İnsanda tefekkür ve his olmak üzere iki kuvvet vardır. Her birinin ihtiyacı diğerinden farklıdır. İdeal bir beyan, bu iki ihtiyacı da dikkate alarak hem akla hem de vicdâna birlikte hitap eden ve ikisini de tatmin edebilendir. İnsanların söz ve yazılarında bu husûsiyet mükemmel bir tarzda bulunmaz. İlim adamları, şairler ve edipler, her biri kendi usûlüne göre söz söyler. Âlimler ilimlerini akılları beslemek üzere kuru bir şekilde aktarır, hisleri cezp etmek için uğraşmazlar. Şâirler ise sâdece hisleri uyandırmak ve harekete geçirmek gayesini güder, tasvir ettikleri şeylerin doğru veya yanlış, hayal veya hakikat oluşuna fazla ihtimam göstermezler. Zaten insanlarda hem tefekkür ve hissetme kuvvelerinin hem de diğer rûhî kuvvelerin aynı anda denge hâlinde olması çok zordur.
Bu durumda hem delil ve belgelere dayanan ilim adamlarının hem de neş’e dolu şâirlerin duygularını aynı anda tatmin edecek bir kelamı, sâdece ve sâdece bir işi diğer işine mâni olmayan, kalbe ve akla aynı anda hitap eden, hakikati ve güzelliği birbirinin hududunu aşmaksızın mezc edebilen Âlemlerin Rabbi söyleyebilir. Zira Kur’ân-ı Kerîm’in her yerinde bu husûsiyeti görmek mümkündür[1]. İster kıssa ister akıl yürütme isterse hukukî veya ahlâkî bir kâideyle alâkalı bir mevzûda olsun, Kur’ân’ın; öğretici, ikna edici ve heyecanlandırıcı bir güce sâhip olduğu ve hem akla hem kalbe eşit bir şekilde hitap ettiği görülür[2].
Meselâ Allah Teâlâ, Kasas ve Yûsuf sûrelerinde olduğu gibi kıssalar ve tarihî hâdiselerin içine hikmetler ve dersler yerleştirmek sûretiyle aklın hakkını unutmamıştır[3]. Aynı şekilde delil ve hükümlerinin sertliği ve donukluğu içinde kalbin hissesini bir kenara bırakmamıştır. Misal olarak şu âyete bakalım:
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar bulunsaydı, onların nizamı kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arş’ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir”[4].
Bu birkaç kelime içinde istidlâl, tehvîl ve isti’zâm gibi farklı duygulara âit mühim hususlar bir araya getirilmiştir[5].
Bu konuya bir misal de şu âyettir:
“Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın (kısas edilir). Ancak her kimin cezası, kardeşi (öldürülenin velisi) tarafından bir miktar affedilirse artık (taraflar) hakkaniyete uymalı ve (öldüren) ona (gereken diyeti) güzellikle ödemelidir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Her kim bundan sonra haddi aşarsa muhakkak onun için elem verici bir azap vardır”[6].
Âyetin başındaki “Ey îman edenler!” hitabıyla insanlar itaate yönlendirilmektedir. Sonra “kardeşi”, “hakkaniyete uymalı” ve “güzellikle” tabirleriyle iki taraf arasında gerginlik yumuşatılmakta ve şefkat hisleri harekete geçirilmektedir. Daha sonra üslup “Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir” cümlesindeki itmi’nana yükseliyor, oradan da âyetin sonundaki tehdide intikal ediyor. İşte mufassal bir farîzadan ve kanlı bir meseleden bu şekilde bahsediliyor. Hangi kanun kitabında bu üslûbu görmek mümkündür?[7].
Yine, şu âyette gıybetin aklî olarak yanlışlığı, hüküm açısından haram olduğu ve hissî yönden insanlığa sığmayan, ahlâk dışı bir davranış olduğu ne kadar canlı bir üslupla ortaya konulmuştur:
اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخ۪يهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ وَاتَّقُوا اللّٰهَ
“…Hiç sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bundan hemen tiksindiniz! Öyleyse Allah’ın azabından korkun…”[8].
Âyet-i kerîme insanları gıybetten pek çok yönden şiddetle meneder. Âyetin başındaki hemze, sual içindir. İhtiva ettiği istifham mânâsı, âyetin bütün kelimelerine nüfûz eder.
Birincisi: Hemze ile şöyle der: Acaba sual ve cevab mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin bir şeyi anlamıyorsunuz?
İkincisi: يُحِبُّ lafzı ile; acaba, sevmek ve nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sevebiliyorsunuz?
Üçüncüsü: اَحَدُكُمْ kelimesiyle, cemâatten kuvvet alan içtimaî ve medenî hayatınıza ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul ediyorsunuz?
Dördüncüsü: اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ kelâmıyla; insanlığınıza ne olmuş ki, arkadaşını canavarcasına dişleyip parçalama işini pervasızca gerçekleştirebiliyor?
Beşincisi: اَخِيهِ kelimesiyle, hiç hemcinsinize karşı rikkat, şefkat ve sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle pek çok yönden kardeşiniz olan bir mazlumun mânevî şahsiyetini insafsızca dişliyorsunuz? Hiç aklınız yok mu ki, kendi âzânızı kendi dişinizle divâne gibi ısırıyorsunuz?
Altıncısı: مَيْتًا kelâmıyla, vicdanınız nerede?.. Fıtratınız bozulmuş mu ki Cenâb-ı Hakk’ın muhterem ve mükerrem kıldığı kardeşinize karşı, etini yemek gibi en çirkin bir iş yapıyorsunuz?
En sonunda da “Allah’ın azâbından korkun!” emri ile insanlar gıybetten sakındırılıyor.
Kur’ân-ı Kerîm kısacık bir cümle ile bütün bu mânâları ifâde etmiştir. İnsanları gıybet hastalığından hem aklen hem de hissen uzaklaştırmıştır. İnsanları yermenin ve gıybet etmenin; aklen, kalben, insânlık açısından, vicdânen ve fıtraten mezmum ve zararlı bir vasıf olduğunu, insanı ürperten bir tasvirle ortaya koymuştur[9].
[1] Drâz, Dirâsât, s. 15-16; a.mlf., en-Nebeü’l-azîm, s. 113-114.
[2] Yıldırım, “Kur’ân” md., DİA, XXVI, 396.
[3] Zerkânî, Menâhil, II, 314; Drâz, en-Nebeü’l-azîm, s. 116.
[4] el-Enbiyâ, 22.
[5] Drâz, en-Nebeü’l-azîm, s. 116.
[6] el-Bakara, 178.
[7] Drâz, a.g.e, s. 116.
[8] el-Hucurât, 12.
[9] Bkz. Drâz, Dirâsât, s. 73; Nursî, Külliyât (25. Söz), I, 169.