Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerine insafla ve dikkatle bakıldığında, onun takdîminin, diğer kitaplarınki gibi bir iki maksadı takip eden tedrîcî bir fikir silsilesinin takdimine benzemediği görülür. Aksine onun def’î ve ânî bir husûsiyeti, hayatın nabız atışları tarzında ilkâ olunan bir gidişâtı mevcuttur. O, diğerlerinden farklı ve eşsiz bir kitaptır[1]. Fahrettin Râzî, Kur’ân’ın, hüküm ve tekliflerden birçok nevi zikrettiğinde, hemen akabinde ya ilâhiyât alanındaki bazı hususlardan veya peygamberlerin ve kıyâmetin ahvâlinden bahsettiğini, böylece önceden zikrettiği ahkâm ve mükellefiyetleri tekid ettiğini, bunun da Kur’ân’ın âdetlerinden olduğunu bildirir[2].
Dolayısıyla bir sûrede çok defa muhtelif mevzular ele alınır. İlk bakışta bu mevzular arasında insicam ve alaka görülmeyebilir. Ancak bütüncül bir bakış açısıyla incelendiğinde sûreyi teşkil eden unsurlar arasındaki simetriyi ve terkipteki armoniyi görmek mümkündür[3]. Zira anlatılan konuların hepsinde de merkezî bir mânâ vardır. Vücûdu meydana getiren ve dağınık gibi görünen uzuvlar organik bütünlüğe mânî değildir. Bilakis âzâların farklı yerlerde olması organizmanın devamının şartıdır. Kur’ân’daki muhtelif mevzuların arasına siyâka uygun olarak merkezî mânânın serpiştirilmesi de, insana canlılık veren ruhun, vücudun her tarafına sirayet etmesi kabilindendir[4].
Beşerî Teliflere Benzemez
İnsanların telif ettiği kitapların aksine, Kur’ân-ı Kerîm’in bütün konu ve bahisleri, fâsılasız birbirine bağlıdır. Bu durum, Kur’ân’ın kendine has husûsiyetlerindendir. Kur’ân’ın ihtivâ ettiği çok çeşitli konuların ve mânâların hepsi bir tek küllî mânâyı insanların kafasına iyice yerleştirmek için serdedilmiştir. O da, insanları kendi fikir ve irâdeleriyle Allah’a kul olmaya çağırmak, dünya hayatından sonra ikinci bir hayatın var olduğunu ve dünyanın âhiret yanında hayrıyla, şerriyle, saâdetiyle, şekâvetiyle bir hiç mesâbesinde kaldığını bildirmektir. Çünkü Allah Teâlâ insanları kul olarak yaratmıştır. Kur’ân-ı Kerîm, bu esas ve küllî mevzuları; teşrî, kıssa, tarih, cedel, tasvir, vaad ve vaîd gibi çok çeşitli konuların içine yerleştirmiş ve âdeta onların rûhu gibi kılmıştır. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm, kanun koyarken dahi bu maksadını bir kenara bırakmaz. Bir kıssa naklederken, ona dalıp da küllî mânânın unutulmasına fırsat vermez. Merkezî mânâyı; öğüt, vaad veya vaîd gibi bir tarzla ustaca kıssanın arasına yerleştirir. Bu da ancak mânâların tedâhül edip kaynaşmasının meydana getirdiği bir kompozisyonla mümkündür[5].
Aslında Kur’ân-ı Kerîm bu hâliyle, insan hayâtıyla tam bir bütünlük ve âhenk arzetmektedir. Mâlum olduğu üzere insan hayâtı da birbirinden tamâmen farklı kısımlara ayrılmış değildir. Tam aksine inanç, ibâdet, hukûk, ahlâk ve hissî mevzûlar iç içedir. Bazen bunların tamamını aynı anda yaşadığımız olmuş veya etrafımızda görmüşüzdür. Bu açıdan, Kur’ân’ın mevcut hâli, insan hayâtına tamamen uyum arzetmektedir[6].
Bu yol, insanın bir çeşit ilimde sâbit kalmasını önlemek için tâkip edilecek en güzel usuldür. Çünkü tek çeşit bir ilim üzerinde durmak, insana bıkkınlık verir. Fakat tevhid, kıssa, ahkâm gibi ilmin bir çeşidinden diğerine geçtikçe insanın gönlü açılır ve kalbi huzur duyar. Bir beldeden başka bir beldeye, bir bahçeden diğer bir bahçeye, leziz bir yemekten öteki lezzetli yemeklere geçiyormuş gibi olur. Hiç şüphesiz bu, en çok haz veren ve en fazla arzu uyandıran bir durumdur[7].
Bu hususta İbn-i Âşûr şöyle demektedir:
“Kur’ân’ın Arap üslûbuna muhâlefet ettiği en büyük husûsiyetlerden birinin, onun nazmında iki maksadı bir araya getirmesi olduğunu görüyoruz. Bunlar da mev’iza (öğüt verme) ve teşrî maksatlarıdır. Kur’ân’ın nazmı zâhiren, dinleyenlere ihtiyaç duydukları bilgileri verir ki, bu Arapların hitâbelerine benzer. Diğer taraftan dirâyetli âlimler bu mânâlar arasından ibadet, muâmelât, âdâb gibi hususlarda pek çok ahkam çıkarırlar”[8].
Muhatapları Canlı Tutar
İbn-i Âşûr; âdâb, yasaklar, müjdeler, nasihatler, misaller ve kıssaların iç içe ve tefennün sanatıyla birinden diğerine geçerek anlatılmasının, Kur’ân’ın husûsiyetlerinden olduğunu ifâde eder. Bunun da muhatapları, dinleyenleri, okuyanları ve daha sonra kendisine Kur’ân ulaşan kimseleri canlı ve diri tutmak, nefislerini yormayıp istenen kıvama yönlendirmek maksadına mâtuf olduğunu bildirir[9].
Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm, mev’iza ile kalpleri yumuşattıktan sonra hüküm koymayı veya bunun aksini yapmayı fırsat bilir ve değerlendirir[10]. Böylece Kur’ân, koyduğu hükümlere sâhip çıkılmasını daha kuvvetli bir şekilde sağlamış ve onların hayata yön vermesini daha sağlam esaslar üzerine oturtmuş olmaktadır. Aksi takdirde, hiçbir teşvik ve uyarı unsuru olmadan kupkuru, soğuk ve katı hükümler koyup bunların tatbîkini insana bırakmak, elbette netice vermez[11].
Konusu, ana fikri ve gâyesi gözönüne alındığında, Kur’ân’da lüzumsuz ve anlamsız tek bir nokta dahi yoktur. Baştan sona ele alınan farklı konular, ana fikirle öylesine uyum içindedir ki, onları, farklı renk ve boyutlarına rağmen aynı kolyenin güzel taşlarına benzetebiliriz. Kur’ân, göklerin, yerin ve insanın yaratılışını anlatırken de, kâinattaki yaratıklara temas ederken veya insanlık tarihinden hâdiseler naklederken de aynı hedefi gözetir… Bu sebeple Kur’ân, bir şeyi, sadece kendi gâye ve hedefine uygun olduğu ölçüde anlatır, belirtir veya o şey hakkında hüküm verir. Gereksiz ve ilgisiz ayrıntılar üzerinde durmaz. Sözü tekrar tekrar, bütün konuların çevresinde döndüğü ana fikre, yani Hakk’a dâvete getirir. Kur’ân, bu bakış açısıyla incelendiğinde, onun tamamının mantıklı olduğu ve baştan sona bir konu bütünlüğü içinde olduğu görülür[12].
Diğer taraftan Kur’ân, mevzûları iç içe anlatarak farklı farklı yaratılan insanların hepsinin de istifade etmesini sağlar. Çünkü hidâyet yolları ve üslupları muhteliftir[13].
Şah Veliyullah ed-Dihlevî ise bu mevzû ile alakalı olarak şöyle der:
“Yüce Yaratıcı, bir avuç topraktan ibâret olan insana söz söylemeyi irâde buyurunca, bir kısım insanlarca güzel sayılıp diğer bir kısmı tarafından güzel görülmeyen bir takım kalıplara değil de, icmâlî (umûmî) güzelliğe nazar buyurdu. Mâlikü’l-mülk olan Allah, Âdem evlâdının açık yolu üzere söz söylemek irâde buyurunca, devirlerin ve tavırların (çevrelerin) değişmesiyle değişen kanunları değil de, sâde ve basit aslı zabt eyledi. Zîrâ üzerinde ittifak edilmiş kanunlara sıkıca tutunmanın menşei, ancak âcizlik ve câhilliktir. Bu belirli kâidelere bağlı kalmadan, ifâde ve beyânın girintili çıkıntılı sâhalarında, düz ve yüksek beyânlardan kaçıp zâyi olmayacak şekilde toplu güzelliği meydana getirmek ise, ayrı bir şey ve kabiliyettir”[14].
Kur’ân’ın buna benzer pek çok mûtad dışı husûsiyetleri mevcuttur. Çünkü o, beşer üstü bir kitaptır ve onların belirlediği kâidelere bağlı kalmak mecburiyetinde değildir. Diğer bir ifâdeyle Kur’ân, yeryüzünde kendi türündeki tek kitaptır[15]. Bu sebeple Kur’ân’ın metodunu ve üslûbunu incelerken, insanların geçmişte ve günümüzde benimsediği veya gelecekte benimseyeceği telif ve tanzim usullerinin hakemliğine başvurmak yanlıştır. Diğer taraftan, yazarların kitaplarını, konularına göre bir takım bölümlere ve alt bölümlere ayırmaları, zarûrî bir iş değildir. Bu tasnif işi, kitaplarında takip ettikleri maksatlara bağlıdır. Bu, daha ziyade bir âdet ve görenek meselesidir ve zamanla değişmektedir. Yoksa, Allah’ın Kitâbı’nı hükmüne tâbi kılacak derecede sâbit ve değişmez bir hakikat değildir[16].
Şunu tekrar vrugulamak gerekir ki, Kur’ân-ı Kerîm, mevzuları iç içe anlatmakla birlikte, kendi maksadı ve iç bütünlüğü açısından bakıldığında mükemmel bir nizâm, âhenk ve usûle sâhiptir. Üzerinde tefekkür edildiğinde bunların bir kısmı anlaşılabilmektedir. Bununla birlikte Kur’ân’ın üslûbundaki bütün incelikler tamamen ortaya konulabilmiş de değildir.
[1] Mevdûdî, I, 15.
[2] Râzî, XII, 101, VI, 20, (el-Bakara, 215).
[3] Bkz. Drâz, Kur’ân’ın Anlaşılmasına Doğru, s. 120. Kur’ân âyetleri ve sûreleri arasındaki tenâsüb ve uyumu göstermek için müstakil ve hacimli bir eser kaleme alan Bikâî, konunun ehemmiyetini anlattıktan sonra, bazen de âyetler arasındaki münâsebetin ilk bakışta görülemediğini, bunun için tefekkür ve araştırmaya ihtiyaç olduğunu anlatır ve, “Öyle âyetler var ki, ondaki münâsebeti bulmak için üzerinde aylarca düşündüm” der (Bikâî, Nazmü’d-dürer, I, 8).
[4] Yıldırım, K. İlimlerine Giriş, s. 149.
[5] Bkz. Yıldırım, a.g.e, s. 145-152; Bûtî, Ravâi’, s. 120-122, 163-167.
[6] Güngör, Kur’ân Tefsirinde Fıkhî Tefsir Hareketi, s. 24.
[7] Râzî, VII, 3, (el-Bakara, 255).
[8] İbn-i Âşûr, I, 115-116, (Onuncu Mukaddime’de).
[9] İbn-i Âşûr, II, 338, (el-Bakara, 219); V, 26, (en-Nisâ, 31); VI, 187, (el-Mâide, 35). Zemahşerî de Kur’ân’daki “İltifat” sanatından bahsettikten sonra benzer şeyleri söylemektedir (Zemahşerî, I, 15, el-Fâtiha, 5).
[10] İbn-i Âşûr, V, 26, (en-Nisâ, 31).
[11] Göngör, Fıkhî Tefsir Hareketi, s. 25.
[12] Mevdûdî, I, 20, (Giriş).
[13] İbn-i Âşûr, XV, 131, (el-İsrâ, 53).
[14] Dehlevî, el-Fevzü’l-kebîr, s. 92.
[15] Mevdûdî, I, 17, (Giriş).
[16] Yıldırım, K. İlimlerine Giriş, s. 146. Ayrıca bkz. Mevdûdî, I, 15-17.