2. Kur’ân-ı Kerîm’in Mûcize Oluşu

Peygamberlerin mûcizeleri, umûmiyetle kendi dönem­lerinde öne çıkan ve rağbet edilen hususlarda olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v)’in de bunlar gibi zaman ve mekânla kayıtlı pek çok mûcizesi mevcuttur. Bu mûcizeleri nakleden ciltlerce eser kaleme alınmıştır[1]. Hadîs ve siyer kitapları da mûcizelere geniş yer ayırmıştır. Birkaç misal vermek gerekirse:

–  Mekke’de Kureyş’in kendisinden bir mûcize istemesi üzerine Peygamber Efendimiz’in ayı ikiye bölmesi[2],

–  Az bir yiyecekle çok sayıda kimseyi doyurması[3],

–  Parmaklarından suların akması ve susuz olan büyük bir ordunun kanıncaya kadar bundan içip bütün ihtiyaçlarını gidermesi[4],

–  Yerden alıp düşman tarafına attığı bir avuç toprağın düşman askerlerinin tamamına isâbet ederek gözlerini doldurması ve geri dönüp kaçmalarına sebep olması[5],

–  Daha önceleri kendisine yaslanıp hutbe okuduğu kuru hurma direğinin, minber yapıldığında Hz. Peygamber’den uzak kaldığı için inlemesi[6]… gibi pek çok hâdise zikredilebilir.

Peygamber Efendimiz’in bu şekilde pekçok mûcizesi görülmüş olmakla birlikte, O’nun en büyük mûcizesi Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân-ı Kerîm, kendisinin mûcize oluşunu, Allah’tan baş­ka hiçbir gücün onun bir benzerini getiremeyeceğini bildirmek ve bu hususta inkârcılara meydan okuyup müsâbakaya çağırmak (tehaddî) sûretiyle ispat etmiştir[7].

Rasûlullah (s.a.v), kendisinin Allah’ın Rasûlü olduğunu ve Allah’tan vahiy al­dığını ilân edip herkesi İslâm’a davete başlayınca, müşrikler ona karşı, şiddeti gi­derek artan bir muhalefet baş­lattılar. Allah’ın hiçbir şey indirmedi­ğini[8] Kur’ân’ın -hâşa- Allah kelâmı değil beşer sözü olduğunu, onu Peygamber Efendimiz’in uydurup Allah’a mâl et­tiğini söylediler[9]. Allah Rasûlü’nü muhtelif zamanlarda mecnun, şâir, kâhin, sihirbaz ya da büyüye tutulmuş ol­makla itham ettiler[10]. Bunun üzerine, iddialarının bâtıl olduğu bildirildi[11] ve Kur’ân’ın Cebrail vâsıtasıyla yeri ve gökleri yaratan Âlemlerin Rabbi tarafından indirildiği açıklandı[12].

İnkârcılar, Kur’ân ve kaynağı hakkındaki iddialarının tutarsızlığını anlayınca baş­ka yollar aramaya başladılar. Kur’ân’da eski kavim­lere âit kıssaların anlatıldığını görünce, Kur’ân’ı, başkalarının da yardımıyla Hz. Peygamber’in uydurduğu bir yalan, kendi­sine dikte edilen eski milletlerin efsane­leri diye karalamaya çalıştılar[13]. Kur’ân’ı Efendimiz’e bir ya­bancının öğrettiğini söylediler. Bu iddiâya Kur’ân, apaçık Arapça ile nâzil olan bir kitabı, ana dili Arapça olmayan bir kişinin yazdırmasındaki mantıksızlığa dikkat çekerek cevap verdi[14]. Rasûlullah (s.a.v) ve Kur’ân hakkında söyledikleri bu sözle­rden kendileri dahî tatmin olmayan inkârcılar, devamlı fikir değiştirip[15] birbirini tutmayan farklı iddiâlar ortaya attılar.

İşte bu inkârcılara Kur’ân’ın gerçekten Allah’tan gelen bir kitap olduğunu ispat etmek üzere bazı mûcizelerin gösterilmesi gerekiyordu. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm, muhtelif yönleriyle muhteşem bir mûcize olarak gönderilmiş ve hem kendi muhtevâsının hem de Peygamber Efendimiz’in doğruluğunu ispat etmiştir.

Nitekim Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Gönderilen her peygambere, insanların hidâyetine vesile olacak bir mûcize muhakkak verilmiştir. Bana verilen de Allah’ın bana vahyettiği kelâm nevinden olan Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu sebeple kıyamet günü ümmetimin diğer ümmetlerden sayıca çok olmasını ümit ediyorum”[16].

Diğer peygamberlere verilen mu’cizeleri sadece kendi döneminde yaşayan insanlar görmüştür. Kur’ân mu’cizesi ise kıyamete kadar bâkîdir. Diğer taraftan Kur’ân’ın mûcizeliği basîretle anlaşılan mucize nevindendir. Bunun için Kur’ân’a tâbî olanlar daha fazla olacaktır[17]. Öte yandan insanı diğer canlılardan ayıran başlıca vasıflar akıl ve beyân olduğu için en son ve en mütekâmil kitap olan Kur’ân’ın i’câzı da, daha çok akıl ve beyan sahasında tahakkuk etmiştir. Nitekim âyette şöyle buyrulur:

“Rahmân, Kur’ân’ı talim buyurdu. İnsanı yarattı, ona beyânı öğretti”[18].

Allah Rasûlü (s.a.v), Kur’ân’ın mûcizeliğinden istifadeyle pek çok kimseyi İslam’a davet etmiştir. Rasûlullah’ın şahsiyeti sebebiyle müslüman olan Hz. Hatice, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, Hz. Zeyd gibi yakınlarını istisnâ edersek, İslâm’ın kuvvet ve topluluğunun olmadığı ilk davet yıllarında, insanların imanında rol oynayan en mühim sebep Kur’ân’ın bu mûcizevî yapısıdır[19].

Her İşiten Hayrân Kalıyor

Hz. Ebû Bekir’in teşvik ve delaletiyle Hz. Osman, Zübeyr bin Avvam, Abdurrahman bin Avf, Sa’d bin Ebi Vakkas, Talha bin Ubeydullah (r.anhüm), Peygamber Efendimiz’in yanına gelmişlerdi. Rasûlullah (s.a.v) onlara İslâm’ı arz ve teklif etti, Kur’ân-ı Kerîm okudu. İslâm’ın hükümlerini anlattı. Yüce Allah’ın müslümanlara vaad buyurduğu izzet ve ikramları haber verdi. Bunun üzerine hepsi de müslüman oldular.[20]

Hz. Osman (r.a) şöyle anlatır:

“Teyzem Ervâ’yı ziyarete gitmiştim. Rasûlullah (s.a.v) de geldi. Kendisini seyretmeye başladım. O gün hâlimde bir değişiklik vardı. Bana yöneldi ve:

«–Osman neyin var?» diye sordu. Ben:

«–Senin aramızdaki yüksek konumuna ve aleyhinde söylenenlere şaşıyorum» dedim. Rasûlullah (s.a.v), «Lâ ilâhe illallah» dedi. O böyle söyleyince Allah biliyor ya tüylerim ürperdi. Daha sonra Allah Rasûlü (s.a.v) şu âyetleri okudu:

«Rızkınız ve size vaad olunan şeyler semâdadır. Göğün ve yerin Rabbine andolsun ki (vaad olunduğunuz) şeyler, tıpkı sizin konuşuyor olmanız gibi kesin bir hakîkattir»[21].

Bir müddet sonra kalkıp gitti. Ben de hemen arkasından çıktım ve kendisine yetişerek ona inandığımı bildirdim[22].

Kavminin ileri gelenlerinden olan meşhur şâir Tufeyl bin Amr şöyle der:

“Rasûlullâh (s.a.v) bana İslâm’ı anlattı, Kur’ân okudu. Vallâhi ben hiçbir zaman Kur’ân’dan daha güzel bir söz, İslâm’dan daha güzel bir dîn işitmemiştim! Hemen müslüman olup Allâh’tan başka hiçbir ilâh bulunmadığına şehâdet ettim.”[23]

Kur’ân-ı Kerîm’de, çetin inatçılar arasında sayılan Velîd bin Muğîre:

اِنَّ اللّٰهَ يَاْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْاِحْسَانِ وَا۪يتَاۤئِ ذِي الْقُرْبٰى وَيَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَاۤءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

“Allah adaleti, ihsanı ve muhtaç oldukları şeyleri yakınlara vermeyi emreder. Hayâsızlığı, çirkin işleri, zulüm ve tecavüzü yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir”[24] âyetini işittiğinde, Kur’ân’daki ilâhî esrarı sezip hakikati itiraf etmek zorunda kalmış ve şöyle demiştir:

“−Vallahi, az önce Muhammed’den öyle bir kelâm dinledim ki insan sözü desem değil, cin sözü desem değil! Öyle bir halâveti (tatlılığı), öyle bir talâveti (güzelliği) var ki sormayın! Öyle bir kelâm ki üstü meyveli, altı verimli ve bereketli! O muhakkak üstün gelir, ona üstün gelinemez”[25].

Velîd bin Muğîre bir gün Peygamber Efendimiz’e gelmiş, Allah Rasûlü (s.a.v) ona Kur’ân okumuş ve sanki Velîd’in kalbi biraz İslâm’a yumuşamıştı. Onun bu hâlini haber alan Ebu Cehl, yanına geldi ve:

“–Ey amca, kavmin sana vermek üzere mal topluyorlar. Zira Muhammed’e gidip mal istemişsin.” dedi. Velîd:

“–Kureyş beni iyi bilir ki malı en çok olanlardan biriyim.” dedi. Ebu Cehl:

“–O halde Muhammed hakkında öyle bir şey söyle ki senin onu inkâr ettiğini ve ondan hoşlanmadığını kavmin bilsin” dedi. Velîd:

“–Ne söyleyeyim? Vallahi, içinizde şiiri benden iyi bilen kimse yoktur, recezi[26], kasideyi benden daha iyi bilen yoktur. Vallahi onun söyledikleri bunlardan hiçbirine benzemiyor. Vallahi, onun söylediğinde bir tatlılık var, onun apayrı bir lezzeti var, altındaki her sözü yıkıyor ve hepsinin üstüne çıkıyor, hiçbir söz onun üstüne çıkamıyor” dedi. Ebu Cehil ısrar etti:

“–Kavmin, sen onun aleyhine bir şey söylemeden razı olmayacak” dedi. O da:

“–Bırak beni biraz düşüneyim” dedi. Sonra da: “Bu nakledilen bir sihirdir” diyebildi[27]. Onun bu hâli, Kur’ân’da bütün canlılığı ile şöyle tasvir edilir:

“O düşündü, ölçtü, biçti. Kahrolası, nasıl da ölçtü biçti! Sonra, kahrolası! Nasıl da ölçtü biçti! Sonra baktı. Derken suratını astı, kaşlarını çattı. En sonunda kibirini yenemeyip sırt çevirdi: «Bu, nakledilen bir sihirdir. Bu, beşer sözünden başka bir şey değildir» dedi”[28].

Müslümanların sayısının hızla artması ve Hz. Hamza, Hz. Ömer (r.a) gibi bahâdırların İslâm’a girmesi üzerine iyice telâşa kapılan müşrikler, bir toplantı yaparak bu gidişâtın önünü alabilmek için çâreler düşündüler:

“−Muhammed’in durumu iyice ciddîleşti, işlerimizi karıştırdı. Sihirde, kehânette, şiirde en âlimimizi ona gönderelim de kendisiyle konuşsun!” dediler. Bu iş için Utbe bin Rebîa’yı seçerek Allah Rasûlü (s.a.v)’e gönderdiler. Utbe, müşriklerin daha önce yapmış olduğu teklifleri, fazlasıyla tekrar ederek uzun uzun konuştu. Sözlerini bitirinceye kadar Allâh Rasûlü (s.a.v) onu sessizce dinledi. Sonra da ona künyesiyle hitap ederek:

“−Ey Ebu’l-Velîd! Söyleyeceklerin bitti mi?” diye sordu. Utbe:

“–Evet!” deyince Rasûlullâh (s.a.v):

“−Şimdi de sen beni dinle!” buyurdu. Besmele çekerek Fussilet Sûresi’ni okumaya başladı. Secde âyeti olan 37. âyeti de okuyup secde ettikten sonra:

“−Ey Ebu’l-Velîd! Okuduklarımı dinledin. Artık işte sen, işte o!” buyurdu.

Utbe kalkıp arkadaşlarının yanına dönerken, onu gören müşrikler:

“−Vallâhi Ebu’l-Velîd gittiğinden çok farklı bir yüzle geliyor. Hâli çok değişmiş?!” dediler. Yanlarına geldiğinde heyecanla:

“−Ne oldu, anlatsana?” dediler. Utbe:

“−Vallâhi, öyle bir söz dinledim ki şimdiye kadar bir benzerini hiç işitmemiştim. O ne şiir, ne sihir, ne de kehânettir! Muhammed:

فَإِنْ أَعْرَضُوا فَقُلْ أَنْذَرْتُكُمْ صَاعِقَةً مِثْلَ صَاعِقَةِ عَادٍ وَثَمُودَ

«Eğer yüz çevirirlerse onlara de ki: Ben sizi, Âd ve Semûd’un başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırım ile îkâz ettim»[29] dediği zaman, daha fazla okumasın diye elimle ağzını tutarak, susması için akrabâlığımız hakkı üzerine yemin ettim. Muhammed’in söylediği her şeyin aynen vukû bulduğunu bildiğim için üzerimize azâb inivereceğinden korktum.

Ey Kureyş cemaati, gelin beni dinleyin! Onu kendi işiyle baş başa bırakın, aradan çekilin! Eğer onu Araplar öldürürse, başkası vâsıtasıyla ondan kurtulmuş olursunuz. Şâyet o, Araplara hâkim olursa, onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun kudret ve şerefi sizin kudret ve şerefiniz demektir. Böylece Muhammed sâyesinde insanların en mes‘ûdu olursunuz!” dedi.

Kureyşliler:

“−Ey Ebu’l-Velîd! O seni de diliyle sihirlemiş!” deyince Utbe:

“−Benim fikrim budur. Siz nasıl istiyorsanız öyle yapın!” karşılığını verdi[30].

Kur’ân’ın nâzil olduğu ilk yıllarda Velid ve Utbe gibi edebiyâtın zirvesinde bulunan daha niceleri, onun mûcizevî yönlerini tasdik etmiş, bunların pekçoğu da müslüman olmuştur.

Rasûlullâh (s.a.v) birgün Minâ’da, Şeybân bin Sa’lebe Oğulları’nın yanına varmıştı. Kendisinin Allâh’ın rasûlü olduğunu bildirdi. Onlara İslâm’ı anlattı ve En’âm Sûresi’nin 151-153. âyetlerini okudu. Kabîlenin ileri gelenlerinden Mefrûk, Kur’ân’ın belâğatına doyamamıştı:

“−Ey Kureyşli kardeş! Sen bundan başka nelere dâvet ediyorsun? Vallâhi bunlar beşer kelâmı değildir! Eğer insanların kelâmından olsaydı biz onu çok iyi tanırdık!” dedi. Bu defâ Fahr-i Kâinât (s.a.v), Nahl Sûresi’nin 90. âyetini okudu. Mefrûk:

“−Ey Kureyşli kardeş! Vallâhi Sen beni en üstün ahlâka ve en güzel amellere dâvet ettin! Sana yalancı diyen kavim iftirâ etmiş demektir!” dedi…[31].

İlk Akabe görüşmesine iştirak eden Medineli altı kişi de, Peygamber Efendimiz’in, İbrahim Sûresi’nin 35-52. âyetlerini okuması üzerine hidâyete kavuşmuşlardır[32].

Hicretin 9. senesinde Medine’ye her taraftan heyetler gelmeye başlamıştı. Bu esnâda, Benî Ukayl kabilesinden Ebû Harb bin Huveylid de, Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. Rasûlullah (s.a.v) ona Kurân-ı Kerîm okudu ve İslâm’ı anlattı.

Ebû Harb:

“–Vallahi sen, ya Allah’a, ya da Allah’a kavuşana kavuşmuşsun! Sen öyle sözler söylüyorsun ki, doğrusu biz onun gibi güzel bir söz hiç işitmedik” dedi[33].

Kinde kabilesinin temsilcileri hicrî 10. senede altmış veya seksen kişi olarak gelip, Mescid’de bulunan Peygamber Efendimiz’in huzûruna çıkmışlardı. Rasûlullah (s.a.v):

“–Allah beni hak dinle peygamber olarak gönderdi ve bana bir de Kitab indirdi ki, ona bâtıl ne önün­den, ne de ardından yaklaşamaz!” buyurdu. Kinde temsilcileri:

“–Bize ondan biraz okuyup dinletebilir misin?!” dediler. Rasûlullah (s.a.v) Sâffât Sûresi’nin başından okumaya başladı:

“Saf saf dizilmiş duranlara, toplayıp sürenlere, zikir (Kur’ân) okuyanlara yemin ederim ki, ilâhınız birdir. O, hem göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbi, hem de doğuların Rabbidir.”[34].

Allah Rasûlü (s.a.v) bu âyetleri okuyup susmuştu. Hiç kımıldamadan duruyordu. Gözleri yaşarmış, gözyaşları sakalına doğru akmaya başlamıştı. Kindeliler:

“–Biz senin ağladığını görüyoruz!? Yoksa seni gönderen zâttan korktuğun için mi ağlıyorsun?” dediler. Peygamber Efendimiz:

“–Beni korkutan ve ağlatan, Allah’ın beni kılıcın ağzı gibi ince ve keskin olan dosdoğru bir yol üzere göndermiş olmasıdır ki, ondan azıcık eğrilsem helâk olurum!” buyurduktan sonra:

“Hakikaten, biz dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız; sonra bu durumda sen de bize karşı hiçbir yardımcı ve koruyucu bulamazsın”[35] âyetini okudu. Bunun üzerine Kinde temsilcileri müslüman oldular[36].

Kur’ân: Ebedî Mûcize

Kur’ân’ın insanlara tesir eden bu i‘câzının risâlet dönemiyle sınırlı olduğunu, daha sonraki asırlarda benzerinin getirilebileceğini öne sürenler olmuşsa da, başta Bâkıllânî olmak üzere[37] âlimlerin ço­ğu, i‘câzın kıyamete kadar geçerli olduğu görüşündedir. Çünkü tehaddî âyetlerinde zaman sınırlaması yapılma­mıştır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm, Allah Rasûlü’nün en büyük mûcizesidir[38]. Zâten mantıkî olarak da, risâleti ebedî olan Hz. Peygamber’in mûcizesinin de ebedî olması gerekmektedir[39].

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Kur’ân-ı Kerîm öyle bir kelâm-ı ilâhîdir ki o, vukû bulacak her türlü fitneye karşı insanı selâmete erdirir. Onda sizden öncekilerin haberleri, sizden sonrakilerin durumları, insanlar arasında meydana gelecek hâdiselerin hükümleri vardır. O, hak ile bâtılı tefrik eder, mâlayâni değildir. Kendisini terk eden azgını Cenâb-ı Hak helâk eder. Onun dışında hidâyet arayanı Allah dalâlete düşürür. O, Hak Teâlâ’nın sapasağlam ipi, zikr-i hakîmi ve sırât-ı müstakîmidir. Kendisine bağlananlar hiçbir zaman sapmaz, onu söyleyen diller yanılmaz. Âlimler ona doyamaz, çok tekrardan dolayı tâzeliğini asla kaybetmez, insanları şaşırtan mûcizevî özellikleri bitip tükenmez. Cinler, onu dinledikleri zaman; «Gerçekten biz, hayranlık veren bir Kur’ân dinledik»[40] demekten kendilerini alamamışlardır. Kur’ân’a dayanarak konuşanlar doğru söyler, onunla hüküm verenler isâbet ederek âdil davranırlar. Onu tatbik edenler ecir kazanır, ona çağıran dosdoğru yolu bulur”[41].

Kur’ân’ın, tesirinden hiçbir şey kaybetmeden günümüze kadar gelen mûcizevî bir kitap olduğuna delil arandığında, tecrübe ve müşâhededen daha açık ve daha bağlayıcı bir delil bulmak mümkün değildir. Zira ilk nâzil olmaya başladığı günden zamanımıza kadar, Kur’ân’a muârazada bulunabilen kimse çıkmamıştır. Tecrübe etmek isteyenler de bütün insanlığın huzurunda rezil olarak kıyamete kadar kendilerinden ayrılmayacak bir âr yüklenmişlerdir[42].



[1] Misal olarak bkz. Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve (7 cild), Beyrut 1985; Ebû Nuaym el-İsfahânî, Delâilü’n-Nübüvve (2 cild), Halep 1970-1972; Suyûtî, Olağanüstü Yönleriyle Peygamberimiz: el-Hasaisü’l-Kübra (3 cild), trc. Naim Erdoğan, İstanbul 2003.

[2] Buhârî, Menâkıb, 27; Menâkıbu’l-Ensâr, 38; Tefsîr, 54/1; Müslim, Munafıkîn, 43, 47, 48; Ahmed bin Hanbel, Müsned, I, 377, 413.

[3] Buhârî, Megazi, 29; Menakıb, 25; Et’ime, 6; Müslim, Eşribe, 141, 142; Tirmizî, Menakıb, 6; Muvatta’, Sıfatü’n-Nebi, 19.

[4] Buhârî, Menakıb, 25; Şurût, 15; Cihad, 132; Müslim, Fezail, 6; Tirmizî, Menakıb, 6.

[5] Müslim, Cihad, 81.

[6] Buhârî, Menakıb, 25; Tirmizî, Cum’a, 10; Menakıb, 6; Nesâî, Cum’a, 17; İbn-i Mâce, İkâme, 199; Darimî, Mukaddime, 6; Salât, 202; Ahmed, I, 249, 267, 315, 363.

[7] Yıldırım, Suat, “Kur’ân” md., DİA, XXVI, 394.

[8] el-Mülk, 9.

[9] el-Mü’minûn, 38; el-Müddessir, 24-25.

[10] Yûnus, 2; el-Hicr, 6; el-İsrâ, 47; el-Furkân, 8; es-Sâffât, 36; Sâd, 4; ed-Duhân, 14; et-Tûr, 29-30; el-Kalem, 51.

[11] el-Hâkka, 41-42; et-Tekvîr, 25; eş-Şuarâ, 210-211.

[12] el-Bakara, 97; eş-Şuarâ, 193-194; Tâhâ, 4; eş-Şuarâ, 192; es-Secde, 2; el-Vâkıa, 80.

[13] el-Furkân, 4-5.

[14] en-Nahl, 103, eş-Şuarâ, 210-212.

[15] el-Enbiyâ, 5; Yıldırım, “Kur’ân” md., DİA, XXVI, 393.

[16] Buhârî, İ’tisam, 1; Fedâilu’l-Kur’ân, 1; Müslim, İman, 279.

[17] Suyûtî, el-İtkân, IV, 3.

[18] er-Rahmân, 1-3. Yıldırım, K. İlimlerine Giriş, s. 169.

[19] Kutub, Seyyid, et-Tasvîru’l-fennî fi’l-Kur’ân, s. 11.

[20] Bkz. İbn-i İshak, s. 121; Beyhakî, Delâil, II, 165; İbn-i Kesir, el-Bidâye, III, 80

[21] Zâriyât, 22-23.

[22] İbn-i Abdilber, el-İstîâb, IV, 1779.

[23] İbn-i Hişâm, I, 407-408; İbn-i Sa’d, IV, 237-238.

[24] en-Nahl, 90.

[25] Bu meşhur rivâyet için bkz. Hâkim, II, 506-507/3872; Suyutî, el-İtkân, IV, 5; Cürcânî, Abdülkâhir, Delâilü’l-i’câz, s. 291; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, I, 229.

[26] Recez: Arap şiirindeki arûz bahirlerinden biridir.

[27] Vâhidî, Esbâbu nüzûl, s. 468.

[28] el-Müddessir, 18-25.

[29] Fussilet, 13.

[30] İbn-i Hişâm, I, 313-314; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 111-112.

[31] İbn-i Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, V, 250-251; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 187-189.

[32] İbn-i Hişam, II, 38-40; İbn-i Sa’d, I, 217-219; Heysemî, VI, 42.

[33] İbn-i Sa’d, I, 302-303; İbn-i Esir, Kâmil, II, 286; İbn-i Haldun, Târih, II, 2, 51.

[34] Sâffât, 1-5.

[35] İsrâ, 86.

[36] Bkz. İbn-i Hişam, IV, 254; Ebû Nuaym, Delâil, I, 237-238; Halebî, III, 260.

[37] Bâkıllânî, İ’câzü’l-Kur’ân, s. 31, 229.

[38] el-Ankebût, 51.

[39] Yıldırım, “Kur’ân” md., DİA, XXVI, 394.

[40] el-Cinn, 1.

[41] Tirmizî, Fedâilu’l-Kur’ân, 14; Dârimî, Fedâilu’l-Kur’ân, 1.

[42] Bkz. Bûtî, Ravâi’, s. 126, 129, 130; Karaçam, Sonsuz Mu’cize Kur’ân, s. 159-175; Hacımüftüoğlu, Kur’ân’ın Belâğatı, s. 58-62, 90.