Kur’ân’ın üslup husûsiyetlerinden biri de tasvirî anlatımdır. Tasvir, Kur’ân-ı Kerîm’in kanun koyma hariç bütün gayelerin anlatımında tatbik ettiği bir ifâde tarzıdır[1]. İtikadî meseleler dahi çoğu zaman kâinat sahnelerinden mürekkep, şuura hitap eden bir tablo dâhilinde takdim edilir. Müjdeleme, sakındırma, olmuş bir kıssa veya olacak bir hâdise, ikna konuşması, imana davet, dünya hayatını tavsif, hissedilen ve görülen bir şeyi temsil, zâhiri veya gizliyi açıklama, içteki bir fikri yahut görülen bir şeyi ızhâr etme gibi her türlü konuda tasvîr üslûbu kullanılır[2].
İbn-i Âşûr, tasvir üslûbunun önceleri Arap edebiyatında bulunmadığını, ancak Nâbiğa’nın bazı şiirlerinde görüldüğü üzere nâdirâttan olduğunu bildirir. Tasvir ve temsil üslûbunun ilk defa Kur’ân tarafından ortaya konulduğunu ve Araplar üzerinde büyük bir tesir husûle getirip onları susturduğunu ifade eder[3].
Kur’ânî tasvir muhtelif vesilelere göre farklı şekillerde zuhur eder:
1. Lafzın delâlet ettiği şeyi mücerred (soyut) mânâ dâiresinden çıkarıp hissedilen ve hayal edilen sûret şekline getirmek.
2. Sûretleri donukluk ve sâkinlikten kurtarıp hareketli ve canlı bir manzara hâline getirmek.
3. Anlatılan mevzuun havası ve bahsedilen sahne gerektirdiğinde manzaranın büyültülmesi ve mücessem hâle getirilmesi.
Bu şekillerin hepsinin, çoğu zaman bir âyette toplandığı görülür. Bazen de ayrılırlar. Kur’ân-ı Kerîm bu hareketleri istiâre, mecaz-ı mürsel, teşbih ve temsil gibi Kur’ân’ın tasvir üslûbundan elde edilen ve Beyân ilminin ortaya koyduğu kâideler vâsıtasıyla yapar[4].
Bu hususta Seyyid Kutub şöyle der:
“Tasvir, renkle, hareketle ve mûsikî ile yapılır. Çoğu zaman bir sûreti meydana çıkarma ameliyesine, vasıf, konuşma, kelimelerin tonu, ibarelerin nağmeleri, siyakın mûsikîsi hep birden iştirak eder. Bu tablo; gözü, kulağı, hissi, hayâli, fikri ve vicdanı doyurur. Bu tablo diriler âleminden alınmış canlı bir tasvirdir, mücerred renkler ve donuk çizgilerden ibaret değildir. Öyle bir tasvir ki, buutlar ve mesafeler orada şuur ve vicdanlarla ölçülür. Mânâlar canlı birer adam veya tabiat manzarası hâlinde resmedilir”[5].
Mücerret Mânâların Tasvîri
Meselâ kâfirlerin Allah tarafından kabul görmeyecekleri, amellerinin boşa çıkacağı ve cennete girmelerinin muhal olduğu beyan edilmek istendiğinde, normalde bu mücerret mânâlar, düz cümleler ile ifâde edilir. Fakat Kur’ân’ın tasvir üslûbu o mânâları şu şekilde takdim eder:
“Âyetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak ve onlar, deve (veya halat) iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremeyeceklerdir! Suçluları işte böyle cezalandırırız!”[6].
İnsan bu âyeti okuduğunda, hayalinde gök kapılarının açılışı ve devenin iğne deliğinden geçişi canlanıyor. Kur’ân, insanın hislerini bu tabloları düşünmeye sevkederken “kâfirlerin kabul edilmeyişi” ve “cennete girmelerinin imkânsızlığı” mânâlarını da rûhun derinliklerine nüfûz ettiriyor. Bu mânâlar tasvir sayesinde sâdece zihin yoluyla değil, aynı zamanda göz, his gibi muhtelif yollarla da rûha intikal ediyor[7].
Bunun bir misali de şu âyettir:
“Deki: Eğer Rabbimin sözlerini yazmak için deniz mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve getirsek, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, deniz muhakkak tükenecektir”[8].
Hayal bu dâimî hareketi yani deniz suyunun Allah’ın kelimelerini yazmak için mürekkep oluşunu düşünmeye başlar. Deniz tükenmedikçe bu hareketliliğin sonu gelmez[9].
Rûhî Hâllerin Tasvîri
Kur’ân, mücerred mânâları tasvir ettiği gibi nefsî ve manevî hâlleri da tasvir eder. Tevhidden sonra şirke sapan, kalbini muhtelif ilâhlar arasında parçalayan, hislerini hidayet ve sapkınlık arasında dağıtan kimsede oluşan şaşkınlığı göstermek için şu duygulu resmi çizer:
“De ki: Allah’ı bırakıp da bize fayda veya zarar veremeyecek olan şeylere mi tapalım? Allah bizi doğru yola ilettikten sonra şeytanların saptırıp şaşkın olarak çöle düşürmek istediği, arkadaşlarının ise: «Bize gel!» diye doğru yola çağırdığı şaşkın kimse gibi gerisin geri (inkârcılığa) mı döndürüleceğiz? De ki: Allah’ın hidayeti doğru yolun ta kendisidir. Bize âlemlerin Rabbine teslim olmamız emredilmiştir”[10].
Âyette kullanılan ifâdeler, şeytanların yeryüzünde şaşkına çevirdikleri bir insanın resmini çizerek içinde bulunduğu hâlet-i rûhiyeyi canlandırmaktadır. Burada اسْتَهْوَتْهُ lafzı, medlulünü tasvir etmektedir. Bu adam, dalâlet yolunda da olsa, tek bir yol tutsaydı en azından dünyada rahat ederdi. Lâkin diğer tarafta kendisini hidayete çağıran kardeşleri de mevcut. Ona “Bize gel!” diye sesleniyorlar. O ise ins ve cin şeytanlarının güzel gösterdiği hevâsı ile arkadaşlarının hidayet çağrısı arasında şaşkın, kalbi dağınık ve olduğu yerde kalakalmış. Hangi fırkaya tâbî olacağını ve hangi tarafa gideceğini bilemiyor[11].
İnsanın Psikolojik Yapısının Tasvîri
Kur’ân’ın tasvir ettiği rûhî hâllerden bir kısmı da, insanın psikolojik yapısına dâir açıkça göz önüne serdiği resimlerdir. İnsanın Rabbini ancak darlık ânında tanıdığını, rahata çıkınca kendisini sıkıntıdan kurtaran Allah’ı unuttuğunu beyan etmek istediğinde, bu umûmî yapıyı sâdece zihnî bir şekilde izah etmiyor. Bunun yanında tazelenen hareketler ve birbirini takip eden manzaralarla dolu bir tablo çizerek çevremizde çok gördüğümüz bir insan tipi resmediyor:
“Sizi karada olsun, denizde olsun gezdirip dolaştıran O’dur. Gemide olduğunuz zamanı düşünün: Gemiler, tatlı bir rüzgarla içindeki yolcuları alıp götürdüğü ve yolcular da bundan ötürü keyiflendikleri bir sırada, birden gemiye şiddetli bir fırtına gelir. Dalgalar her taraftan onları sarar ve artık kendilerinin tamamen kuşatılıp bir daha kurtulamayacaklarını zannederek, bütün niyaz ve ibadetlerini yalnız Allah’a tahsis edip gönülden O’na yalvarırlar: «Ahdimiz olsun ki, eğer bizi bu felaketten kurtarırsan, mutlaka şükreden kullarından olacağız!» derler. Fakat Allah onları kurtarınca bir de bakarsın ki yine yeryüzünde haksız yere taşkınlıklar ve türlü yolsuzluklarda bulunuyorlar…”[12].
Kur’ân’ın tasvir üslûbu sayesinde bu resim âdetâ canlanıyor, hareket ediyor, dalgalanıp çalkalanıyor. Ruhlar da geminin dalgalanışıyla birlikte yükselip alçalıyor ve nihayet kastedilen mânâ en güzel şekilde zihinlere nakşediliyor ve rûhlarda hissediliyor[13].
Seyyid Kutub bu âyetlerdeki tasviri, tefsirinde biraz daha açarak şöyle der:
“İşte önümüzde gemi. Rahat ve huzûr havâsı hâkim… Hoş bir meltem yolcuları götürüyor. Gemidekilerin duygularını da anlayabiliyoruz. Herkes bu hârika ortamın hazzını yaşıyor. İşte tam bu emniyetli ve rahat ortamda, sevincin her tarafı kapladığı bir sırada fırtına kopuyor. Huzur, emniyet ve sevinç içinde yolculuk yapan insanları kıskıvrak yakalayıveriyor. Aman Allah’ım ne dehşetli bir hâdise! Yolcular, her taraftan dalgalarla kuşatıldı. Geminin içi birden mâtem havasına büründü. Gemi, içindekileri çalkalıyor, sarsıyor. Dalga, gemiyi sanki tokatlıyor; kaldırıyor, indiriyor, rüzgâr önünde sürüklenen bir tüy gibi, onu sürükleyip götürüyor… İşte gemideki yolcular! Paniğe kapılmış, kurtulma ümitlerini yitirmişler. Kurtulma imkânları yok. Ancak o zaman, yani insanı her taraftan kuşatan korku ortamında, fıtratları, kendisine bulaşan pisliklerden arınıyor, kalpleri silkinerek her tarafını karartan düşüncelerden kurtuluyor. Temiz ve asil olan fıtratları, tevhid ile, yalnız Allah’a samimi bir bağlılık ile çarpmaya başlıyor. Fırtına diniyor, dalgalar alçalıyor ve deniz duruluyor. Yürekleri ağızlarına gelen insanlar sâkinleşiyor. Korkudan şiddetle çarpan kalpler sükûnete kavuşuyor. Gemi emniyet içinde sâhile yanaşıyor. İnsanlar artık hayata kavuştuklarına, ayaklarının karaya bastığına inanıyorlar. Fakat Allah kendilerini bu zor durumdan kurtarır kurtarmaz, hemen yeryüzünde azgınlık ve haksızlık yapmaya dalıyorlar. Bu, edebiyat açısından gerçekten mükemmel bir sahnedir. Hiçbir hareketi, hiçbir duygusu kaçırılmamıştır”[14].
Cansız Tabiat Sahnelerinin Tasvîri
Kur’ân-ı Kerîm, ilk bakışta düz cümlelerin kullanılması gerekiyormuş gibi görünen hususlarda dahi tasvîrî üslûbu kullanır. Mesela cansız tabiat sahnelerinden bir tanesini şöyle tasvîr eder:
وَفِي الْاَرْضِ قِطَعٌ مُتَجَاوِرَاتٌ وَجَنَّاتٌ مِنْ اَعْنَابٍ وَزَرْعٌ وَنَخ۪يلٌ صِنْوَانٌ وَغَيْرُ صِنْوَانٍ يُسْقٰى بِمَاۤءٍ وَاحِدٍ وَنُفَضِّلُ بَعْضَهَا عَلٰى بَعْضٍ فِي الْاُكُلِ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
“Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır. (Böyle iken) meyveleri husûsunda birini diğerine üstün kılıyoruz. İşte bunlarda akıllarını kullanan insanlar için ibretler vardır”[15].
Ortaya konulan bu sahne, herkesin devamlı gördüğü tabiî bir sahnedir. Ancak insanlar üzerinde gezip durdukları bu sahnelerin farkında olmazlar. Bu sebeple âyet-i kerîme, manzarayı yeni imiş gibi arz ediyor. Tablo göz önünde canlandırıldığında rûhta hususî ve vicdânî bir tesir husûle geliyor. Mâlum olduğu üzere arzın bu birbirine yakın parçaları çeşit çeşit, farklı farklı bitkiler yetiştirir. Hatta aynı cins bitki dahi bölgelere göre değişiklik arzeder. Hâlbuki hepsi de aynı sudan sulanmaktadır. Ancak yerken tadı değişik olur. Kur’ân-ı Kerîm bu gibi mevzulara temas ettiğinde insanı müşâhedeye sevk eder. Tâ ki ilham edici bedâheti görsün ve bunu basiret duygusuna nakledip rûha işletsin[16].
Tecsîm
Kur’ân-ı Kerîm, bazen de “tecsîm” yani mücerret ve mânevi bir şeyi hissedilen bir cisim hâline getirmek sûretiyle müşahhaslaştırma metodunu kullanır. Mesela şu âyetteki sâlih amelle kötü amelin bir cisim gibi göz önüne serilmesi bu kabildendir:
“Herkesin, iyilik olarak yaptıklarını da kötülük olarak yaptıklarını da karşısında hazır bulduğu günde (insan), kötülükleri ile kendisi arasında uzun bir mesafe olmasını isteyecektir…”[17].
Mücerret mânâları ifâdede tercih edilen bu üslûbu Kur’ân, mutlak tecrit ve tam bir tenzih gereken yerlerde dahi kullanır[18]. Mesela şu âyetlerde durum böyledir:
“Allah’ın eli onların elleri üzerindedir”[19].
“O’nun arşı su üstündeydi”[20].
“O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kapladı”[21].
“Kıyamet günü bütün arz O’nun avucundadır. Gökler de sağ elinde dürülmüştür”[22].
“Melekler saf saf dizilmişken Rabbin geldi”[23].
Tasvîr İlâhî Azamete Aynadır
Kur’ân’daki bu tasvîr üslûbu, Allah’ın azametini gösteren bir vecheye de sâhiptir. Yani Kur’ân’ın, insanların bilemediği veya sâdece ihtisas sâhiplerinin bildiği hususları, yakînen gören bir göz gibi tasvîr etmesi, onu gönderen Cenâb-ı Hakk’ın azametini göstermektedir. Bunun bir şâhidi şu hâdisedir:
Gary Miller’in nakline göre, birkaç sene evvel müslümanlardan biri, Toronto şehrinde marina (yat limanı) ticareti yapan ve hayatını denizlerde geçiren bir kişiye, okuması için bir Kur’ân-ı Kerîm tercümesi hediye etmişti. Bu denizci, İslâm tarihi hakkında hiçbir bilgiye sahip değildi, fakat Kur’ân’ı okuyunca ondan son derece etkilendi. Kur’ân’ı kendisine hediye eden müslümana:
“−Muhammed bir denizci miydi?” diye sordu. Zira bu zât, Kur’ân’ın tasvirlerinden son derece etkilenmişti. Çünkü kendisi denizdeki fırtınaları yaşayan biriydi. Bu fırtınaları yazıya döken kişinin de aynı şekilde onları yaşaması gerektiğine inanıyordu. Zira şu âyetteki tasvir, bir kimsenin denizdeki fırtınayı zihninde tasarlayarak yazabileceği bir şey değildir:
“Yahut (o kâfirlerin duygu, düşünce ve davranışları) engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir. (Öyle bir deniz) ki, onu dalga üstüne dalga kaplıyor; üstünde de koyu bir bulut… Birbiri üstüne karanlıklar… İnsan, elini çıkarıp uzatsa, neredeyse onu bile göremez. Bir kimseye Allah nûr vermemişse, artık o kimsenin aydınlıktan nasibi yoktur”[24].
Bu tasvir ancak denizdeki fırtınanın nasıl olduğunu gayet iyi bilen biri tarafından yazılmış olmalıdır. Bu sebeple, kendisine:
“–Hayır, Muhammed bütün hayatını çölde geçiren bir insandır” denildiğinde şaşkınlığı iyice arttı. Ömrünü denizlerde geçirmemiş bir kimsenin bilemeyeceği tasvirler en güzel şekilde Kur’ân’da mevcuttu. O hâlde Kur’ân, her şeyi bilen bir kudret tarafından vahyedilmiş olmalıydı. Bu düşüncelerle vakit kaybetmeden müslüman oldu[25].
Hâsılı, Kur’ân-ı Kerîm’in neredeyse tamamı tasvîrî anlatıma misaldir[26]. Ancak burada birkaç misalle yetinilmiştir[27]. Kur’ân’da geniş yer tutan kıssalar, kıyâmetle alâkalı sahneler, insan tipleri, vicdanlara seslenişler, rûhî hâller, zihinde oluşan tablolar, İslâm dâvetinin karşılaştığı zorluklar, hep tasvir sanatıyla ortaya konulmuştur. Buna mukâbil teşrî‘, cedel ve mücerret meselelerin bir kısmına dâir âyetlerde bu metot kullanılmamıştır. Ancak bu tür yerler Kur’ân’ın dörtte birini geçmez. Bu da göstermektedir ki:
“Kur’ân üslûbunun en güçlü ifâde aracı tasvirdir”.
Nitekim Subhi Sâlih, Seyyid Kutub’un Kur’ân’daki edebî tasvîre dair açıklamalarını Kur’ân’ın hâlis edebî güzelliğini hissetmeye yardımcı olması, insana bu güzelliği kendi kendine bulup çıkarma, kendi vicdan ve şuuruyla onun zevkine varma imkânı vermesi sebebiyle, yeni i‘câz mefhumuna uyan en isabetli yorum olarak değerlendirmiştir[28].
[1] Kutub, et-Tasvîru’l-fennî fi’l-Kur’ân, s. 9; Bûtî, Ravâi’, s. 147-148.
[2] Kutub, et-Tasvîr, s. 35. Bkz. Ulutürk, Veli, Kur’ân’da Temsîlî Anlatım, s. 21-35.
[3] İbn-i Âşûr, I, 120, (Mukaddime).
[4] Bûtî, Ravâi’, s. 170-171. Ramazan el-Bûtî, belâgattaki bu tür sanatların Kur’ân’ın üslûbundan çıkarıldığını vurgular ve önceden var olan kâidelerin Kur’ân’a tatbik edildiğini düşünmenin yanlış olduğunu söyler.
[5] Kutub, et-Tasvîr, s. 37; Bûtî, Ravâi’, s. 169.
[6] el-A’râf, 40. Misal olarak ayrıca bkz. er-Ra’d, 4.
[7] Kutub, et-Tasvîr, s. 38.
[8] el-Kehf 17/109.
[9] Kutub, et-Tasvîr, s. 76.
[10] el-En’âm, 71.
[11] Kutub, et-Tasvîr, s. 44.
[12] Yûnus, 22-23.
[13] Kutub, et-Tasvîr, s. 48.
[14] Kutub, Fî zılâl, III, 1773-1774’ten bazı tasarruflarla.
[15] er-Ra’d, 4.
[16] Kutub, et-Tasvîr, s. 67.
[17] Âl-i İmrân, 30.
[18] Kutub, et-Tasvîr, s. 85.
[19] el-Feth, 10.
[20] Hûd, 7.
[21] el-Bakara, 255.
[22] ez-Zümer, 67.
[23] el-Fecr, 22.
[24] en-Nûr, 40.
[25] Miller, Gary (Abdülahad Ömer), The Amazing Qur’an, publishers: Zara Books India, s. 1-2.
[26] Kutub, et-Tasvîr, s. 37; Bûtî, Ravâi’, s. 172.
[27] Daha fazla misâl için bkz: Kutub, a.g.e, Bûtî, a.g.e, s. 172-179; Sâlih, Mebâhis, s. 315-340; Ulutürk, Kur’ân’da Temsîlî Anlatım, s. 37-87.
[28] Sâlih, a.g.e, s. 320.