1. Mevcut Edebî Türlerden Farklı ve Mükemmel Oluşu

Kur’ân-ı Kerîm, Arap dilinin bilinen türleri hâricinde ve edebî güzelliğin zirvesinde bir örgüyle gelmiştir. İfâde uslûbu, onların alışmış oldukları tarzdan farklı bir esas üzerine binâ edilmiştir. Hatta onu Allah’tan alıp insanlara açıklayan Peygamber Efendimiz’in üslûbundan dahi farklıdır[1].

Rasûlullah (s.a.v), gerçekten seçkin bir belâğat ve fesahata sâhiptir. Bunu pek çok hadis-i şerifte görmek mümkündür. Ancak, onun ağzından rivayet edilen bunca hadis-i şerif ile kendisine gönderilen Kur’ân-ı Kerîm âyetleri, birbirinden çok farklıdır[2].

Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm, Arapça olmasına rağmen, gerek o dönemde, gerekse müteakip asırlarda devamlı zihinleri meşgul etmiştir. Kimi onun şiir, kimi nesir, kimi seci, kimi esâtîr, kimi anlamsız câzibeli sözler[3] olduğunu söylemiştir. Zira, bazı âyetlerindeki insanı derinden yakalayan kâfiyenin verdiği uyum ve ahenk; bazı âyetlerdeki kısa, ahenkli ve vurgulu secilerden oluşan dâhilî nizâm ve tenasüp; bazı âyetlerdeki yaşanmış hâdiselerin ahlâkî ve öğretici anlatımı, tarih ve insanlık dersleri; bazı bölümlerdeki, herhangi bir edebî kaygıdan uzak, fakat sırf bir mesajı ve bir takım dersleri talim etmeyi hedefleyen hakîm bir üslup ve tutarlı bir mantık, insanları kararsız ve şaşkın bir hâlde bırakmıştır. Parçacı bir yaklaşımla baktığında, insanın, Kur’ân’ı bunlardan birine benzetmesi kolaydır. Ancak o, bunların hiç biri olmadığı gibi hepsini ihâta etmiş, hepsini aşmış, hepsinden daha husûsî ve hepsinden daha seçkin bir seviyededir. Kur’ân’ın üslûbunu bunlardan hiçbirine dâhil etmek mümkün değildir.[4]

Kur’ân, hem şiirin hem de nesrin meziyetlerini bir araya toplayan emsalsiz bir nazma sahiptir[5]. Onda ne şiirde ne de mûsikîde bulunmayan bir güzellik vardır. Kur’ân’ı tekrar tekrar okurken veya dinlerken bir monotonluk hissedilmez, devamlı sûrette değişen ve tâzelenen seslerden insan hislerinin her biri aynı derecede nasibini alır[6]. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır bu hususu şöyle îzâh eder:

“Nazm-ı Kur’ân ne mevzûn, ne müsecca, ne de mensûrdur; fakat mevzûndan daha ahenkli, müseccadan daha mütenâsib, mensûrdan daha selîs ve daha cereyanlıdır. Hepsinden başka bir de cevâmiu’l-kelîmdir; elfâz-ı kalîle içinde meânî-i kesîreyi derc ederek nâmütenâhîye nâzır büyük muâdeleleri cezirleriyle ve kemâl-i letâfetle tebliğ eder. Akla hitâb ederken sâmiadan başlayarak turuk-i havâssı da elfâz ve terkibinin rikkat ve cezâletiyle mütevâliyen okşar ve kalbi hüsn ve hayr u hakkın lâhûtî ahengi içinde gark-ı neşât ve in­tibah eder. Beşerin bildiği ve bileceği kâffe-i esâlîb ve meânîyi ihtivâ etmekle beraber hiçbirisinin aynı olmayan ve on dört asırdır taklîd edilemeyen ilâhî bir üslûba mâliktir. Mâlum olduğu üzere sun-i beşer olan âsârın tenasübleri hep mütenâhî nisbetlerin muhassalasıdır. Sun-i Bârî olan âsârın tenâsübü ise nâmütenâhî nisbetlerin cezridir (…) Bizim kelimât ve meânî arasında tayin ede­bildiğimiz tenâsübler, mütenâhî miyarlara istinâd ettiği halde Hâlık’ın tayin ettiği tenâsübler nâmütenâhîye nâzır olur. Bunun için nazm-ı Kur’ân’daki üslup ve âheng-i beyân, bizim kavrayabildiğimizden çok yüksek bir takım tenâsüblerin ifâdesidir…”[7].

Eşsiz söz dizimi ve üslup Kur’ân’da tek düzelik arzetmez, farklı hacimlerdeki hemen her sûrede ayrı bir vasfa sâhiptir. Âyet sonlarının uyumu (fâsıla), âyetlerin uzunluk ve kısalığı vb. durumlar sûreden sûreye, hatta bazen bir sûre içinde değişiklik gösterir. Bu farklılığa rağmen âyet ve sûreler Allah’ın isimleri, âfâk ve enfüsteki deliller, hikmet, nasihat ve misaller, âhirete dâir haberler, geçmiş peygamber ve kavimlerin kıssaları, ibâdet, muâmelât, helâl ve haramla alâkalı hükümler gibi pek çok mevzudaki mânâları mezcetmede birbirine benzerlik gösterir[8].

Yazı Dili İle Konuşma Dili Arasındaki Fark

Burada hatırlatılması gereken diğer bir husus da şudur ki, Kur’ân ilk nâzil olduğunda yazılı bir metin hâlinde gelmemiş, bilâkis muhtelif zamanlarda müneccemen (kısım kısım) nâzil olmuştur. Allah Rasûlü (s.a.v) de gelen vahyi hemen vahiy kâtiplerine yazdırmış ve muhataplarına okumuştur. Bu sebeple Kur’ân’ın üslûbu, yazı üslûbundan ziyade konuşma üslûbuna daha yakındır. Yazı dili ile konuşma dili arasında ise çok mühim farklar mevcuttur. Yazıda farklı bir hususa temas edilmek istendiğinde, sözün akışı bozulmasın diye, bu husus ara bir cümleyle ele alınır. Fakat konuşmacı, ses tonundan istifâdeyle birçok ara cümleler kullanabilir ve buna rağmen sözün akışını bozan bir kopukluk meydana gelmez.

Yine bir mevzu yazıyla anlatılacaksa, konunun geçtiği ortamı hiç değilse bir iki cümleyle tasvire gerek duyulur. Hâlbuki konuşma esnasında ortam ile konuşma tabii olarak bağlantılıdır ve konuşmacı çevreye işaret etmeye gerek duymaksızın konuşsa dahi, konuşmada bir kopukluk ortaya çıkmaz. Konuşmacı mütekellim ve muhatap sîgalarını (birinci ve ikinci tekil şahıs kipleri) sürekli değiştirmek sûretiyle kullanabilir. Konuşma yeteneğine göre, yer ve zaman unsurlarını dikkate alarak, karşısında hazır duran topluluğa, bazen gâip sîgasıyla (üçüncü tekil şahıs), bazen muhâtap sîgasıyla, bazen tekil, bazen çoğul olarak, bazen kendi adına, bazen ilahî bir kuvvet adına, bazen ilahî kuvvetten naklen konuşabilir. Tüm bunlar bir konuşmanın en güzel yönleri olarak takdir toplar. Fakat aynı üslup yazıda kullanılırsa bir irtibatsızlık, bir kopukluk meydana gelir. Bu sebeple bir konuşma yazıya döküldüğünde okuyucunun o yazıda bir kopukluk hissetmesi, onu okurken zorlanması tabiîdir. Okuyucunun konuşmanın yapıldığı yer ve zamandan uzaklığı nisbetinde, bu kopukluğu daha çok hissedeceği ortadadır[9].

Aynı şekilde Kur’ân’ın nüzûlüne muhâtap olan kimseler için bahis mevzûu olmayan bir takım anlama problemleri daha sonra onu okuyan kimseler için vârid olabilir. Meselâ tekrarlar, zamirlerin yer değiştirmesi (birinci tekil şahıstan üçüncü tekil şahsa intikaller, vb.), bir mevzudan diğerine geçişler, suali ortada olmadığı halde verilen cevaplar, isimle değil zamir yoluyla yapılan atıflar, hazifler, zamanı ve mekânı zikredilmediği için tahmin edilmek durumunda kalınan meseleler, niçin dile getirildiği ilk anda anlaşılamayan izahlar, hâsılı ilk muhataplar için problem teşkil etmeyen ancak daha sonraki muhataplar için ihtiyaç olan tabiî bağlamın husûsiyetleri…

Bu yüzden Arapça bildiği hâlde birçok kimse, sırf Kur’ân’ın uslûbunu kavrayamadığı için, onda bir takım irtibatsızlık ve kopuklukların olduğunu zannedebilir. Hâlbuki sonraki muhatapların bu ihtiyaçları, âlimlerimizin tefsir ve Ulûmu’l-Kur’ân kitapları ile giderildiğinde, Kur’ân daha iyi anlaşılacaktır[10].

Nitekim, bazı müsteşrikler, Kur’ân-ı Kerîm’de aynı sûre içinde ele alınan mevzular arasında bir insicam ve alâka olmadığını iddiâ edebilmiştir. Hâlbuki bir tablonun güzelliğini görebilmek için, zorunlu olarak farklı renklerin bir arada bulunduğu ve hatta bütün ile uyumsuz gibi görünen küçücük bir noktaya bakmamalıdır. Aksine biraz geri çekilerek tabloyu bir bütün olarak gözden geçirmek zarurîdir. Ancak bu takdirde tabloyu teşkil eden unsurlar arasındaki simetriyi ve terkipteki armoniyi görmek mümkün olur. İşte Kur’ân-ı Kerîm hakkında isabetli bir hüküm verebilmek için de onun her sûresini böyle bütüncül bir anlayış çerçevesinde değerlendirmek lâzımdır[11].

Mevzûları Ele Alış Tarzı

Kur’ân’ın işlediği mevzûları ele alış tarzı da çok farklıdır. Meselâ Kur’ân, tarihi tarih kitapları gibi ele almaz. Onun maksadı tarihî bilgi vermek değil, onları başka bir maksat için hatırlatmak, kullanmaktır. Kur’ân’ın gökyüzüyle alâkalı mefhumları sıkça kullanması astronomiye dair bilgi vermek için değildir. Bilâkis o, bunlarla Allah’ın kudretini gösterip insanların hidâyetlerini sağlamayı hedefler. Kur’ân’ın dili ve üslûbu, bu ilim dallarınınkine benzemez. Zira Kur’ân’ın hedefi bu ilimlerin hedefinden farklıdır. Bu durumda Kur’ân’ı bunun gibi ilimlerin kıstaslarıyla değerlendirmek doğru olmaz[12].

Edebî Türlerin Hepsini En Mükemmel Şekilde Kullanır

Kur’ân, mevcut edebî türlerden farklı ve kendine has bir üslûba sahip olmakla birlikte, aynı zamanda bütün bu edebî şekilleri en mükemmel şekilde kullanır. Kur’ân-ı Kerîm; teşrîʻ, kıssa, tarih, cedel, münazara, mev‘iza, zühd ve rekâik gibi pek çok edebî tür ihtivâ etmektedir. Bunların hepsinde de her zaman için fesahatini en yüksek seviyede muhafaza etmiştir. Bu çeşitliliğe rağmen sûrelerde bir konudan diğerine geçişleri en mükemmel şekilde sağlamıştır. Kur’ân, bir pasajında mevzûu tasvir tarzında anlatır, sonra bir kıssaya geçer, arkasından hukukî bir mesele gelir, onu cennetle müjdeleme, cehennemle korkutma sahnesi takip eder. Bütün bu farklı sahalarda Kur’ân’ın üslûbu aynı parlak ve yüksek ifâde gücünü devam ettirir[13].

Hâlbuki bir edebiyatçının muhtelif edebî nevilerin hepsinde mâhir olması bir yana, onların birkaçıyla ilgilenmesi dahi mümkün değildir. Nitekim Arap edipleri daha çok; övünme, kahramanlık, mev’iza, medih ve hiciv tarzlarında şiir söylemişler, her biri bunların biri veya ikisinde mâhir olabilmiştir. Bir sözde farklı anlatımlara geçiş hususunda başarılı olanlar çok az olmuş, başarıları da çok mahdut ve dar çerçevede kalmıştır[14].

Kur’ân’ın, edebî türleri büyük bir âhenkle iç içe kullandığını misallendirmek için, Âl-i İmrân Sûresi’nin 10-17. âyetlerine bakabiliriz:

“Bilinmelidir ki inkâr edenlerin ne malları ne de evlâtları Allah huzurunda kendilerine bir fayda sağlayacaktır. İşte onlar cehennemin yakıtıdır. (Onların yolu) Firavun hanedanının ve onlardan öncekilerin tuttuğu yola benzer. Onlar bizim âyetlerimizi yalanladılar, Allah da kendilerini günahları yüzünden yakalayıverdi. Allah’ın cezâsı çok şiddetlidir. (Rasûlüm!) İnkâr edenlere de ki: «Yakında mağlup olacaksınız ve cehenneme sürüleceksiniz.» Orası kalınacak ne kötü bir yerdir!

(Bedir’de) karşı karşıya gelen şu iki gurubun hâlinde sizin için büyük bir ibret vardır. Biri Allah yolunda çarpışan bir gurup, diğeri ise bunları apaçık kendilerinin iki misli gören kâfir bir gurup. Allah dilediğini yardımı ile destekler. Elbette bunda basiret sahipleri için büyük bir ibret vardır.

Nefsânî arzulara, (bilhassa) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.

(Rasûlüm!) De ki: Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takvâ sahipleri için Rableri yanında, içinden ırmaklar akan, ebediyyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah’ın rızâsı vardır. Allah bütün kullarını hakkıyla görmektedir.

(Bu nimetler) «Ey Rabbimiz! İman ettik; bizim günahlarımızı bağışla, bizi cehennem azâbından koru!» diyen; sabreden, sâdık/dürüst, huzurda boyun büken, hayra harcayan ve seher vakitlerinde Allah’tan af dileyen müttakîler (içindir).”

Görüldüğü üzere bu âyetlerde, mev‘iza, tarih, kıssa, cedel, münâzara, vaad ve vaîd gibi türler muhteşem bir insicâm içinde yerini almıştır: Kâfirlere, Allah’ın irâde ve kuvveti karşısında hiçbir varlıklarının fayda sağlayamayacağı umûmî bir kâide olarak bildirildikten sonra Firavun ve benzerleri buna misal getiriliyor. Daha sonra çağdaş kâfirlere hitâb edilerek onlar îkâz ediliyor. Onların îtirazları ise Bedir örnek verilerek susturuluyor. Çünkü orada, çok az ve techizât îtibâriyle oldukça zayıf bir avuç müslüman, Allah’ın yardımı ile büyük ve güçlü bir orduyu perişan etmişti. Bundan sonra söz yine umûma çevrilerek dünyanın geçici bir vâsıta olduğu, hakîkî hayatın âhiret, hakîkî mükâfâtın da Allah katında olduğu nasihatı veriliyor. Maddî menfaatler için küfürde direnmenin büyük bir hatâ olduğuna ve dünya menfaatinin fânîliğine işâret ediliyor. Devam eden âyetlerde Allah katında mü’minler için hazırlanan mükâfât biraz tafsîl edilerek ona nâil olacak müttakîlerin vasıfları zikrediliyor ve nasıl duâ ettikleri haber veriliyor. Böylece küfür ile îman mukâyese edilerek, insana verdikleri farklı hâlet-i rûhiyeler ve netîceleri açısından izah ediliyorlar. Âdetâ inkârcı bir insan, kademe kademe yükseltilerek takvâ derecesine ulaştırılıyor.

Aynen bunun gibi Kur’ân-ı Kerîm, büyük bir maharetle ana mevzûunu nakış nakış örmeye devam ederek, insanları sıkmadan, bilâkis heyecanlandırıp harekete geçirmek sûretiyle mesajını ulaştırmaktadır. Bütün edebî türleri, esas maksadına ulaşma yolunda en güzel şekliyle kullanmaktadır.



[1] Bâkıllânî, İ’câzu’l-Kur’ân, s. 53, 68; Drâz, Dirâsât, s. 13; Bûtî, Revâi‘, s. 111.

[2] Bkz. Drâz, Dirâsât, s. 13.

[3] el-Enbiyâ, 5.

[4] Bkz. Bâkıllânî, İ’câzu’l-Kur’ân, s. 53, 55; Bûtî, Revâi‘, s. 112-113; Yıldırım, K. İlimlerine Giriş, s. 125; Kılıç, Kur’ân: Dildeki Sonsuz Mu’cize, s. 36-37. Said Nursî, Kur’ân’ın şiir olmadığını, buna ihtiyacı da bulunmadığını ifâde ettikten sonra şiirin küçük ve sönük hakikatleri, büyük ve parlak hayallerle süsleyip beğendirmek istediğini, hâlbuki Kur’ân’ın hakikatlerinin son derece büyük, âli, parlak ve revnaklı olduğunu, en büyük ve parlak hayâlin, o hakikatlere nisbetle gayet küçük ve sönük kaldığını söyler (Saîd Nursî, Külliyât (13. Söz), I, 53).

[5] Atâ, Abdülkadir, Azametü’l-Kur’ân, s. 86.

[6] Drâz, en-Nebeü’l-azîm, s. 102.

[7] Yazır, M. Hamdi, Sebîlürreşâd, Sayı: 629 (14 Cemâziyelevvel 1343), s. 67-68; a.mlf, Makaleler, I, 190-191.

[8] Yıldırım, “Kur’ân” md., DİA, XXVI, 395.

[9] Mevdûdî, Tefhîm, I, 10, (Giriş).

[10] Cündioğlu, Kur’ân’ı Anlamanın Anlamı, s. 117-119, 122.

[11] Drâz, Kur’ân’ın Anlaşılmasına Doğru, s. 119-121; Yıldırım, “Kur’ân” md., DİA, XXVI, 396. Kur’ân’ın konu bütünlüğü ve insicâmı husûsundaki bazı misaller için bkz. Drâz, en-Nebeü’l-azîm, s. 163-211; Yıldırım, K. İlimlerine Giriş, s. 138-141. Kur’ân’ın sâdece sûreleri arasında değil, bütününde bir konu bütünlüğü ve insicâm vardır. Bu hususta şu eser incelenebilir: Hicâzî, Muhammed Mahmûd, el-Vahdetü’l-mevdû’iyye fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, Kâhire 1970.

[12] Cündioğlu, a.g.e, s. 18.

[13] Bûtî, Ravâi’, s. 114; Yıldırım, K. İlimlerine Giriş, s. 137.

[14] Yıldırım, “Kur’ân” md., DİA, XXVI, 396.

%d bloggers like this: