Hendek

Hendek savaşı esnâsında müşriklerin kumandanları, “Hendeğin şu dar yerinden kim atlayıp geçebilir?” diye birbirlerine sordular. İkrime bin Ebû Cehil, Nevfel bin Abdullah, Dırâr bin Hattab, Hübeyre bin Ebû Vehb, Amr bin Abd, atlayıp hendeği geçmeye hazırlandılar. Hendekle Sel‘ dağı arasındaki çorak ve sert yerde hendeğin dar gediğine doğru atlarını dörtnala kaldırdılar. O dar yerden atlayıp hendeği geçmeye muvaffak oldular. Müşriklerin geçtiğini gören Hz. Ali (r.a), müslümanlardan birkaç kişi ile acele gidip o gediği tuttu.

Hendeği geçenlerden Amr bin Abd, Bedir savaşında ağırca yaralanmış olduğundan Uhud savaşında bulunamamıştı. Kendisinin kim olduğu bilinsin diye bir alâmet takmıştı. Rasûlullah (s.a.v) ve ashabından öcünü almadıkça koku sürünmeyi kendisine yasaklamıştı. Amr, Arapların namlı kahramanlarından ve yiğitlerindendi. Yüz kişiye bedel sayılırdı. Tepeden tırnağa kadar demir zırhlara bürünmüştü. Atının başını çekip:

“–Benimle çarpışacak kim varsa çıksın meydana!” diye seslendi. Müslümanlar Amr’ın yaman bir adam olduğunu bildikleri için başlarına kuş konmuş gibi kımıldamadan susup kaldılar. Hz. Ali (r.a) fırlayıp ayağa kalktı ve:

“–Yâ Nebiyyallah! Onunla ben çarpışayım!” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

“–Sen otur, o Amr’dır!” buyurdu. Amr bin Abd:

“–Hani, öldürülünce Cennet’e gireceğini iddia ettiğiniz kimseler nerede kaldılar?! İçinizden meydana çıkıp benimle çarpışacak bir kimse yok mu?” diye tekrar seslendi. Hz. Ali (r.a) yine fırlayıp kalktı ve:

“–Yâ Rasûlallah! Onunla ben çarpışayım!” dedi. Efendimiz (s.a.v):

“–Sen otur, o Amr’dır!” buyurdu. Amr bin Abd üçüncü kez seslenerek kendisiyle çarpışacak er diledi ve “«O toplulukta benimle çarpışacak er var mı?» diye bağıra bağıra kısıldı gitti sesim!” diye başlayan dört beyitlik bir şiir okudu. Yine Hz. Ali (r.a) fırlayıp ayağa kalktı ve:

“–Ben çarpışayım onunla yâ Rasûlallah!” dedi. Efendimiz (s.a.v):

“–O Amr’dır!” buyurdu. Hz. Ali (r.a):

“–Amr olursa olsun!” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) Hz. Ali’nin Amr’la çarpışmasına müsaade buyurdu. Kendi kılıcı Zülfikar’ı, zırhını ve sarığını Hz. Ali’ye verdi:

“Allah’ım! Ona yardımını ihsan eyle!” diye dua buyurdu. Hz. Ali (r.a):

“–Acele etme! Ben senin davetine icabet ediyorum, bu konuda âciz de değilim! Her iyi niyet, basiret ve sadakat sahibi kişi, muhakkak düşmanına galebe çalmış ve kurtuluşa ermiştir. Ben de seni Zülfikar’ın bir darbesiyle devirip cenazeler ağıtçısı gibi başucuna dikileceğimi umuyorum!” diyerek Abd bin Amr’e doğru ilerledi. Amr:

“–Sen kimsin?” diye sordu. Hz. Ali (r.a) zırha bürünmüştü. Gözlerinden başka bir yeri görünmüyordu:

“–Ben Ali’yim!” dedi.

“–Abdi Menaf’ın oğlu Ali mi?”

“–Ben Ebû Tâlib’in oğlu Ali’yim!”

“–Ey kardeşimin oğlu! Amcalarından, senden daha büyüğü yok mu? Ben senin kanını dökmek istemem! Çünkü senin baban benim dostum idi.”

“–Vallahi ben senin kanını dökmek isterim!”

Amr bu söze çok kızdı, kılıcını sıyırıp atını Hz. Ali’nin üzerine sürdü. Kılıcının yalını ateş gibi parlıyordu. Hz. Ali (r.a):

“–Ben seninle nasıl çarpışabileyim ki? Ben yayayım sen at üzerindesin. Atından aşağı in!” dedi. Amr bin Abd hemen atından yere atladı. Atının sinirlerini kılıçla vurup kesti ve yüzüne de çarptıktan sonra Hz. Ali’nin karşısına gelip dikildi. Hz. Ali (r.a) ona:

“–Ey Amr! Ben senin Kureyş’ten biriyle karşılaştığında onun iki veya üç dileğinden birisini kabul edip yerine getireceğin hakkında Allah’a söz verdiğini işittim, doğru mu?” diye sordu. Amr:

“–Evet! Doğrudur!” dedi.

“–Öyleyse ben seni Allah’a ve Rasûlü’ne imana ve İslâm’ı kabule davet ediyorum.”

“–Bu bana gerekmez ey kardeşimin oğlu! Geç bunu, benden böyle birşey isteme!”

“–Öyleyse bizimle çarpışmayı bırak, yurduna dön! Eğer Muhammed (s.a.v)’in işi yoluna girip kendisi düşmanlarına galebe çalarsa, sen bu hareketinle ona yardım etmiş olursun. Şayet düşmanları onu ortadan kaldırırsa, senin arzun onunla çarpışmadan yerine gelmiş olur.”

“–Bu sözü Kureyş kadınları bile kesinlikle ağızlarına almazlar! Ben adağımı yerine getirecek güçte olduğum halde, onu yerine getirmeden nasıl dönüp giderim?! Ben adayacağımı adamış ve intikam almadıkça başıma yağ ve koku sürmeyi kendime yasaklamış bulunuyorum. Sen üçüncü dileğini söyle!”

“–Öyleyse seni benimle çarpışmaya davet ediyorum!”

Amr güldü ve:

“–Doğrusu, Araplar içinde korkmadan benimle çarpışmak isteyecek bir kimse bulunabileceğini hiç zannetmezdim! Sen ne diye benimle çarpışmak istiyorsun ey kardeşimin oğlu? Vallahi ben seni öldürmek istemiyorum! Senin baban benim dostumdu. Sen geri dön, git! Sen genç bir yiğitsin, ben ancak Kureyş’in Ebû Bekir, Ömer gibi yaşlı ve olgunlarıyla çarpışmak isterim!” dedi. Hz. Ali (r.a):

“–Fakat ben seni öldürmek isterim!” deyince, Amr’ın kan beynine sıçradı. Birbirlerine saldırdılar. İlk saldıran Amr oldu. Hz. Ali’ye kılıçla şiddetli bir darbe indirdi. Hz. Ali (r.a) Amr’ın darbesini sığır derisinden yapılmış kalkanıyla karşıladı. Amr’ın kılıcı Hz. Ali’nin kalkanına saplandı ve kılıcın ucu Hz. Ali’nin başını yaraladı.

Sıra Hz. Ali’ye gelmişti. Zülfikar’la Amr’ın boyun köküne öyle şiddetli bir darbe indirdi ki Amr’ın kellesi uçtu, gövdesi de yere düştü. Çığlıklar koptu. Hz. Ali “Allahu Ekber!” diye tekbir getirdi. Onun tekbirine uyarak müslümanlar da tekbir getirdiler. Rasûlullah (s.a.v) tekbir sesini işitince Hz. Ali’nin Amr’ı öldürmüş olduğunu anladı.

Hz. Ali (r.a) Amr’ın işini bitirince, hendeği geçenlerden Dırâr ile Hübeyre Hz. Ali’nin üzerine yürür gibi olmuşlardı. Hz. Ali de onlara doğru yöneldi. Dırâr, Hz. Ali’nin yüzüne bakar bakmaz arkasını dönüp kaçmaya başladı. Sonradan Dırâr’a kaçmasının sebebi sorulduğunda:

“–Ölümün hayali sûrete bürünüp bana görünmüştü!” demiştir.

Hübeyre, Hz. Ali (r.a) ile çarpışmaya yeltendi ise de Hz. Ali’nin bir kılıç darbesi zırhını delip vücûduna erişince o da dönüp kaçtı. Nevfel de kaçarken atıyla birlikte hendeğe düştü, boynu kırıldı. Müslümanlar onu hendeğin içinde taşa tuttular. Nevfel:

“–Ey Arap topluluğu! Beni bundan daha güzel bir şekilde öldürseniz olmaz mı?” diye seslendi. Bunun üzerine Hz. Ali (r.a) hendeğin içine indi. Onu kılıçla vurup öldürdü. Nevfel, Peygamber Efendimiz’i öldürmek için and içen, diş bileyen azılı müşriklerdendi. İkrime bin Ebû Cehil ise mızrağını atarak kaçıp kurtulmuştu.

Harp meydanından kaçıp canlarını kurtaranlar, ordugâhlarına varınca Amr ile Nevfel’in nasıl öldürüldüğünü anlattılar. Bunun üzerine Kureyş müşrikleri gevşediler ve ümitsizliğe düştüler. Ebû Süfyan, Fezâre kabilesinin kaçmasından, Gatafanların da dağılmasından korkmaya başladı:

“–Bugün hiçbir fayda sağlayamadık, yerlerinize dönünüz!” dedi. Dağıldılar. Kureyşliler Akik’e, Gatafanlar da karargâhlarına döndüler.

Hz. Ali (r.a) sağ kalan müşrik süvarilerini de hendeğe kadar kovaladı. Öldürdüklerinin eşyalarını almaya tenezzül bile etmedi. “Lâ ilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah!” diyerek Efendimiz’in yanına döndü. Rasûlullah (s.a.v) Hz. Ali’ye:

“–Amr’ı öldürdükten sonra kendini nasıl hissettin?” diye sordu. Hz. Ali (r.a):

“–Bütün Mekkeliler bir tarafta, ben de bir tarafta olsam, kendimi hepsini yenebilecek güçte hissettim!” dedi.

Amr’ın kızkardeşi, Amr’ın ölüsünün soyulmamış olduğunu görünce:

“–Onu ancak onun dengi ve eşiti olan şerefli bir kişi öldürmüştür!” dedikten sonra, kimin öldürdüğünü sordu.

“–Ali bin Ebû Tâlib öldürdü!” dediler. Bunun üzerine kadın, söylediği beyitlerde:

“–Eğer onu Ali’den başkası öldürmüş olsaydı, ona ebediyyen ağlar dururdum!” dedi.[1]

Nevfel’in ölüsünün hendekte kalması müşriklere ağır geldi. Peygamber Efendimiz’e adam gönderip:

“–Nevfel’in ölüsünü gömmek üzere bize ver de sana diyetini ödeyelim?” dediler ve 10.000 dirhem gönderdiler. Rasûlullah (s.a.v):

“–Bize onun ne cesedi, ne de diyeti lâzımdır! Biz ölü bedelini yemeyiz. Onlara ölülerini veriniz! O habis bir ölüdür, onun diyeti de habistir” buyurdu. Bu hususta onlardan hiçbir şey kabul etmedi. Ölülerinin cesedini alıp götürmelerine müsâade etti.[2]



[1] Bkz. Vâkıdî, II, 470-474; İbn-i Sa‘d, II, 68; İbn-i Hişam, III, 240-242; İbn-i Seyyid, II, 61-62; İbn-i Kayyım, Zâdu’l-mead, II, 131; DiyarBekirî, I, 486-487; Heysemî, VI, 135; Hâkim, III, 32, 33; Halebî, II, 641, 643; İbn-i Kesîr, Bidâye, IV, 106; Taberî, Târîh, III, 49; A. Zeynî Dahlan, Sîre, II, 7.

[2] Ahmed, I, 248; Vâkıdî, II, 474; İbn-i Hişam, III, 273; Bevhakî, Delâil, III, 438; Taberî, Târîh, III, 49.