Kur’ân-ı Kerîm, Allah kelâmı olması sebebiyle sâhip olduğu azamet üslûbunun bir neticesi olarak -Arapça bilsin veya bilmesin- muhatabı üzerinde târifi imkânsız derin ve esrârengiz bir tesir icrâ ederek onu kendisine çeker. Bu, aynı zamanda Kur’ân’ın sâhip olduğu belâğatın, insanüstü ses ve mûsikî âhenginin tabiî bir neticesidir.
Belâgat ile Psikoloji İlmi arasında sağlam bir alâkanın olduğu, bugün artık iyice yerleşen bir kanaat hâline gelmiştir. Hiç şüphesiz söz sanatı ile insan rûhunun sıkı bir alâkası vardır. Ku’ân’ın tesirinde bu husûsun da rolü vardır.
Kur’ân’ın nağmesi kulağa eriştiğinde kalb bütün sâfiyetiyle ona yönelir, ondan büyük bir lezzet ve halâvet duyar. Biraz ilerleyince mehâbet ve haşyete gark olur. Bazı âyetler kulağa ulaştığı anda insana sevinç ve haz verir, kalbini yumuşatır, onu ferahlatır ve imanını artırır. Bazı âyetler de korku ve dehşetle ürpertir, kalpleri titretir[1]. Bu hakikati müslümanların yanında inkârcı ve inançsız pek çok insan da itirafa mecbur kalmıştır[2]. Şu âyetler Kur’ân’ın gönüllere tesir ettiğini açıkça ortaya koymaktadır:
“Eğer biz bu Kur’ân’ı bir dağın tepesine indirseydik onun, Allah’a tâzimi sebebiyle başını eğip parçalandığını görürdün”[3].
“…Rablerinden korkanların, bu Kitab’ın tesirinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri, hem de gönülleri Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar…”[4].
“Eğer müşriklerden biri senden aman dilerse, onu himâye et! Tâ ki Allah’ın kelâmını işitebilsin, (düşünüp taşınsın, hakîkatlere muttalî olsun). Sonra onu emîn olduğu yere ulaştır…”[5].
Misaller
Birçok insan Kur’ân’ın bu tesiri sâyesinde müslüman olmuştur. Cübeyr bin Mut‘im, Tûr Sûresi’ni Rasûl-i Ekrem Efendimiz’den dinleyince hissettiği tesiri şöyle ifâde eder:
“−Sanki kalbim çatlayacak sandım”[6].
Hâdiseyi şöyle anlatır:
“Allah Rasûlü’nü akşam namazında Tûr Sûresi’ni okurken dinlemiştim:
اَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَيْءٍ اَمْ هُمُ الْخَالِقُونَ. اَمْ خَلَقُوا السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بَلْ لَا يُوقِنُونَ. اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَاۤئِنُ رَبِّكَ اَمْ هُمُ الْمُصَيْطِرُونَ
“Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar? Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır! Onlar bir türlü sağlam bir şekilde îman etmiyorlar. Yahut Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Ya da her şeye hâkim olan kendileri midir?”[7] âyetine geldiğinde kalbim heyecandan neredeyse kanatlanıp uçacaktı”[8].
ü Ebû Süfyan, Ebû Cehil ve Ahnes bin Şerik’in birbirlerinden habersiz olarak Allah Rasûlü’nün Kur’ân okumasını dinlemeye gelmeleri… Birbirleriyle karşılaşınca da kendilerini ayıplamaları ve bunun üç gece böylece devam etmesi[9],
ü Son derece sert tabiatlı olan Hz. Ömer’in dinlediği âyetlerin tesiriyle yumuşayıp İslam’a ısınması ve müslüman olması[10],
ü Şâir Tufeyl bin Amr’ın Peygamber Efendimiz’e İslâm’ı anlattırıp ondan Kur’ân dinledikten sonra, “Vallahi ben hiçbir zaman Kur’ân’dan daha güzel bir söz, İslâm’dan daha güzel bir din işitmemiştim!” diyerek iman etmesi ve İslâm’ı tebliğ gayesiyle kabilesinin yanına dönmesi[11],
ü Mekkeliler’in, çocuklarına ve kölelerine tesir edeceğinden korkarak Hz. Ebû Bekir’in Kur’ân okumasını yasaklamaları[12],
ü Kur’ân dinleyen bir grup cinnin, “Şüphesiz biz, hayret verici bir Kur’ân dinledik. O Kur’ân rüşde erdiriyor, biz de ona iman ettik. Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız” demesi[13] ve buna benzer pek çok hâdise bu hükmü teyid etmektedir.
Habeşistan’a hicret eden müslümanlarla, onları geri döndürmek için gelen müşrikler Necâşî’nin huzûrunda bulunuyorlardı. Müşriklerin iftirâ ve yalanlarını dinleyen Necâşî, sözü müslümanların temsilcisi Cafer bin Ebî Tâlib’e verdi. Cafer (r.a) güzel bir konuşma yaptı. Bunu sükûnet ve dikkatle dinleyen Necâşî:
“–Peygamber olduğunu iddiâ eden o şahsın, Allah’tan aldığı şeylerden ezberinizde olan var mı?” diye sordu. Cafer (r.a), “Evet” deyince biraz okumasını istedi. Cafer (r.a) hûşû içinde Meryem Sûresi’nden okumaya başladı. Zekeriyyâ (a.s), sonra Yahya (a.s), onun ardından Meryem vâlidemizle ilgili âyetler birbirini takip etmeye başlamıştı. Bütün bunlar, Kur’ân dilinden işitildikçe kalpler yumuşamış, gözlerden yaşlar boşanmaya başlamıştı.
Câfer (r.a) tilâvetine son verince gözü ve gönlü dolu dolu olan Necâşi başını kaldırıp:
“–Şüphesiz şu dinlediklerim ile İsâ’nın getirdiği, aynı nûr kaynağından fışkırıyor!” dedi. Sonra da Kureyş elçilerine dönerek:
“–Geldiğiniz yere geri dönün! Allah’a yemin olsun ki onları size aslâ vermem” dedi ve onları başından savdı[14].
Süveyd bin Sâmit, hac veya umre için Mekke’ye gelmişti. Cesareti, şiirleri, yaşlılığı, soyu ve şerefi sebebiyle kabilesi içinde ona “Kâmil” ismi verilmişti. Rasûlullah (s.a.v), Süveyd’in Mekke’ye geldiğini işitince, gidip kendisini Yüce Allah’a îmâna ve İslâm’a davet etti. Süveyd:
“–Belki de sende olan, benim yanımdakinin benzeridir!” dedi. Rasûlullah (s.a.v):
“–Senin yanındaki nedir?” diye sordu. Süveyd:
“–İçinde Lokman’ın hikmetli sözleri yazılı bir mecmua!” dedi. Rasûlullah (s.a.v):
“–Onu bana okuyabilir misin?” buyurdu. Süveyd okuyunca Rasûlullah (s.a.v):
“–Şüphesiz ki bu, güzel bir sözdür. Fakat Allah’ın bana indirdiği ve O’nun kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm bundan daha güzel ve daha üstündür! O, hidayet ve nûrdur!” buyurdu.
Sonra Allah Rasûlü (s.a.v) ona Kur’ân-ı Kerîm okudu ve kendisini İslâm’a dâvet etti. Süveyd İslâm’ı ne kabul etti ne de ondan uzaklaştı. Kur’ân-ı Kerîm hakkında:
“–Hiç şüphesiz ki bu, son derece güzel bir sözdür!” dedi. Sonra oradan ayrılıp Medine’ye, kavminin yanına gitti. Çok geçmeden de, Hazrecîler tarafından öldürüldü. Kabilesinden bazı kişiler:
“–Biz onun müslüman olarak öldüğünü gördük!” demişlerdir. Böyle ise, Allah ona rahmet eylesin![15]
Habeş Necâşîsi Cafer (r.a) ile birlikte Medine’ye 70 kişi göndermişti. Onların hepsi de, kilise ve din adamlarının en iyileri idi. Rasûlullah (s.a.v), onlara Yâsîn Sûresi’ni okudu. Sûreyi sonuna kadar dinlediler, ağladılar ve hakikati idrak ettiler:
“–Bu, Hz. İsa’ya indirilene çok benziyor!” diyerek müslüman oldular[16].
Rasûlullâh (s.a.v), Sakîf heyetini, kalbleri yumuşasın diye, mescidde misâfir etti. Temsilciler, geceleyin okunan Kur’ân-ı Kerîm’i, ashâbın teheccüd namazında okuduğu sûreleri dinliyor ve müslümanların beş vakit namazda saf oluşlarını seyrediyorlardı. Nihâyet bunlar da İslâm’a girdi.[17].
Yeraltı Camii İmamı Hâfız Ali Üsküdarlı Hocaefendi (1885-1976) bir hâtırasını şöyle nakleder:
“Romanya’da bir cami inşa edilmiş, açılışına da hem Kral ve Kraliçe hem de Osmanlı devletinden bir heyet davet edilmişti. Heyet başkanı nâzır Mahmud Es‘ad Efendi idi. Heyetle birlikte dört hâfız isteniyordu. Hâfızların seçimini benden istediler, ben de o zamanın en iyi üç hafızını seçtim.
Açılış bir Cuma günü yapıldı. Kral ve Kraliçe için cami içine kadar bir yolluk serilmiş, oturmaları için de taht’a benzer bir kürsü hazırlanmıştı. Halk ve devlet erkânı geldi. Merasim Cuma namazından önce Kur’ân tilâvetiyle başlayacak, konuşmalar olacaktı. Ezan okununca Kral ayrılacak, yolluk ve kürsü kaldırılıp Cuma namazı kılınacaktı. Cuma’dan sonra da mevlid okuyacaktık.
Merasim bu şekilde icra edildi, ezanı dört hâfız birden karşılıklı okuduk, unutulmaz bir ezan oldu.
Kraliçe, hristiyan olduğu halde benim Kur’ân tilâvetime hayran kalmış. Namazdan sonra saraya getirilmemi istemiş. Gönderdikleri husûsî bir saray arabasıyla oraya gittik. Beni Kraliçe karşıladı, kendilerine mahsus bir salona götürdü, taht gibi bir kürsüye oturmamı işaret etti, oturdum. Başka kimse yoktu. Romence bilmediğim için işaretle anlaşıyorduk. Karşıma oturdu ve camide okuduğum gibi okumamı istedi.
Okumaya başladım. Her sayfayı bitirdikçe duruyor, devam etmemi isteyip istemediğini anlamaya çalışıyordum. O ise gözyaşları içinde devam etmemi istiyordu.
Tam beş sayfa Kur’ân-ı Kerîm okudum. Teşekkür etti, değerli hediyeler verip uğurladı.
Ertesi gün bizi akşam yemeğine saraya davet etti. Bütün devlet erkanı gelmişti. Bizim heyet de resmî giyinmişti. Hâfızların üzerinde ise sırmalı cübbeler vardı…”[18]
Kur’ân’ın tesiri husûsunda John Davenport şöyle der:
“Edebî nokta-i nazardan Kur’ân, şarkın en şâirâne eseridir. Kur’ân-ı Kerîm’in Arap lisânı için hüccet olduğunda şek ve şüphe yoktur. Goethe’nin dediği gibi Kur’ân, okuyucularının kalplerini, sâhip olduğu füsûnu ve güzelliği ile teshir eder”[19].
Kur’ân’ın bu gücü sâyesinde müslüman olan bir mühtedî ise duygularını şöyle anlatmaktadır:
“Sonradan müslüman olan pek çok kişinin de bildiği gibi, Kur’ân’ın bu hakîkî gücünü hissetmek için müslüman olmak şart değildir. Çünkü pek çok insan, Kur’ân’ın bu tür tesirini hissettikten sonra İslâm’ı seçmiştir. Ayrıca, İslâm’la uğraşan pek çok gayr-ı müslim akademisyen de aynı hususu ifade eder. Arapça uzmanı olan ve Kur’ân-ı Kerîm’in İngilizce’deki en iyi tercümelerinden birini yapan İngiliz akademisyen Arthur J. Arberry, hayatında geçirdiği zor bir dönem boyunca, Kur’ân’ın kendisini nasıl desteklediğini anlatır. Arapça Kur’ân’ı dinlemenin onun için, kendi kalp atışlarını dinlemeye benzediğini belirtir. Gayr-i müslim bir yazar olan Frederick Denny, Kur’ân’ı okurken, okuyucunun esrarengiz bir hal hissetmeye başladığından, bazen «son derece endişe verici bir deneyim» yaşadığından bahseder. Okuyucu, Kur’ân’ı okuduğu düşüncesinden ziyâde, Kur’ân’ın kendisini «okuduğu» hissine kapılır”[20].
Régis Blachére, bu hususta, itiraf mâhiyetindeki şu ifadeleri söylemekten kendini alamamıştır:
“Hatta Arapça bilmeyen bir Avrupalı, bazı sûrelerin tilâvetinden mütehassis oluyor. Ya Muhammed’in muâsırları -hiç değilse kin ile körleşmemiş olanlar- hakkında neler düşünülmez?”[21].
[1] Bkz. el-Mâide, 83; el-Enfâl, 2; el-İsrâ, 107-109; ez-Zümer, 23.
[2] Atâ, Azametü’l-Kur’ân, s. 87.
[3] el-Haşr, 21.
[4] ez-Zümer, 23.
[5] et-Tevbe, 6.
[6] Ahmed, IV, 83, 85.
[7] et-Tûr, 35-37.
[8] Buhârî, Tefsîr, 52.
[9] İbn-i Hişâm, I, 337-338.
[10] Ahmed, II, 17; İbn-i Hişâm, I, 369-371; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, IX, 62.
[11] İbn-i Hişâm, I, 407-408; İbn-i Sa’d, IV, 237-238.
[12] İbn-i Hişâm, I, 395-396.
[13] el-Cin, 1-2; Hattâbî, Beyân, s. 64-65.
[14] İbn-i Hişâm, I, 358-360; Taberî, Tefsir, VII, 4, (el-Mâide, 83).
[15] Bkz. İbn-i Hişam, II, 34-36; Belâzurî, I, 238; Taberî, Târih, II, 233; Beyhakî, Delâil, II, 419; İbn-i Esîr, Kâmil, II, 94-95; Halebî, II, 160.
[16] Bkz. Taberî, Tefsir, VII, 4 (el-Mâide 82); Kastalânî, Mevâhib, I, 292; Diyarbekrî, II, 31.
[17] Ahmed, IV, 218; Vâkıdî, III, 965.
[18] Karaman, Hayreddin, Bir Varmış Bir Yokmuş -Hayatım ve Hatıralar-, İst. 2008, I, 331-332.
[19] Davenport, An Apology for Mohammed and Koran, s. 66.
[20] Lang, Melekler de Sorar, s. 190; Denny, Frederick, Islam, New York: Harper&Row Pubirshers, 1987, s. 88.
[21] Blachére, Régis, Introduction au Coran, 2e édition, Paris 1959, s. 172.