LÜGATÇE

-A-

âbâd: Mâ­mur, şen, ba­yın­dır.

âbid: İbâdet eden, zâhid.

acz, ac­zi­yet: 1. Gü­cü yet­me­me hâ­li, güç­süz­lük, ik­ti­dar­sız­lık. 2. Be­ce­riksiz­lik.

âfâk: 1. Ufuklar. 2. Görüş ve dönüş sınırları. 3. Dış âlem.

ağniyâ-i şâkirîn: Allâh’a şükreden ve servetini rızâ-yı ilâhî’ye göre sarf eden zenginler.

âhenk: Uygunluk, uyum, düzen.

ahvâl (hâl’in çoğulu): 1. Hâller. 2. Oluşlar, durum, vaziyet. 3. Tasavvufta Allâh vergisi olan mânevî hâller.

âkıbet: Son, nihâyet, âhir, encâm.

akîde: İtikad, îman, dînî inanış.

akl-ı selîm: Sağduyu.

akrabiyet: Daha yakın olma, iyice yakın olma hâli, Allah’a yakınlık makâmı.

a’lâ-yı illiyyîn: Cen­net ta­ba­ka­la­rı­nın en yük­se­ği, en üst ma­ka­mı.

(a.s): aley­his­se­lâm: Al­lah’ın se­lâ­mı onun üze­ri­ne ol­sun.

âlî: Yüksek, yüce, büyük, ulu.

âlicenap: 1. Cömert. 2. Şerefli, haysiyetli kimse.

âmâ­de: Ha­zır, ha­zır­lan­mış, emir bek­le­yen, em­re ha­zır, mü­hey­yâ.

amel: İş, fiil, uygulama.

âmil: 1. Amel eden, fâil, yapan, işleyen, işçi. 2. Sebep, müessir. 3. İslâm devletinde zekât tahsildârları ve vâliler bu isimle anılmışlardır.

asr-ı saâdet: 1. Saâdet ve mutluluk içerisinde geçen zaman. 2. Peygamber Efendimiz’in ashabıyla birlikte kıyâmete kadar gelecek bütün insanlığa numûne olarak bıraktığı güzellik ve fazîlet tezâhürleriyle dolu müstesnâ asır.

avdet: Geri geliş, dönüş.

ayan: Belli, açık, meydanda.

âzâ: 1. Uzuvlar, organlar, bütünün parçalarrı. 2. Bir kuruluşa mensup olan kimse.

azletmek: Vazifesine son vermek.

 

-B-

bâriz: Açık, göz önünde, âşikâr, zâhir.

basiret: 1. Kalb ile görme, doğru ve ölçülü görüş, uyanıklık. 2. Sezgi, uzağı görme. 3. Firâset, kavrayış.

bâtın: İç, dâhil, sır.

bâtınen: İçten, dâhilen, sırren.

be­diî: 1. Gü­zel. 2. Gü­zel­lik.

be­lâ­ğat: Ede­bi­yat kâ­ide­le­ri il­mi. Söz ve ya­zı­da düz­gün, sa­nat­lı ve te­sir­li ifâ­de.

beliğ: 1. Fasih, düzgün söz söyleme. 2. Fasih, düzgün.

bende: 1. Kul, köle, bağlı. 2. İntisâb eden, taraftar.

berî: 1. Kurtulmuş, âzâde, sâlim. 2. Kusursuz, kabahatsiz.

bertarâf: Ortadan kaldırma.

bey’at (bîat): Devlet reisine sadâkat ve itaati bildiren ve genellikle el tutma sûretiyle yapılan ahitleşme. 2. Bir kimsenin hâkimiyeti tanıma, itaat bildirme.

beytülmâl: İslam hukûkunda mâliye hazînesi.

bîçâre: 1. Çâresiz, za­yıf. 2. Güç­süz, kuv­vet­siz, me­cal­siz, der­man­sız. 3. Zebûn, za­val­lı, düş­kün.

bi’l-fiil: Fiilen, harekete geçmek sûretiyle, yaparak.

bîçâre: Çaresiz, zavallı.

bid’at: 1. Sonradan meydana çıkan şey. 2. Rasûlullah (s.a.v) zamanından sonra dinde ortaya çıkan şey.

bîgâne: 1. Tanıdık olmayan, yabancı. 2. İlgisiz.

buğz: Düşmanlık hissi, nefret, kin, içten düşmanlık göstermek.

bülûğ: Ergenlik çağına erme, erginlik.

 

-C-

 

câlib-i dikkat: Dikkat çekici.

cebbâr: 1. Cebredici, zorlayıcı, zorba. 2. Kuvvet ve kudret sahibi Allah.

cedel: 1. Tartışma, karşısındakini susturmmak için yapılan tartışma, münakaşa. 2. Mücadele, çekişme. 3. Hırçınlık.

cemâdât: Cansız varlıklar.

Ce­mâl-i ilâ­hî, Cemâlullâh: Hak Te­âlâ’nın son­suz gü­zel­li­ği.

cemâlî sıfat: Allâh Teâlâ’nın lûtuf, ihsan ve merhametine delâlet eden vasıfları.

ce­mâ­lî: 1. Al­lâh’ın ce­mâl sı­fat­la­rı­na âit. 2. Mi­zaç iti­bâ­riy­le ce­mâl sâ­hi­bi, gü­zel, lûtuf­kâr, mer­ha­met­li.

cemetmek: Toplamak, yığmak.

cîfe: 1. Leş. 2. İğrenilecek şey, pislik.

cihet: Yön, taraf, görüş, bakış açısı.

cismâniyet: Ci­sim­le il­gi­li ol­ma, mad­di­yet.

çığır: 1. Çığın kar üzerinde açtığı iz, yol. 2. Toprakta adımların izi ile açılmış ince yol. 3. Tarz, üslup. 4. Fikir ve sanat alanında yenilik, yeni yol.

 

-D-

dalâlet: Sapıtma, doğru yoldan ayrılma, azma, bâtıla meyletme.

darb-ı mesel: Geniş tecrübelere dayanan atalar sözü.

desîse: Hîle, oyun, dolap, entrika.

diğergâm: Başkalarını düşünen.

dûçâr: Giriftâr olmuş, mübtelâ olmuş, tutulmuş.

düstur: 1. Kanun, kâide. 2. Vezir, müşir. 3. Esaslı kâide.

 

-E-

 

ebedî: Sonsuz, dâimî.

el-Emîn: 1. Korkusuz kimse. 2. İnanan, güvenen. 3. İnanılan, güvenilir. 4. Rasûlullah (s.a.v) ve Hz. Cebrâil’in sıfatı.

elzem: En lâzım; vazgeçilmez.

emâre: Alâmet, nişan, iz, eser, ipucu.

emir bi’l-mârûf ve nehiy ani’l-münker: İyiliği emretme ve kötülükten menetme, sakındırma.

enbiyâ: Nebîler, peygamberler.

esfel-i sâfilîn: Aşağıların en aşağısı, cehennem.

evlâ: 1. Birinci, daha önce gelen. 2. Daha iyi, daha lâyık, daha münâsip.

 

-F-

 

fahr: Övünme; övünmeye vesîle teşkil eden şey.

Fahr-i Kâinât: Varlıkların iftihâr kaynağı; Hz. Peygamber (s.a.v).

fâ­ik: Fev­kin­de bu­lu­nan, üs­tün olan.

fârik: Fark edilmeyi sağlayan, ayırt edici, belirgin.

farz-ı kifâye: Bir veya yeterli sayıda kişi tarafından yerine getirilmesi ile başkaları üzerinden kalkan farz (meselâ: Cenaze namazı).

fâsık: Allâh’ın emirlerini tanımayan, sapkın, günahkâr.

fasih: 1. Fesahat ile konuşan, bir dilin kâidelerine ve inceliklerine uyarak konuşan. 2. Açık, anlaşılır ve düzgün konuşan.

felâh: Kurtulma, kurtuluş, selâmet.

ferâgat: 1. Hakkından isteyerek vazgeçme. 2. Affetme.

feyz: 1. Mânevî haz; gönül huzûru. 2. Bolluk, bereket.

firâset: Anlama, sezme kâbiliyeti.

fıtrat: Ya­ra­tı­lış, ta­bi­at. fıtrî: Yaratılıştan olan, tabiî, doğuştan; cibillî.

fütühât: Fe­tih­ler, za­fer­ler.

 

-G-

 

gazâ: Allah yolunda cihâd, din düşmanlarıyla muharebe.

-H-

 

hâiz: Mâlik, sahip, taşıyan.

hakîm: 1. Her şeyden üstün ve tedbirli olan. Allah’ın sıfatlarından. 2. Hikmet sahibi. 3. Çok bilgili kimse, âlim. 4. Hekim, tabip.

hakîr: Önemsiz, değersiz, kıymetsiz.

halâvet: Tatlılık, lezzet, zevk.

halef: Birinin yerine geçen, onun yerini alan.

hâlet-i rûhiye: Rûh hâli, insanın psikolojik durumu.

halîm: 1. Hilm, yumuşaklık sâhibi. 2. Cenâb-ı Hakk’ın, “Yarattıklarına yumuşak muâmele eden, acele ve kızgın davranmayan” mânâlarına gelen ismi.

halvet: 1. Kapalı bir yerde yalnız kalma. 2. İbâdet, riyâzat, zikir ve murâkabe maksadıyla inzivâya çekilme.

hamâkat: Anlama kıtlığı, bönlük, ahmaklık.

hanîf: 1. Tek Allah’a, Allah’ın birliğine inanan, Hz. Muhammed (s.a.v)’in tebliğinden önce de tek Allâh’a inanan. 2. İslâm inancına sıkı ve samimî olarak bağlanan.

hasbe’l-beşer: İnsanlık icâbı.

hasenât: İyi işler, iyilikler, hayırlar; sâlih ameller.

haset: Kıskanma, kıskançlık, çekememezlik.

hasım: 1. Düşman. 2. Bir işte, yarışta veya davada karşı taraf, rakip.

hasis: Elinde bulunduğu hâlde kimseye yardım etmeyen, vermeyen, cimri, pinti.

haslet: 1. Yaratılıştan, doğuştan gelen hususiyet, huy. 2. Güzel huy, iyi hususiyet.

hassasiyet: Dikkatlilik, titizlik, hassas olma hâli, hislilik, duygululuk.

haşr: Ölülerin kıyâmette diriltilerek hesap için mahşerde toplanması.

haşyet: Korku, korkma.

haşyetullâh: Allah korkusu.

hayâ: 1. Utanma, sıkılma duygusu. 2. Ahlâk kâidelerine bağlı olma, edeb, ar, nâmus.

hayrât: 1. Sevap kazanmak için yapılan hayırlı işler. 2. Sevap için kurulan müessese.

haysiyet: Değer, kıymet, itibar, şeref.

hâzık: Hazâkatli, işinin ehli, usta, eli uz. (Dilimizde en çok doktorlar hakkında kullanılır.)

hemhâl: Aynı hâlde bulunan, bir hâlli, hâdleş, aynîleşmek, aynen benzemek.

hengâme: 1. Kavga, şamata, gürültü, patırtı. 2. Savaş.

hevâ: 1. Nefse âit şeylere olan heves. 2. Nefsânî zevkler, düşkünlükler.

hezîmet: Büyük mağlûbiyet, bozgun, bozgunluk.

hıfzetmek: 1. Saklamak. 2. Muhafaza etmek. 3. Ezberlemek.

hicret: Göç, gitmek, bir yeri terk edip bir yere gitmek. Peygamber Efendimiz’in Mekke-i Mükerreme’den Medîne-i Münevvere’ye göç etmesi. Hz. Peygamber (s.a.v)’in göç ettiği tarih başlangıç kabul edilerek düzenlenen İslâmî takvim.

hidâyet: 1. Doğru yol, hak yolu, İslâmiyet. 2. Doğru yolu, hak yolunu arama. 3. Allah’ın insanların kalbine ilhâm ettiği hak yolu arama hissi ve arzusu. 4. Yol gösterme.

hilim: İnsanın tabiatında olan yumuşaklık.

himâye: 1. Koruma, esirgeme, yardım etme. 2. Kayırma, himmet etme, elinden tutma.

himmet: Yardım, ihsân, mânevî yardım, rûhânî imdat.

husûmet: 1. Düşmanlık. 2. Zıddiyet, karşıtlık. 3. Hasımlık, hasım olma hâli.

husûl: Mey­da­na gel­me, ol­ma, pey­dâ ol­ma, or­ta­ya çık­ma.

huşû: Allah’a karşı korku ve sevgi ile boyun eğme; bu duygu ile meydana gelen hâl.

hülâsa: Kısaca, özet olarak.

hüsn: 1. Güzellik. 2. İyilik, hoşluk. 3. Tamamlık, olgunluk, mükemmellik.

hüsn-i kabûl: İyi bir sûrette kabûl etme, güler yüz gösterme.

hüsn-i zan: Bir şey veya bir kimse için iyi kanaate sâhip olma.

hüsrân: 1. Zarar, ziyan, kayıp. 2. Beklenene erişememekten doğan hüzün ve acı, yokluk acısı.

hüviyet: Benlik, şahsiyet, kimlik.

 

-İ-

îcâb: Gerekme hâli, lüzum.

icmâ: 1. Cem etme, toplama. 2. İslâm âlimlerinin bir konuda ittifak etmeleri.

ictimâî: Sosyal, toplumla alâkalı.

içtihat: 1. Gücünün imkânları çerçevesinde çalışma, gayret gösterme, çabalama. 2. İslâm âlimlerinin şer’î çerçeve dâhilinde bir konuda fikir ortaya koymaları.

idrak: 1. Akıl erdirme, anlama, kavrama kabiliyeti. 2. Ulaşma, erişme, varma, yetişme.

îfâ: Bir işi gerçekleştirme, yapma.

iflâh: Zor durumdan kurtulma, iyileşme, selâmete erme.

ifrat: Aşırılık, haddi aşmak.

iftihar: 1. Fahretme, övünme. 2. Şan, şeref.

ihâta: 1. Bir şeyi kuşatma, çerçeveleme. 2. Zihnen, aklen, bilgiyle kavrama; tam ve mükemmel bir şekilde anlama.

ihdâs: Meydana getirme, ortaya çıkarma.

ihlâs: 1. Samimî, kalbî ve karşılıksız sevgi ve bağlılık; doğruluk. 2. Riyâ karışmamış, samimî ibâdet. 3. Hâl ve hareketlerde yalnızca Allah rızâsına yönelme.

ihrâm: Mü’minlerin hac ve umre esnâsında büründükleri dikişsiz beyaz örtü.

ihsân: 1. Bağışlama, yardım, iyilik, lûtuf. 2. Allah’ı görüyormuş gibi ve O’nun bizi dâimâ gördüğü şuuru içinde yaşamak.

ihtidâ: Hidâyete erme, doğru yola girme, İslâmiyeti kabûl etme.

ihtimam: Dikkatle, özenerek çalışma, davranma, hareket etme.

ihtiras: Aşırı hırs, şiddetli arzu.

ihtiyat: 1. Bir konuda geleceği düşünerek dikkatli, tedbirli hareket etme; ölçülü davranma. 2. Zor şartlar ve günler için saklanan, elde bulundurulan; yedek.

ikâme: 1. Oturma. 2. Kaldırma, ayakta durdurma. 3. Meydana koyma.

ikbâl: 1. Baht, tâlih. 2. Birine doğru dönme, gelme. 3. İşlerin yolunda gitmesi. 4. Arzu, istek.

ilâhî: Allah’â ait, Allah’la ilgili.

i’lâ-yı kelimetullâh: Allah’ın birliğini ilan etme, İslâmiyeti yüceltme.

illet: 1. Hastalık. 2. Sakatlık, bozukluk. 3. Sebep.

il­ti­câ: 1. Sı­ğın­ma, ba­rın­ma. 2. Gü­ven­me, da­yan­ma.

ilticâgâh: Sığınma yeri, sığınak.

imâret: 1. Mimârî eserler. 2. Hayrât, yoksullara yardım etmek maksadıyla meydana getirilen kuruluş.

imtisâl: Ge­re­ke­ni yap­ma, bir ör­ne­ğe gö­re ha­re­ket et­me. 2. Alı­nan em­re bo­yun eğ­me.

imtiyaz: 1. Başkalarına tanınandan fazla hak ve imkân tanıma, istisnâ. 2. Fark, ayrıcalık, üstünlük. 3. Bir iş konusunda sadece bir kuruluşa veya kişiye verilen ruhsat.

imtizac: 1. Karışabilme. 2. Birbirini tutma, uygunluk. 3. İyi geçinme, uyuşma.

in’ikâs: Akislenme, yansıma.

infak: Nafaka ile fakirleri geçindirme, nafakalandırma, malı Allah yolunda harcama.

intikâl: 1. Bir yerden başka bir yere geçme, yer değiştirme. 2. Mîras olarak kalma. 3. Geçme, sirâyet etme.

inzâr: 1. Uyarma, tehdid etme. 2. Allah’ın insanları ve cinleri âhiret azâbı ile îkâz etmesi.

inzivâ: Bir köşeye çekilip bazı fiillerden uzak durma, yalnızlık.

îrâd: 1. Getirme. 2. Söyleme.

irade: Bir şeyi yapmak veya yapmamak husûsunda karar verebilme ve bu kararı yürütebilme kudreti.

irşad: 1. Hak yolu, doğru yolu gösterme. 2. Tasavvufta, mürşidin Allah’ın yolunu göstermesi.

îsâr: Kendisi muhtaç olduğu hâlde nefsinden ferâğat edip bir başkasını tercîh etme.

istibrâ: Küçük abdestten sonra akıntıyı tam olarak bitirme.

istîdat: 1. Kâbiliyet, bir şeyin kazanılmasına olan tabiî meyil. 2. Akıllılık. 3. Anlayışlılık.

istiğnâ: 1. Aza ka­na­at et­me, tok göz­lü ol­ma. 2. İh­ti­yaçsız­lık.

istihkak: 1. Hak etme. 2. Hizmet karşılığı istenen ücret.

istihkâr: Hor ve hakîr görme.

istihzâ: Alaya alma, eğlenme, ince alay.

istikâmet: 1. Doğruluk, dürüstlük, nâmuslu hareket, doğru davranış. 2. Cihet, yön.

istikbâl: Gelecek, gelecek zaman.

istilâm: 1. Öpme veya el sürme. 2. Kâ’be’yi tavâf ederken “Hacerü’l-Esved”e el sürüp “bismillâhi Allâhu ekber” diye selamlanması veya izdiham dolayısıyla el sürülemiyorsa uzaktan selâmlama işaretinin yapılması.

istişâre: Birinin veya bir heyetin fikrine mürâcaat etme; fikrini, görüşünü alma; danışma.

iştigal: Meşgul olmak, çalışmak, uğraşmak.

iştihâ: 1. Meyil, istek, arzu. 2. İştah, yemek yeme isteği.

iştiyak: Çok arzu etme, özleme, tahassür.

itâb: Paylayıp azarlama, tersleme.

îtidâl: 1. Aşırı olmama, orta hâlde bulunma. 2. Yumuşaklık. 3. Eşit olma, dengeleme.

îtikad: 1. Bir din veya mezhebin temel inanç değerleri. 2. Allah’a kalbî bağlılık, kesin inanma; iman.

itikâf: 1. Ramazan’ın son on gününde dünya işleriyle alâkayı kesip camiye kapanarak ibâdet etme. 2. Kalbin arınması, nefsin yenilmesi için kırk gün bir hücrede ibâdet etme.

îtimâd: 1. Güven, emniyet. 2. Dayanma, istinâd etme.

îtiyad: Âdet hâline getirme, alışma, alışkanlık.

ittibâ: Tâbî olma, uyma, ardı sıra gitme.

ittikâ: 1. Sakınma, çekinme. 2. Allah korkusu, Allah korkusuyla günahlardan kaçınma.

iz’ân: 1. An­la­yış, kav­ra­yış, akıl. 2. İta­at, söz din­le­me, bo­yun eğ­me. 3. Ter­bi­ye, edeb.

izhar: Açığa vurma, gösterme, belirtme.

 

-K-

 

kahır: 1. Büyük üzüntü, derin acı, keder, elem. 2. Büyük eziyet, cefâ, zulüm.

kâim: 1. Kıyâmda olan, ayakta duran. 2. Bir kişinin yerini tutan, yerine geçen. 3. Bir şeyi mümkün kılan sebep.

karakter: Bir kişi ya da topluluğun ayırıcı mânevî vasıflarının tamamı, seciye. 2. Ahlâk, huy, tabiat.

kavlen: Kavil yoluyla, sözle.

keffâret: 1. Arınma. 2. Yanlışlıkla veya mecbûriyet sonucu işlenen günahın bağışlatılması için şer’î olarak verilen sadaka veya tutulan oruç.

kısas: Kötü bir fiilin, bir suçun misliyle suçluyu cezalandırma.

kıyâm: 1. Ayağa kalkma, ayakta durma. 2. Bir iş için davranma, teşebbüse girişme. 3. Ayaklanma, baş kaldırma.

kifâyet: Kâ­fi mik­tar­da ol­ma, yet­me, ye­ter­lik.

kinâye: 1. Îmâlı, üstü kapalı söz, sitemli ifâde. 2. Dolaylı söylenen dokunaklı söz. 3. Bir sözün hem gerçek, hem de mecâzî mânâlarıyla kullanılması.

-L-

 

lâ­hû­tî: Ulû­hi­yet âle­miy­le il­gi­li, ulû­hiye­te âit, ilâhî, Rabbânî, rûhânî.

lâkayd: 1. Kayıtsız, aldırmayan, ilgi göstermeyen, ilgisiz. 2. Nemelâzımcı.

lâşe: 1. Leş. 2. Zayıf hayvan.

ledünnî: Allah bilgisine ve sırlarına âit, onunla alâkalı.

letâfet: 1. Latîflik, hoşluk. 2. Güzellik. 3. Nezâket. 4. Yumuşaklık.

likâullâh: Allah -celle celâlühû-’ya vâsıl olmak, O’na kavuşmak.

 

-M-

mâhiyet: Bir şeyi tayin eden aslî unsur, bir şeyin hakîkati, nitelik.

mahlûkat: Mahlûklar, halk olunanlar, yaratılmışlar.

mahrem: 1. Haram, şer’î bakımdan doğru sayılmayan şey. 2. Evlenilmesi şer’î bakımdan câiz olmayan, bu yüzden kendisinden kaçılmasına gerek bulunmayan. 3. Gizli, sır vasfı olan. 4. Sır saklanmayan yakın kimse, sırdaş.

mahviyet: 1. Be­şe­rî ve dün­ye­vî noksanlık­lar­dan kur­tul­ma hâ­li. 2. Tevâzû.

maîşet: 1. Ya­şa­yış, ge­çim. 2. Ge­çin­mek için ge­rek­li şey.

maiyyet: 1. Birlikte bulunma, beraber olma. 2. Birinin yanında bulunan.

mâlâyâni: Mânâsız, faydasız, boş söz.

maraz: Hastalık, dert, belâ, dayanılması güç durum.

mâruz: 1. Bir şeyin tesirinde olan, karşısında bulunan ve önünde engel ve siper bulunmayan. 2. Büyük bir makâma, kişiye arz olunan. 3. Bildirilen, anlatılan, takdim edilen.

mâsiyet: 1. İsyan. 2. Kötü şey. 3. Günah.

mazhar: 1. Nâ­il ol­muş, eriş­miş, ka­vuş­muş; nâ­il olan, ka­vu­şan, eri­şen, şe­ref­le­nen. 2. Bir şe­yin zu­hûr et­ti­ği yer, eş­yâ ve mad­de.

mazhariyet: Mazhar olma hâli, nâil olma, kavuşma, şereflenme.

mâzur: 1. Özrü olan, özürlü, mazeretli. 2. Özrü kabul edilen.

meal: 1. Mânâ, mefhum, kavram. 2. Öz, özet. 3. Kur’ân-ı Kerim’in anlamını ihtivâ eden kitap.

medh: Öv­me, iyi ta­raf­la­rı­nı an­lat­ma, se­nâ, si­tâ­yiş.

mekruh: 1. İğrenme hissi uyandıran, tiksindiren, kerih, iğrenç, menfur. 2. Şer’î olarak haram edilmemekle birlikte, ancak zarûrî hâllerde câiz olan ve normal hâllerde terk edilmesi iyi görülen şey.

mel’anet: Mel’un­luk, lâ­net­le­ne­cek dav­ra­nış.

meleke: Bir işi uzun süre tekrarlayarak elde edilen el alışkanlığı ve ustalık, yatkınlık, kâbiliyet.

melekût: 1. Saltanat, hükümdarlık, padişahlık. 2. Melekler ve ruhlar âlemi. 3. Melekler ve ruhlar, semâvî şeyler.

men etmek: Mânî olmak, önlemek, vermemek, bir şeyin yapılmasını engellemek, yasaklamak.

menfî: 1. Olum­suz, müs­be­tin zıd­dı. 2. Nef­yo­lun­muş, sü­rül­müş, sür­gün edil­miş. 3. Ne­ga­tif.

mesâbe: Değer, hüküm, derece, mertebe, misil.

mesrûr: Se­vinç­li, mem­nun, şen.

mesâbe: Değer, hüküm, derece, mertebe, misil.

mes’ûliyet: Mes’ûl, sorumlu olma, sorumluluk.

metâ: Mal, ser­vet, ti­câ­rî de­ğe­ri bu­lu­nan var­lık.

mevzû: 1. Vaz’olunmuş, konulmuş, yerleştirilmiş. 2. Ele alınan, üzerinde durulan konu. 3. Uydurma, düzme, sahih olmayan.

meyl: 1. Bir tarafa doğru eğilme, sarkma, eğim. 2. Sevgi, muhabbet. 3. Rağbet, îtibar. 4. Taraftarlık.

mîkat: 1. Bir iş için tâyin edilen vakit, zaman veya yer. 2. Mekke yolu üzerinde hacıların ihrâma girdikleri yer.

min­vâl: Tarz, yol, sû­ret, şe­kil.

mîzan: 1. Terâzi. 2. Ölçü âleti. 3. Tartı âleti. 4. Âhirette günah ve sevabların, iyilik ve kötülüklerin ölçüleceği terazi, mânevî ölçü aleti.

muâmelât: Muâmeleler, davranışlar; iş, alışveriş vs. sûretiyle yaşanan her türlü beşerî münâsebet.

mukâbele: Kar­şı­lık, ce­vap.

muktezâ: 1. İk­ti­zâ eden şey­ler, ge­re­ken­ler. 2. So­nuç­lar.

mülâhaza: 1. Dikkatle ve teferruatıyla düşünme. 2. Dikkatle bakma.

münâdî: Nidâ eden, bağıran, bağırmak sûretiyle duyurmaya çalışan, tellâl.

musâfaha: Karşılıklı olarak elleri iç içe almak sûretiyle yapılan selâmlaşma, el ele tutuşma.

musâlaha: Sulh, barış anlaşması.

mübah: İş­len­me­sin­de gü­nah ve­ya se­vap ol­ma­yan.

mübtelâ: 1. Düş­kün, tu­tul­muş. 2. Âşık.

mücâhede: 1. Mü­câ­de­le, ça­ba, gay­ret. 2. Ki­şi­nin nef­sin is­te­me­dik­le­ri­ni yap­mak sû­re­tiy­le ken­di­ni ter­bi­ye et­me­si, nefs ile sa­vaş­ma.

müflis: 1. İflâs etmiş, bütün varını yoğunu elinden çıkarmış, borcunu ödeme gücünü kaybetmiş. 2. Parasız, züğürt.

müfreze: 1. Müstakil vazife yapmak üzere ordudan ayrılmış askerî birlik. 2. Küçük askerî birlik.

mühim: Ehemmiyetli, önemli, lâzım, azîm, büyük, ağır.

mükerrem: Tek­rîm edil­miş, hür­met gö­ren, ik­râm edil­miş.

münâdî: 1. Nidâ eden, bağıran, bağırmak sûretiyle duyurmaya çalışan, tellâl. 2. Müezzin.

münhasır: 1. Hasredil­miş, ay­rıl­mış, bir şe­ye ve­ya bir kim­se­ye mah­sus. 2. Ku­şa­tıl­mış. 3. Sı­nır­lı. mün­ha­sı­ran: 1. Hasredi­le­rek, ay­rı­la­rak, husûsan. 2. Sı­nır­lan­mış ola­rak, sı­nır­lı bir şe­kil­de.

mürüvvet: Er­lik, kah­ra­man­lık, yi­ğit­lik, insâniyet, adam­lık, cö­mert­lik.

müsâmaha: Göz yum­ma, hoş gör­me, al­dır­ma­ma, ih­mâl.

müstakbel: Gelecek zaman, gelecekte olacak bulunan.

müstefîd: İstifade eden, fayda elde eden, kazanan.

müstehab: 1. Sevilen, hoşa giden şey. 2. Yapılması dinen emredilmediği hâlde şer’an, makbul sayılan şeyler. İşleyen sevap kazanır, işlemeyen günâha girmez.

müşâhede: 1. Bir şeyi gözle görme. 2. Mânevî seyir.

müşkil: 1. Güç, zor, çetin. 2. Güçlük, zorluk, engel.

müteessir: 1. Hislerine dokunulmuş, üzülmüş; üzüntülü, kederli, mahzun. 2. Tesir almış.

mütekebbir: Kibirlenen, mağrur.

mütemâdiyen: Devamlı, sürekli olarak, arkası kesilmeyerek.

mütevekkil: Tevekkül eden, yapması gerekenleri yaptıktan sonra işini Allâh’a havâle eden, Allâh’a güvenen.

müttakî: 1. Sakınan, çekinen. 2. Allâh’tan korktuğu ve O’nu sevdiği için günahlardan uzak duran.

müyesser: 1. Ko­lay olan, ko­lay­lık­la ger­çek­le­şen. 2. Na­sîb olan. 3. Ko­lay­laş­tı­rıl­mış.

 

-N-

nâil: Emeline erişen, gâyesine ulaşan, başaran, muvaffak olan, yetişen, erişen.

nâme: Mektup, yazı, resmî mektup veya yazı.

nazargâh-ı ilâhî: Cenâb-ı Hakk’ın nazar kıldığı yer.

nazariyat: Görüşler, düşünüşler, teoriler.

nâ­zil: 1. Nü­zûl eden, yu­ka­rı­dan aşa­ğı doğ­ru ha­re­ket eden, inen. 2. Bir yer­de ko­nak­la­yan, misâ­fir olan.

necâset: 1. Pislik, kirlilik, murdarlık. 2. İnsan veya hayvan pisliği.

necis: Pis, temiz olmayan, murdar.

ne­dâ­met: Piş­man­lık.

nefs: 1. Kendi, öz, can, ruh. 2. Benlik. 3. Kötü istek, kötülüğe meyil, insanın kötülüğe meyilli tarafı; insandaki maddî, beşerî ve hayvanî şeylere meyil. 4. Asıl, cevher.

nefsâniyet: Kin, garez, husûmet, gizli düşmanlık ve nefsin hevâ ve hevesleri.nefh: Üfür­me, bo­ru ve­sâ­ire­yi üf­le­me.

nehy: 1. Ya­sak et­me. 2. Di­nen ya­sak olan şey­ler­den me­net­mek.

ne­seb: Soy.

nezih: 1. Temiz. 2. Güzel, kibar.

nişâne: Eser, alâmet, emâre, iz, belirti.

numûne-i imtisâl: Misâl getirilecek, tâbî olunacak örnek.

nusret: 1. Yardım. 2. İlâhî yardım. 3. Üstünlük, zafer, muzafferiyet, galebe.

nübüvvet: Nebîlik, risâlet, peygamberlik.

nüzûl: Yukardan aşağıya inme.

 

-P-

 

pervâne: Işık etrâfında dönen küçük gece kelebeği.

perverde: Beslenmiş, terbiye ile yetiştirilmiş, büyütülmüş.

pey­dâ: Bel­li, açık, mey­dan­da, za­hi­rî, âşi­kâr.

 

-R-

 

(r.a): ra­dı­yal­lâ­hu anh: Al­lâh on­dan râ­zı ol­sun! ra­dı­yal­lâ­hu an­hâ: Ay­nı du­anın ha­nım­lar için söy­le­ni­len şek­li.

rakîk: 1. Çok in­ce, yuf­ka, nâ­zik, nâ­rin. 2. Yu­mu­şak kalp­li, yuf­ka yü­rek­li, his­li.

râm olmak: 1. İtâ­at et­mek, bo­yun eğ­mek, ken­di­ni baş­ka­sı­nın em­ri­ne bı­rak­ma. 2. Ku­lun bü­tün var­lı­ğı­nı Al­lâh -cel­le ce­lâ­lü­hû-’ya bağ­la­ma­sı.

Rasûlü’s-Sekaleyn: İnsanlar ve cinlerden meydana gelen iki âlemin peygamberi.

râyiha: Ko­ku, gü­zel ko­ku.

rehâvet: Gev­şek­lik, atâ­let, uyu­şuk­luk, ih­mâl, gay­ret­siz­lik.

rencide: İncinmesine sebep olunmuş, gücendirilmiş, kalbi kırılmış; incinmiş.

revâ: Lâyık, münâsip, yerinde, yakışır, câiz, uygun.

riâyet: 1. Îti­bar, say­ma, say­gı, hür­met; gö­zet­me. 2. Ağır­la­ma, ik­ram. 3. Uy­gun dav­ra­nış.

ribâ: 1. Artış, fazlalık. 2. Fâiz.

rikkat: 1. İn­ce­lik, yuf­ka­lık. 2. Ne­zâ­ket. 3. İfâ­de­de in­ce­lik. 4. Mer­ha­met et­me. rikkat-i kalbiye: Gönül yufkalığı, gönül inceliği, merhamet.

risâlet: 1. Rasûllük, peygamberlik, nebîlik, elçilik. 2. Bir kimse veya tarafın sözünü, diğer tarafa tebliğ etme.

rivâyet: 1. Meydana gelen bir şeyi, bir haberi, sözü, bilgiyi nakletme. 2. Nakil ve rivâyet edilen şey.

riyâ: İkiyüzlülük, gösteriş, sahte davranış.

rûhânî: Rûhla, ilgili, mânevî, dinî, âhiretle ilgili.

rûhâniyet: 1. Rûha âit mânevî atmosfer, rûhu takviye eden mânevî hâller. 2. Ve­fât et­miş olan bir şah­si­ye­tin de­vâm eden mâ­ne­vî kuv­ve­ti.

 

-S-

sadaka-yı câriye: Sürekli hayra sebep olan sadaka (mektep, câmi, çeşme vb.).

sâik: 1. Sevk eden. 2. Hu­sû­sî se­bep. 3. Âmil.

(s.a.v): sal­lal­lâ­hu aley­hi ve se­lem: Al­lâh’ın sa­lât ve se­lâ­mı onun üze­ri­ne ol­sun!

salâh: 1. İyilik, iyileşme, düzelme. 2. İyi hâlli, fazîletli olma. 3. Barış içinde olma. 4. Âsâyiş.

salâhiyet: Bir şe­yi yap­ma­ya iz­ni ve hak­kı ol­ma, bir işi yap­ma ve­ya yap­ma­ma gü­cü­ne sâ­hip ol­ma, yet­ki.

sâlih: 1. Yarar, yakışır; elverişli, uygun. 2. Salâhiyeti bulunan, yetkili. 3. Dinin emir ve yasaklarına uyan, iyi ahlâk sahibi, müttakî.

sâlim: 1. Hasta veya sakat olmayan, sağlam, kusursuz. 2. Korkusuz, endişesiz, emin.

sarf: 1. Masraf etme, harcama. 2. Kullanma.

sekînet: 1. Sâ­kin ol­ma, sü­kû­net. 2. Hu­zur, gö­nül ra­hat­lı­ğı.

selâmet: 1. Dert, sıkıntı, kusur, noksanlık vb. şeylerden uzak ve emin olma. 2. Hayırlı son. 3. Kurtuluş, halâs. 4. Doğruluk, sâlimlik.

selef: 1. Bir hâl, yer veya işte daha evvel bulunmuş olan, eski. 2. Daha önce yaşamış olan kimse, ced, ata. 3. İlk örnek müslüman nesiller.

sıla-i rahim: Akrabayı ve yakınları ziyaret etme, hâl hatır sorma ve yardımda bulunma.

sırât-ı müstakîm: 1. Allâh -celle celâlühû-’ya ulaştıran dosdoğru yol. 2. Sırat köprüsü; üstünden geçip cennete gitmek üzere cehennemin üzerine kurulacak olan çok dar ve güç geçilir köprü.

suffe: Peygamber Efendimizin, mescidinin yanına fakir sahâbîlerin tâlim, terbiye ve barınmaları gâyesiyle yaptırdığı mekân.

suistimâl: Kötüye kullanma.

sû-i zan: Kötü zan, şüphe.

sulh: Barışma, barış.

süflî: 1. Aşa­ğı­da olan, aşa­ğı­lık. 2. Kö­tü ve pis kı­yâ­fet­li, hır­pâ­nî.

sükûn, sükûnet: 1. Durgunluk. 2. Rahat, huzur, âsâyiş. 3. Dinme, kesilme.

sürur: Se­vinç.

 

-Ş-

 

şahsiyet: Bir ferdin kendine has görünüş, duyuş, düşünüş ve davranışlarının tamamı.

şârih: Şerh eden, açıklayan.

şâyan: Uy­gun, mü­nâsip, ya­ra­şır, lâ­yık.

şecaat: Yiğitlik, cesurluk, korkusuzluk, kalb temizliği.

şefaat: 1. Araya girme, tavassut etme; aracı, ricâcı olma. 2. Ahirette Peygamber Efendimiz’in ve diğer İslâm büyüklerinin bazı mü’minlerin affı için Allah’a niyazda bulunması.

şiâr: 1. Ni­şan, eser, işâ­ret, alâ­met. 2. Alâ­met-i fâ­ri­ka.

şümûl: İçi­ne al­ma, kap­la­ma.

 

-T-

 

tâbiî: 1. Birinin arkası sıra giden, ona uyan.

tâbiîn: Peygamber Efendimiz’i görmüş olanları görüp, kendilerinden hadis dinlemiş olanlar.

tâbî olmak: İtaat etmek, bağlanmak, başka bir şeyin veya kimsenin tesiri altında kalmak, onun belirlediği sınır ve şartlara uymak.

tahsil: 1. Elde etme, ürün sağlama, kazanma. 2. Gelir toplama, alacak alma. 3. Bilgi edinme, öğrenme.

tahsîs: 1. Has kılma, ayırma. 2. Aylık bağlama.

taklit: Başkasının re’yi ile amel etmek. Benzemeye veya benzetmeye çalışmak.

takrîrî (sünnet): Peygamber Efendimiz’in, ümmetinden görüp işittiği bir işe karşı çıkmaması ve onu kabul etmesidir.

takvâ: Al­lâh’tan kork­ma, Al­lâh kor­ku­suy­la dî­nin ya­sak­la­rın­dan ka­çın­ma.

talâkat: 1. Dil açıklığı, düzgün sözlülük. 2. Güleryüzlülük.

tâlim: 1. Bir işi öğ­ren­mek ve­ya alış­mak için ya­pı­lan ça­lış­ma, meşk. 2. Ye­tiş­tir­me, öğ­re­tim.

târiz: Üstü kapalı, kinâye yollu söyleme, söz dokundurma.

ta­sad­duk: Sadaka verme.

tashih: Yanlışı giderme, yanlışın yerine doğrusunu koyma, düzeltme.

tasvîb etme: Doğ­ru bul­ma, uy­gun gör­me.

tasvir: 1. Yazıyla veya başka ifâde tarzlarıyla anlatma. 2. Resmini yapma.

tâzîm: Hür­met, say­gı, yü­celt­me.

tâziye: 1. Felâketli hâllerde, üzüntüyü azaltacak sözler söyleme. 2. Yakını ölen kimseye tesellî sözleri söyleme, başsağlığı dileme.

teberrük: Bereket umma, mübârek görme, uğurlu sayma.

tebliğ: 1. Ulaş­tır­ma. 2. Bir dî­ni baş­ka­la­rı­na an­lat­ma ve böy­le­ce onun ya­yıl­ma­sı­na ça­lış­ma; teb­lîğât: Teb­liğ­ler.

tecellî: 1. Gö­rün­me, be­lir­me. 2. Ka­der, tâ­lih. 3. Al­lâh’ın lûtfu­na nâ­il ol­ma.

tedâî: Çağrışım.

tedkik: İnceleme, araştırma. tedkîkat: Tetkikler.

tedrîcen: De­re­ce de­re­ce, ya­vaş ya­vaş.

teennî: Acele etmeden, ihtiyatlı, düşünceli ve yavaş hareket etme, temkinli davranma.

tef­ri­t: Aşı­rı de­re­ce ih­mâl ve gev­şek­lik gös­ter­me.

te­kâ­mül: Ba­sa­mak ba­sa­mak mey­da­na ge­len de­ğiş­me, şe­kil de­ğiş­tir­me ve ge­liş­me, ke­mâ­le er­me, ol­gun­laş­ma.

tekbîr: Yüceltme, “Allâhu Ekber” diyerek Allâh’ı ululama.

tekerrür: Yine olma, tekrarlama.

tekfin: Kefen sarma, kefenleme.

tekzîb: Ya­lan ol­du­ğu­nu îlân et­me, ya­lan­la­ma.

telakkî: 1. Kabul etme, alma. 2. An­la­yış, gö­rüş. 3. Şah­sî an­la­yış, şah­sî gö­rüş.

te’lîf: 1. Uz­laş­tır­ma, bağ­daş­tır­ma; alış­tır­ma. 2. Eser yaz­ma, top­la­ma, dü­zen­le­me.

telkin: 1. Fik­ri­ni ka­bûl et­tir­me, aşı­la­ma. 2. Öl­mek üze­re olan kimse­nin ba­şın­da ke­li­me-i şe­hâ­det ge­ti­rip tek­rar­la­ma­sı­nı sağ­la­ma­ya ça­lış­ma.

temâyül: 1. Bir ta­ra­fa doğ­ru eğil­me, mey­let­me. 2. Bir kim­se ve­ya şe­ye ta­raf­tar ol­ma, il­gi duy­ma.

tenâkuz: İki sö­zün bir­bi­ri­ne uy­ma­ma­sı, bir­bi­ri­nin zıd­dı ol­ma­sı, çe­liş­ki.

tenezzül: 1. Al­çak­ gö­nül­lü­lük gös­ter­me. 2. İn­me, al­çal­ma.

tenzîhen mekruh: Helâle daha yakın mekruh.

terakkî: 1. Art­ma, iler­le­me, yük­sel­me. 2. Da­ha iyi hâ­le gel­me.

ter­vîc: 1. Re­vaç ver­me, de­ğe­ri­ni ar­tır­ma. 2. Des­tek­le­me, tut­ma.

teselsül: Ard ar­da gel­me, bir­bi­ri­ni tâ­kib et­me, zin­cir­le­me.

teshîr: Büyüleme, cezbetme. 2. Kendine bağlama.

tes­kîn: Sâ­kin­leş­tir­me, ya­tış­tır­ma, dur­dur­ma.

teşbih: Ben­zet­me, kı­yas­la­ma.

teşekkül: 1. Şekillenme, oluşma. 2. Kurulma. 3. Teşkilât, kuruluş.

teşkil: Şekillendirme, meydana getirme, yapma.

teşne: 1. Su­suz, su­sa­mış. 2. Ar­zu­lu, is­tek­li, he­ves­li.

teşrif: 1. Şeref verme, şereflendirme. 2. (Büyük, mühim birisi bir yere) gitme, gelme.

tevâzû: Alçak gönüllülük, gösterişsizlik, büyüklenmeme.

tevekkül: 1. Vekîl kılma, başkasına havâle etme. 2. Allâh -celle celâlühû-’ya güvenme, gücünün yetmediği yerde Allâh -celle celâlühû-’dan bekleme.

tevzî: 1. Da­ğıt­ma. 2. Her­ke­se pa­yı­na dü­şe­ni da­ğıt­ma, üleş­tir­me.

tezâhür: 1. Zu­hûr et­me, mey­da­na çık­ma, be­lir­me, gö­rün­me, gö­zük­me. 2. Be­lir­ti.

tezkiye: Nef­si, her tür­lü kö­tü sı­fat­lar­dan ve men­fî te­mâ­yül­ler­den te­miz­le­me, ak­la­ma ve gü­zel ah­lâk ile tez­yîn et­me.

tezyin: Zî­net­len­dir­me, süs­le­me.

 

-U Ü-

 

ucub: Ken­di­ni be­ğen­miş­lik, ki­bir ve gu­ru­ra ka­pıl­ma.

uhrevî: Âhirete âit, âhiretle alâkalı.

ulvî: Yüksek, yüce.

umûm: 1. Hep, bütün. 2. Herkese âit olma. 3. Herkes, bütün halk, bütün insanlar.

ülfet: 1. Alış­ma. 2. Dost­luk, ar­ka­daş­lık, âşi­nâ­lık, iyi ge­çin­me.

üsve-i hasene: İmtisâl nümûnesi, en güzel örnek şahsiyet Hazret-i Muhammed (s.a.v).

 

-V-

 

vâcib: 1. Dînî (şer’î) bakımdan terki uygun olmayan, ehemmiyet bakımından farzdan sonra gelen. 2. Çok lüzumlu, bırakılması mümkün olmayan, zarûrî.

vasıf: 1. Bir kimse veya şeyi başkalarından ayıran kendine has hâl, nitelik, husûsiyet. 2. Bir şeyin mâhiyeti, sıfatı, tabiatı, karakteri ile bunların tarif ve sayılması.

vebâl: 1. Sonunda cezâ ve azap olan fiil, günah, sorumluluk. 2. Kötü âkıbet.

velî: 1. Çocuğun bakımı ve idaresi üzerinde olan, hâl ve hareketinden sorumlu bulunan kimse. 2. Dost, yakın. 3. Allâh’ın sevgili kulu, ermiş, evliyâ.

vukû: Olma, meydana gelme, ortaya çıkma.

vus­lat: Bir şe­ye ulaş­ma, ka­vuş­ma, vi­sâl, sevgiliye kavuşma, Sevgililer Sevgilisi Allâh’a kavuşma.

 

-Y-

yâd: Anma, hatırlama, zikretme.

yeis/ye’s: Ümit­siz­lik, ka­ram­sar­lık.

yen: Elbisede kol ağzı.

 

-Z-

 

zaaf: 1. Zayıflık, dermansızlık, za’f. 2. İrâde zayıflığı. 3. Düşkünlük. za’fiyet: 1. Zayıflık. 2. Dermansızlık.

zâhirî: 1. Gö­rü­nen, mey­dan­da olan, bel­li, açık, âşi­kâ­re. 2. Dış gö­rü­nüş.

zâhid: Zühd sahibi, şüpheli şeyleri ve helallerin bir kısmını dahi terk ederek günahlardan kaçan, dünyaya hak ettiğinden fazla değer vermeyen kimse.

zevâl: Yok olma, ölme, ölüm, alçalma, iyi hâlden kötü hâle düşme, düşkünlük.

zillet: 1. Hor ve hakir olma, alçalma. 2. Alçaklık.

zühd: Dünyaya, maddeye ve menfaate hak ettiğinden fazla değer vermeme, rağbet etmeme, kanaatkâr olma, her türlü dünyevî ve nefsânî zevke karşı koyarak kendini ibâdete verme.