2. Lafız-Mânâ Dengesi

Dilde kelime seçimi çok mühim bir husustur. Hem İslâm’dan önceki hem de sonraki dönemlerde şiir ve nesirde kelime seçimi, dâimâ ehemmiyetini muhâfaza etmiş, edipler bu hususa hep îtina gösteregelmişlerdir[1]. İnsanların sözlerinde durum böyle olursa, belâğatın zirvesini teşkil eden Kelâmullah’ta her bir kelimenin seçilerek kullanıldığında şüphe yoktur[2].

Dil ve edebiyatta ifâde yolları son derece çok, kelimeler ve terkipler oldukça çeşitli ve farklıdır. İnsanlar bu farklılıkları olanca genişliğiyle ihata etme husûsunda aynı seviyede değildir. Kelimeler arasında mukayese yapıp tercihte bulunma hususunda müsâvî olmaları ise daha zordur. Üslup güzelliği alanında birinin farkında olmadığını öbürü keşfeder, her ikisinin de bulamadığını bir başkası ortaya çıkarır. İşte insanların sözlerinin güzelliği, belâğat ve fesâhatlarının üstünlüğü bu tercihteki isâbet nisbetindedir.

Bununla birlikte mânâ ile lafız birbirinden uzak iki uç gibi olup ikisine de aynı anda hakkını vermek neredeyse imkansızdır. Meramını veciz bir şekilde anlatmak için lâfzı az kullanan bir kimse, az veya çok mânânın hakkını yemek durumunda kalır. Bunun aksine mânânın hakkını verip bütün incelikleriyle göstermek isteyen kimse de lafzın güzellik ve letâfetini bozarak sözü uzatmaya mecbur kalır.

Edipler ancak ilimlerinin genişliği ve o anki ilhamlarının sevkine göre nisbî bir mükemmelliğe ulaşabilirler. Bunun en sağlam delili, bir edibin zaman içinde önceki sözlerini tekrar ele aldığında, bazı çıkarma veya ilavelerde bulunması, takdim-tehir yapması, eserini değiştirip olgunlaştırmasıdır. Öyle ki yetmiş defa bile gözden geçirse her defasında yapacağı bir değişiklik bulur, tashih etme, değiştirme ve geliştirme ihtiyacı hisseder.

Meselâ “Muallâkât-ı Seb‘a” şâirlerinden biri olan Züheyr’in, şiirlerini tehzîb edip olgunlaştırdığı rivayet edilir. Şâir, senelerce üzerinde çalıştığı bu kasidelerine “el-Havliyât: Yıllanmış” ismini verirdi[3].

Aynı şekilde meşhur şâirlerimizden Yahya Kemal’in de bir şiiri otuz sene cebinde taşıdığı ve zaman zaman değişiklikler yaparak olgunlaştırdığı söylenir.

Mehmed Âkif’in Safahat’ına bakıldığında, oradaki şiirlerin zamanla nasıl değişikliğe uğradığı kolayca görülebilir[4]. Diğer şairler için de benzer rivayetler mevcuttur.

Dâimâ En Üstün ve En Münâsip Kelimeyi Kullanır

Kur’ân-ı Kerîm’e gelince, onun üzerinden asırlar geçse dahi, lafız ve mânâlarında hiçbir değişikliğe ihtiyaç duyulmaz[5].

Kur’ân dilinde üstün olan taraf, hangi sahada söz söylerse söylesin, daima en üstün ve mânâya en uygun terkibi seçmesi, en ufak bir harfi bile yerli yerine koyması ve maksadı hiçbir eksik ve fazla olmaksızın tam olarak anlatmasıdır. Kısa ve özlü anlatımın tercih edildiği yerlerde mânâ ihmal edilmediği gibi muhtevânın ayrıntısına girilmesi gereken yerlerde de söz israfı yapılmaz. Kur’ân, dilin sâhip olduğu müterâdif kelimelerden delâleti en hassas, tasvir gücü en fazla ve fesâhati en kuvvetli olanını seçer[6]. Onun kelimeleri öyle güzel seçilmiştir ki hiçbirinin yerini değiştirmeye imkân yoktur. Bu hususta İbn-i Atiyye şöyle demiştir:

“Kur’ân öyle bir kitaptır ki ondan bir kelime çıkarılsa, sonra bütün Arap lisanı altüst edilse, ondan daha münasip bir kelime bulmak mümkün değildir”[7].

Hattâbî de, Kur’ân âyetlerinden bir kelime değiştirildiğinde mânânın değişip kelamın bozulacağını ya da en azından belâgat seviyesinin düşeceğini ifâde eder[8].

Rağıb el-İsfahânî’ye göre ise, Kur’ân’ın lâfızları Arap kelâmının özü, zübdesi ve en seçkinleridir. Kur’ânî lâfızlara nisbetle diğer sözler, tatlı meyvelerin özüne nisbetle kabuğu veya buğdayın özüne nisbetle kepeği ve samanı gibi kalır[9].

Misâl olarak şu âyeti ele alalım:

وَاَغْطَشَ لَيْلَهَا وَاَخْرَجَ ضُحٰيهَا

“O, (semânın) gecesini kararttı, gündüzünü ağarttı”[10].

Bu âyetteki أَغْطَشَ kelimesi lügavî delâlet açısından أَظْلَمَ kelimesine müsâvîdir ve burada diğeri de kullanılabilirdi. Ancak “ağtaşe” lüğat hudutlarının ötesinde diğer delâletleriyle bir farklılık arz etmekte ve beraber terkip oluşturduğu diğer kelimelere daha çok uymaktadır. Birbirine uyumlu harflerinin ses yapısı ve ölçüsü kendine has bir husûsiyete sâhiptir. Kelime bu delâletiyle derin bir sükûtun, umumî bir uykunun ve dehşet verici bir yalnızlığın her tarafa yayıldığı geceyi tasvir etmektedir. “Ağdaşe” kelimesi bütün bu mânâları, harflerinin mahreçleri ve kendi aslî tabiatı ile hissettirmektedir[11]. Dolayısıyla “ezlame”ye ve müterâdiflerine göre bu makama daha münasip düşmekte ve verilmek istenen mânâyı en güzel şekilde ifâde etmektedir.

Yine şu âyette kullanılan bir kelimenin ifâde ettiği mânâlara bakalım:

اَفَرَاَيْتُمُ النَّارَ الَّت۪ي تُورُونَ. ءَاَنْتُمْ اَنْشَاْتُمْ شَجَرَتَهَٓا اَمْ نَحْنُ الْمُنْشِؤُ۫نَ. نَحْنُ جَعَلْنَاهَا تَذْكِرَةً وَمَتَاعًا لِلْمُقْو۪ينَ

 “Peki, yakmakta olduğunuz ateşe ne dersiniz? Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz? Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlerin istifadesi için yarattık”[12].

Burada kullanılan لِلْمُقْو۪ينَ lüzumlu olan bütün mânâları ihtivâ eden bir kelimedir. Bu kelime ilk olarak “ıssız bir çöle konan ve oradan geçen kişi” anlamına gelir. İkinci olarak “karnı aç olan”, üçüncü sırada da “istifâde eden” mânâlarına gelir. Bütün bu mânâların Arap şiirinde kullanımı mevcuttur. Bu üç mânâ da, anlatılan ve tasvir edilen tablo için zarurîdir. Ne kadar usta olursa olsun herhangi bir insanın, bütün bir lisânı ihata edip istediği gibi kullanması, sözlerinin tamamında birbirinden uzak mânâları bir kelimede toplaması ve merâmını tam olarak tekellüfe düşmeden ortaya koyması mümkün değildir[13].

Bu husustaki diğer bir misal de şudur:

وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَا وَيْلَنَاۤ اِنَّا كُنَّا ظَالِم۪ينَ

“Andolsun, onlara Rabbinin azabından ufak bir esinti dokunsa, hiç şüphesiz, «Vah bize! Hakikaten biz zâlim kimselermişiz!» derler”[14].

Bu cümlede, azabın dehşetini göstermek için onun en hafifinin dahi zâlimlere nasıl bir şiddetle tesir ettiği anlatılmaktadır. Cümlenin bütün unsurları, dokunan azabın ne kadar az olduğunu ifâdeye hizmet etmekte ve ona kuvvet vermektedir:

لَئِنْ lâfzı, teşkik bildirir. Şek ise azlık ifâde eder. مَسَّ lâfzı, azıcık dokunmaktır, yine azlığı ifâde eder. نَفْحَةٌ lâfzı, “bir kokucuk” demek olup azlığı ifâde eder. Aynı zamanda bu kelime masdar binâ-yı merre olduğu için bir’e delalet eder ve biricik demektir. Bununla beraber nekre olup tenvin alması da azlık ifâde etmek içindir. مِنْ lafzı, teb’îziyedir ve bir parça demektir. Dolayısıyla bu da azlık ifâdesidir. عَذَاب lâfzı; nekâl ve ikâba nisbetle hafif bir ceza nevidir ki o da azlığı anlatmaktadır. رَبِّكَ lâfzı; Kahhar, Cebbâr, Müntakim esmâsına nazaran şefkâti ihsas etmekle yine azlığa işaret eder.

Dolayısıyla âyet-i kerîmede; “İşte, bu derece az bir azap bile böyle tesirli ise, Allah’ın ikâbı, nekâli ne kadar dehşetli olur, kıyas edebilirsiniz” denilmek istenmektedir[15].

Mânâ Lafza Tesir Eder

Kur’ân-ı Kerîm’de, mânâ, lafza tesir ederek farklı şekillerde gelmesine sebep olur. Meselâ arzedilecek mânâ ne kadar umûmî, misalleri ve husûsiyetleri ne kadar zengin olursa, orada kullanılan tabirler de o kadar kolay ve serî olur. Mânâ ne kadar incelir, hassaslaşır ve derinleşirse lafızlar da o derece zorlaşır ve azalır[16].

Kur’ân lafızlarının fonetik husûsiyeti de ekseriyetle mânâya uygundur. Kur’ân belâgatinin en çarpıcı misallerini teşkil eden pek çok âyette, harfler ve sesler, mânâ ile bütünleşir ve ona zenginlik katar. Kelimelerin etimolojik ve epistemolojik delâletleri bilinmese bile, seslerin tabiî halleri, kulaklara bu mânâlardan ipuçları ve ışıltılar sunar[17]. Meselâ ölümden sonra dirilmeyi inkâr edenlere karşı cidâl ve tehdit ihtiva eden Kâf Sûresi’nde, diğer yerlere nisbetle çok fazla kaf, bâ, dâl, cîm gibi kalkale harfleri bulunmaktadır. İki sayfalık kısa bir sûrede kaf 64, bâ 74, dâl 53, cîm 22 defa geçmektedir. Bu harflerin içinde bulunduğu tarrakalı kelimeler âdeta mânâlarıyla olduğu gibi sesleriyle de münkirleri susturmaktadır[18].

Yine, her şeyi göze alarak Allah’a iman eden sihirbazlara ateş püsküren Firavun’un tehditlerini ifâde eden şu âyet, onun tehdit nâralarını ses nizamıyla da aksettirmektedir:

فَلَاُقَطِّعَنَّ اَيْدِيَكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ وَلَاُصَلِّبَنَّكُمْ ف۪ي جُذُوعِ النَّخْلِ وَلَتَعْلَمُنَّ اَيُّنَاۤ اَشَدُّ عَذَابًا وَاَبْقٰى

“…Ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım! İşte o zaman anlayacaksınız kimin azabı daha şiddetli, daha devamlı!”[19].

Âyet-i kerîmede Firavun’un bu taşkınlığı, aşağılanan nefsinin hissettiği acı ve öfkesinin kabarması hâli harf-i cerler vâsıtasıyla da yansıtılmıştır. Buna göre, فِي جُذُوعِ النَّخْلِ cümlesindeki “فِي: -de, -da” harf-i ceri, “عَلَى: üzerine, üzerinde” yerine kullanılmıştır[20]. Bu, Firavun’un îman eden sihirbazları, hurma dalları üzerinde çok uzun süre asılı bırakmak, onlara çok işkence etmek şeklindeki gizli ve vahşî niyetini hissettirmek içindir. Çünkü “fî” ile hâsıl olan zarfiyette isrikrar mânâsı mevcuttur. Orada uzun müddet kalmaları, istikrâra teşbih edilmiştir[21].

Cennet ehlinin refah ve sürûrunu tasvir eden şu âyetler ise cennet ırmaklarının tatlı tatlı akışı, Selsebîl suyunun içimi gibi hoş ve yumuşaktır:

وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاعِمَةٌ. لِسَعْيِهَا رَاضِيَةٌ. ف۪ي جَنَّةٍ عَالِيَةٍ. لَا تَسْمَعُ ف۪يهَا لَاغِيَةً. ف۪يهَا عَيْنٌ جَارِيَةٌ. ف۪يهَا سُرُرٌ مَرْفُوعَةٌ. وَاَكْوَابٌ مَوْضُوعَةٌ. وَنَمَارِقُ مَصْفُوفَةٌ. وَزَرَابِيُّ مَبْثُوثَةٌ

 “Ama yüzler vardır, o gün mutludurlar, emeklerinin neticesini aldıkları için gayet memnundurlar. Pek üstün ve pek muteber bir cennettedirler. Orada hiç boş söz işitmezler. Orada akan berrak pınarlar, üstün, kıymetli tahtlar, hazırlanmış kadehler, dizilmiş koltuklar, yastıklar, yayılmış halılar ve döşemeler vardır”[22].

Bu âyetleri okuyan bir kimse, kelimelerin yumuşak, tatlı, mûnis ve sıcacık mûsikîsi arasında kendini başka bir ortamda buluverir. Dünyada vazifesini yapmış olmanın verdiği rahat ve huzur içinde, kendini güzel halı ve döşemelerle tefriş edilmiş sâkin ve müreffeh bir mekanda müzeyyen tahtlar üzerinde hisseder ve şırıl şırıl akan cennet nehirlerinin tatlı nağmelerini duyar gibi olur.

Diğer taraftan:

وَلاَ تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ

“Şeytanın adımlarını izlemeyin!”[23] âyet-i kerîmesi bize, şeytanı izlemekte olan şaşkın bir kimsenin o mütereddit ve şüpheli adım atışlarıyla, şeytanın o çekici ve kışkırtıcı adımlarını, hem zihnen hem de tasavvur yoluyla hatırlatır[24].

İmansızlık bunalımının insan şahsiyetinde oluşturduğu çıkmazları ve boğulmaları tasvir eden şu âyet-i kerîme de bu mevzuda güzel bir misaldir:

فَمَنْ يُرِدِ اللّٰهُ اَنْ يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلْاِسْلَامِ وَمَنْ يُرِدْ اَنْ يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا كَاَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِي السَّمَاۤءِ كَذٰلِكَ يَجْعَلُ اللّٰهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ

“Hasılı Allah kimi hidâyete erdirmek isterse, onun kalbini İslâm’a açar. Kimi de dalâlete bırakmak isterse, onun göğsünü sanki semâya çıkıyormuşçasına daraltır. İşte Allah böylece, imana gelmeyenlere rüsvâlık verir”[25].

Allah Teâlâ bu âyette, يَصَّعَّدُ kelimesiyle, teneffüs ettiği hava gittikçe azalan, bu sebeple de ciğerleri giderek sıkışan bir kimsenin, içinde bulunduğu derin yokluk ve helâk olma hissinden ötürü doğal bir refleksle yaptığı ağız hareketlerini, karaya vurmuş bir balığın o trajik ağız hareketlerini tasvir ederek hissettirmektedir. İmansızlık buhrânı içindeki kimsenin hâli de böyledir. Küfür karanlığına mahkûm olan kimse, işte aynen atmosferde yükseldikçe ciğerleri daralan bir kimse gibi, inançsızlık tabakaları arasında metafizik hafakânlar, ruhî boğulmalar ve ölümler içinde kasılmış bir siluet gibi asılı durmaktadır[26].

Yine içinden sular akan parçalanmış kayaların tasvirinde kullanılan يَشَّقَّقُ: Şak şak yarılır da…”[27] fiili de bize, taşların yarılışını çağrıştırmakta, hızlı bir şekilde ses ve harflerden işaret edilen hakikate, onun tasavvur edilip zihnimizde temekkün etmesine yardımcı olmaktadır. Burada, taşın çatlayıp su çıkardığını anlatırken “yenşakku” veyahud “yeteşakkaku” demek de mümkündür. Lâkin, «lemâ yaşşakkaku» ifâdesinde çatlayışın, akışın bütün fışırtısı ve şakırtısı duyulur[28].

Bazen bir resmi tamamlamak için yalnız bir tek kelime kullanılır. Allah yolunda gazaya çıkmak istemeyip de yere çakılıp kalanların hâlini anlatan اِثَّاقَلْتُمْ kelimesi, yine benzer durumda olanları tasvir eden وَاِنَّ مِنْكُمْ لَمَنْ لَيُبَطِّئَنَّ ifâdesi ve cehennem ehlinin çığlıklarını anlatan يَصْطَرِخُونَ kelimesi bu kabildendir. Bu lâfızlar, ses yapılarıyla, taşıdıkları mânâları insana hissettirmektedirler[29].

Dua Cümlelerinin Tasvir Gücü

Kur’ân üslûbunun üstünlüklerinden biri de, her lafzı insanın önüne bir sûret ve geniş bir hayal dünyası koyan dua cümlelerinin, yüksek bir âhenkle mânâyı yansıtmasıdır. Meselâ mehâbetli ve faziletli bir ihtiyar olan Zekeriyyâ (a.s)’ın duâsı bunlardan biridir. Her kelimesinde korku, hüzün samimiyet ve ihlâs hissedilen sözleri, kalbimizin derinliklerinde büyük bir tesir bırakır. Mihraba durmuş ibadet halinde ve Rabbine derinden yalvarmakta, sabah akşam Rabbimizin ismini zikretmektedir:

قَالَ رَبِّ اِنّ۪ي وَهَنَ الْعَظْمُ مِنّ۪ي وَاشْتَعَلَ الرَّاْسُ شَيْبًا وَلَمْ اَكُنْ بِدُعَاۤئِكَ رَبِّ شَقِيًّا. وَاِنّ۪ي خِفْتُ الْمَوَالِيَ مِنْ وَرَاۤئ۪ي وَكَانَتِ امْرَاَت۪ي عَاقِرًا فَهَبْ ل۪ي مِنْ لَدُنْكَ وَلِيًّا. يَرِثُن۪ي وَيَرِثُ مِنْ اٰلِ يَعْقُوبَ وَاجْعَلْهُ رَبِّ رَضِيًّا

“Ya Rabbî, iyice yaşlandım, kemiklerim zayıfladı, eridi, başımdaki saçlarım ağardı, beyaz alevler gibi tutuştu. Ya Rabbî, Sana her ne için yalvardıysam, asla mahrum kalmadım, bedbaht olmadım. Doğrusu ben arkamdan yerime geçecek akrabamdan ötürü endişeliyim. Eşim de kısır! Bana lutf u kereminden öyle bir vâris nasib et ki bana da, Yâkub hanedanına da vâris olsun. Onu, râzı olacağın bir insan eyle ya Rabbi!”[30].

Aynı şekilde Âl-i İmran Sûresi’nin 191-194, Nûh Sûresi’nin 26-28, Ahzâb Sûresi’nin 67-68. âyetlerindeki duâlar da bunun gibi Allah’a yalvaran insanların hâlini ses âhengi ile tasvir etmekte, içinde bulundukları duygu ve düşünceleri, sözlerindeki yumuşaklık ve hüznü, sertlik ve gazabı, nedamet ve pişmanlığı aksettirmektedir[31].

Kur’ân-ı Kerîm, bütün bu husûsiyetleriyle lafız ile mânâ dengesini en güzel şekilde sağlamış, ulaştırmak istediği mânâları üstün bir belagatle ifâde etmiştir.

“De ki: «Onu, göklerdeki ve yerdeki bütün sırları bilen Yüce Allah indirdi. O, gerçekten Ğafûr’dur, Rahîm’dir»”[32].



[1] Misaller için bkz. Abbâs, İ’câz, s. 166-169; a.mlf., “el-Kelimetü’l-Kur’âniye”, s. 501-506.

[2] Abbâs, İ’câz, s. 170.

[3] Bkz. Drâz, en-Nebeü’l-azîm, s. 92, 109-111.

[4] Bkz. Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, haz. M. Ertuğrul Düzdağ, İstanbul 1991, s. 3, 4, 5…

[5] Drâz, a.g.e, s. 92.

[6] Bûtî, Ravâi’, s. 140.

[7] İbn-i Atiyye, el-Muharraru’l-vecîz, I, 52; Zerkânî, Menâhil, II, 325; Drâz, en-Nebeü’l-azîm, s. 112; Hımsî, Fikratu i’câz, s. 95; Atâ, Azametü’l-Kur’ân, s. 85; Abbâs, İ’câz, s. 170.

[8] Hattâbî, Beyân, s. 26-31; Yıldırım, “Kur’ân” md., DİA, XXVI, 395.

[9] Râğıb, Müfredât, s. 10 (Mukaddime).

[10] en-Nâziât, 29.

[11] Bûtî, Ravâi’, s. 140.

[12] el-Vâkıa, 71-73.

[13] Bûtî, Ravâi’, s. 143.

[14] el-Enbiyâ, 46.

[15] Nursî, Külliyât (25. Söz), I, 163. Diğer misaller için bkz. Hâlidî, el-Beyân, s. 160 vd.

[16] Bûtî, Ravâi’, s. 114.

[17] Kılıç, Kur’ân: Dildeki Sonsuz Mu’cize, s. 40.

[18] Yıldırım, K. İlimlerine Giriş, s. 132-133.

[19] Tâhâ, 71.

[20] İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, V, 307. Ayrıca bkz. Abbâs, İ’câz, s. 193. Müellif, devam eden sayfalarda harflerin kullanımıyla alâkalı başka misaller de verir.

[21] Ebu’s-Suûd, VI, 29, (Tâhâ, 71).

[22] el-Ğâşiye, 8-16. Yıldırım, K. İlimlerine Giriş, s. 133.

[23] el-Bakara, 168.

[24] Kılıç, Kur’ân: Dildeki Sonsuz Mu’cize, s. 40.

[25] el-En’âm, 125.

[26] Kılıç, Kur’ân: Dildeki Sonsuz Mu’cize, s. 41.

[27] el-Bakara, 74.

[28] Yazır, M. Hamdi, I, 16 (Mukaddime).

[29] Kutub, et-Tasvîr, s. 91-92.

[30] Meryem 19/4-6.

[31] Sâlih, Subhi, Mebâhis fî ulûmi’l-Kur’ân, s. 337-340.

[32] el-Furkân, 6.

%d bloggers like this: