١٠١. عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:
«كُلُّ أَمْرٍ ذِي بَالٍ لَا يُبْدَأُ فِيهِ بِالْحَمْدِ أَقْطَعُ».
101. Ebû Hüreyre (r.a)’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Allah’a hamdederek başlanmayan her mühim iş bereketsiz olur.” (İbn-i Mâce, Nikâh, 19. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 18/4840)
١٠٢. عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:
«إِنَّ اللّٰهَ لَيَرْضَى عَنِ الْعَبْدِ أَنْ يَأْكُلَ اْلاَكْلَةَ فَيَحْمَدَهُ عَلَيْهَا أَوْ يَشْرَبَ الشَّرْبَةَ فَيَحْمَدَهُ عَلَيْهَا».
102. Enes bin Mâlik (r.a) der ki: Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ, kulun yemek yedikten veya bir şey içtikten sonra, bunlar sebebiyle hamd etmesinden râzı olur.” (Müslim, Zikir, 89. Ayrıca bk, Tirmizî, Et’ime, 18/1816)
١٠٣. عَنْ أَبِي مُوسَى الْأَشْعَرِيِّ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ:
«إِذَا مَاتَ وَلَدُ الْعَبْدِ قَالَ اللّٰهُ لِمَلَائِكَتِهِ: قَبَضْتُم وَلَدَ عَبْدِي فَيَقُولُونَ: نَعَمْ فَيَقُولُ: قَبَضْتُمْ ثَمَرَةَ فُؤَادِهِ فَيَقُولُونَ: نَعَمْ فَيَقُولُ: مَاذَا قَالَ عَبْدِي فَيَقُولُونَ: حَمِدَكَ وَاسْتَرْجَعَ فَيَقُولُ اللّٰهُ: ابْنُوا لِعَبْدِي بَيْتًا فِي الْجَنَّةِ وَسَمُّوهُ بَيْتَ الْحَمْدِ».
103. Ebû Mûsâ el-Eş’arî (r.a)’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Bir kulun çocuğu öldüğü zaman Allah Teâlâ meleklerine:
«–Kulumun çocuğunun ruhunu mu aldınız?» buyurur.
Melekler:
«–Evet» derler.
Allah Teâlâ:
«–Kulumun gönül meyvesini (ciğerpâresini) mi kopardınız?» buyurur.
Melekler:
«–Evet» derler.
Allah Teâlâ:
«–Peki, kulum ne dedi?» buyurur.
Melekler:
«–Sana hamd etti ve “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn/biz Allah’a âidiz ve O’na döneceğiz” diye istircâda[1] bulundu» derler.
Bunun üzerine Allah Teâlâ:
«–O hâlde kulum için cennette bir ev yapın ve adını da “Hamd Evi” koyun!» buyurur.” (Tirmizî, Cenâiz, 36/1021)
١٠٤. عَنْ جَابِرِ بْنِ عَبْدِ اللّٰهِ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمَا يَقُولُ: سَمِعْتُ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ:
«أَفْضَلُ الذِّكْرِ لَا إِلٰهَ إلَّا اللّٰهُ وَأَفْضَلُ الدُّعَاءِ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ».
104. Câbir bin Abdullah (r.a) der ki: Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i şöyle buyururken işittim:
“En faziletli zikir «Lâ ilâhe illallah», en faziletli dua da «el-Hamdü lillâh»tır.” (Tirmizî, Deavât, 9/3383)
١٠٥. عَنْ عَائِشَةَ رَضِىَ اللّٰهُ عَنْهَا أَنَّ نَبِيَّ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَانَ يَقُومُ مِنَ اللَّيْلِ حَتَّى تَتَفَطَّرَ قَدَمَاهُ فَقَالَتْ عَائِشَةُ:
«لِمَ تَصْنَعُ هٰذَا يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَقَدْ غَفَرَ اللّٰهُ لَكَ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ؟» قَالَ:
«أَفَلاَ أُحِبُّ أَنْ أَكُونَ عَبْدًا شَكُورًا».
105. Hz. Âişe vâlidemizden rivâyet edildiğine göre Nebiyyullah (s.a.v), geceleri ayakları şişip çatlayıncaya kadar namaz kılardı.
Âişe (r.a):
“–Niçin böyle yapıyorsunuz (neden bu kadar meşakkate katlanıyorsunuz) ey Allah’ın Rasûlü? Oysa Allah sizin geçmiş ve gelecek hatalarınızı[2] bağışlamıştır” dedi.
Rasûlullah (s.a.v):
“–Çok şükreden bir kul olmayı istemeyeyim mi?” buyurdu. (Buhârî, Tefsîr, 48/2; Müslim, Münâfikîn, 81. Ayrıca bkz. Buhârî, Teheccüd, 6; Rikak, 20; Müslim, Münâfikîn, 79-80; Tirmizî, Salât, 187/412; Nesâî, Kıyâmü’l-leyl, 17/1642; İbn-i Mâce, İkâmet, 200)
١٠٦. عَنْ صُهَيْبٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:
«عَجَبًا لِأَمْرِ الْمُؤْمِنِ إِنَّ أَمْرَهُ كُلَّهُ خَيْرٌ وَلَيْسَ ذَاكَ لِأَحَدٍ إِلَّا لِلْمُؤْمِنِ إِنْ أَصَابَتْهُ سَرَّاءُ شَكَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ وَإِنْ أَصَابَتْهُ ضَرَّاءُ صَبَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ».
106. Suheyb bin Sinân (r.a) der ki: Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Mü’minin durumu gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böyle bir hususiyet sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayırdır. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayırdır.” (Müslim, Zühd, 64)
Açıklamalar:
Bir kimsenin lûtufkârlığını, iyiliğini ve hayırseverliğini dile getirmeye “hamd” denir.
Kişinin kendisine yapılan iyiliği bilip sahibine övgü ile mukâbelede bulunması ve bunu diğer insanlara duyurmasına da “şükür” denir. Dolayısıyla hamd, şükürden daha geniş bir mânâya sahiptir.
Allah Teâlâ’ya duyulan tâzim, muhabbet ve minneti, hamd kadar güzel ifade eden başka bir söz yoktur. Çünkü “el-Hamdülillâh” diyen bir mü’min, her türlü yüceltme ve övgünün ezelden ebede kadar sadece Allah’a mahsus olduğunu bildirir.
Allah’ın sâlih kulları için, “Hamd Makâmı”ndan daha yüce ve daha ulvî bir makam yoktur. Zira:
• Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi (s.a.v), dünya ve âhirette insanların Allah’ı en çok hamd edenidir. Bu sebeple ona “Ahmed” ismi verilmiştir.
• Kâinâtın Efendisi’nin cennette taşıyacağı sancağın ismi “Hamd”dir. Hz. Âdem’den kıyamete kadar gelen bütün peygamberler, “Livâü’l-Hamd” denilen bu “Hamd Sancağı”nın altına sığınacaklardır.
• Allah’ın kullarından sadece bir kişiye nasib olacak, yani Allah’ın Habîbi’ne verilecek en yüce şefaat makamının ismi, Makâm-ı Mahmûd’dur.
• Allah Rasûlü (s.a.v), kıyametin en dehşetli ânında bütün insanlığa şefaat etmek için secdeye vardığında, Allah Teâlâ, ona, daha evvel kimseye bildirmediği en güzel “hamd”i ilham edecek ve Rasûlullah (s.a.v) de onunla hamd ettikten sonra şefaatçi olacaktır. Şefaati sayesinde kurtulan insanlar da o yüce Ahmed’i övecekler ve bu sefer de onun Mahmûd ve Muhammed isimleri anlam kazanacaktır.
• Önceki kitaplarda kendilerinden övgüyle bahsedilen Muhammed Ümmeti’nin mühim bir vasfı da, “Hammâdûn/Çokça hamd edenler”dir. Nitekim Cenâb-ı Hak, husûsî olarak Ümmet-i Muhammed’e “Hamd Sûresi”ni (Fâtiha’yı) ikram etmiş, onlar da bu sûreyi namazlarının her rekâtında okumaktadırlar.[3]
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Kıyâmet günü insanlar düz bir arâzide toplanırlar. Bakıldığında hepsini de görmek mümkündür, biri seslendiğinde sesini hepsine de işittirebilir. O gün bir münâdî üç defâ:
«‒Bugün herkes asıl değerli insanların kimler olduğunu bilecek!» diye nidâ ettikten sonra:
«‒Nerede korku ve ümidle Rablerine yalvarmak üzere (teheccüde kalktıkları için) vücutları yataklardan uzak kalan ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda infâk edenler?[4]
Nerede o ticaretin ve alış-verişin kendilerini Allah’ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlar?»[5]
Daha sonra bir başka münâdî:
«‒Bugün herkes en değerli insanların kimler olduğunu öğrenecek!» diye nidâ ettikten sonra:
«‒Nerede Rablerine çok çok hamdeden Hammâdûn!» diye nidâ eder.” (Hâkim, Müstedrek, II, 432; Beyhakî, Şuab, IV, 539)
• Cenâb-ı Hakk’a yakın ve seçkin varlıklar olan meleklerin bütün işi, Allah’a hamd etmektir.
Âyet-i kerimelerde bu durum şöyle haber verilir:
“Melekleri, Arş’ın etrafını kuşatmış Rab’lerini hamd ile tesbih ederken görürsün.” (Zümer 39/75)
“Arş’ı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunanlar (melekler), Rab’lerini hamd ile tesbih ederler.” (Mü’min 40/7)
• Bütün varlıklar da Allah’ı hamd ile tesbîh etmektedir, ancak insanoğlu onların tesbîhini anlayamaz. (İsrâ 17/44)
Hatta gök gürültüsü bile bu tesbîhe yüksek sesle iştirâk etmektedir. Cenâb-ı Hak bunu şöyle haber verir:
“Gök gürültüsü, Allah’ı hamd ile tesbih eder. Melekler de O’nu heybetinden dolayı tesbih ederler.” (Ra’d 13/13)
• Cenâb-ı Hak son derece lûtufkâr, merhametli ve cömerttir. Bütün mahlûkâtına gece gündüz sayısız infaklarda bulunmaktadır. Dolayısıyla bütün varlıklar, sahip oldukları her şeyi Allah’a borçludurlar. O hâlde Allah’ın lûtuf ve ihsanları karşısında hamd ile dolu bir hayat yaşamak, insanoğlunun vefâ borcudur. İbrâhim (a.s) vefâkâr bir kul olduğu için Yüce Rabbimizin medhine mazhar olmuştur. Vefâkârlık vasfını da Allah’a çok hamd etmesi sebebiyle kazanmıştır.
Bir gün Rasûlullah (s.a.v):
“Allah Teâlâ, Halîli Hz. İbrâhim’i niçin: «Çok vefâkâr olan İbrâhîm»[6] diye tavsîf etti, size haber vereyim mi?” diye sordu ve şöyle devam etti:
“Çünkü o, her sabah ve akşam şöyle derdi:
فَسُبْحَانَ اللّٰهِ ح۪ينَ تُمْسُونَ وَح۪ينَ تُصْبِحُونَ.
وَلَهُ الْحَمْدُ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَعَشِيًّا وَح۪ينَ تُظْهِرُونَ
«Akşama ulaştığınızda ve sabaha kavuştuğunuzda tesbih Allah’adır (O’nu tesbîh edin!). Göklerde ve yerde, hamd O’na mahsustur. Gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde de (Allah’ı tesbih edin!) (Rûm 30/17-18) (Ahmed, III, 439)
• Cenâb-ı Hak, hamd’in ehemmiyetine binâen, Kur’ân-ı Kerim’i “Hamd Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur” cümlesiyle başlatmış ve pek çok âyette bu hakikati tekrar tekrar hatırlatmıştır.
Her bir kuluna da tek tek hitap ederek:
“Allah’a hamdolsun, de!” buyurmuştur. (İsrâ 17/111)
Dolayısıyla, Allah’a hamd etmek, çok mühim bir ibadet ve büyük bir şereftir. Allah’a yaklaşmak isteyen akıllı bir mü’min, hamd’in mânâsını kendi sığ idrâkine göre sınırlandırmadan, “Yâ Rabbî, senin katında nasıl bir mânâ ifade ediyorsa, sana öylece hamd ederim” diye Allah’ın katındaki mânâ zenginliğine havâle ederek hamd etmelidir. Hayatını hamd ile tezyin etmeli ve her işinin başı hamd olmalıdır. Her türlü söze ve işe hamd ile başlamalıdır. Zâten birinci hadisimizde ifade edildiği üzere, böyle olmayan bir işin bereket ve hayrını ummak mümkün değildir.
İkinci hadisimizde bildirildiğine göre, Cenâb-ı Hak, kullarının yemek yedikten ve su içtikten sonra kendisine hamd etmesinden râzı olmaktadır. Efendimiz (s.a.v), yemek yedikten sonra hamd eden kişilerin günahlarının affedileceğini müjdeleyerek:
“Bir kimse yemek yedikten sonra:
الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِي أَطْعَمَنِي هٰذَا الطَّعَامَ وَرَزَقَنِيهِ مِنْ غَيْرِ حَوْلٍ مِنِّي وَلَا قُوَّةٍ
«Bana bu yemeği yediren, sonucu etkileyecek bir güç ve kudretim olmaksızın onu bana nasip eden Allah’a hamd olsun!» derse, geçmiş günahları mağfiret edilir” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Libâs, 1/4023; Tirmizî, Deavât, 55/3458. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Et’ime, 16)
Yiyip içmek, insanın hayatiyetini devam ettirmesi için zarûrî olan şeylerin başında gelir ve en açık nimetler cümlesindendir. Bunlara hamd etmeyen kimsenin, diğer nimetleri görüp Allah’a şükretmesi daha zordur.
Şakîk bin İbrâhîm der ki:
Allah’ın verdiği nîmetler karşısında kemal derecesinde bir hamdde bulunabilmenin üç şartı vardır. Bunlar:
1. Allah sana bir şey lûtfettiğinde, bunun kimden geldiğini bilmen,
2. Allah’ın sana ihsan ettiği şeye, az çok demeden rızâ göstermen,
3. Allah’ın verdiği nimetten elde ettiğin kuvvet bedeninde bulunduğu müddetçe, O’na âsî olmamandır. (Kurtubî, I, 134)
Sadece yiyip içtikten sonra değil, her hâlükârda hamd ve şükür hâlinde olmak îcâb eder. Hz. Âişe vâlidemizin hamd ve dua hâlini gösteren şu güzel misâl, ne ibretlidir:
Kesîr bin Ubeyd şöyle anlatır:
“Âilesinden birinin çocuğu olduğunda Hz. Âişe vâlidemiz:
«–Erkek mi, kız mı?» diye sormazdı. Ancak:
«–Sıhhatli ve kusursuz doğdu mu?» diye sorardı.
Kendisine:
«–Evet, hiçbir noksanı yok” denildiğinde:
«–el-Hamdü li’llâhi Rabbi’l-âlemîn» derdi. (Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 1256)
Üzerimizdeki nimetlerin kıymetini idrâk edip hamd ve şükür hâline ulaşabilmek için, insaflı davranarak bizden aşağıda olanlara bakmamız îcâb eder. Böyle yapmayıp da kendimizden daha zengin olanlara baktığımızda, hamd ve şükür duygularına yaklaşmamız zorlaşır.
Allah Rasûlü (s.a.v) bu hususta ümmetini îkaz ederek şöyle buyurur:
“…Kim dîni hususunda kendisinden üstün olana bakıp, ona tâbî olur, dünyası hususunda da kendinden aşağı olana bakıp, Allah’ın kendine vermiş olduğu üstünlüğe hamdederse, Allah o kişiyi şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim de dînî hususlarda kendisinden aşağı olana, dünyevî hususlarda kendisinden üstün olana bakar ve elde edemediği dünyalık için üzülürse, Allah onu şükredici ve sabredici olarak yazmaz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 58/2512)
Üçüncü hadisimizde, evlâdını kaybetmek gibi büyük bir mûsîbet karşısında isyân etmeyip sabırla tahammül gösteren ve Allah’a hamd edebilen kimselerin, Allah katında ne kadar değerli ve üstün olduğu anlatılmaktadır.
Ölüm karşısında hamd edebilmek, çok zor ulaşılacak bir makâm olduğundan, karşılığı cennette güzel bir köşktür. Aslına bakılırsa böyle belâlar karşısında kişi hamd etmeyip başka şeyler yapsa da, başa gelen bu durum değişecek değildir. Artık ölen kişi geri gelmez. O hâlde mü’min, belâlar karşısında sabır ve hamde sarılarak, dünyevî kaybını ebedî kazanca çevirmeye gayret etmelidir.
Cenâb-ı Hak, her şeyi en iyi bilen olduğu hâlde, musîbetler karşısında hamd etmenin ehemmiyetine dikkat çekmek maksadıyla meleklerine, kulunun ne dediğini sorar. Melekler de, kulun hamd edip istircâda bulunduğunu söyleyince, Allah Teâlâ, herkesin başaramadığı bu güzel davranışın karşılığında o kulu için cennette bir ev yapılmasını ve isminin de “Hamd Evi” konulmasını emreder. Dolayısıyla bu sabırlı kulun cennete girmesinin kesinleştiği de böylece müjdelenmiş olmaktadır.
Konumuzla alâkalı diğer bir hadiste Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:
“Kul hastalandığı zaman Allah Teâlâ ona iki melek gönderir ve der ki:
«–Bakınız, kulum ziyaretçilerine ne söylüyor.»
Eğer hasta, ziyaretçiler geldiğinde Allah’a hamd ü senâ ediyorsa, melekler bunu her şeyi en iyi bilen Allah -azze ve celle- Hazretleri’ne ulaştırırlar. Bunun üzerine Allah da şöyle buyurur:
«–Eğer o kulumu vefat ettirirsem cennete koyarım. Şifâ verirsem, onun etini öncekinden daha hayırlı bir etle, kanını da daha hayırlı bir kanla değiştirir ve günahlarını da affederim.»” (Muvatta’, Ayn, 5)
Dördüncü hadisimizde, en üstün duanın “Hamd Allah’a mahsustur” cümlesi olduğu haber verilmektedir. Zira Cenâb-ı Hak, kendisine hamd ve şükürde bulunan kuluna nimetlerini daha o istemeden artırmaktadır. Dolayısıyla, evvelâ üzerimizdeki nimetlerin kadrini bilmeli, onlar için gerekli olan vefâ borcumuzu hamd ve şükür ile edâ etmeli, sonra başka şeyler istemeliyiz. Böyle olduğu takdirde, hem Allah’a en güzel şekilde dua etmiş oluruz, hem de üzerimizdeki nimetler kendiliğinden artmaya başlar.
Cenâb-ı Hak bunu şöyle haber verir:
“Eğer şükrederseniz, nimetlerimi muhakkak artırırım.” (İbrâhim 14/7)
Hamd, âyette bahsedilen şükrü de ihtivâ ettiği için, kulu maksûduna erdiren en üstün dua olmaktadır. Bu sebeple de dualara başlarken önce hamd ederiz. Zira Rasûlullah (s.a.v), Allah’a hamd ve Rasûlü’ne salât ile başlayan kişinin, duasına icâbet edileceğini müjdelemiş, böyle yapmayıp acele eden kimseye de duaya hamd ve salevâtla başlamasını tavsiye etmiştir. (Tirmizî, Deavât, 64/3476; Ebû Dâvûd, Vitir, 23/1481)
Diğer taraftan, Allah Teâlâ’ya “hamd” etmenin de dereceleri vardır. Rasûlullah (s.a.v), Allah’a yapılan hamdin en faziletlilerinden birini şöyle haber verir:
“Allah’ın kullarından bir kul:
يَا رَبِّ! لَكَ الْحَمْدُ كَمَا يَنْبَغِي لِجَلاَلِ وَجْهِكَ وَلِعَظِيمِ سُلْطَانِكَ
«Yâ Rabbî! Yüzünün (zâtının) celâline, kudret ve hâkimiyetinin azametine lâyık şekilde sana hamd olsun!» dedi.
Bu hamd, kulun amelini yazmakla vazifeli iki meleği âciz bıraktı. Onlar bu hamdin sevâbını nasıl yazacaklarını bilemediler. Semâya çıktılar ve:
«–Ey Rabbimiz! Senin kulun öyle bir söz söyledi ki, sevâbını nasıl yazacağımızı bilemiyoruz» dediler.
Allah Teâlâ Hazretleri -kulunun ne söylediğini en iyi şekilde bildiği hâlde-:
«–Benim kulum ne söyledi?» diye sordu.
Melekler şöyle cevap verdi:
«–Ey Rabbimiz! O kul şu şekilde hamd etti: “Yâ Rabbî! Yüzünün (zâtının) celâline, kudret ve hâkimiyetinin azametine lâyık şekilde sana hamd olsun!”»
Bunun üzerine Allah Teâlâ o iki meleğe:
«–Kulum bana kavuşup da ben onu söylediği söze (hamde) karşılık mükâfatlandırıncaya kadar, siz o sözü kulumun söylediği gibi yazınız!» buyurdu.” (İbn-i Mâce, Edeb, 55; Beyhakî, Şuab, VI, 225/4077)
Allah’a hamd etmek, kulu cehennemden kurtarıp cennete nâil eyleyen sâlih amellerden biridir.
Beşinci hadisimiz, hamd ve şükrün, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in hayatında nasıl bir yer işgâl ettiğini anlatmaktadır.
Allah’ı en iyi tanıyan bir kul olarak Rasûlullah (s.a.v), ayakları şişip çatlayıncaya kadar ibadet etmekte ve hâl lisânıyla, “O’na ne kadar şükretsek az gelir” buyurmaktadır.
Bu hadisten, günahların affedilmesinin de şükrü gerektirdiği anlaşılmaktadır.
Allah Rasûlü (s.a.v) aynı zamanda burada, ibadet ve şükrün sadece bazı menfaatler karşılığında yapılmayacağını, aslında bunların muhabbete dayalı kulluk tezâhürleri olduğunu anlatmaktadır.
Âişe vâlidemize verdiği cevaptan anlaşıldığına göre Rasûlullah (s.a.v), Allah’a şükretmekten doyumsuz bir lezzet alıyordu. Dolayısıyla şükür duyguları ile dolu olmayı ve bu hislerini amelleriyle ifade etmeyi seviyordu. Müslümanların işlerini yapmak, dîni tebliğ etmek, tebaasını korumak, cihâd etmek, devletin sınırlarını muhafaza etmek gibi ağır vazifelerine rağmen, Allah’a şükür için onun kadar ibadet ve tâatte bulunan başka kimse yoktu. Geceleri secdelere kapanıyor ve en muhtevâlı ifâdelerle senâda bulunuyordu:
اَللّٰهُمَّ أَعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكَ وَبِمُعَافَاتِكَ مِنْ عُقُوبَتِكَ وَأَعُوذُ بِكَ مِنْكَ،
لاَ أُحْصِى ثَنَاءً عَلَيْكَ أَنْتَ كَماَ أَثْنَيْتَ عَلَى نَفْسِكَ
“Allâh’ım! Sen’in gazâbından Sen’in rızâna sığınırım. İkâbından affına sığınırım! Allâh’ım başka değil, Sen’den yine Sana sığınırım. Sen’i hakkıyla senâ etmekten âcizim. Sen Yüce Zâtını nasıl senâ ettiysen öylesin!” (Müslim, Salât, 222)
Fahr-i Kâinât Efendimiz bununla da kalmıyor, daha çok şükredebilmek için Allah’a niyazda bulunuyordu:
“Allah’ım! Ben senden din ve istikâmet üzere sebat isterim, rüşd üzere kararlı olmayı isterim, nîmetlerine şükredebilmeyi ve sana güzelce kulluk yapabilmeyi isterim. Kalb-i selîm ve sâdık bir lisân isterim. Senin bilip (de benim bilmediğim) hatalarım için affını taleb ederim. Senin bilgin dâhilinde olup (benim bilmediğim) her hayrı ister ve böyle olan bütün şerlerden de sana sığınırım.” (Ahmed, IV, 125; Tirmizî, Deavât, 23/3407)
Ashâb-ı kirâm her fırsatta hamd etmeyi çok severlerdi. Abdullah bin Ömer (r.a) şöyle buyurur:
“Biz bazen bir günde bir kardeşimizle defâlarca karşılaşırdık ve her defâsında birbirimize hâlimizi sorardık. Bunu da sırf Allah’a hamd edelim diye yapardık.” (İbnü’l-Mübârek, Zühd, I, 68-69/207)
Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurur:
“Yüce Allah, kulları arasından bir kula hidâyetini, lûtfunu, yardımını ve rızâsını devamlı bir şekilde vermeyi arzu ettiğinde, ona hamd etme saâdetini bahşeder. Başına yüz acı, bir tek hoş hâdise gelse, o, bu hoş hâdise için yüz yerde yüz kere şükreder. Buna karşılık -din kardeşlerinden ayrılma acısı hâriç- o yüz acı hâdiseden bir kere olsun bahsetmez.”
Altıncı hadisimiz, mü’minlerin, kalplerinde taşıdıkları sağlam imandan kaynaklanan şükür ve sabır duyguları sayesinde, îtidâl ve istikrâr üzere huzurlu bir hayat yaşadığını bildirmiş ve onları medhetmiştir.
Hayat, sevinç ve hüzünlerle doludur. Bunlar, bir misafirhâne olan insan gönlünü sırayla ziyaret eder ve giderler. Kimsenin onlardan kurtulması mümkün değildir. Bunun için Cenâb-ı Hak, kaybedilen şeylere aşırı derecede üzülmeyip elde edilen şeyler sebebiyle de haddinden fazla sevinmemek gerektiğini bildirir. (Âl-i İmrân 3/153; Hadîd 57/23)
O hâlde sevinçler karşısında şükürden, hüzünler karşısında da sabırdan istifâde etmesini bilmelidir. Nimete şükrün, onu artırdığını, belâya sabrın da onu hayra tebdîl ettiğini unutmamak lâzımdır. İşte mü’min bu iki güzel hasletten devamlı istifâde ederek gıpta edilmeye lâyık huzurlu bir hayat yaşar.
Aslında, mü’minlerin her hâlükârda Allah’a şükretmeleri îcâb eder. Aksi takdirde nankörlük etmiş olurlar ki bunun karşılığı şiddetli bir azaptır. Nitekim âyet-i kerimelerde:
“Siz beni anın ki, ben de sizi anayım. Bana şükredin; nankörlük etmeyin!” (Bakara 2/152)
“Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir!” buyrulur. (İbrâhîm 17/7)
İnsanın Allah’a olan şükrünü tam olarak îfâ edebilmesi için, iyilik gördüğü kullara da teşekkür etmesi zarûrîdir. Zira Rasûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a şükretmiş olmaz!” (Ebû Dâvûd, Edeb, 11/4811; Tirmizî, Birr, 31/1955)
Dünyada hamd ve şükür üzere yaşayan mü’minler cennette de Allah’a hamd etmekle meşgul olurlar:
“Onların duaları:
«Bütün hamd ü senâlar, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur» diye son bulur.” (Yûnus 10/10)
Cennet ehlinin altı yerde Allah’a hamd edeceği nakledilir:
1. وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ “Ayrılın bugün ey mücrimler!” (Yâsîn), 59) diye nidâ edilip de mü’minler kâfirlerden ayrılınca şöyle derler:
الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي نَجّٰينَا مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ “Bizi zâlimler topluluğundan kurtaran Allah’a hamdolsun!” (el-Mü’minûn, 28) Tıpkı, Allah Teâlâ kendisini kavminden kurtardığı zaman Nûh (a.s)’ın hamd ettiği gibi.
2. Sırât’ı geçtiklerinde:
الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ٓي اَذْهَبَ عَنَّا الْحَزَنَۜ “Bizden hüznü, gam ve kederi gideren Allah’a hamd olsun!” derler. (Fâtır, 34)
3. Cennet’in kapısına yaklaşıp hayat suyunda yıkandıkları ve Cennet’e baktıkları zaman:
الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لَوْلَٓا اَنْ هَدٰينَا اللّٰهُۚ “Hidâyetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah’a hamdolsun! Allah bizi hidâyete erdirmeseydi biz kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik…” derler. (el-Aʻrâf, 43)
4. Cennete girip melekler de onları selâm ile karşılayınca:
اَحَلَّنَا دَارَ الْمُقَامَةِ مِنْ فَضْلِه۪ۚ…الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي “Lûtfuyla bizi asıl kalınacak yurda yerleştiren (Allah’a hamd olsun!)” derler. (Fâtır, 35)
5. Cennet’teki makamlarına yerleştikleri zaman:
الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي صَدَقَنَا وَعْدَهُ وَاَوْرَثَنَا الْاَرْضَ نَتَبَوَّاُ مِنَ الْجَنَّةِ حَيْثُ نَشَٓاءُۚ “Bize verdiği sözde sâdık olan ve bizi, dilediğimiz yerinde oturacağımız bu cennet yurduna vâris kılan Allah’a hamdolsun!” derler. (ez-Zümer, 74)
6. Her yemekten sonra:
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ “Hamd, Âlemlerin Rabbi’ne mahsustur!” derler. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, VII, 258, [Sebe’ 34/1])
[1] Hadiste geçen “istircâ”, başına bir belâ ve mûsîbet gelen veya fevkalâde bir hâdise işiten kimsenin:
اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنّاَۤ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ
“Biz Allah’ın kullarıyız ve O’na döneceğiz” diyerek hemen Allah’ı ve âhireti hatırlayıp tesellî bulmasıdır. Bu durum âyet-i kerimede şöyle bildirilir:
“O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman: «Biz Allah’ın kullarıyız ve O’na döneceğiz» derler. İşte Rab’leri tarafından bol mağfiret ve rahmete mazhar olanlar onlardır. Hidâyete erenler de ancak onlardır.” (Bakara 2/156-157)
[2] Aslında peygamberler bilerek günah işlemezler. Onların hataları ya evlâ (daha iyi) olanı terk etmek ya da zelle denilen küçük sürçmelerden ibarettir. Bunların da muhtelif hikmetleri vardır. Cenâb-ı Hak, peygamberlerin zellesini olduğu gibi bırakmayıp hemen düzeltir.
[3] Bkz. Tirmizî, Tefsîr, 17/3148; Ahmed, I, 281; İbn-i Hacer, Fethü’l-Bârî, VI, 555; Elmalı’lı, I, 506.
[4] Secde 32/16
[5] Nûr 24/37.
[6] Necm 53/37.