Kur’ân-ı Kerîm’in en mühim üslup farklılıklarından biri de âyetlerin nihâyetinde gelen bitiş cümleleri ve Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsıdır. Âyetin bittiği bu lafza fâsıla denir. Bu üslup, Kelâmullah’a mahsus olup başka bir söz ya da yazıda görmek mümkün değildir. Âyette anlatılan mevzu ile sonunda gelen bu kısa cümle veya isimlerin çok sıkı bir münâsebet ve uyumu söz konusudur[1]. Buralarda bazen Allah’ın güzel isimleri veya mânâları verilir, bazen aklı tefekküre sevkedecek ihtarlar gelir, bazen Kur’ân’ın esas maksatlarından küllî bir kâide bildirilir, bazen de âyeti tekid ve teyid edecek özet mâhiyetinde özlü sözler söylenir. Birçok farklı yönü sayılabilecek olan bu münâsebetin bir kısmına burada temas edelim:
1. Âyet-i kerîmede Allah Teâlâ’nın fiilleri ve eserleri genişçe zikredilir, daha sonra bu fiillere uygun olan ism-i ilâhî zikredilir. Rahmet âyeti rahmet sıfatları ile, cezâ ve azap âyetleri izzet, kudret, hikmet, ilim ve kahr isimleriyle sona erer[2]. Meselâ:
“O’dur ki yeryüzünde bulunan her şeyi sizin için yarattı. Sonra iradesi semâya yönelip orayı da yedi gök hâlinde sağlamca nizama koydu. O her şeyi hakkıyla bilir”[3] âyetini ele alalım. Burada, yaratılış gayeleri ve kusursuz nizamlarıyla ilim ve kudrete şâhitlik eden en büyük eserler serd edilmiş, nihayetinde konuya uygun olarak Alîm ismi zikredilmiştir[4].
Bir de, anlatılan konunun sonunda bazı tâkip cümleleri gelir ki, bunlar mânâyı rûha iyice yerleştirir. Mesela kudreti isbat eden bir bölümden sonra: “Allah her şeye kâdirdir, her şeye gücü yetendir”[5] fâsılası gelir. Kapalı bir ilimden bahseden âyetin sonuna: “Allah sadırlarda olanları bilir”[6] fâsılası gelir. Terbiye ve talim yerlerinde “Rabb” lafzı; ulûhiyetin vurgulandığı ve tazim gereken yerlerde “Allah” lafzı kullanılır[7]. İnsanların anlamakta ve kabul etmekte zorlandıkları veya hikmetini ilk anda kavrayamadıkları hükümleri takiben umûmiyetle Hakîm sıfatı, Azîz veya Alîm sıfatı ile birlikte gelir[8].
Yine aynı şekilde Cenâb-ı Hakk’ın mühim fiilleri, büyük eserleri zikredilerek neticesinde kıyamet günündeki ba’s ve haşrin mutlaka gerçekleşeceği bildirilir. Böylece önce zikredilenler bu esas hükme mesned teşkil eder[9]. Bütün bunlar aynı zamanda Kur’ândaki âhengin bir parçasıdır.
2. Kur’ân, Allah’ın muhteşem sanatının güzelliklerini insanın önüne açıp sıraladıktan sonra, o sanat güzelliklerini münâsip isimler içinde özetler veya akla havale ederek insanları tefekküre dâvet eder:
“(Rasûlüm!) De ki: Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim mâlik (ve hakim) bulunuyor? Ölüden diriyi kim çıkarıyor, diriden ölüyü kim çıkarıyor? (Her türlü) işi kim idare ediyor? «Allah» diyecekler. De ki: Öyle ise (O’na âsi olmaktan) sakınmıyor musunuz?”[10].
Birinci kısımda semâ ve arzı insan rızkına iki hazine gibi hazır kılan, yağmuru ve hububatı çıkaran kudretin Allah olduğu ve dolayısıyla şükrün ona münhasır kılınması gerektiği anlatılıyor. İkinci kısımda göz ve kulak gibi paha biçilmez iki âzâmızı verecek olanın ancak bizi yaratıp terbiye eden Rabbimiz olduğuna, bu sebeple Rabbın yalnız O olabileceği gibi ma’budun da o olabileceğine işaret ediliyor. Üçüncü kısımda ölmüş yeri dirilten ve dirileri öldürenin Hak’tan ve bütün kâinatın Hâlık’ından başka kimsenin olamayacağı bildiriliyor. Hakk’ın mahlûkâtın hukukunu zayi etmeyeceği için herkesi büyük bir mahkemeye çıkaracağı, yeri dirilttiği gibi insanları da ölümlerinden sonra dirilteceği anlatılıyor. Dördüncü kısımda “Bu büyük kâinatı tam bir intizâmla idare edip yöneten Allah’tan başkası değildir. Koca kâinatı bütün parçalarıyla kolayca idare eden Allah, o derece kusursuz ve nihayetsizdir ki hiçbir şerik ve yardıma ihtiyacı olamaz” deniliyor. Bütün bunlar zikredildikten sonra:
فَذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ
“İşte O Allah, sizin gerçek Rabbinizdir” buyrularak, birinci ve dördüncü kısım için Allah, ikinci kısım için Rab, üçüncü kısım için de el-Hak ismi getirilmiş, bu fiillerin kaynakları gösterilerek âyetin muhtevâsı üç kelimeyle hulâsa edilmiştir.
3. Bazen âyet, geniş bir şekilde Allah Teâlâ’nın nimetlerini sayar, daha sonra bir küllî kâide ile biter:
“Allah gökleri ve yeri yaratandır. Gökten yağmur indirip size rızık olsun diye, onunla türlü türlü meyveler, ürünler çıkarandır. İzni ile denizde dolaşmak üzere gemileri size râm eden, akan suları da, ırmakları da sizin hizmetinize verendir. Mûtad seyirlerini yapan Güneş ile Ay’ı size âmâde kılan, geceyi ve gündüzü istifâdenize veren de O’dur”[11]
Bu âyetlerde, Allah’ın pek çok nimeti vecîz bir şekilde anlatıldıktan sonra, insana verilen nimetlerin ne kadar geniş ve ne derece hadsiz olduğu bildirilerek bir temel kâide ortaya konulmuştur:
“Hâsılı O, kendisinden dilediğiniz her şeyi verdi. Öyle ki Allah’ın size verdiği nimetleri birer birer saymaya kalkarsanız, mümkün değil, (onları toptan olarak bile) sayamazsınız…”[12].
4. Bazen âyet insanın isyan ve günahlarını zikreder, bu sebeple şiddetli bir tehditle o yanlışlardan meneder. Daha sonra tehditteki bu şiddetin günahkârları ve kâfirleri ümitsizliğe düşürmemesi için, Allah Teâlâ’nın rahmetine işaret eden isimleri hatırlatılarak kullara tesellî verilir[13].
Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’in fâsılaları, bazılarının iddia ettiği gibi öncesi ile alâkası olmayan ve sâdece seci ve kâfiye uyumu için getirilmiş lâfızlar değildir[14]. Bir edip kâfiyeyi tutturabilmek için çoğunlukla mânâyı az veya çok ihmâl eden kelimeler seçmek zorunda kalır. Kur’ân’daki fâsılalar ise bunun aksine olup lafızlar mânâya tâbidir. Buralarda, anlamı en güzel şekilde yansıtmakla birlikte âyet sonlarının uyumunu gözeterek ifâdeye güzellik katacak kelimeler seçilmiştir[15]. Fâsılaların âyetin önceki kısmıyla tam bir alâkası vardır ve onlar siyâkın ve hikmetin gerektirdiği mânevî maksatlarla getirilmiştir. Bu mânevî maksatlar ile lafız ve musikî açısında sağladıkları uyum ve güzellik birleşince Kur’ân’ın mûcizevî üslûbu daha güzelleşmektedir. Hem mânâdaki incelik ve hassasiyetten, hem de lâfzî güzellikten istifâde etmekteyiz[16].
Fâsılalardaki bu mânâ uyumunu Kur’ân’dan haberi olmayan ancak Arapça’da zevk-i selîm sâhibi bulunan bir bedevi bile kolayca anlayabilir: Ömer (r.a) devrinde bir kişi:
فَاِنْ زَلَلْتُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَاۤءَتْكُمُ الْبَيِّنَاتُ فَاعْلَمُوۤا اَنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ
“Eğer size bunca gerçekler, açık deliller geldikten sonra haktan ayrılırsanız, iyi bilin ki: Allah Azîz ve Hakîm’dir”[17] âyetinin son kısmını: غَفُورٌ رَح۪يمٌ şeklinde okuyunca bir bedevî hemen îtirâz ederek:
“–Bu böyle olmaz. Şâyet okudukların Allah’ın kelâmı ise Hakîm olan bir zât böyle söylememelidir. Ğufrânı, haktan ayrılmanın yanında zikretmemelidir. Bu, günahkârı kışkırtmak, hataya teşvik etmek olur” demiştir[18].
Yine bir bedevî:
وَحَمَلْنَاهُ عَلٰى ذَاتِ اَلْوَاحٍ وَدُسُرٍ. تَجْر۪ي بِاَعْيُنِنَا جَزَاۤءً لِمَنْ كَانَ كُفِرَ
“Biz Nuh’u, levha hâlindeki tahtalar ve çivilerle yapılmış gemiye bindirdik. O kadri bilinmemiş değerli insana bir mükâfat olarak gemi, bizim inayetimiz altında akıp gidiyordu”[19] âyetinin sonunu كَفَرَ şeklinde okuyan bir kimseyi işitince:
“–Öyle olmaz!” demiş, düzeltince de:
“–Böyle olur” demiştir[20].
[1] Sa’dî, el-Kavâidü’l-hısân fî tefsiri’l-Kur’ân, s. 42, (19. Kâide).
[2] Sa’dî, a.g.e, s. 42, (19. Kâide).
[3] el-Bakara, 29.
[4] Fadl Hasan Abbâs, âyet sonlarında gelen bu esmâ-yı hüsnânın tertîbindeki hikmetleri, zengin misallerle güzel bir şekilde açıklar. Bkz. Abbâs, İ’câz, s. 216-220.
[5] Bkz. el-Bakara, 20, 106, 109, 148, 259, 284; Âl-i İmrân, 26, 29, 189; el-Mâide, 17 vb…
[6] Bkz. Âl-i İmrân, 119, 154; el-Mâide, 7; el-Enfâl, 43; Hûd, 5; Lokmân, 23; el-Fâtır, 38 vb…
[7] Kutub, et-Tasvîr, s. 87-88.
[8] Bkz. el-Bakara, 209, 228, 240, 260; en-Nisâ, 11, 24, 92; el-Mâide, 38; el-En’âm, 128; el-Enfâl, 67; et-Tevbe, 28, 60; el-Hac, 52; en-Nûr, 58, 59; el-İnsân, 30 vb…
[9] Bkz. en-Nebe’, 6-17.
[10] Yûnus, 31.
[11] İbrahim, 32-33.
[12] İbrahim, 34.
[13] el-İsrâ, 42-44.
[14] Abbâs, İ’câz, s. 226. Kur’ân’ın fâsılaları lâfzî güzellik ve insicâm itibariyle de zirvede olduğu için bazı insanlar onların zâhirî kısmına takılıp kalmış ve fâsılaların sâdece secî‘ ve kâfiye için kullanıldığını zannetmiştir. Hâlbuki fâsılaların asıl maksadı mânâyı kuvvetlendirmek ve insanları irşâd etmektir. Bunun yanında insicâmı da en mükemmel bir şekilde sağlamışlardır. Fâsılaların mânâya uygunluk ve hikmetleri hususunda zengin misaller için bkz. Abbâs, a.g.e, s. 227-231.
[15] Yıldırım, “Kur’ân” md., DİA, XXVI, 395.
[16] Abbâs, a.g.e, s. 226.
[17] el-Bakara, 209.
[18] Abbâs, a.g.e, s. 225.
[19] el-Kamer, 13-14.
[20] Abbâs, İ’câz, s. 225.