Hayber’in ve Hicâz’daki Diğer Yahûdi Sığınaklarının Fethi

Hayber, Medîne-i Münevvere’nin 165 km. Kuzey’ine düşen zirâî bir vâhadır. Denizden yüksekliği 850 metre civarındadır. Toprakları verimli, suları çok ve hurması boldur. İktisâdî açıdan zengin, askerî yönden muhâfazalı bir yerdir.

Benü’n-Nadîr reisleri gelinceye kadar Hayber’in Müslümanlara karşı bir düşmanlığı yoktu. Ancak onların teşvikiyle Hayberliler de Ahzâb’a katıldılar.

Hendek Gazvesi’nden sonra Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bu tehlikeyi bertaraf etmek için faaliyetlere başladılar. Onları İslâm’a dâvet eden bir mektup gönderdiler. Onlar ne bu dâveti kabul ettiler, ne de Hendek’ten dolayı özür dilediler.

Hudeybiye Sulhü, Hayber’in fethi için güzel bir fırsat olmuştu. Zâten sulhten sonra nâzil olan Fetih Sûresi’nde Cenâb-ı Hak (c.c) Hayber ganimetlerini Müslümanlara vaad buyurmuştu. (el-Feth, 18-21)

Allah Rasûlü (s.a.v) 7. senenin Muharrem ayında ordusuyla yola çıktılar. Müslümanlar yüksek sesle tekbîr ve tehlîl getiriyorlardı.

Ebû Musa el-Eşʻarî (r.a) şöyle anlatır:

“Biz bir yolculukta Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte idik. Tepelere çıktıkça «Allahu ekber, Lâ ilâhe illallah» diye yüksek sesle tekbir ve tehlil getiriyorduk. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v):

«−Ey müslümanlar! Kendinize merhametli ve yumuşak davranın! Zira siz sağıra veya burada olmayan birine seslenmiyorsunuz. Allah Teâlâ dâima sizinle beraberdir, işitir ve size sizden daha yakındır» buyurdular.” (Buhârî, Cihâd, 131; Müslim, Zikr, 44)

Diğer bir rivâyete göre şunları da ilâve ettiler:

“‒Sizin dua ettiğiniz Zât, her birinize bineğinin boynundan daha yakındır!” (Müslim, Zikr, 46)

Allah Rasûlü (s.a.v) Hayber’e Kuzeydoğu tarafından yaklaşarak onların Şam ve anlaşmalı oldukları Gatafân kabilesiyle aralarını kestiler.

Enes (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Hayber gazâsına çıkmışlardı. Hayber’in yanı başında Sabah Namazı’nı hava daha karanlıkken kıldık. Sonra Allah’ın Nebîsi hayvanına bindiler. (Üvey babam) Ebû Talha da bindi, ben de Ebû Talha’nın terkisinde idim. Nebiyyullâh (s.a.v) binitini Hayber’in yoluna doğru hızla sürdüler. Benim dizim Allah’ın Nebîsi’nin uyluğuna dokunuyordu. Sonra izârlarını uyluğundan sıyırdılar (veya izârı uyluğundan sıyrıldı). Nebiyyullâh (s.a.v) Efendimiz’in uyluğunun beyazlığı hâlâ gözümün önündedir. Şehre girerken de:

«Allahu Ekber, Hayber harap oldu gitti (veya harap olsun!) Biz bir kavmin yurduna girdik mi, inzâr edilmiş olanların hâli yaman olur! (Başlarına ansızın gelecek azap ne müthiştir!)» buyurdular. Bunu da üç defâ tekrarladılar.

Hayberliler sabah vakti işlerinin başına gitmek üzere evlerinden çıkıp da bizi görünce: «Aman, işte Muhammed!» (Râvî Abdü’l-Azîz bin Süheyb’in bâzılarından rivâyetine nazaran da:) «İşte Muhammed ve ordusu!» diye bağrıştılar.

Hayber’i anveten (yâni harp ederek) ele geçirdik. Esirler toplandı. Dıhye (r.a) gelip:

«‒Yâ Nebiyyallâh, bana esirlerden bir câriye verir misiniz?» dedi.

Efendimiz (s.a.v):

«‒Git, bir câriye al!» buyurdular. O da gidip Safiyye bint-i Huyey’i aldı. Bir kişi, Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’e gelip:

«‒Yâ Nebiyyallâh, Dıhye’ye Kurayza ile Nadîr’in seyyidesi olan Safiyye bint-i Huyey’i verdiniz. Hâlbuki o, Siz’den başkasına münâsib olamaz!» dedi.

Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v):

«‒Dıhye’yi çağırın, câriye ile birlikte gelsin!» buyurdular. Dıhye, câriyeyi alıp getirdi. Nebî (s.a.v) Safiyye’ye bakınca, Dıhye’ye:

«‒Esirler arasından başka bir câriye al!» buyurdular.

Nebî (s.a.v) Safiyye’yi âzâd edip onunla evlendiler.”

Sâbit el-Bünânî, Hz. Enes’e hitaben:

“‒Ey Ebû Hamza, Allah Rasûlü (s.a.v) Safiyye’ye mehir olarak ne verdi?” dedi. Enes (r.a):

“‒Kendisini (hürriyetini) verdi, onu hiçbir karşılık almadan azâd etti ve kendisiyle evlendi” dedi ve devam etti:

“Nihâyet yol üzerinde iken Ümmü Süleym (r.a), Hz. Safiyye’yi Nebî (s.a.v) Efendimiz için hazırladı ve geceleyin (çadırdan yapılan) düğün evine koydu. Artık Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) damat olmuştu. Sabah olunca:

«‒Kimin yanında yiyecek bir şey varsa getirsin!» buyurdular ve bir yaygı yaydılar.

Kimi hurma, kimi yağ, (kimi başka bir şey) getirdi. (Râvî: “Zannederim Enes «Sevîk»i de zikretti” der.) Ashâb-ı kirâm toplanan şeylerle Hays yemeği yapıp oradakilere ikrâm ettiler. Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in velîmesi (düğün yemeği) bu oldu.” (Buhârî, Salât, 12)

Hz. Safiyye (r.a) hasep ve cemâl sâhibi olduğu için, Hz. Dıhye’ye verilince insanlar arasında haset zuhur etti. Efendimiz (s.a.v), ortaya çıkacak fesâdı ve mahzuru bertaraf etmek için onu kendilerine ayırdılar. Bu da Safiyye (r.a) hakkında çok büyük bir nimet oldu.

 

Hayber’de pek çok kale vardı, Allah Rasûlü (s.a.v) onları tek tek aldılar.

Hayber Gazvesi gününde Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:

“–Yarın sancağı, Allah’ın kendisinin eliyle fethi nasib edeceği, Allah’ı ve Rasûlü’nü seven, Allah’ın ve Rasûlü’nün de kendisini sevdiği bir kişiye vereceğim.”

Gazveye iştirak edenler, sancağın aralarından kime verileceğini düşünüp konuşarak geceyi geçirdiler. Sabah olunca, sancağın kendisine verileceği ümidi ile bütün sahâbîler Allah Rasulü’nün huzuruna koştular. Hz. Ömer (r.a) der ki:

“–Emirliği o günkü kadar hiçbir zaman arzu etmemiştim. O gün beni çağırır ümidiyle Rasûlullah’a kendimi göstermeye çalıştım durdum.”

Ashâb-ı kirâm Allah ve Rasûlü’nü sevebilmek, Allah ve Rasûlü’nü muhabbetine mazhar olabilmek için can atıyorlardı. Çünkü sancağın birine verilmesi, onun Allah ve Rasûlü tarafından sevildiğini ispat edecek ve onun Allah ve Rasûlü’nü sevdiğinin alâmeti olacaktı. Rasûlullah (s.a.v):

“–Ali bin Ebî Tâlib nerede?” diye sordular. Sahâbîler:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! O gözlerinden rahatsız” dediler. Hayber’in tozu gözlerini ağrıtmıştı. Nebî (s.a.v):

“–Ona haber verecek birini gönderiniz” buyurdular. Seleme bin Ekvâ (r.a) hemen kalkıp gitti, Hz. Ali’yi elinden tutarak Peygamber Efendimiz’in yanına getirdi. Rasûlullah (s.a.v):

“–İşte fetih bununla gerçekleşecek!” buyurdular. Hz. Ali’ye:

“–Yanıma yaklaş!” buyurdular. Ali (r.a):

“–Yâ Rasûlallah! Ayak bastığım yeri göremeyecek haldeyim!” dedi. Rasûlullah (s.a.v) onun gözlerine tükürüğünden sürüp dua ettiler. Elleri ile de gözlerini meshedip sığadılar. O vakit bütün ağrı ve sızısı birden geçiverdi. Öyle ki sanki daha önce hiç ağrısı yokmuş gibi oldu. Ali (r.a) şöyle der:

“–Rasûlullah (s.a.v) gözüme tükürüğünü sürdükten sonra bir daha hiç göz ağrısı çekmedim.” (Ahmed, I, 78)

Yine o der ki:

“Rasûlullah (s.a.v), gözlerim ağrıdığı ve adam gönderip beni getirttiği zaman:

«–Ey Allah’ım! Sıcağın, soğuğun sıkıntısını bundan gider!» diye de dua ettiler. O günden beri, sıcaktan da, soğuktan da hiç rahatsız olmadım!”[1]

Gerçekten de Hz. Ali (r.a) en sıcak günde en kalın elbise giyse bunalmazdı. En soğuk günde de en ince elbiseyi giyse üşümezdi. Bunun sebebi sorulunca, Nebî (s.a.v)’in Hayber’de kendisi için bu hususta dua ettiğini söyledi. (Ahmed, I, 99, 133; Süheylî, VI, 560)

Rasûlallah (s.a.v) Hayber günü Hz. Ali’ye zırh giydirdi. Zülfikâr’ı onun beline bağladı. Ak sancağını ona uzatarak:

“–Al bu sancağı! Git, Allah (c.c) sana fethi müyesser kılıncaya kadar çarpış! Arkana ve sağına soluna bakınma! buyurdu. Hz. Ali (r.a) derhal hareket etti, sonra durdu ve arkasına dönmeden seslendi:

“–Ey Allah’ın Rasûlü, onlarla ne üzere savaşacağım?” Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:

“–Acele etmeden, gayet sakin bir şekilde onların yanına var, kendilerini İslâm’a davet et, uymaları gereken ilâhî yükümlülükleri kendilerine haber ver. Allah’a yemin ederim ki, senin vasıtanla Allah’ın bir tek kişiye hidâyet vermesi, senin için kırmızı develere sahip olmaktan daha hayırlıdır.

Onlarla, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet getirinceye kadar savaş! Bunu yaptıkları an, -dinin yasaklarını çiğnemedikçe- kanlarını ve mallarını senden korumuş olurlar. Asıl hesaplarını görmek ise Allah’a aittir.”

Rasûlullah (s.a.v) Hz. Ali’ye ve arkadaşlarına yardım etmesi için de Allah’a dua ettiler.

Görüldüğü üzere Allah Rasûlü (s.a.v) Hayber’in mallarını ganimet olarak almaya hırslı değillerdi. En büyük dertleri İslâm akîdesini neşretmek ve bunun önüne çıkan yokuşları aşmak, mâniaları bertaraf etmekti.

Seleme bin Ekvâ (r.a) der ki:

“Vallahi Ali sancağı alınca silkelene silkelene gitti. Biz de onun ardına düşüp gittik. Hz. Ali sancağını kalenin dibindeki bir taş yığınına dikti. Kalenin üzerinden bir yahudi ona:

«–Sen kimsin?» diye sordu. Hz. Ali (r.a):

«–Ben Ali bin Ebû Tâlib’im!» dedi. Bunun üzerine yahudi, dindaşlarına:

«–Musa’ya indirilmiş olanlara andolsun ki siz yenilgiye uğrayacaksınız!» dedi.”[2]

Natat kalesinin arkasına üç kat duvar örülmüştü. Yahudiler, müslümanlarla çarpışmak için kaleden ve duvarlardan geçerek dışarı çıktılar. Kaleden adamlarıyla birlikte ilk çıkan, Merhab’ın kardeşi Hâris oldu. Hâris, cesareti ve yavuzluğu ile tanınırdı. Hz. Ali (r.a) onunla çarpıştı ve onu vurup öldürdü. Başına kırmızı sarıkla tuğ yapmış bulunan Ebû Dücâne (r.a) de Hayber süvarilerinden Hâris ile karşılaştı ve onu öldürdü.

Yahudi savaşçılarından Üseyr ve Âmir de, Hâris gibi başlarına tuğ yapmışlardı. Üseyr:

“–Benimle çarpışacak kim var?” diye haykırıyordu. Muhammed bin Mesleme (r.a) ona doğru vardı. Birbirlerine kılıç vurdular. Muhammed bin Mesleme (r.a) onu öldürdü.

Yâsir de yahudilerin yavuz savaşçılarındandı. Müslümanlardan kaçacak olanları toplayıp götürmek için yanında kısa bir mızrak taşıyordu. Hz. Ali (r.a) hemen ona doğru vardı. Zübeyr bin Avvam (r.a):

“–Allah aşkına! Sen aramıza girme!” diye yemin edince Hz. Ali (r.a) geri durdu. Yâsir:

“–Hayber halkı iyi bilir ki ben tepeden tırnağa kadar silahlanıp er meydanlarında dolanan Yâsir’imdir!” diye recez söyleyerek övünüyordu. Hz. Zübeyr’in annesi Hz. Safiyye bint-i Abdulmuttalib (r.a):

“–Yâ Rasûlallah! Oğlumu öldürecek!” diye feryad edince Rasûlullah (s.a.v):

“–Hayır, inşaallah oğlun onu öldürecek!” buyurdular. Zübeyr (r.a) de:

“–Hayber halkı iyi bilir ki ben de güçlü, kuvvetli, hiçbir kavimden yüz çevirip kaçmaz, zaaf göstermez ulu bir kişiyimdir! Şan ve şereflerini koruyanların, hayırlı kişilerin oğluyumdur. Ey Yâsir! Kâfirlerin topluluğu seni aldatmasın! Onların topluluğu ağır ağır çekilip giden serap gibidir!” recezini okuyarak ona doğru vardı. Çarpıştılar. Zübeyr (r.a), Yâsir’i vurup öldürdü.

Yahudi savaşçılardan Âmir, iri ve uzun boylu bir adamdı. Üzerine iki kat zırh giymiş, demirlere bürünmüş:

“–Karşıma çıkacak kim var?” diyerek haykırıyor, kılıcını sallayıp duruyor ve müslümanlara saldırmaya hazırlanıyordu. Hz. Ali (r.a) onu karşıladı. Bacaklarına Zülfikâr’la vurup çökertti ve başını gövdesinden ayırdı.

Merhab’a gelince, kendisi Himyer yahudilerindendi. Hayberliler içinde Merhab’dan daha cesaretli kimse yoktu. Kendisine mahsus kalenin başkanı ve kumandanı idi. Merhab, kardeşi Yâsir’in öldürüldüğünü görünce silahlanıp askerleriyle birlikte kaleden dışarı çıktı. Üzerine iki kat zırh giymiş, iki kılıç kuşanmış, başına da iki kat sarık sarınmıştı. Başına aspur boyasıyla boyalı Yemen işi bir miğfer, onun üzerine de yumurta biçiminde taştan oyulmuş ikinci bir miğfer geçirmişti. Merhab’ın karşısında, benim diyen en babayiğit adam bile dayanamazdı. Son derece kızıp köpürmüş erkek deve gibi idi. Kılıcını sallayarak:

“–Hayber halkı iyi bilir ki ben gelip çatan harplerin kızıştığı zamanlarda tepeden tırnağa kadar silahlanmış, cesaret ve kahramanlığı denenmiş Merhab’ımdır! Ben, kükreyerek geldikleri zaman arslanları bile kâh mızrakla, kâh kılıçla vurup yere sermişimdir!” diyerek recez söylüyor ve övünüyordu. Hz. Ali de:

“–Ben öyle bir kişiyim ki, annem bana bana Haydar/Arslan ismini vermiş. Ben, ormanların heybetli arslanı gibiyimdir! Sizi tamamen ve çarçabuk tepeleyecek bir er kişiyimdir!” diye recez söyleyerek Merhab’ın karşısına durdu.

Aslında Merhab, o gece rüyâsında kendisini bir arslanın parçaladığını görmüştü. Belki de Allah Teâlâ, Merhab’a rüyâsını hatırlatmak ve kalbine korku düşürmek için Hz. Ali’ye böyle bir recez söyletmişti. Zira “Korkanın elinde silah taşımaya mecâl kalmaz” denilmiştir.

Hz. Ali (r.a) ile Merhab karşılaşıp birbirlerine kılıç vurdular. Hz. Ali (r.a), Merhab’ın tepesine kılıçla öyle bir darbe indirdi ki, kılıç Merhab’ın siperlendiği kalkanını ve demirden miğferini kesti, başını ikiye ayırdı, tâ dişlerine kadar indi. Karargâhtakiler de kılıcın çıkardığı acı madenî sesi işittiler. Merhab, cansız olarak yere düştü.

Hz. Ali (r.a) der ki:

“Merhab’ı öldürdüğüm zaman başını Nebî (s.a.v) Efendimiz’e getirip gösterdim.” (Ahmed, I, 111)

Merhab ve Yâsir öldürüldüğü zaman, Rasûlullah (s.a.v):

“–Sevininiz! Hayber işi artık rahatladı, kolaylaştı!” buyurdular. Hz. Ali (r.a) o gün yahudilerin önde gelen meşhûr simalarından sekizini öldürdü. Müslümanlar da hücuma geçerek yahudilerden savaşan birçok kimseyi öldürdüler. Geri kalanlar da bozguna uğrayarak kaçıp kalelerine sığındılar. Mücahidler de kaçan bu yahudileri takip ettiler. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in haber vermiş olduğu gibi, Allah Teâlâ Hayber’in fethini Hz. Ali’nin eliyle müyesser kıldı.[3]

{

Hayber’deki kaleler bir bir düşünce, Hayber’in kuzeyindeki Fedek ehli koşarak gelip sulh istediler. Savaşla alınmadığı için Fedek arazisi Nebî (s.a.v) Efendimiz’e mahsus idi.

Daha sonra Müslümanlar Hayber ile Teymâ arasındaki Vâdi’l-Kurâ’yı muhâsara ettiler. Burası birkaç köyden müteşekkil bir yerdi. Birkaç gün sonra onlar da teslim oldular. Teymâ halkı da sulh yaptı. Hayber, Vâdi’l-Kurâ ve Teymâ ahâlîsi topraklarında bırakıldılar. Mahsûlün yarısı kendilerine kalıyordu. Ancak Müslümanların, istedikleri zaman onları sürme hakkı vardı.

Hayber’de öldürülen Yahudilerin adedi 93’e ulaştı. Kadınları ve çocukları esir alındı.

Müslümanlardan 15 veya 20 kişi şehîd oldu. Yahudiler sağlam kalelerde, Müslümanlar açıkta olmasına rağmen yahudilerden daha fazla kişinin öldürülmüş olması, Allah Teâlâ’nın onları nasıl yardımsız bıraktığını göstermektedir.

{

Yezîd bin Ebî Ubeyd (r.a) şöyle anlatır:

Seleme bin Ekvâ (r.a)’in bacağında bir darbe izi gördüm ve:

“‒Ey Ebû Müslim, bu darbe de nedir?” diye sordum. Seleme (r.a) şu cevâbı verdi:

“–Bu bana Hayber günü isabet eden bir darbedir. O zaman insanlar:

«–Seleme vuruldu» dediler. Hemen Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in yanına vardım. Yaraya üç defâ nefes ettiler, üflediler. O andan şu vakte kadar buramda hiç rahatsızlık hissetmedim.” (Buhârî, Meğâzî, 38; Ebû Dâvûd, Tıb, 19/3894)

{

Ebû Hüreyre (r.a) anlatıyor:

Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte Hayber Gazvesi’nde idik. Müslüman olduğunu iddiâ eden bir kimse için, Efendimiz (s.a.v):

“–O, cehennem ehlindendir!” buyurdular.

Savaş başlayınca o kimse kahramanca savaştı ve yaralandı. Ashaptan bazıları:

“–Ey Allah’ın Rasûlü, az evvel Cehennem ehlinden olduğunu bildirdiğiniz kimse korkusuzca savaştı ve öldürüldü!” dediler.

Rasûlullah (s.a.v) yine:

“–Cehenneme (gitmiştir)” buyurdular.

Bu cevap üzerine müslümanlardan bazıları neredeyse şüpheye düşecekti. Tam o esnâda Efendimiz’e:

“–O kimse henüz ölmemiş, ancak ağır şekilde yaralanmış!” diye haber geldi.

Gece olunca adam yarasının acısına dayanamadı. Kılıcının keskin tarafını alıp üzerine yüklendi ve intihar etti. Durum kendisine haber verildiğinde Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Allahu ekber! Şehâdet ederim ki, ben Allah’ın kulu ve Rasûlüyüm!” buyurdular.

Daha sonra Hz. Bilâl’e insanlar içinde şöyle ilan etmesini emrettiler:

“Cennet’e sadece müslüman olan kimseler girecektir. Şurası muhakkak ki, Allah bu dîni fâcir bir kimse ile de kuvvetlendirir.” (Buhârî, Cihâd, 182; Meğâzî, 38; Kader, 5; Müslim, Îmân, 178)

 

Hayber Ganimetleri

Hayber’de elde edilen ganîmetler, Hudeybiye seferine katılanlar arasında taksîm edildi. Çünkü Allâh Teâlâ Hayber ganîmetini, Hudeybiye seferine katılan müslümanlara Fetih Sûresi’nin yirminci âyetiyle va’detmişti.[4]

Bu ganimetlerden o günlerde Habeşistan’dan dönen muhâcirlere ve Medîne’ye gelen Devs’lilere de pay verildi.

{

Şeddâd ibn-i Hâd (r.a)’ten rivâyete göre, bedevîlerden biri Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e geldi ve ona iman edip tâbî oldu. Sonra da:

«‒Yurdumdan hicret edip Siz’inle birlikte kalacağım!» dedi.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), onu ashâbından birine teslim ederek kendisiyle meşgul olmasını istediler. Daha sonra bir savaş oldu. Nebî (s.a.v), düşmandan esirler aldılar ve bunları askerlerine taksim ettiler. O sahâbîye de hissesini ayırıp arkadaşlarına verdiler. Zîrâ o sahâbî o esnâda arkadaşlarının binek hayvanlarını otlatıyordu. Geldiğinde arkadaşları ona hissesini verirler. O da:

«‒Bu nedir?» dedi. Ashâb-ı kirâm:

«‒Nebî (s.a.v) Efendimiz’in sana ayırdıkları hissedir» dediler. O da hissesine düşen şeyi alıp Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine geldi ve: «Bu nedir?» diye sordu. Rasûlullah (s.a.v):

«‒Onu da sana ayırdım» buyurdular. O adam:

«‒Ben bunun için Sana tâbî olmadım!» dedi. Boğazını göstererek, «Lâkin ben şuramdan ok ile vurularak şehid olup Cennet’e girmek için Sana tâbî oldum!» dedi. Rasûlullah (s.a.v):

«‒Eğer gerçekten bu sözünde Allah’a karşı sâdık isen Allah Teâlâ da seni tasdik eder, arzunu gerçekleştirir!» buyurdular.

Az bir müddet beklediler, sonra düşmanla savaşa kalktılar. O adamı işaret ettiği yerden okla vurulmuş vaziyette Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’e getirdiler. Efendimiz (s.a.v):

«‒Bu, o mu?» buyurdular. Ashâb-ı kirâm:

“‒Evet” dediler. Rasûlullah (s.a.v):

«‒Allah’a verdiği sözü tutmuş, Allah Teâlâ da onun sözünü doğru çıkarmış, muradına nâil eylemiş!» buyurdular.

Sonra Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) onu kendi cübbeleriyle kefenlediler ve ön tarafa koyarak namazını kıldılar. Namazları esnâsında yaptıkları duâlarından işitilebilenler şunlar idi:

«Allah’ım, bu Sen’in kulun! Sen’in yolunda hicret ederek yurdundan çıktı ve şehîd edildi. Ben de buna şâhidim!».” (Nesâî, Cenâiz, 61/1951)

Bu rivâyet, îmânın bedevîlerin gönüllerinde bile hangi seviyeye ulaştığına kuvvetli bir şâhiddir. Hâlbuki onların hayatı câhiliye devrinde savaş, ganimet, gasb ve soygunla geçmiş, onlar buna iyice alışmışlardı. Ama şimdi, yaptığı cihâdın karşılığında Cennet’ten başka bir şey istemiyor, helâl olan ganimeti bile almaktan çekiniyordu. O böyle ise seçkin ashâbın îmânı ne dereceye ulaşmıştır. Onlar fetihten fethe koşarken ganimet için mi hareket ediyorlardı yoksa Allah’ın dînini diğer kullarına da ulaştırmak için mi?

{

Ganimetler husûsundaki ahkâmı iyi bilmeyen iki kişi bu hususta biraz rahat davranmıştı. Onlar vesilesiyle Müslümanlar kul hakkına riâyetin ne kadar ehemmiyetli olduğunu bir daha hatırlamış oldular.

Ömer bin Hattâb (r.a) şöyle anlatır:

Hayber Gazvesi günü idi. Hz. Peygamber’in ashâbından bir grup geldi ve:

“–Falanca şehit, falanca da şehit!” dediler.

Sonra bir adamın yanından geçerken:

“–Falanca kişi de şehit olmuş!” dediler.

Bu defâ Efendimiz (s.a.v):

“–Hayır, ben onu, ganîmet mallarından haksız yere aldığı bir hırka içinde Cehennem’de gördüm” buyurdular.

Sonra da:

“–Ey İbn-i Hattâb, git ve insanlara «Cennet’e ancak mü’minler girebilecektir» diye nidâ et!” emrini verdiler.

Ben de çıktım ve:

“Cennet’e ancak mü’minler girebilecektir!” diye nidâ ettim. (Müslim, Îmân, 182)

Peygamber Efendimiz’in hizmetini gören Mid’am isminde zenci bir köle vardı. Onu Rifâa bin Zeyd hediye etmişti. Efendimiz’in yükünü indirdiği sırada, nereden geldiği belli olmayan bir ok isâbet edip ölümüne sebep oldu. Müslümanlar:

“–Ey Mid’am! Cennet sana mübârek olsun! Ya Rasûlallâh, hizmetçine şehîdlik mübârek olsun!” diyerek gıpta ve tahassürlerini ifâde ettiklerinde Allâh Rasûlü (s.a.v):

“–Hayır! Öyle değildir. Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, Hayber günü ganîmet malları paylaşılmadan önce aldığı bir kilim, şu anda onun üzerinde alev alev yanmaktadır!” buyurdular.

Bunu işiten müslümanlar çok korktular. Bir adam Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e bir veya iki ayakkabı bağı getirdi:

“–Yâ Rasûlallâh! Ben de ganîmet malları bölüşülmeden ayakkabılarım için bu bağları almıştım.” dedi.

Allah Rasûlü (s.a.v):

Sana da Cehennem ateşinden bir veya iki bağ (yâni bunlardan dolayı azap) var!” buyurdular. (Buhârî, Eymân, 33; Müslim, Îman, 183)

{

Hayber’in fethedildiği gün, bir kimse Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e gelerek:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, bugün ben öyle bir kâr ettim ki, böylesini şu vâdi ahâlisinden hiç kimse kazanamamıştır!” dedi.

Efendimiz (s.a.v):

“–Bak hele! Neler kazandın?” diye sordular.

Adam:

“–Ben, (ganimetten hisseme düşen malları) durmadan alıp sattım, nihayetinde üç yüz ukıyye kâr elde ettim” dedi.

Rasûlullâh (s.a.v):

“ –Sana kârların en hayırlısını haber vereyim mi?” diye sordular.

Adam:

“–Nedir, ey Allâh’ın Rasûlü?” dedi.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) şu cevâbı verdiler:

“–(Farz) namazdan sonra kılacağın iki rekât nâfile namazdır.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 168/2785)

{

Muhâcirler, Hayber ganîmetinden hisselerini aldıklarında, mâlî durumları oldukça düzeldi. Bunun üzerine Rasûlullâh (s.a.v), Ensâr’ın onlara önceden verdiği veya faydalanmak üzere emânet ettiği hurma bahçelerini ve ağaçlarını Ensâr’a iâde ettiler.[5]



[1] Ahmed, I, 99, 133; Heysemî, VI, 124; Diyârbekrî, II, 49; Halebî, II, 735.

[2] İbn-i Esîr, Kâmil, II, 220; İbn-i Kesîr, Bidâye, IV, 186; Diyârbekrî, II, 49.

[3] Bkz. Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 9; Cihâd 102, 143; Müslim, Fedâliü’s-Sahâbe, 33-34; Ahmed, I, 99, 111; II, 384, 385; IV, 52; V, 333, 354-359; Hâkim, III, 38-39; Heysemî, V, 150; VI, 124, 150-153; Beyhakî, Sünen, IX, 132; Delâil, IV, 205-210; Vâkıdî, II, 653-657, 687 İbn-i Sa’d, II, 110-112; İbn-i Abdilberr, İstiâb, II, 787; İbn-i Esîr, Kâmil, II, 219-220; İbn-i Seyyid, Uyûnu’l-eser, II, 133-135, İbn-i Kesîr, IV, 185-189; Zehebî, Megâzî, s. 339-340; Diyârbekrî, II, 49-51, Halebî, II, 734-738; Süheylî, Ravdu’l-ünüf, VI, 560-566; Taberî, Târih, III, 93-94.

[4] Vâkıdî, II, 684.

[5] İbn-i Kayyım, Zâdü’l-Meâd (I-VI), Beyrut 1995, III, 359.