve takviye edilmelidir. Zira günahlardan sonra yapılan salih ameller, günahların menfi tesirini ortadan kaldırmaya yardımcı olur. (Hûd 11/114)
Nitekim Rasûlullah (s.a.v), günahından tevbe etmek isteyen bir kişiye, annesine iyilikte bulunmasını tavsiye etmiştir. Annesinin hayatta olmadığını öğrenince de teyzenin anne makâmında olduğunu ifade ederek ona iyilikte bulunmasını söylemiştir. (Tirmizî, Birr, 6; Ahmed, II, 13-14)
Aynı şekilde, bazı günahlardan arınmanın bir yolu olan keffâret de, fakirleri doyurup giydirmek, kurban kesmek veya oruç tutmak sûretiyle nefsi günah kirlerinden temizlemeyi hedefler. (Mâide 5/89, 95; Mücâdele 58/3-4)
Beşinci hadisimizde, istiğfârı dilden düşürmemenin fazileti ve faydaları beyan edilmektedir.
Allah’a çokça istiğfâr edildiği takdirde günahlar bağışlanacağından, Cenâb-ı Hak temiz kullarına rahmetini sağanak hâlinde yağdırmaya başlayacak, onları her türlü sıkıntı, belâ ve musîbetlerden kurtaracak ve kendilerine bol bol nimetler ihsân edecektir.
*
Hz. Ömer devrinde kuraklık olmuştu. İnsanlar kıtlığa mâruz kaldılar. Halîfe’ye yağmur duasına çıkmayı teklif ettiler. Herkes toplanınca Hz. Ömer (r.a) yağmur duası yapmak üzere minbere çıktı. İstiğfar etmeye başladı. Sadece istiğfar ediyor, başka bir şey söylemiyordu. Bir müddet böyle devam ettikten sonra minberden indi. Orada bulunanlar şaşkınlık içinde:
“–Ey Mü’minlerin Emîri, yağmur duası için çıktınız, lâkin hiç dua yaptığınızı duymadık. Sadece istiğfar edip indiniz?!” dediler.
Hz. Ömer (r.a):
“–İstediğiniz rahmeti, kendisiyle yağmurun indirildiği semâ anahtarlarıyla taleb ettim” buyurdu ve sözüne delil olarak şu âyet-i kerimeleri getirdi:
“Dedim ki: Rabbinize istiğfâr edin/bağışlanma dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır. (İstiğfâr edin ki) üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın.” (Nûh 71/10-12)
“(Hûd [a.s] der ki:) Ey kavmim! Rabbinize istiğfâr edin; sonra da O’na tevbe edin ki, üzerinize semâyı (yağmuru) bol bol göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın. Günah işleyerek (Allah’tan) yüz çevirmeyin!” (Hûd 11/52)
“(Şuayb [a.s] şöyle der:) Rabbinize istiğfâr edin; sonra tevbe edip O’na yönelin. Muhakkak ki Rabbim çok merhametlidir, (mü’minleri) çok sever.” (Hûd 11/90)
Âyetleri okuyan Hz. Ömer (r.a), sözünü şöyle bağladı:
“–O hâlde Rabbinizden hatâlarınızı ve günahlarınızı affetmesini isteyin, samîmî bir şekilde tevbe edin ve Allah’a yönelin!” (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 351-351)
Demek ki günahları bırakarak Allah’tan af istemek, semâları açan bir anahtardır. İnsanlar günahlarını bırakıp Cenâb-ı Hak ile aralarını düzelttiğinde, gök kapıları açılarak her türlü rahmet yağmaya başlayacaktır.
*
Bir defâsında Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne dört kişi gelerek biri kuraklıktan, diğeri fakirlikten, öteki çocuklarının azlığından, bir başkası da tarlasının verimsizliğinden şikâyet etmişti. Büyük velî, onların her birine istiğfârı tavsiye etti.
Yanındakiler:
“–Efendim, bu insanların dertleri farklı farklı olmasına rağmen, siz hepsine aynı şeyi tavsiye ettiniz?!” dediler.
Hasan-ı Basrî Hazretleri de onlara Hz. Ömer gibi Nûh sûresinin 10-12. âyet-i kerimelerini okuyarak cevap verdi. (Aynî, Umdetü’l-Kârî, XXII, 277; İbn-i Hacer, Fethü’l-Bârî, XI, 98)
*
Altıncı hadisimizde insanların, istiğfâr ettikleri müddetçe ilâhî azâba mâruz kalmayacakları ifade edilmektedir. Çünkü istiğfâr, onlar için dünyevî azaplara siper olduğu gibi uhrevî azaptan da kurtuluş vesîlesidir. İlâhî bir eman ve emniyettir.
Yedinci hadisimizde kıyâmet günü amel defterinde çokça istiğfâr bulan kimseler müjdelenmekte, “Onlara ne mutlu!” denilmektedir.
Öyleyse ihlâs ve samîmiyetle istiğfâra devam etmeliyiz. Ancak istiğfâr dilde kalırsa kıyâmet günü amel defterinde görünmeyebilir. Bu sebeple istiğfara kalp ve gönlün iştiraki şarttır.
Sekizinci hadisimizde Allah Rasûlü (s.a.v), dua ve tevbenin her nev’ini içine alan bir istiğfâr öğretmektedir. Ehemmiyetine binâen de onu “Seyyidü’l-İstiğfâr: İstiğfârların efendisi, en üstünü” diye isimlendirmektedir. Bu istiğfârı dilimize vird edinerek her gün okumamız, dünya ve âhiretimiz için büyük bir bereket vesîlesidir. Ezelde Allah’a verdiğimiz söz ve ahdin, hergün yenilenmesidir. Dolayısıyla böylesine faziletli dua ve istiğfarları, ecdâdımızın yaptığı gibi, camilerde namazlardan sonra okuyarak herkesin ezberlemesini sağlamak, ne güzel bir hayır olur. Hâlkımız başlarındaki dinî önderlerin bu tür yönlendirmelerine muhtaç durumdadır.[1]
Şunu da hatırlatalım ki, insan tevbe ve istiğfâra güvenerek günah işleme gafletinde bulunmamalıdır. Bu tamamen şeytanın aldatmasıdır. “Allah affeder!” diye günaha giren kimse, ondan kurtulamayıp daha ileri gidebilir. Veya tevbe etmeye vakit bulamadan tevbelerin kabul edilmediği ölüm ânıyla yüzyüze gelebilir.
Yüce Rabbimiz bizi şöyle îkaz eder:
“…Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirmek sûretiyle sizi kandırmasın.” (Lokmân 31/33. Ayrıca bkz. Fâtır 35/5)
Şu bir gerçektir ki, günah olan bir davranışı hiç yapmamak, affedilmekten daha üstündür. Günahkâr bir insan tevbe edip affedilse bile, çok şeyler kaybeder. Mevlânâ Hazretleri bunu ne güzel ifade eder:
“Evet, af vardır. Lâkin hırsız affedilse bile, canını kurtardığı için sevinir. Yoksa vezîr veya hazîne emîni olmak hırsız için mümkün müdür?” (Mesnevî, c. V, beyt no: 3153-3154)
[1] Meselâ, namaz sonrası yapılan tesbîhât ile akşam, yatsı ve sabah namazlarından sonra mihrapta okunan “Hüvallâhü’llezî” ve “Âmene’r-rasûlü” gibi âyetlerin fazileti hakkında pek çok rivâyet mevcuttur. Halkımızın bunları bilmesi çok zordur. Ancak âlimlerimiz, bunları îtiyâd hâline getirmek sûretiyle insanlarımıza güzel bir alışkanlık kazandırmıştır. Böylece her seviyeden insan, faziletine dâir rivâyetleri bilmese bile, bol sevap getiren güzel bir ameli, âlimlerin tavsiyesine uyarak işlemiş olmaktadır.