١٢٥. عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ: كَانَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَعْتَكِفُ فِي كُلِّ رَمَضَانَ عَشْرَةَ أَيَّامٍ فَلَمَّا كَانَ الْعَامُ الَّذِي قُبِضَ فِيهِ اِعْتَكَفَ عِشْرِينَ يَوْمًا».
125. Ebû Hüreyre (r.a) der ki:
“Nebî (s.a.v), her Ramazan on gün itikâfa girerdi. Vefat ettiği sene ise yirmi gün itikâf yaptı.” (Buhârî, İ’tikâf, 17. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Savm, 78; İbn-i Mâce, Sıyâm, 58)
١٢٦. عَنْ عَائِشَةَ رَضِىَ اللّٰهُ عَنْهَا قَالَتْ: كَانَ النَّبِيُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِذَا دَخَلَ الْعَشْرُ شَدَّ مِئْزَرَهُ وَأَحْيَا لَيْلَهُ وَأَيْقَظَ أَهْلَهُ».
126. Âişe (r.a) şöyle der:
“Ramazan ayının son on günü girince, Rasûlullah (s.a.v), kendini ibadete verir, geceleri ihyâ eder ve âilesini de uyandırırdı.” (Buhârî, Leyletü’l-Kadr, 5; Müslim, İ’tikâf, 7. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Ramazan, 1; Nesâî, Kıyâmü’l-leyl, 17; İbn-i Mâce, Sıyâm, 57)
Açıklamalar:
“İ’tikâf” kelimesi; hapsetmek, alıkoymak, bir yere yerleşmek, oraya bağlanıp kalmak ve kişinin kendisini sıradan davranışlardan uzak tutması mânâlarına gelir. Istılahta ise, kulluk ve Allah’a yakınlaşmak niyetiyle camide belli bir süre durmak demektir. İtikâfa giren kişiye “mu’tekif” veya “âkif” denir.
Kişinin zaman zaman ibadete teksîf olarak meşrû bile olsa her türlü nefsânî ve şehevî arzulardan uzak durması, rûhânî tekâmül için mühim vesîlelerden biridir. Bu bakımdan itikâf, önceki peygamberler zamanında da muhtelif şekillerde yapılan önemli bir ibadet olmuştur. Nitekim şu âyet-i kerime, bir yönüyle buna işaret etmektedir:
“İbrahim ve İsmail’e: Tavaf edenler, itikâfa girip ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim’i temiz tutun, diye emretmiştik.” (Bakara 2/125)
Peygamber Efendimiz, nübüvvetten evvel Hirâ Mağarası’nda uzlet ve inzivâya çekilir, orada tefekkürle meşgul olurdu. Peygamberliğin verilmesi yaklaştığında ilâhî bir ilhâm ile bu inzivâlarını artırdı. Nübüvvetin ilk günlerinde ise Cenâb-ı Hak ona teheccüd namazını emretti. Gündüz tebliğ ve dâvetle meşgul olacağı için, seher vaktinin sükûnetinde Rabbiyle baş başa kalarak mânevî kuvvetine kuvvet katıyordu. İslâmî tebliğ belli bir seviyeye gelip Medîne döneminde oruç farz kılındığında Rasûlullah (s.a.v), en faziletli ay olan ve senenin seheri mevkiindeki Ramazan-ı Şerif’te ibadet ve hayırlarını daha da artırdı. Hatta ikinci on gününü tamamen ibadete ayırmaya başladı. Kadir Gecesi’nin Ramazan’ın son on gününde olduğu ağırlık kazanınca, Allah Rasûlü (s.a.v) de itikâflarını bu günlerde yapmaya başladı. (Buhârî, İ’tikâf, 1)
Mescidde keçeden yapılmış küçük bir Türk çadırında itikâfa girerdi. (Müslim, Sıyâm, 215; İbn-i Mâce, Sıyâm, 62)
Âişe (r.a) şöyle anlatır:
Rasûlullah (s.a.v) Ramazan’ın son on günü itikâfa girerdi. Ben onun çadırını kurardım, o da sabah namazını kılar ve çadırına girip itikâfa başlardı.
Bir seferinde Efendimiz’in çadırı kurulunca hanımlarından bir kısmı da mescide çadırlarını kurmuşlardı. Rasûlullah (s.a.v) bunları görünce:
“–Bunlar da ne?” diye sordu.
Durum kendisine arzedilince:
“–Böyle yapmayı iyilik ve takvâ mı zannederler?!” buyurdu ve o Ramazan’da itikâf yapmadı. Şevval ayının ilk on gününde itikâfa girdi. (Buhârî, İ’tikâf, 6, 7, 14; Müslim, İ’tikâf, 6; Ebû Dâvûd, Savm, 77; Tirmizî, Sıyâm, 71)
Bu rivâyetten hareketle, müslüman kadınların mescidlerde değil, evlerinde mescid olarak kullandıkları hususî köşelerinde itikâfa çekilmeleri uygun bulunmuştur.
Rasûlullah (s.a.v) itikâfa girmek istediğinde yatağı Mescid-i Nebevî’deki Tevbe Sütûnu’nun kıble tarafına konulurdu. Efendimiz de o direğe yaslanırdı. (İbn-i Mâce, Sıyâm, 61; Taberânî, Kebîr, XII, 385/13424; Beyhakî, Kübrâ, V, 247)
Birinci hadisimizde ifade edildiği üzere Rasûlullah (s.a.v), vefat ettiği sene, bu ibadetini yirmi güne çıkardı. Böylece ömrün sonuna doğru ibadet ve tâati daha da artırmak gerektiğine işaret etti. Aynı şekilde Efendimiz’in, Hz. Cebrâîl ile Ramazanlarda yaptığı Kur’ân mukâbelesi de son sene iki katına çıkarılmıştır.
Allah Rasûlü (s.a.v) Mekke Fethi için sefere çıktığı sene, itikâfa girememişti. Bu ibadetin faziletinden mahrum kalmamak için ertesi sene yirmi gün itikâf yaptı. (Ebû Dâvûd, Savm, 77/2463; İbn-i Mâce, Sıyâm, 58)
Demek ki bir insan, ne kadar ibadet ederse etsin, zaman zaman uzlete çekilerek nefis muhâsebesi yapıp, kâinattaki ilâhî kudret akışlarını tefekkür etmeden tam mânâsıyla kemâle eremez. Zira mescidde itikâfa çekilmek; zihnin toplanması, kalbin meşgalelerden uzak tutulması, kişinin kendisini tâate vermesi ve Allah’a daha çok yaklaşması için güzel bir vesîledir.
Rasûlullah (s.a.v), itikâfa giren kimsenin fazileti hakkında şöyle buyurmuştur:
“O kendisini günahtan uzak tutar ve kötülüklerden korunur. Kendisine, bütün sâlih amelleri işlemiş kimse gibi sevap yazdırır.” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 67)
Allah için bir camiye girip itikafa başlayan mü’min, her an namaz kılıyormuş gibidir. O bu hâliyle sağlam bir kaleye sığınan kişiye benzer. İslâm büyüklerinden Atâ şöyle der:
“İtikâfa giren kişi, ihtiyacından dolayı büyük birinin kapısına gidip «İhtiyacımı almadan gitmem» diye yalvaran kimseye benzer. Çünkü o, Allah’ın bir mâbedine girmiş «Beni bağışlamadıkça buradan ayrılıp gitmem» demektedir.”
İkinci hadisimizde ifade edildiği şekilde, Rasûlullah (s.a.v) Ramazan-ı Şerif’in son on gününde kendini ibadete verip geceleri ihyâ ettiği gibi, âilesini de buna teşvik eder, hep birlikte gece uykusunu iyice azaltırlardı. Bu güzelliğe alışan vâlidelerimiz, Peygamber Efendimiz’in vefatından sonra da itikâfa girmeye devam etmişlerdir. (Buhârî, İ’tikâf, 1; Müslim, İ’tikâf, 5. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Savm, 77)
İtikâfa giren kimse, gücü yettiği kadar namaz kılar, Kur’ân okur, istiğfâr eder, dua ve niyazda bulunur, kelime-i tevhîd getirir, tekbir getirir, salevât çeker, Allah’ın varlığı, birliği ve kâinattaki kudret akışları hakkında tefekküre dalar, başta Peygamber Efendimiz’in hayatına dâir kitaplar olmak üzere dînî ve ilmî eserler okur. Bu esnâda, her türlü lüzumsuz işten uzak durur.
Hanefîler itikafı üç bölümde ele almış ve her birisinin ayrı bir hükmü olduğunu söylemişlerdir. Buna göre:
1. Ramazan’ın son on gününde itikâfa girmek, kifâye sûretiyle sünnet-i müekkededir.
2. Adandığı takdirde itikâf yapmak vâciptir. Bu konuda bütün mezhepler müttefiktir. Bir kimse adadığı bir itikâfı yerine getiremeden vefâtının yaklaştığını hissederse, her gün için bir fidye verilmesini vasiyet etmelidir.
3. Bu ikisinin hâricindeki itikâflar müstehaptır.
İtikâfın asgarî müddeti hususunda da âlimler ihtilaf etmişlerdir. Şâfiîlere göre, itikâf “Sübhânellâh” denilecek bir an dahî olabilir. Ahmed bin Hanbel’in meşhur görüşü de böyledir. Ancak, ihtilâftan kurtulmak için en az bir gün kalmak müstehaptır.
Atâ bin Ebû Rebâh şöyle der:
“Bir kimse hayır murad ederek bir camide oturursa, orada kaldığı müddetçe itikâf hâlindedir.”
Bundan hareketle ecdâdımız, cami girişlerine “Neveytü’l-i’tikâf: İtikâfa niyet ettim” yazarlar ki, insanlar içeri girerken bu şekilde niyet ederek on beş, yirmi dakîkalık da olsa itikâf sevâbı alabilsinler.
Hanefîlere göre, vâcib olan itikâflarda oruçlu olmak şarttır. Müstehab itikâflarda muayyen bir süre şartı olmadığı için oruç şartı da yoktur.
İtikâfta olan kişi, hanımına şehvetle dokunmamalı, cinsî temasta bulunmamalı ve zarûrî hâller hâricinde dışarı çıkmamalıdır. (Ebû Dâvûd, Savm, 80/2473)
Zira Cenâb-ı Hak:
“…Mescidlerde ibadete çekilmiş olduğunuz zaman kadınlara yaklaşmayın!..” buyurur. (Bakara 2/187)
İtikâf çok faziletli bir ibadet olmakla birlikte, daha mühim olan ictimâî ibadetlere mânî olmamalıdır. Bir müslüman, zamanını güzel kullanarak hem toplumla ilgili hayır hizmetlerine, hem de şahsî ibadetlerine vakit ayırmalıdır. İkisi çakıştığında ise daha hayırlı olanı tercih etmelidir.[1]
[1] İtikâf hakkında tafsîlât için bkz. Mehmed Şener, “İtikâf” mad., Diyanet İslâm Ansiklopedisi, XXIII, 457-459.