7. Az Kelimeyle Zengin Mânâlar İfâde Etmesi (Cevâmiü’l-Kelim Oluşu)

Kur’ân-ı Kerîm az kelime ile en geniş ve en zengin mânâları ifâde eder ve bunu sağlamak için de her kelimeyi yerli yerince muhkem bir sûrette kullanır[1]. Hiçbir zaman gereğinden fazla kelime kullanmadığı gibi, eksik kullanarak da mânâyı daraltmaz. Mânâyı tam olarak anlatabileceği bir şekilde hazf ve ihtisâr yoluna gider. Zemahşerî’ye göre, “Kur’ân’ın metodu hazf ve ihtisâr’dır[2]. Yani mânâyı az sözle ve kısa ifadelerle anlatmak…

Belâgat, mukteza-yı hâle mutabakattan ibarettir. Kur’ân’ın muhatabları, muhtelif asırlarda farklı tabakalardır. Bu tabakalara riâyetle, muhâvere ve mükâlemeyi o asırlara umûmîleştirmek üzere, çoğu yerde hazf yapılır ve söz mutlak bırakılır ki; ehl-i belâgat ve Arap dili tarafından güzel görünen vecihler, ihtimaller çoğalsın, böylece her asırda her tabaka, anlayışlarına göre hissesini alsın[3].

Arapların ilk filozofu meşhur Kindî’ye talebeleri:

“–Ey filozof, bize şu Kur’ân’ın bir dengini yapıver” demişler. O da:

“–Peki, hepsinin değil ama bir kısmının benzerini yapayım” demiş. Bir kenara çekilip günlerce çalışmış. Sonra çıkıp şöyle demiş:

“–Vallahi buna ne bizim kudretimiz yetecek, ne de başka birinin! Mushaf’ı açtım, karşıma Mâide sûresi çıktı, baktım ahde vefâyı emretmiş, sözünden dönmeyi yasaklamış, bir genel tahlilde bulunmuş, sonra bir istisnâ yapmış, sonra da kudret ve hikmetinden haber vermiş ve bütün bunları iki satıra sığdırmış. Hiç kimse ciltlerle yazı yazmadan bu mânâları ifâde edemez!”[4].

Hazf

Kur’ân-ı Kerîm, lüzumsuz sözleri kullanmamakla birlikte normalde bulunması gereken bazı temel unsurları da hazfeder. O’nun ifâdelerinde nice kelime hatta nice cümleler hazfedilmiştir. Ancak bir kelime veya cümle tayyedildiğinde, lafızda mutlaka atlanan kısmı aydınlatacak bir kandil ve ona ulaştıracak bir anahtar bırakılmıştır. Bu yolla Kur’ân-ı Kerîm, hazfedilen kelime veya cümlelerin mânâlarını oradaki bir harf veya kelimeye emanet eder. Sonra da üslûbu görülmemiş tarzda şekillendirir ve beyanın ustalığı ile güzelleştirir. Diğer taraftan, bu az lafızla Kur’ân, belâgat ve fesâhatinin kuvveti sâyesinde pek çok mânâyı açık, tatlı ve parlak bir şekilde ifâde eder. Öyle ki mânâ lafza kolayca sığdığından, lafzın daha fazla yer kapladığı zannedilir[5].

Bu hususta bazı misaller verelim. Mesela Allah Teâlâ, yahudilere karşı delil serdederken şöyle buyurur:

“Kendilerine: «Allah’ın indirdiğine iman edin» denilince: «Biz sadece bize indirilene (Tevrat’a) inanırız» derler ve ondan sonrasını inkâr ederler. Hâlbuki o Kur’ân kendi ellerinde bulunan Tevrat’ı doğrulayıcı olarak gelmiş hak kitaptır. (Ey Muhammed!) Onlara: «Şayet siz gerçekten inanıyor idiyseniz daha önce Allah’ın peygamberlerini neden öldürüyordunuz?» de!”[6].

Yahudilere nasihat edilerek buyruluyor ki: “Tevrat’a inandığınız gibi Kur’ân’a da inanın. Siz Hz. Musa’nın getirdiği Tevrat’a, onu Allah indirdiği için iman etmiş değil misiniz? İşte Hz. Muhammed (s.a.v)’in getirdiği Kur’ân’ı da Allah indirmiştir. Öyleyse ona iman ettiğiniz gibi buna da iman ediniz.” Kur’ân, bu manaları “Allah’ın indirdiğine iman edin” özlü sözünde toplamıştır.

Kur’ân’ı sarih ismiyle bildirmeyip kinayede bulunmuş, böylece onları “herhangi bir şeye delilini bildirerek davet etme” durumuna getirmiş, bu sûretle de hem delili hem iddiayı aynı cümlede ortaya koymuştur. Aynı şekilde Kur’ân’ın kendisine indirildiği zâtın ismini, tamamlayıcı bir unsur olmasına rağmen zikretmemiştir. Şayet zikredilmiş olsaydı, beyan hikmeti nazarında fuzulî, irşâd hikmeti nazarında da gayeyi bozucu olurdu. Çünkü bu ismin ilzam hususunda bir dahli yoktur. Asıl iş, delilin direği olan kadr-i müşterek ve hadd-i evsata irca edilmiştir. İrşad açısından ise “Muhammed” isminin zikredilerek düşmanlara tekrar işittirilmesi, onların kinlerini açığa çıkarabilir, bu da neticede hakka davet edenin hedeflediği “arayı bulma, telif etme” gayesinin aksine bir duruma yol açardı.

Yahudilerin bu çağrıya cevapları şu oldu: “Bizi Tevrat’a inanmaya sevk eden sadece onu Allah’ın indirmiş olması değil, bununla birlikte bize göndermiş olmasıdır. Hâlbuki Kur’ân bize indirilmiş değildir.” İşte “Bize indirilene iman ederiz” sözünde özetlenen mânâ budur ki, onların birinci maksatlarını teşkil eder. Bu ibarenin vecizliğini artıran bir unsur da “indirme” fiilinin fâili olan Allah lafz-ı celilinin hazfedilmiş olmasıdır. Çünkü o benzeri bir ibarede sarih olarak zikredilmişti.

Üzerinde durduğumuz âyette, Kur’ân hakkında مَا وَرَاءَهُ “Ondan sonrası, ötesi” ifâdesi kullanılmıştır. Böylece hem Kur’ân’dan başka kitaplara da şâmil olan bir umûmîlik hem de bu umumdan maksud olan bir husûsîlik mânâsı ifâde edilmiştir. Onlar Peygamber Efendimiz’e indirilen Kur’ân’ı kabul etmedikleri gibi Hz. İsa’ya indirilen İncil’i de inkar ederler ki, bunlar Tevrat’tan sonra, onun ötesindedir. Fakat Tevrat’tan öncekileri inkar etmezler. Kur’ân bu efrâdını câmi ağyârını mâni tabiri kullanarak hatâlarının sınırını tam olarak çizmiştir. Bu da, insafın ve itham esnasında dürüstlüğün en ileri derecesidir.

Daha sonra onların iddialarına cevap verilmeye başlanmış, kendi kitaplarına imanın, hak olan başka bir kitaba imanı engellemeyeceği, tahrif ettikleri kitaptan yanlarında kalan doğrulara bakarak Kur’ân’ın hak olduğunu anlamaları gerektiği anlatılarak لِمَا مَعَهُمْ ifadesiyle bütün mazeret kapıları kapatılmıştır. Kendilerine indirilene iman ettikleri iddiasına cevap verilerek yalanları ortaya çıkarılmış, davaları çürütülmüştür[7].

İkinci bir misâl olarak Tûr Sûresi’nin 29-43. âyetlerini zikredebiliriz. Cenâb-ı Hak, sûrenin bu kısmında, inkâr ve dalâletin her çeşidini susturan, son derece kesif ve tesirli bir hitap harikası ortaya koymuştur. Âşikâr hakîkatleri inkârcılara açık ve kesin bir üslupla bildirmiştir. On beş defa “اَمْ-اَمْ: Yoksa?” lafzı ile kullanılan ve tekid ifâde eden soru üslûbu (istifham-ı inkârî ve teaccubî) ile “Nasıl olur da bu hakikatleri reddedebilirsiniz, şaşılır sizin aklınıza!” diyerek şüphenin bütün çeşitlerini çürütmüştür. Her bir cümlede inkâr gruplarından birinin fikrini ya kısa bir tâbirle ibtal etmiş ya butlanı zâhir olduğundan sükûtla geçmiş veya başka âyetlerde tafsilen reddedildiği için burada mücmelen işaret etmiştir. İşte Kur’ân-ı Kerîm, bu kadar kısa bir bölümde, anlatmak istediği pek çok konuyu açık ve basit bir dille ortaya koymuş, az sözle çok mânâ ifâde etmiştir.

Zâid Bir Lâfız Yok

Hangi mevzu anlatılırsa anlatılsın ve konular ne kadar değişirse değişsin Kur’ân’ın cümlelerinde kendisine ihtiyaç duyulmayan fazla bir kelimenin bulunması mümkün değildir. O’nun kısa bir âyetini kendi ifâdelerimizle anlatmaya çalıştığımızda, ne kadar ihtisar etmeye çalışsak da birkaç cümle kurmadan mânâlarını ortaya koyamayız. Bunun bir misâli şudur:

اِنَّ لَكَ اَلَّا تَجُوعَ ف۪يهَا وَلَا تَعْرٰى. وَاَنَّكَ لَا تَظْمَؤُ۬ا ف۪يهَا وَلَا تَضْحٰى

“Sen cennette asla açlık çekmeyecek, asla çıplak kalmayacaksın! Orada asla susuzluk çekmeyecek ve güneşin kavurucu sıcağına mâruz kalmayacaksın”[8].

Allah Teâlâ, Hz. Âdem’i yarattığında ona bahşettiği imkânlardan bahsetmektedir. İnsan hayatının esasını teşkil eden bu temel ihtiyaçları Kur’ân-ı Kerîm iki kısa cümleyle hulâsa edivermiştir[9].

Yine normal uzunlukta bir âyet olan Bakara 233’ten fakihlerimiz, âile ahkâmına dâir 23 açık hüküm çıkarmışlardır. Hem de bu hükümler tekellüf ve zorlamayla değil, âyetin mantûkunun sarâhatinden, açık mefhûmundan ve nassın muktezasından elde edilmiştir[10]. Birkaç satıra sığan bu tek âyet-i kerîmeyi, tercüme ettiğimizde daha fazla yer kaplamakta ve pekçok cümleye ihtiyaç duyulmaktadır.

Aynı şekilde Kehf Sûresi’nde anlatılan Musa (a.s) ile sâlih kulun yani Hızır (a.s)’ın kıssasını dinlediğimizde, zihnimizde sayfalarca süren uzun bir kıssanın nakledildiği tasavvuru oluşur. Ancak Kur’ân’a baktığımızda bu kıssanın, iki sayfada ve 23 âyetle gâyet veciz bir şekilde anlatıldığını görürüz. Meselâ kıssanın şu âyetine bakalım:

“Tekrar yola devam ettiler. Nihayet bir şehre varıp o şehir halkından yiyecek istediler, ama ahali bunları misafir etmemekte diretti. Bu sırada (Hızır), orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördü ve onu hemen düzeltiverdi. Mûsâ (a.s): «İsteseydin elbette buna karşı iyi bir ücret alabilirdin» dedi”[11].

Hz. Musa’nın Hızır’la olan yolculuklarının üçte birlik kısmını anlatan bu âyet, ne kadar büyük bir îcâz husûsiyetine sâhiptir! Bir köye gitmeleri, yolda yorulup karınları da acıktığı için köylülerden kendilerini misafir etmelerini istemeleri, merhamet yoksunu köy halkının iki muhtacı misafir etmeye yanaşmayışı, üstelik onları tersleyerek kovmaları, onların da çâresiz bir şekilde köyden çıkıp giderken yıkılmak üzere olan bir duvarı görmeleri, Hz. Hızır’ın o duvarı tamir etmesi, Hz. Musa’nın ise köylülerin yaptığı kötülüğü düşünerek Hz. Hızır’ın yaptığına itiraz etmesi ve hiç değilse yaptığı iyiliğe karşılık ücret talep etmesini istemesi gibi pek çok husus, kısacık bir âyetle özetlenivermiştir.

Bunun arkasından gelen Zülkarneyn (a.s) kıssası da aynı vasfı hâizdir. Hz. Zülkarneyn’in üç büyük seferini açıklayan, bu esnâda karşılaşılan insanları ve hâdiseleri anlatan, Ye’cüc ve Me’cüc kavimlerine karşı çekilen büyük seddin yapılışını kademe kademe tasvir eden bu kıssa, sâdece bir sayfa sürmekte ve 16 âyetle bütün detaylarıyla nakledilmektedir.

Rum patriklerinden biri:

“Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat eder, Allah’a saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir”[12] âyetini işittiğinde Hz. Ömer’e şöyle demiştir:

“–Allah Teâlâ dünya ve âhiret ahvâli hakkında Hz. İsa’ya ne indirmişse hepsini bu âyette toplamış!”[13].

Zamirleri de bu hususta misal verebiliriz. Zamirlerin kullanılmasında asıl maksat ihtisardır. Allah Teâlâ, Ahzab sûresinin 35. âyetinde:

“… İşte onlar için Allah bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır” buyurmak sûretiyle, “onlar” zamirini yirmi beş kelime yerine kullanmıştır.

Bunun gibi Nûr sûresinin 31. âyetinde de zamirler vasıtasıyla kelam ihtisar edilmiştir[14].



[1] Drâz, Dirâsât, s. 15. Bu hususta zengin misaller için bkz. Abbâs, İ’câz, s. 170-193 ve devâmı.

[2] Zemahşerî, Keşşâf, VI, 182, (el-Müddessir 43).

[3] Nursî, İşârât, s. 50.

[4] Ebû Hayyân, el-Bahru’l-muhît, III, 411, Yazır, M. Hamdi, III, 1546, (el-Mâide, 1).

[5] Drâz, en-Nebeü’l-azîm, s. 136-137, 141.

[6] el-Bakara, 91.

[7] Bu misâlin tafsilâtı için bkz. Drâz, en-Nebeü’l-azîm, s. 119-127.

[8] Tâhâ, 118-119.

[9] Bûtî, Ravâi’, s. 145-146.

[10] Bûtî, a.g.e, s. 147.

[11] el-Kehf, 77.

[12] en-Nûr, 52.

[13] İbn-i Âşûr, I, 122, (Mukaddime).

[14] Taşköprülüzâde, Mevzuâtü’l-Ulûm, II, 772.

%d bloggers like this: