A. İSLÂM OL FELÂH BUL

١. عَنْ طَلْحَةَ بْنِ عُبَيْدِ اللّٰهِ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ يَقُولُ: جَاءَ رَجُلٌ إِلَى رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنْ أَهْلِ نَجْدٍ ثَائِرَ الرَّأْسِ، نَسْمَعُ دَوِيَّ صَوْتِهِ وَلاَ نَفْقَهُ مَا يَقُولُ، حَتَّى دَنَا، فَإِذَا هُوَ يَسْأَلُ عَنِ الْإِسْلاَمِ، فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:

«خَمْسُ صَلَوَاتٍ فِي اليَوْمِ وَاللَّيْلَةِ». فَقَالَ: «هَلْ عَلَيَّ غَيْرُهَا؟» قَالَ:

«لاَ، إِلَّا أَنْ تَطَّوَّعَ». قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:

«وَصِيَامُ رَمَضَانَ». قَالَ: «هَلْ عَلَيَّ غَيْرُهُ؟» قَالَ:

«لاَ، إِلَّا أَنْ تَطَّوَّعَ». قَالَ: وَذَكَرَ لَهُ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ الزَّكَاةَ، قَالَ: «هَلْ عَلَيَّ غَيْرُهَا؟» قَالَ:

«لاَ، إِلَّا أَنْ تَطَّوَّعَ». قَالَ: فَأَدْبَرَ الرَّجُلُ وَهُوَ يَقُولُ: «وَاللّٰهِ لاَ أَزِيدُ عَلَى هٰذَا وَلاَ أَنْقُصُ»، قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:

«أَفْلَحَ إِنْ صَدَقَ»

1. Talha bin Ubeydullah (r.a) şöyle buyurur:

“Necid ahâlîsinden saçı başı darmadağın (fakîr) bir kişi Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in huzûr-u âlîlerine geldi. Uzaktan sesini karmakarışık duyuyor fakat ne söylediğini anlayamıyorduk. Nihâyet yaklaştı. Meğer İslâm’ın ne olduğunu soruyormuş. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) ona cevâben:

«‒Bir gün bir gece içinde beş vakit namaz!» buyurdular.

Adamcağız:

«‒Bunlardan başka kılmam gereken namaz var mı?» diye sordu.

Efendimiz (s.a.v):

«‒Hayır, ancak nâfile namazlar kılmak istersen o başka!» buyurdular.

Ondan sonra Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz:

«‒Bir de Ramazan orucu.» buyurdular.

Adamcağız yine:

«‒Bundan başka tutmam gereken oruç var mı?» diye sordu.

Efendimiz (s.a.v):

«‒Hayır, ancak nâfile olarak tutmak istersen o başka!» buyurdular.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) ona zekâtı da zikrettiler.

Adamcağız yine:

«‒Bundan başka vermem gereken birşey var mı?» diye sordu.

Efendimiz (s.a.v):

«‒Hayır, ancak nâfile sadaka ve infaklarda bulunmak istersen o başka!» buyurdular.

Bundan sonra o sahâbî dönüp gitti. Giderken:

«‒Vallâhi bundan ne fazla ne de eksik yaparım!» diyordu.

Onun bu sözünü işiten Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):

«‒Eğer sözüne sâdık kalırsa felâha erdi!» buyurdular. (Buhârî, Îmân, 34)

 

٢. عَنِ الْبَرَاءِ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ يَقُولُ: أَتَى النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ رَجُلٌ مُقَنَّعٌ بِالْحَدِيدِ فَقَالَ: «يَا رَسُولَ اللّٰهِ أُقَاتِلُ وَأُسْلِمُ؟» قَالَ:

«أَسْلِمْ ثُمَّ قَاتِلْ» فَأَسْلَمَ ثُمَّ قَاتَلَ فَقُتِلَ. فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:

«عَمِلَ قَلِيلًا وَأُجِرَ كَثِيرًا».

2. Berâ (r.a) şöyle demiştir:

(Uhud Gazvesi’nde) Peygamber Efendimiz’in yanına yüzü demir zırh ile kaplı bir şahıs geldi ve:

“–Yâ Rasûlallah! Şimdi hemen harbe katılsam da savaş bittikten sonra İslâm’a girsem olur mu?” diye sordu.

Rasûlullah (s.a.v):

“–Önce müslüman ol, sonra harb et!” buyurdu.

O zât müslüman oldu, sonra savaştı ve şehîd edildi.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):

“–Az çalıştı ancak çok kazandı” buyurdu. (Buhârî, Cihâd, 13; Ahmed, IV, 293)

٣. عَنِ ابْنِ عُمَرَ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمَا قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:

«بُنِيَ الْإِسْلَامُ عَلَى خَمْسٍ: شَهَادَةِ أَنْ لَا إِلٰهَ إلَّا اللّٰهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ وَإِقَامِ الصَّلَاةِ وَإِيتَاءِ الزَّكَاةِ وَالْحَجِّ وَصَوْمِ رَمَضَانَ».

3. İbn-i Ömer (r.a)’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“İslâm beş esas üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.v)’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve Ramazan orucunu tutmak.” (Buhârî, Îmân, 2; Tefsîr, 2/30; Müslim, Îmân, 19-22)

٤. عَنْ عَبْدِ اللّٰهِ بْنِ عَمْرِو بْنِ الْعَاصِ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ:

«قَدْ أَفْلَحَ مَنْ أَسْلَمَ وَرُزِقَ كَفَافًا وَقَنَّعَهُ اللّٰهُ بِمَا آتَاهُ».

4. Abdullah bin Amr bin Âs’dan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Müslüman olan, kendisine yeterli rızık verilen ve Allah’ın lûtfettiği nimetlere kanaat eden kimse felâha ermiştir.” (Müslim, Zekât, 125. Ayrıca bkz. Tirmizî, Zühd, 35/2348)

Açıklamalar:

İmtihan edilmek üzere dünyaya gönderilen insanoğlunun en mühim ihtiyacı, ebedî hayatta selâmete ermek ve felâh bulmaktır. Dolayısıyla bu imtihan dünyasında onun bütün gâyesi, rûhânî hayatı yücelterek dünyada huzûra, âhirette de ebedî saâdete kavuşmak olmalıdır. Ancak insanoğlunun, aklını ve imkânlarını kullanarak âhiret selâmetine kavuşması, nefis engeli ve şeytanın aldatmaları sebebiyle oldukça zordur. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, kullarına lûtufta bulunarak peygamberler ve kitaplar göndermiştir. İnsanoğlu ancak bu ilâhî rehberlerin nurlu irşatlarını takip ederek felâha erişebilir.

Beşeriyetin muhtaç olduğu hakîkî felâh ise, son nefesi iman ile verebilmek ve cehennemden kurtulup cennete girebilmektir. Yani Allah’ın rızâsını kazanarak ebedî saâdete nâil olmaktır. Bu da ancak kelime-i şehâdet getirip İslâm dâiresine girmek, sonra da Kitap ve Sünnet muhtevâsında nezih bir hayat yaşamakla mümkündür. Çünkü; “Bütün işlerin başı İslâm’dır.”[1] Peygamber Efendimiz, bunun için her türlü sıkıntı, meşakkat ve çile çemberinden geçerek insanları hidâyete dâvet etmiştir. Bütün dünyanın kurtuluşa erebilmesi için hükümdarlara:

“İslâm ol, kurtul” şeklindeki teblîğâtlarla elçiler göndermiştir.[2]

Kavim ve kabîlelere de aynı şekilde hitâb buyurmuştur:

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle nakleder:

“Biz Mescid’de bulundu­ğumuz bir esnâda Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) yanımıza çıkageldi ve:

«‒Haydi, yürüyün, yahûdilerin yanına gidelim!» buyurdu.[3]

Bunun üzerine O’nunla birlikte oradan çıkıp Beytü’l-Midrâs’a[4] vardık.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) ayağa kalkıp onlara:

«‒Ey Yahûdî topluluğu! Müslüman olun selâmete erin!» diye nidâ buyurdu. Onlar:

«‒Tebliğ ettin ey Ebü’l-Kâsım!» dediler.

Allah Rasûlü (s.a.v):

«‒Ben de zâten sizin bu şâhitliğinizi istiyordum! Müslüman olun selâmete erin!» buyurdu. Onlar yine:

«‒Tebliğ ettin ey Ebü’l-Kâsım!» dediler.

Allah Rasûlü (s.a.v) onlara:

«‒Ben de zâten sizin bu şâhitliğinizi istiyordum!» buyurdu ve üçüncü kez aynı şekilde nidâ etti. Sonra da şöyle buyurdu:

«‒Şunu iyi bilin ki, yeryüzü ancak Allah’a ve Rasûlü’ne âiddir. Ben sizi bu topraklardan çıkarıp sürmek istiyorum. Kimin yanında taşıyamayacağı bir malı varsa onu satsın! Aksi takdirde iyi bilin ki yeryüzü ancak Allah’a ve Rasûlü’ne âiddir!».” (Buhârî, İʻtisâm, 18, İkrâh, 2, Cizye, 6; Müslim, Cihâd, 61)

Mersed bin Zabyân (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den bize bir mektup geldi. Onu bize okuyuverecek bir kâtip bulamadık. Sonunda Benî Dubeyʻa kabilesinden bir kişi onu okudu. Şöyle buyuruyordu:

«Allah’ın Rasûlü’nden (s.a.v) Bekir bin Vâil’e… Müslüman olun selâmet bulun!».” (Ahmed, V, 68; İbn-i Hibbân, Sahîh, XIV, 500/6558)

İslâm’a girmek, kurtulmanın temel şartı olduğundan, Rasûlullah (s.a.v), her bir insanın müslüman olmasını, büyük bir iştiyakla arzular ve bir tek kişinin hidâyeti sebebiyle de son derece sevinirdi. Meselâ, onu hiçbir şey, Hz. Ebû Bekir’in müslüman oluşu kadar mesrûr etmemişti. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 80)

Yine Ebû Zer,[5] Hâlid bin Zeyd,[6] Hubeyb bin Yesâf[7] ve Reyhâne bint-i Amr[8] gibi Allah’ın her bir kulu İslâm’a girip felâh bulduğunda, Peygamber Efendimiz’in yüzünde büyük bir sevinç, beşâret ve tebessüm görülmüştü.

Adiy bin Hâtim (r.a), Efendimiz’in bu mutluluğunu:

“Müslüman olduğum zaman Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yüzünün büyük bir sevinçle parladığını gördüm” şeklinde ifade etmiştir. (Ahmed, IV, 378)

İslâm’a girmenin ehemmiyetine binâen Rasûlullah (s.a.v), savaşın en zor ânında bütün techîzâtıyla gelen kişiye, her şeyden evvel müslüman olmasını emretmiştir. Çünkü yapılan amellerin bir kıymet ifade ederek Allah katında makbûl olabilmesi için, kişinin müslüman olması lâzımdır. Aksi takdirde, yapılan işlerin âhirette bir faydası olmaz. İmansız yapılan iyiliklerin karşılığında ise, Cenâb-ı Hakk’ın adâlet ve merhameti îcâbı sadece bir takım dünya nimetleri verilir. (Müslim, Münâfıkîn 57; Heysemî, III, 111)

Allah katında makbul din İslâm’dır.[9] Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, kendisinden böyle bir din asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette hüsrâna uğrayacaktır.[10] Çünkü Allah Teâlâ, kulları için din olarak İslâm’ı seçmiştir.[11] Dolayısıyla insanların kurtuluşu ancak İslâm ile olacaktır.

Ömer (r.a), bir gün Hz. Talha’yı üzgün görmüştü. Sebebini sorduğunda, Talha (r.a):

“–Allah Rasûlü (s.a.v) bir gün şöyle buyurmuştu:

«Ben bir söz biliyorum, her kim ölürken onu söylerse mutlaka amel defteri için bir nûr olur ve cesedi ile rûhu da, ölüm esnâsında o kelime sebebiyle ilâhî rızâya, rahmete ve huzûra nâil olur.»

Ben bu sözün ne olduğunu soramadan Rasûlullah (s.a.v) vefat etti. İşte bu sebeple üzgünüm” dedi.

Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a):

“–Ben o sözü biliyorum. O, Hz. Peygamber’in, amcası (Ebû Tâlib’in) söylemesini istediği «Lâ ilâhe illallâh» cümlesidir. Rasûlullah (s.a.v), eğer amcası için bundan daha kurtarıcı bir söz bilseydi, muhakkak onu söylemesini isterdi” dedi. (İbn-i Mâce, Edeb, 54. Ayrıca bkz. Ahmed, I, 6)

Müslüman olmak, daha önceki hatâ ve günahları ortadan kaldırıp insanı tertemiz hâle getirir.[12] Bu sebeple ümmetine çok düşkün olan Rasûlullah (s.a.v), kelime-i tevhîd hatırına, en azılı düşmanlarını dahî affetmiş ve ashâbına da onların geçmişteki zâlimâne hâllerini hatırlatacak söz ve davranışlardan uzak durmalarını tembihlemiştir.[13] Kızı Hz. Zeyneb’i deveden düşürmek sûretiyle vefatına sebep olan Hebbâr bin Esved, sevgili amcası Hz. Hamza’yı şehîd eden Vahşî ve müslümanlara senelerce her türlü zulmü revâ gören Ebû Cehil’in oğlu İkrime (r.a), kelime-i şehâdetin hürmetine af kervanına katılanlardan sadece birkaçıdır.

Ancak sadece kelime-i şehâdetle yetinmek, tam bir kurtuluş için kâfî değildir. Yani İslâm’a girdikten sonra îfâ edilmesi gereken bazı mükellefiyetler de vardır. Bunlar da kısaca, Allah’ın emirlerine tâbî olmak ve yasaklarından sakınmaktır.

Nitekim Vehb bin Münebbih’e:

“–«Lâ ilâhe illallâh», cennetin anahtarı değil mi?” denilmişti.

O da:

“–Evet, öyledir, fakat her anahtarın mutlaka dişleri vardır. Dişleri olan anahtarı getirirsen kapı sana açılır, yoksa açılmaz” cevabını verdi. (Buhârî, Cenâiz, 1)

Yani, din bir bütündür. Bu sebeple, tamamını kabûl ederek, bütün emirlerini hayatın her alanına intikâl ettirme zarûreti vardır. Ebû Bekir (r.a) halîfe olduğunda, zekât vermek istemeyenlere karşı harp ilân edeceğini bildirmişti. Bu, dînin korunması içindir. Yoksa, geriye bugünkü hristiyanlık gibi ibadet ve muâmelâttan koparılmış bir düşünce sistemi kalır ki, bu da hiçbir işe yaramaz. Dolayısıyla, tarihsellik gibi dini parçalayacak iddiâlar İslâm için düşünülemez. İslâm; îtikâd, ibadet, ahlâk ve muâmelâtıyla bir bütünlük arzeder.

Şimdi de iman anahtarının dişleri mesabesindeki bir kısım kaidelerden bahsedelim: Üçüncü hadisimiz, İslâm’ın üzerine binâ edildiği esasları haber vermektedir. Bunlar; şehadet, namaz, zekât, hac ve oruçtur. İslâm, bu beş şartın dışında da uyulması gereken emirler getirmiştir. Hz. Ömer’in şu rivâyeti, bunların bir kısmını veciz bir şekilde ortaya koymaktadır:

Peygamber Efendimiz’e vahiy geldiğinde, yüzünün yakınlarında arı uğultusu gibi bir ses işitilirdi. Bir gün yine ona vahiy gelmişti. Bir müddet bekledik, vahiy hâli geçtikten sonra Allah Rasûlü (s.a.v) kıbleye yöneldi ve ellerini kaldırıp:

Allah’ım, bize olan nimetlerini ve sayımızı artır, eksiltme; bize ikrâm et, zillete düşürme; bize ihsanda bulun, mahrum bırakma; bizi tercih et, başkalarını bize tercih etme; bizi râzı kıl ve bizden râzı ol!” diye dua etti. Sonra:

“−Bana on âyet indirildi. Kim bunlarla amel ederse cennete girer” buyurdu ve Mü’minûn Sûresi’nin ilk on âyetini okudu:

“Muhakkak ki mü’minler felâha ermişlerdir: Onlar namazlarında huşû içindedirler, boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler, (büyük bir gayretle) zekâtlarını verirler, iffetlerini muhâfaza ederler, ancak zevceleri ve sahip oldukları (câriyeleri) hâriç. (Bunlarla ilişkilerinden dolayı) kınanmazlar. Şu hâlde, kim bunun ötesine gitmek isterse, işte onlar haddi aşan kimselerdir.

Yine o (felâha eren mü’minler) emanetlerine ve ahidlerine riâyet ederler, namazlarını (şartlarına riâyetle ve devamlı kılmak sûretiyle) muhâfaza ederler. İşte onlar, ebediyyen kalacakları Firdevs cennetine vâris olanlardır.” (Tirmizî, Tefsir, 23/3173; Ahmed, I, 34; Hâkim, I, 717/1961)

Peygamber Efendimiz’in ahlâkı da zâten öz olarak bundan ibaretti. Nitekim bir grup insan Hz. Âişe vâlidemize gelip:

“–Ey Mü’minlerin Annesi! Rasûlullah’ın ahlâkı nasıldı?” diye sorduklarında, o:

“–Allah Rasûlü’nün ahlâkı Kur’ân idi” diye cevap verdi.

Sonra da içlerinden birine:

“–Mü’minûn Sûresi’ni okuyorsunuz değil mi? «Mü’minler felâha erdiler» âyetinden başla ve oku!” dedi.

Okuyan kişi onuncu âyete geldiğinde Hz. Âişe (r.a):

“–Peygamber Efendimiz’in ahlakı işte böyle idi” buyurdu. (Hâkim, II, 426/3481; Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 308)

Evet, Allah Rasûlü’nün ahlâkı Kur’ân idi. O hâlde, felâha ermek isteyen insanların, Kur’ân ve Sünnet’in bütün esaslarına tâbî olmaları îcâb etmektedir. Ahlâken yükselip mükerrem insan ve insan-ı kâmil olabilmenin yegane şartı, budur. Zira Katâde (r.a)’in dediği gibi:

“Kur’ân, insanların ulaşabileceği ahlâkın en güzelini getirmiştir.” (İbn-i Sa’d, I, 364)

Kurtuluşa erenlerin, Kur’ân ve Sünnet’te ifade edilen vasıflarından bir kısmı da şöyle sıralanabilir:

• Gayba iman edip namaz kılmak, kendilerine ihsan edilen nimetlerden infakta bulunmak, peygamberlere verilen kitaplara ve âhiret gününe kesinlikle iman etmek, (Bakara 2/2-5)

• İnsanları hayra çağırıp iyiliği tavsiye etmek ve kötülüklerden alıkoymak, (Âl-i İmrân 3/104)

• Faizden korunmak, (Âl-i İmrân 3/130)

• İçki, kumar, şirk, fal ve şans oyunları gibi şeytanî tuzaklardan uzak durmak, (Mâide 5/90)

• Zulüm ve haksızlıktan kaçınmak, (En’âm 6/21, 135; Yûsuf 12/ 23)

• Mal ve can ile Allah yolunda cihad etmek, (Tevbe 9/88)

• Allah’a karşı kulluk vazifelerini yerine getirip hayırlı işlere koşmak, (Hac 22/77)

• İffetli bir hayat yaşayarak günahlara tevbe etmek, (Nûr 24/ 31)

• Küfür ve mâsiyet gibi her türlü mânevî hastalıktan arınmak, (A’lâ 87/14; Şems 91/9)

• Hz. Peygamber’in yolundan gitmek, (Ahmed, II, 188)

• Fitnelerden uzak kalmak. (Ahmed, II, 441)

İşte bu şekilde şartlarına riâyet ederek İslâm’a giren, kendisine yetecek kadar rızık verilen ve büyük bir gönül zenginliği ile buna kanaat eden kimseler, felâha erer ve hem dünyada hem de âhirette huzurlu bir hayat yaşarlar.

Dördüncü hadisimiz, her şeyin başında İslâm’ın geldiğini, ondan hemen sonra da kifâyet miktarı helâl rızka ve buna râzı olan kanaatkâr bir gönle sahip olmak gerektiğini ifade etmektedir. Burada rızkın helâl olması, son derece ehemmiyet arzetmektedir. Çünkü dînî ve rûhânî hayat buna bağlıdır. Lokması helâl olmayan kimsenin ne ibadetleri ne de duaları kabûl edilir. O kimse ateşe daha lâyıktır. Yeteri kadar helâl rızık temin ettikten sonra buna kanaat edebilmek de son derece mühimdir. Bunları bir araya getiren kişi, kurtuluşa nâil olmuş demektir. Tamahkâr ve açgözlü davranarak, helâl haram demeden mal toplama hırsına kapılmak, dünyaya aldanıp ibadetleri ve âhiret hazırlığını ihmal etmek ise, bir insan için en büyük felâkettir. Böylelerinin kurtuluş ümîdi pek zayıftır. Derhâl intibâha gelip hadisimizde bahsedilen “felâha nâil olma” reçetesine sarılmaları îcâb eder.

İslâm’a girip Allah’ın emirlerine riâyet ederek yaşayan mü’minlerin, geriye bir tek mühim meselesi kalmaktadır. O da imanla ölebilmektir. Nitekim Rasûlullah (s.a.v):

“Ameller neticelerine göre değerlendirilir” buyurmuştur. (Buhârî, Rikâk, 33)

Hz. Ali (r.a) de:

“Nîmetin tamamına erişmek, İslâm üzere ölmektir” demiştir. (Beydâvî, I, 201, [Bakara 2/150 tefsîrinde])

Bu sebeple Cenâb-ı Hakk’ın;

“Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır bir takvâ ile korkun ve ancak müslüman olarak can verin!”[14] emrine imtisâlen imanla ölebilmek için dua ve gayret etmek gerekir. Zira insanın son nefesteki hâli meçhul olduğundan müslümanlar hep korku ile ümit arasında yaşamış ve Allah’tan hüsn-i hâtime istemişlerdir. Meselâ, Hz. Mûsâ’nın mûcizesi neticesinde iman eden sihirbazlar, Firavun’un işkenceleri altında:

“Yâ Rabbî! Üzerimize sabır yağdır ve canımızı müslüman olarak al!”[15] diye dua etmişlerdir.

Yûsuf (a.s) da:

(Allah’ım!) Cânımı müslüman olarak al ve beni sâlihler zümresine ilhâk eyle!”[16] diye niyâzda bulunmuştur.

Bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlere verdiği güzel örneklerdir. Bize düşen de, İslâm üzere yaşayıp imanla ölerek felâha ermektir. Bu gayeye ulaşma hususunda bizlere yol gösteren ilâhî beyanlardan bir kısmı şöyledir:

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dînine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı sâbit kılar, kaydırmaz.” (Muhammed 47/7)

“Onlar Kur’ân üzerinde tefekkür etmiyorlar mı? Hayır bilâkis kalplerinin üzerinde üst üste kilitler var!” (Muhammed 47/24)

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin de amellerinizi boşa çıkarmayın!” (Muhammed 47/33)



[1] Tirmizî, Îmân, 8/2616; İbn-i Mâce, Fiten, 12; Ahmed, V, 231, 236, 237.

[2] Bkz. Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 2; Cihâd, 102; Cizye, 6; İkrâh, 2; İ’tisam, 18; Müslim, Cihâd, 74.

[3] Burada bahsedilen yahûdiler; Kaynuka, Kurayza ve Nadîr Oğulları’nın sürülmesinden sonra geriye kalanlardır. Çünkü bunların sürülmesi, Ebû Hüreyre’nin müslüman olmasından ön­cedir. (İbn-i Hacer, Fethü’l-Bârî, VI, 271)

[4] Yahûdi âlimlerinin bulunduğu ve Tevrat okuttukları yer.

[5] Hâkim, Müstedrek, III, 385/5459.

[6] İbn-i Kesîr, Bidâye, III, 83.

[7] Vâkıdî, Meğâzî, I, 47.

[8] İbn-i Kesîr, Bidâye, IV, 128.

[9] Âl-i İmrân 3/19.

[10] Âl-i İmrân 3/85.

[11] Mâide 5/3.

[12] Bkz. Enfâl 8/38; Müslim, Îmân, 192; Ahmed, II, 204; İbn-i Sa’d, I, 299.

[13] Vâkıdî, II, 857-858.

[14] Âl-i İmrân 3/102.

[15] A’râf 7/126.

[16] Yûsuf 12/101.