Sûreler, nüzul sırasına göre tertib edildiği gibi bir de Kur’ân’ın bütünü içindeki yerlerine göre sıralanırlar. Buna Mushaf Tertîbi denir. Nüzul sürecinde zaman sırasına göre inen âyet, mevzu sırasına göre boş olan kendi yerine konuyordu. Sûreler yeni gelen âyetlerin eklenmesiyle edebî, lüğavî ve mantıkî açıdan başlı başına bir bütünlük meydana getiriyordu[1]. Bunu Hz. Osman (r.a) şöyle ifâde eder:
“Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e, birçok âyet birlikte nazil olunca, vahiy kâtiblerini çağırır, onlara:
«−Şu âyeti, şu şu meselelerin zikredildiği sûreye koyun» diye emrederdi. Bir veya iki âyet geldiği zaman da aynı şekilde talimat verirdi”[2].
Bu konudaki diğer bir rivâyet de şöyledir: Osman bin Ebi’l-Âs (r.a) der ki:
Peygamber Efendimiz’in yanında oturuyordum. Birden gözünü bir noktaya dikti, sonra doğrulttu. Neredeyse yere yığılacaktı. Sonra da bakışlarını doğrulttu ve şöyle buyurdu:
“−Bana Cibril geldi ve «İnnallahe ye’muru bi’l-adli ve’l-ihsân» âyetini şu sûrenin şû yerine koymamı emretti”[3].
Kur’ân, farklı mekan ve zamanlarda kısım kısım nazil olmasına ve pek çok farklı mevzudan[4] bahsetmesine rağmen metin içindeki birlik ve insicamı son derece güzel ve sanatlı bir şekilde sağlamıştır[5].
Draz şöyle der:
“Nüzulleri sırasında fevkalâde pedagojik bir plan takip eden bu âyetlerin, belli fakat değişik boyutlardaki sûrelere dağıtılıp tanzim edilmek üzere tarihî silsilelerinden kopması ve böylece evvelce planlanmış bu dağıtım sâyesinde, her biri mezkur pedagojik plandan daha az mükemmel olmayan edebî ve aklî bir sisteme sâhip tam sûrelerden müteşekkil okunacak bir eserin ortaya çıkması… İşte böyle iki yönlü bir planın, beşerî ilim ve idrakten sudûr etmesi aslâ düşünülemez!”[6].
Kur’ân’ın parça parça inen bütün kısımları arasında bir üslup benzerliği, mantık bütünlüğü görülür. Her birinde, aynı seviyede olan husûsî bir mûsikî ahenk ve ölçüsü işitilir. Kur’ân, kısımlarının birbirine bağlılığı itibariyle tek bir sûre gibidir, hatta tek bir âyet gibi mütenâsiptir[7]. Daha da ötesi, “Kur’ân’ın tamamı tek bir kelime gibi” mütenâsip ve uyumludur[8]. Kur’ân cümlelerinin unsurları öylesine yerli yerindedir ki bu unsurların tenâsübü sâyesinde muhkem bir vahdet zuhûr eder[9].
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır bu hususta şöyle der:
Kur’ân’ın sûreleri, âyetleri rastgele bir tesadüfün veya sadece şâirane bir duygunun gücü ile ortaya çıkıvermiş karışık bir divan değil, baştanbaşa بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ gibi geniş anlamlı tek bir cümle ve belki fasih bir kelime nizamında metîn bir insicam, çok hikmetli bir beyan ve üslup ile nazil olmuş ilahî bir sözdür[10].
Kur’ân-ı Kerîm, yirmi üç senede ihtiyaca göre necim necim, müteferrik parçalar hâlinde nüzul ettiği halde, öyle bir tenâsübü vardır ki, sanki bir defada nâzil olmuş gibi bir kemâl gösterir. Bu zaman zarfında muhtelif, birbirinden uzak sebeplerle geldiği halde, tek bir sebeple inmiş gibi bütünlük arz eder. Farklı farklı ve mükerrer suallerin cevabı olarak geldiği hâlde, bütün insanların müşterek ihtiyaç ve arzularını tatmin edecek bir birliğe sâhiptir. Farklı ve pek çok hâdiselerin hükümlerini beyân etmek için nâzil olduğu halde, sâdece bir hâdisenin açıklaması imiş gibi mükemmel bir intizam ihtiva eder. Birbirine zıt, çok farklı hâllerde sayısız muhatâbın anlayışına münasib üsluplarda nâzil olduğu halde, öyle güzel bir selaset gösterir ki, sanki aynı durumdaki ve aynı anlayış seviyesindeki insanlara inmiş gibi herkes kendi zâviyesinden kolayca anlayabilir. Hattâ her bir sınıf zanneder ki, asıl muhatap yalnız kendisidir[11].
Kur’ân’ın bu husûsiyeti, onun bir beşer kelâmı değil, Allah kelâmı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü bir insanın aklı ve hâfızası ne kadar kuvvetli ve sağlam olursa olsun, üzerinden seneler geçmiş bir konuşmanın herhangi bir fıkrasının yerini hatırlayamaz ki yanına siyak, sibak ve mânâya münâsip olan başka bir parçayı koyabilsin. Bunu bir yerde güzelce yapsa bile pekçok yerde başaramaz[12].
Draz’ın isâbetle belirttiği gibi, hayatının daha başında iken, hayatının sonuna kadar dilinden dökülecek olan en güzel şiir veya nesir parçalarını birden söyleyen hiçbir şâir veya yazar görülmemiştir. Edebî hayatının daha başında iken ortaya koyacağı divanının detaylı bir planını yapmış, bölümlerini ve alt bölümlerini tesbit etmiş, vesileleri ortaya çıkınca da tereddütsüz yerine koymuş ve hiçbir takdim tehir, noksan ziyade yapmaksızın bu planında devamlı olarak muvaffak olmuş, hedeflerini gerçekleştirmiş, o dağınık parçaları âhenkle kaynaştırmış bir insan bulunacağını beşeri tecrübe kabul etmez. Böyle bir şey olsaydı Kur’ân’ı tebliğ eden Peygamber Efendimiz’de tahakkuk ederdi. Fakat insan, ömrü boyunca söyleyeceği sözleri ihata edemez ki bu kelâmın metinlerini ihâta edebilsin[13].
Ebû Bekir İbnu’l-Arabî, Kur’ân’da gözlenen bu tenasüb ve bütünlüğü, Kur’ân’daki i‘câzın medârı ve en büyük tecelligâhı olarak görür. O der ki:
“Kur’ân âyetlerinin; manâları geniş ve lafzı gayet intizamlı olan tek bir kelimeymiş gibi birbirleriyle irtibatlı olması, gerçekten çok büyük bir ilmin mevzuudur”[14].
Aynı konuda Fahreddin Râzî de şunları söylemektedir:
“Kur’ân-ı Kerîm nasıl lafızlarının fesahati ve mânâlarının kıymeti sebebiyle bir mûcize ise, aynı şekilde, tertibi ve âyetlerinin nazmı sebebiyle de mûcizedir… Onun üslûbu sebebiyle bir mûcize olduğunu söyleyenler de, muhtemelen bunu kastetmişlerdir”[15].
Tenâsübe Dâir Bazı Misaller
Tenâsübe misal olarak Ahkâf Sûresi ile hemen peşinden gelen Muhammed Sûresi’nin başlangıç ve bitişlerini mukâyese edebiliriz. Sonunda görürüz ki bu iki bidayet (başlangıç) arasındaki uyumdan ve bu iki nihayetteki dengelemeden daha güzelini bulmak mümkün değildir.
Ahkâf Sûresi’nin sonundaki nükteli ibare, Muhammed Sûresi’ndeki yeni mânâya geçiş için son derece mütenâsip bir şekilde konulmuştur. Önceki sûrenin sonundaki fâsıkların helâkine dair inzar, sonra gelen sûredeki helak türlerinden birinin konu edilmesine çok münasip bir fikrî zemin hazırlamıştır.
Sûreler arasındaki insicama bir başka misal ise “merdivenler sistemi” veya “alçalan-yükselen üslup” diyebileceğimiz durumdur. Bu, herhangi bir sûrenin nihayet bulduğu mânânın aynısının bir sonraki sûrenin başlangıcı (iftitahı) olmasıdır.
Mesela bakınız, Tûr Sûresi’nin son âyeti:
“Gecenin bir kısmında ve yıldızların kaybolduğu sabah vaktinde O’nu tesbîh et!”, Necm Sûresi’nin ilk âyetine köprüdür:
“İnmekte olan Yıldız’a and olsun ki”.
Necm Sûresi’nin 57. âyeti de:
“O yaklaşıcı yaklaştı”, Kamer Sûresi’nin ilk âyetine bir merdiven, bir basamaktır:
“Saat (Kıyamet) yaklaştı, ay yarıldı”.
Kamer Sûresi’nin son âyeti ise:
“Kudretine nihayet olmayan Padişah’ın (yüce) huzurunda sadakat meclisindedirler”, Rahmân Sûresi’nin ilk âyetine uzanan bir sebeptir:
“Rahmân…”.
Bakın, Mekkî olan Vâkıa Sûresi nasıl son bulmuş:
“Haydi Azîm olan Rabb’inin ismini tesbîh et!”
Ondan sonra gelen Medenî Hadîd Sûresi nasıl başlamış:
“Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ı tesbîh eder…”.
Kur’ân-ı Kerîm’de, onu tedebbür etmeyi bütün derdi ve tasası hâline getiren kişilerin ulaşabileceği, hidayet olunacağı son derece ince ve derin daha birçok teselsüller (mânâ halkaları) bulunmaktadır.
Bu hususta diğer bir misal verelim: Fâtiha Sûresi niçin Kur’ân’ın başına konmuştur?
Fatiha’nın Kur’ân’ın bütünündeki yeri, ayrıntılara girmeden önce Kur’ân muhteviyâtını hulâsaten takdim eden fihrist mevkiindedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de ulûhiyet, risalet, âhiret, muamelat, ahlâk, tarihî ibretler gibi mevzûlara dair her ne varsa bütün bunların anahtarları, kısacık Fâtiha Sûresi’ne konulmuştur. Ancak bunları tek tek saymadan vecîz bir üslupla ve çok az kelimeyle… Çünkü o, kanallarından akıl ve ruh için gıda akan hayat pınarıdır. Çok okumaktan dolayı ne bıkılır ne usanılır. Sonra Fâtiha’nın, kendinden sonra gelen sûre ile de husûsî bir münâsebeti vardır. Fâtiha, Bakara’da açıklanan esaslara duyulan ihtiyacın sebeplerinin açıklanmasına bir önsöz mâhiyetindedir. Mesela Fâtiha, mü’minleri, hidayeti lûtfedene ellerini açmış, hidayet dileyen kişiler olarak tavsif eder:
“Bizi doğru yola hidayet eyle!”.
Kullarına çok yakın olan Cenâb-ı Hak duaları kabul eder. İşte Bakara’nın başı da buna uygun olarak gelmiştir:
“İşte o Kitab, kendisinde hiç şüphe yoktur; müttakîler için hidayet (rehberi)dir”.
Fâtiha Sûresi, bazılarının istediği gibi nüzul tertibine göre Müddessir ile Ebû Leheb Sûreleri arasına konulsa, sûrenin nasıl bu konuma uymadığı ve yakışmadığı derhal görülür. Önceki ve sonraki sûrelerle bağı kopar, dua edilenle dua eden arasındaki mânevî alış-veriş kaybolur, Kur’ân-ı Kerîm, fihristi olmayan bir kitap hâline gelir. Hepsinden öte Kur’ân başsız bir varlık oluverir!
Bu mevzûya bir misâl de Kur’ân-ı Kerîm’in sonundaki kısa sûrelerdir:
Bunların hepsi hitâmın, sona ermenin husûsiyetlerini taşır. Hızlıca ve peşpeşe okunduğunda, hepsi birden veda eden kimsenin vasiyetine benzer birşeyi çağrıştırır. Mesela Kevser Sûresi’ne bakınız: Vahiy kesilirken Kur’ân’ın ihtiva ettiği “büyük nimet”in, “umûmî hayr”ın değerini Peygamber Efendimiz’e öğretmek üzere bütüncül bir bakışla nasıl yönelmiştir:
“Biz sana Kevser’i verdik”.
Bu âyet-i kerîme, Efendimiz’in şanını yücelten bir kitabı hitama erdiren en güzel özettir. Önüne konulan imkânın emsalsiz oluşunu Peygamber Efendimiz’e bildirmek ve öğretmek, sadece ona minnet etmek değil, aynı zamanda bu hidayet üzere istekli olmaya örtülü bir teşviktir.
Zâten Kevser Sûresi’nden sonra gelen sûre de bu dine sımsıkı yapışmayı, inkârcılar küfürlerinde ne kadar ısrar ederse etsin bu dinden dönmemeyi kesinlikle emrederek onu izlemektedir:
“De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza ibadet etmem”.
Bu emir ve nehiyden, insanların din husûsunda farklı gruplara ayrılmalarından sonra, herbirinin âkibetini ve başlarına gelecek olanları bildiren sûrelerin gelmesi pek tabiidir. Bu sebeple Kâfirûn’dan sonra gelen iki sûreden biri kendilerine tebliğ olunana sıkıca yapışan müttakîlere işaret etmektedir:
“Allah’ın nusreti (yardımı) ve fetih geldiği zaman…”.
Diğer sûre ise müttakîlerin düşmanlarına ve hâllerine işaret etmektedir:
“Ebû Leheb’in elleri kurusun (yok olsun o); zaten yok oldu ya!”.
Bu son mânâ, yukarıdaki şu âyet-i kerime ile hazırlanan ve tesbit edilen küllî kâidenin tatbîkinden başka birşey değildir:
“Doğrusu asıl ebter (sonu kesik) olan, sana buğzedendir”[16].
Sonra bu kitabın hüsn-i hitâmı (güzel bir şekilde tamamlanması), mübarek kılınması ve aşılamaz semâvî muhâfaza ile çerçevelenmesidir ki, bu en büyük ve eşsiz hidayeti bütün varlıklar üzerinde muhafaza buyurmasını Ahad ve Samed olan tek Allah’a dayanarak ve yönelerek istemektir. Hasetçilerin hasedine, vesvesecilerin kuruntularına ve onların Allah yolundan alıkoymak için insanların gönlüne şüpheler atmasına rağmen…
Bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın tertib ettiği üzere bulunan sûrelerin başlangıç ve sonları itibariyle çok münasip, yerleri ve birbiri ardınca gelişleri itibariyle pek güzel olan tensîkine (sıraya getirilmesine, nizama konulmasına) misallerdir. Bunda şaşılacak birşey yoktur. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, Hakîm ve Hamîd olan Allah’ın indirdiği bir kitaptır. Allah Teâlâ’dan daha güzel sözlü kim vardır?![17].
Sûrelerdeki Konu Bütünlüğü
Kur’ân’ın sûreleri tedkik edildiğinde bunlarda bir giriş, bir gelişme ve bir de sonuçtan müteşekkil, belirli bir planın olduğu görülür[18]. Sûrenin başındaki birkaç âyette sûrede incelenecek olan mevzuun ana hatları verilmekte ve arkasından gelişme bölümü öyle düzenli bir şekilde gelmektedir ki, hiçbir kısım üst üste gelmediği gibi, her parça da bütün içindeki yerini en uygun şekilde almaktadır. Nihayet girişte bahsedilen meseleler, sonuç bölümünde eksiksiz olarak cevabını almaktadır[19].
Kur’ân’da, muhtelif mevzular ele alınıyor gibi görünse de aslında her sûrenin umûmiyetle bir tek hedefi vardır. Sûre boyunca devamlı o hedef gözetilir ve sûrenin başı ile sonu o hedefe yönelir[20].
[1] Drâz, Dirâsât, s. 17-18.
[2] Ebû Dâvûd, Salat, 120-121/786; Tirmizi, Tefsir, 9/3086. Ayrıca bkz. Buhârî, Tefsîr, 2/45.
[3] Bkz. Ahmed, IV, 218; el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, II, 16/2960. Âyetlerin tertîbi ile ilgili bkz. Yılmaz, Âyetler ve Sûreler Arasındaki Münasebet, s. 100-102.
[4] Kur’ân, mevzû ve muhtevâ yönünden en zengin kitap olmakla birlikte, aynı mevzuda muhtelif üslup çeşitlerini en fazla kullanan bir eserdir. Kur’ân’da aynı ifade tarzı uzayıp gitmediği gibi aynı mâna hedef alınarak da söz uzatılmaz (Drâz, en-Nebeü’l-azîm, s. 144).
[5] Bûtî, Ravâi’, s. 113-114; ayrıca bkz: Zerkeşî, Burhân, I, 37; Drâz, Dirâsât, s. 17.
[6] Drâz, Kur’ân’ın Anlaşılmasına Doğru, s. 126.
[7] Bkz. Kurtubî, XIX, 271, (el-İnşikâk, 5); Suyûtî, İtkân, III, 369; Sâmirrâî, et-Ta’bîru’l-Kur’ânî, s. 19.
[8] Râzî, II, 147, (el-Bakara, 30); Suyûtî, İtkân, III, 369; Yazır, M. Hamdi, I, 47 (Besmele).
[9] Drâz, en-Nebeü’l-azîm, s. 142.
[10] Yazır, M. Hamdi, I, 47 (Besmele).
[11] Nursî, Külliyât (25. Söz), I, 187.
[12] Atâ, Azametü’l-Kur’ân, s. 125.
[13] Drâz, en-Nebeü’l-azîm, s. 152; a.mlf., Dirâsât, s. 18.
[14] Suyûtî, İtkân, III, 369.
[15] Râzî, VII, 112, (el-Bakara 285).
[16] el-Kevser, 3.
[17] Tafsilat için bkz. Draz, “«Kur’ân-ı Kerim’in Nüzul Sırasına Göre Tertib Edilmesi Teklifi»ne Edebî Eleştiri”, AÜİFD, 1997, cilt: XXXVII, s. 257-259.
[18] Bir misal olarak Bakara sûresinin büyük bir vukufiyetle ele alındığını görmek için bkz. Drâz, en-Nebeü’l-azîm, s. 163-211.
[19] Drâz, Kur’ân’ın Anlaşılmasına Doğru, s. 120-121.
[20] Bikâî (v. 885), Mesâidü’n-nazar, s. 16b. Kur’ân’daki tenâsüb ve Münâsebetü’l-Kur’ân ilmi hakkında tafsîlat için şu eserlere bakılabilir: Zerkeşî, Burhân, I, 33-52; el-Bikâî, Nazmü’d-dürer; Suyûtî, İtkân, III, 369-389; a.mlf., Merâsıdü’l-metâli’; Tuncer, Kur’ân Sûrelerindeki Eşsiz Âhenk; Ünver, Kur’ân-ı Anlamada Siyâkın Rolü; Gezgin, Tefsirde Semantik Metod, s. 77-82; Yılmaz, Âyetler ve Sûreler Arasındaki Münasebet; Ecevit, Kur’ân Kendini Anlatıyor -Kur’ân’ın İkili-Simetrik Tefsiri-.