5. Aynı Anda Farklı Seviyelere Hitap Etmesi

Bir konuşmada veya yazıda umûma hitap etmekle seçkin kimselere hitap etmek arasında çok büyük fark vardır. Bir konu zeki ve bilgili şahsiyetlere, normal insanlara anlatıldığı tarzda açıkça izah edildiğinde onların seviyesi aşağıya çekilmiş olur ki, bu durumda sıkılmaları, hatta gücenmeleri mümkündür. Bunun aksine geniş kitleye hitap ederken, seçkinlere anlatır gibi işâretle, ana hatlara temas etmekle yetinildiğinde, onların bir şey anlaması çok zordur. Aynı cümle ile avamı ve hassı, âlimleri ve cahilleri tatmin etmenin en mükemmel misalleri sâdece Kur’ân’ın beyanlarında bulunabilir[1].

Kur’ân âyetleri idrak ve kültürleri farklı olan insanlara hitap ettiğinde, onların her biri kendi anlayışı ve bilgisi nispetinde istifâde eder. Bu durum, âyetlerin birbirine zıt iki yön ve anlayış taşıdığı anlamına gelmez. Onların mânâsı her durumda aynıdır. Lâkin âyetlerin sathı olduğu gibi üslûbunun ihtivâ ettiği derinlik ve kökleri de mevcuttur[2].

Muallim Nâci, sâde fikirli, orta fikirli ve yüksek fikirli olmak üzere üç bölüme ayrılan insanlardan her birinin kendi kabiliyetine göre Kur’ân’dan bir hikmet payı alacağını ifade eder[3].

Daha da ötesi, Kur’ân’ın mânâlarından gelecek nesillere de yeni taraflar kalabilir. Farklı anlayışlara imkân veren bir âyeti ilk nesiller kendi durumlarına göre, daha sonraki nesiller de ulaştıkları ilmî seviyelere göre açıklarlar[4]. Zira Kur’ân, her devirde, insanların sahip olabileceğinden daha fazla bilgi ihtiva etmektedir. Çünkü o, göklerde ve yerdeki sırları bilen Allah Teâlâ tarafından indirilmiştir.[5] Bu hususta Abbas Mahmud Akkâd şöyle demektedir:

“Kur’ân’ın hitabı sâdece ümmî Araplara veya yirminci asrın insanına has kılınmış değildir. Lâkin o bütün asırlar ve bütün mekânlar için mutlak bir umumiyet ifade eder. Çünkü insanın, bütün asırlarda aynı şekilde bir tefekküre sâhip olacağını düşünmek makul değildir”[6].

Mustafa Sâdık er-Râfiî ise, bu hususa şöyle temas eder:

“Kur’ân-ı Kerîm’in mûcizelerinden biri de her zaman bilinemeyen bazı hakikatleri, daima bilinen kelimeler içinde saklaması ve bunları vakti geldikçe ızhar edip ortaya koymasıdır”[7].

Ali Fuat Başgil de Kur’ân-ı Kerîm’de, her devrin ilmine ve aklının seviyesine göre anlamlandırılması lâzım gelen birçok esrar bulunduğunu söyler[8].

Zekâ, Kültür ve Dikkat Seviyesi Farklı İnsanlara Hitap

Kur’ân-ı Kerîm’in; zekâ, kültür ve dikkat seviyesi farklı olan insanların her birine hitap ettiğine dâir şu âyetleri misâl verebiliriz:

(Allah) ne doğurdu, ne de doğuruldu. Ne de herhangi bir şey O’na denk oldu”[9].

Geniş halk kitlesi bu âyetten şu manâyı anlar: “Allah Teâlâ baba ve çocuk olmaktan, akran ve hanımı bulunmaktan münezzehtir.”

Nisbeten orta seviyeli bir kültüre sâhip olanlar buna ilaveten şunu da anlar: “Melekler, Hz. İsa ve doğan hiçbir varlık ilâh olamaz.” Zira imkânsız olan bir şeyi nefyetmek gereksiz olduğundan, belâğatta fayda sağlayacak bir lâzım-ı hükm murad olunur. Burada cismâniyete mahsus çocuk ve baba olmayı nefyetmekten kasıt, çocuğu, babası ve dengi bulunanların ilâh olamayacağını bildirmektir.

Biraz daha ileride olan tabaka ise şunu anlar: “Cenâb-ı Hak mevcûdâta karşı doğurma ve doğmayı hatıra getirebilecek bütün bağlardan münezzehtir. Şerikten, yardımcıdan ve hemcinsten müberrâdır. Varlıklarla alâkası sâdece onların Hâlık’ı olmaktır. Onları yaratması ezelî iradesiyle sâdece “ol” demek sûretiyledir. Yoksa bazı felsefî ve dinî telakkîlerin iddiaları gibi îcabî, ıztırârî veya iradî olmayan sudur tarzlarından biri ile varlık sahasına çıkmış değillerdir.

Daha yüksek bir tabakanın anlayış hissesi de şöyledir: “Cenâb-ı Hak ezelîdir, ebedîdir, Evvel ve Âhir’dir. Hiçbir cihette ne zâtında, ne sıfatlarında, ne fiillerinde eşi, benzeri, dengi, misli yoktur.”

Bu tabakalara âriflerin, ehl-i aşkın, sıddîklerin tabakası gibi ayrı ayrı hisse sâhiplerini de ilâve ederek sayıyı daha da artırmak mümkündür[10].

İlmi ve Zevki Farklı Olan İnsanlara Hitap

Kur’ân’ın zaman, ilim ve zevk unsurlarına göre farklı anlayışlara hitab ettiğine dâir de şöyle bir misal verilebilir:

Allah Teâlâ وَالْجِبَالَ أَوْتَادًا “Dağları da arzı tutan birer kazık yapmadık mı?”[11] buyurmaktadır.

Avâm, zâhiren yere çakılmış kazıklar gibi duran dağları görür, onların sağladığı faydaları düşünerek Allah’a şükreder.

Şâir, zemini bir taban, gök kubbeyi elektrik lambalarıyla süslenmiş muhteşem yeşil bir çadır ve semânın eteklerini başlarıyla tutan dağları o çadırın kazıkları durumunda tahayyül eder, Yaratan’ına perestiş eder.

Coğrafyacı bir edibe göre yer küresi hava okyanusunda yüzen bir gemi olup, dağlar da o geminin üstüne muvâzeneyi sağlamak üzere yerleştirilmiş kazıklar ve direklerdir.

Cemiyet hayatıyla ilgilenen muâsır bir âlim şöyle düşünür: “Yeryüzündeki hayat, bir ev hayatına benzer. Bu evin orta direği canlıların hayatıdır. Canlıların hayatlarının orta direği de su, hava ve topraktır. Bunların direği ise dağlardır. Zira dağlar suyun deposu, havayı temizledikleri için onun tarağı, bataklık hâline gelmekten ve denizlerin istilasından korudukları için de toprağın hâmisidir. Keza insan hayatının diğer levazımâtı için de hazinedir”. Böyle düşünerek, koca dağları hayatımızın temel direği kılan celâl ve ikram sâhibi Allah’a hamd ve tazim eder.

Tabiî ilimlerle meşgul olan bir âlim ise dağlara şöyle bakar: “Dünyanın merkezinde ateş bulunması sebebiyle muhtelif kayma ve hareketler neticesinde hâsıl olan sarsılmalar, dağların baca vazifesi görmesi ile sükûnet bulur. Yer kürenin istikrarlı bir şekilde yörüngesinde akıp gitmesini ve bütün zelzelelere rağmen yörüngesinde sabit kalmasını sağlayan, dağlardır.” Böylece modern coğrafyanın ancak son zamanlarda anladığı ve İsostasy adını verdiği “yeryüzünün denge kanunu”nda dağların en mühim bir unsur olduğunu anlar[12].

Dağların bugün keşfedilen faydalarını günümüz ilmi ancak anlayabileceği gibi, gelecekte ortaya çıkacak husûsiyetlerini de yeni nesiller anlamaya devam edecektir.

Farklı Zamanlara Hitap

Kur’ân’ın farklı zamanlardaki insanlara her birinin anlayacağı şekilde hitap etmesine güzel bir misal de şu âyet-i kerîmedir:

“Hem binmeniz, hem de zinet olsun diye atlar, katırlar, merkepler yarattı. Hem sizin bilemeyeceğiniz daha neler yaratır!”[13].

Bizden önceki insanlar bu âyetleri okuduğunda sâdece ilk kısmı kendilerini alâkadar ederdi. Çünkü onların hayatına bu kadarı mutâbık geliyordu. Nitekim âyetin ikinci kısmını okuduklarında muhtelif tefsir ve teviller arasında dolaşıp durmuşlardır. Asrımızın insanı bu âyeti okuduğunda, hiç şüphe etmeden eskilere ilâveten yeni nakil vâsıtalarının kastedildiğini anlar[14].



[1] Drâz, en-Nebeü’l-azîm, s. 113.

[2] Bûtî, Ravâi’, s. 115.

[3] Nâci, Muallim, İ’câz-ı Kur’ân, İstanbul 1977, s. 21.

[4] Yıldırım, “Kur’ân” md., DİA, XXVI, 396.

[5] el-Furkân, 6; Kocabaş, Şakir, Kur’ân’da Yaratılış, s. 47.

[6] Akkâd, Abbas Mahmud, Mevsûa, Beyrut ts., IV, 203.

[7] Râfiî, Vahyü’l-kalem, Kuveyt ts., II, 66.

[8] Başgil, Ali Fuat, Din ve Laiklik, İstanbul 1991, s. 10.

[9] el-İhlâs, 3-4.

[10] Nursî, Külliyât (25. Söz), I, 185.

[11] en-Nebe’, 7.

[12] Vahidüddin Han, Bilim ve Uygarlık Açısından İslâm, trc. Bekir Karlığa, İstanbul 1989, s. 202-204.

[13] en-Nahl, 8.

[14] Bûtî, Ravâi’, s. 117.

%d bloggers like this: