Üslup lügatte “ağaçlar arasındaki yol, uzayıp giden yol, sanat, yön, mezhep, oluş veya yapış tarzı, usûl, edâ, stil” gibi muhtelif mânâlara gelir[1].
Konuşan kişinin sözünde takip ettiği metoda da üslup denir. Her insan, anlatmak istediği hususları dile getirirken başkalarından farklı bir tarz kullanır. Herkesin konuşmasında, kendine göre bariz bir husûsiyeti veya onu başkalarından ayıran farklılıkları vardır. Hiç kimse bir başkasını aynen taklîd edemez. Çünkü üslup, sahibinin mîzaç ve karakteriyle doğrudan alâkalı bir husustur. İnsanların karakter yapıları farklı farklı olduğundan, kullandıkları üslûbun da birbirine benzemeyeceği muhakkaktır. Bu sebeple bir kişinin üslûbuna bakılarak karakterinin, ahlâkının ve hatta mesleğinin bile tahmin edilebileceği söylenmiştir[2]. Bu durum, Cenâb-ı Hakk’ın kudretini gösteren alâmetlerden biridir.
İnsanların üslupları bile birbirine benzemiyorsa, Kur’ân üslûbunun beşerî üsluptan çok büyük farklarla ayrılması gayet tabiîdir.
Kur’ân üslûbu denilince, onun söz diziminde ve lâfız seçiminde diğer edebî türlerden ayrılması akla gelir. Diğer bir tarife göre Kur’ân üslûbu, cümlelerin teşkilinde ve kelimelerin seçiminde kendisine mahsus olan anlatım tarzı demektir. Zira Kur’ân-ı Kerîm, kelimeleri ve cümle yapıları îtibariyle Arapça’nın dışına çıkmadığı hâlde, diğerlerinden hemen ayırt edilebilen kendine has bir ifâde tarzına sahiptir[3].
*
Bir nizamın hakikati hakkında karar verirken onun iki yönü göz önünde bulundurulur. Bunlardan birisi, daha çok keskin zekâların ve istidatlı ruhların baktığı yöndür ki bu, o nizamın hakîkati talim etme ve fazilete çağırma şartlarını ihtiva eder. Bu tür kimseler dış görünüşten ziyade muhtevaya bakarak hakikati kavrayabilirler. Nitekim Roma imparatoru Herakliyüs, Arapçayı bilmediği hâlde, bir risâletin ilahî olduğunu isbat için gerekli ve yeterli gördüğü bazı ahlâkî şartlara dayanarak İslâm’ın hak olduğuna karar vermiştir[4].
Diğeri de umumun itibar ettiği zâhiri görünümdür. İnsanlara takdim edilen bir şeyde dikkat çeken ilk husus, onun muhtevasının sağlamlığından ziyâde şeklinin çekiciliğidir. Kötü bir şekilde takdim edilen bir şey, yeni de olsa hoş görünmez ve insanlar ondan uzaklaşır. Çünkü insanlarda his, çoğunlukla akıldan önce geldiğinden, karşılaştıkları yeni bir şey hakkında bu his sâyesinde belli bir kanaata varırlar.
Yeni bir din ve hayat nizamı ortaya koyan Kur’ân-ı Kerîm, her iki noktayı da itibara almış, hem dili ve üslûbuyla hem de muhtevasıyla, kendini dinleyen insanları tatmin edecek bir mükemmellikte gelmiştir. Bu bakımdan Kur’ân, Arap edebiyatının en mükemmel örneği olmuştur[5].
Üslûbun ehemmiyeti konusunda İbn-i Âşûr şöyle der:
“Hikmetli bir sözde (mânâ revnaklığı ve tesirin yanı sıra) lafzî güzellikler de ihmal edilemez. Çünkü, kelamın bir cismi vardır ki bu onun lafzıdır; bir de rûhu vardır ki bu da mânâsıdır. Nasıl ki, rûhu marifetle aydınlanmış olan bir kimsenin, bedeninin de temizlik ve nezafetle aydınlanmış olması gerekiyorsa, işte söz de böyledir. Nice hikmetli sözler vardır ki, lafzının tutukluğu sebebiyle gönüllere tesir edemez”[6].
Bu sebeple İslâm âlimleri üslup konusuna çok ehemmiyet vermişlerdir. Zerkeşî el-Burhân adlı eserinde Kur’ân’ın üslûbu konusuna çok geniş yer ayırmış, bunun, kitabı kaleme almadaki en büyük maksadı olduğunu bildirmiş ve üslûbu “mevzuların göz bebeği” diye vasıflandırmıştır[7].
Arap dilinin üstâdı olan bazı insanların kaynaklarımızda zikredilen ifâdeleri[8], Kur’ân’ın, aynı kelime ve kâideleri kullanmasına rağmen beşerî üsluptan çok farklı bir üslûba sahip olduğunu göstermektedir. Muhammed A. Draz, bu hususu şöyle îzah eder:
Beyân sanatını, aralarındaki benzerlik sebebiyle bünyân (yapı) sanatı gibi düşünebiliriz. Mühendisler yeryüzünde bulunmayan bir madde icâd etmezler. Sanat eserlerini yaparken o sanatın umûmî kâidelerinin hâricine de çıkmazlar. Fakat onların sanattaki maharetleri, en sağlam ve en uzun ömürlü olan, meskeni sıcak ve soğuktan en iyi koruyan malzemeyi seçmek, temeli derin ve sağlam yapmak, alanları en elverişli şekilde kullanmak, odaları, misafir salonlarını ışık ve hava yönünden elverişli olacak tarzda yerleştirmek gibi hususlarda kendini gösterir. Bu faktörler hususunda bilgisi daha geniş olan, malzemeyi akıl ve basîretle en iyi şekilde kullanan ve kudreti daha fazla olan mühendis, sanatın zirvesinde sayılır. Aynen bunun gibi lisanı kullanan edipler de aynı maksadı, farklı şekil ve güzelliklerde ifâde edebilirler[9].
İşte Kur’ân da insanlarla aynı dili ve aynı kelimeleri kullandığı hâlde, üslûbu insanlarınkinden tamamen farklı olmuş ve bu yönüyle bir mûcize kabul edilmiştir. Kur’ân, dine âit hakikatleri yitirmiş olan müşrik bir toplumu hidayete erdirmek için zâhirini câzib hâle getirmiş, üslûbu ve beyan tarzıyla insanların ulaşamayacağı bir mûcizelik vasfı arzetmiştir. Böylece, onun üslûbu karşısında teslim olan insanların, muhtevasını kabul etmeleri daha kolay olmuştur.
Buna şu hâdiseyi misal verebiliriz: Ebû Zerr el-Gıfârî (r.a) şöyle anlatır: Ben Gıfâr kabîlesinden bir kimseydim. “Mekke’de bir zât zuhûr etmiş, kendisinin peygamber olduğunu söylüyormuş.” diye bir haber alınca, Allah Teâlâ daha o zaman gönlüme İslâm’ın muhabbetini düşürdü. Kardeşim Üneys’e:
“−Mekke’ye git ve kendisine semâdan haber geldiğini söyleyen O zât ile konuş, O’nun hakkında bana haber getir!” dedim.
Kardeşim Üneys, Mekke’ye gitti, Rasûlullah (s.a.v) ile buluşup söylediklerini dinledikten sonra yanıma geldi. Ona:
“−Ne yaptın? Ne haberler getirdin?” diye sordum.
“−Mekke’de senin dîninde bir zâta rastladım ki, kendisini Allah’ın gönderdiğini söylüyor” dedi.
“−Peki insanlar onun hakkında neler söylüyor?” diye sordum.
“−Şâir, kâhin, sihirbaz gibi şeyler söylüyorlar!” dedi.
Kardeşim şâir bir kimse idi ve şiirden de çok iyi anlardı. O, Hz. Peygamber hakkında şöyle dedi:
“−Ben kâhinlerin sözlerini bilirim. O’nun sözleri kâhinlerinkine hiç benzemiyor. O’nun sözlerini şiirin her çeşidiyle mukâyese ettim. Vallahi ona şiir demeye kimsenin dili varamaz. O muhakkak doğru söylemektedir. O’na iftirâ edenler ise yalancıdır. O, sâdece hayrı, iyiliği ve ahlâkî fazîletleri emrediyor, şerden ve kötülüklerden de nehyediyor.”
Kardeşinin anlattıklarından tatmin olmayan Ebû Zer (r.a), bizzat Mekke’ye gelerek müslüman oldu[10].
Kur’ân-ı Kerîm, zirveye çıkmış üslup husûsiyetleriyle Arap dilinin üstadlarına üstünlük sağlamakla kalmamış, onlar üzerinde derin bir tesir de bırakmıştır. Aynı zamanda Arapçaya güzel bir kıvam kazandırmış ve onu daha sonraki asırlarda değişikliğe uğrayıp bozulmaktan, asâletini kaybetmekten muhafaza etmiştir. Her birinin kendine göre bir lehçe ve lügati olan Arap kabîlelerini, bir dil üzere toplamıştır[11].
Saîd Ramazan el-Bûti’nin ifâde ettiği gibi Kur’ân’ın nüzûlünden önce Arapça; sert, haşin, ağır ve insan tabiatına zıt kelimelerle doluydu. İlâhî vahiy inmeye başlayınca, ister istemez bütün kulaklar ona yöneldi ve Kur’ân’ın tesiriyle bu kaba, haşin kelimeler Arapların dilinden yavaş yavaş çekilmeye başladı. Kur’ân’ın üslûbu sayesinde Arapların lisan zevki gelişti, kelimeler insan tabiatına uygun hâle geldi. Bunu daha iyi anlamak için câhiliye dönemindeki bir edîbin metniyle Kur’ân’ın nüzûlünden sonraki bir edîbin metnini mukâyese etmek yeterlidir. İslâm döneminde yazılmış olan metnin, Kur’ân belâğatı tarafından, üslup, cümleler ve kelimeler açısından cilâlandığı, terbiye edilip güzelleştirildiği hemen farkedilir[12].
Dolayısıyla müslüman Arapların, nazım ve nesirdeki belâğat ve zevk-i selîm itibariyle câhiliyedekilerden daha üstün olduğu söylenebilir. Çünkü müslümanlar beşerin benzerini getirmekten âciz kaldığı Kur’ân-ı Kerîm’i ve hadîs-i şerîfleri dinleyip ezberlemiş, böylece üslup ve belâğattaki melekeleri gelişip güzelleşmiştir[13].
Hatta bir kısım münevverlerimiz, bazı batılı edebiyatçıların da, Kur’ân-ı Kerîm’den etkilendiğini, yazdıkları eserlerin mükemmelliğinde Kur’ân’ın tesiri olduğunu söylemektedir[14].
Şimdi Kur’ân-ı Kerîm’i diğer sözlerden ayıran bir kısım üslup husûsiyetlerinden kısaca bahsedelim:
[1] Bkz. Râğıb el-Isfahânî (v. 502), Müfredât, “slb” md., s. 243-244; İbn-i Manzûr, Lisânü’l-Arab, “slb” md., I, 473; Semîn el-Halebî (v. 757), Umdetü’l-Huffâz, s. 245; Fîrûzâbâdî (v. 817), Besâir, III, 243-244; Ağakay, Mehmet Ali, Türkçe Sözlük, “üslûp” md., s. 790.
[2] Bkz. Yıldırım, K. İlimlerine Giriş, s. 121-122.
[3] Yıldırım, a.g.e, s. 119.
[4] Buhârî, Bed’u’l-vahy 6, Salât 1, Zekât, 1, Sadakât 28, Cihad, 102, Şehâdât 28, Edeb 8, Tefsîr 3/4; Müslim, Cihâd 74.
[5] Drâz, Kur’ân’ın Anlaşılmasına Doğru, s. 114-115.
[6] İbn-i Âşûr, I, 112, (Mukaddime).
[7] Bkz. Zerkeşî, el-Burhân, II, 382. Zerkeşî, bu eserinde üslup konusuna ikinci cildin ortalarından başlayıp, dördüncü cildin ortalarına kadar devam etmektedir.
[8] Bkz. İbn-i Hişâm, Sîret, I, 313-314; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 111-112; Hâkim, el-Müstedrek, II, 550/3872; İbn-i Âşûr, I, 114, (Mukaddime).
[9] Drâz, en-Nebeü’l-azîm, s. 90.
[10] Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 33, Menâkıb 10; Müslim, Fedâilu’s-sahâbe, 132-133; Ahmed, V, 174; Hâkim, III, 382-385; İbn-i Sa’d, IV, 220-225; İbn-i Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1653; İbn-i Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VI, 100; Cürcanî, er-Risâletü’ş-şâfiye, (Delâilu’l-i’câz içinde), s. 584. Kur’ân-ı Kerîm hakkında, buna benzer tavsifler Utbe bin Rebî‘a ve Velid bin Muğîre tarafından da yapılmıştır (İbn-i Hişâm, I, 313-314; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 111-112; Hâkim, II, 550/3872; İbn-i Âşûr, I, 114, [Mukaddime]).
[11] Abbâs, Fadl Hasan, “el-Kelimetü’l-Kur’âniye ve eseruhâ fi’d-dirâsâti’l-lüğaviyye”, Mecelletü merkezi bühûsi’s-sünneti ve’s-sîrah, 1989, sayı, 4, s. 498-501.
[12] Bûtî, Revâi‘, s. 20-22; ayrıca bkz. Râfiî, M. Sâdık, İ’câzu’l-Kur’ân, s. 64; Drâz, Dirâsâtün İslâmiyye, s. 15.
[13] Bu fikrin genişçe işlendiği yerler için bkz. İbn-i Haldûn, Târîhu İbni Haldun, I, 508; Râfiî, İ’câzu’l-Kur’ân, s. 144, 207.
[14] Misal olarak bkz. Safâ, Peyâmi, Türk İnkilâbına Bakışlar, İstanbul 1999, s. 148; Danişmend, İsmâil Hâmi, Garp Menbalarına Göre İslâm Medeniyeti, İstanbul 1974, s. 62; Karakoç, Sezâi, Edebiyat Yazıları-III: Eğik Ehramlar, İstanbul 2000, s. 23-52; Şakiroğlu, Mahmud H., “İlâhî Komedya”, DİA, İstanbul 2000, XXII, 68-69.