Sancaktar

Uhud Harbi, hicretin 3. senesinde 7 Şevvâl Cumartesi günü olmuştu. Rasûlullah (s.a.v) ve müslümanlar pek çok yaralar almış vaziyette akşam Medîne’ye geldiler. Allah Rasûlü (s.a.v), 8 Şevvâl Pazar günü sabah namazını kıldırdığında, yanında Ensâr’ın eşrâfı vardı. Bunlar mescidde Efendimiz’in kapısı önünde gecelemişlerdi. (Yaralı hâllerine bakmayarak Allah Rasûlü’nü muhtemel tehlikelere karşı muhâfaza etmeyi düşünmüşlerdi.) Namazdan sonra Fahr-i Kâinât Efendimiz, Hz. Bilâl’e emrederek şöyle nidâ ettirdi:

“–Rasûlullah (s.a.v) düşmanı tâkip etmenizi emrediyor! Dün bizimle savaşanlardan başka kimse tâkibe çıkmasın!” (Vakıdî, I, 334)

Ebû Katâde (r.a), kavminden yaralarını ve yaralılarını tedâvi eden insanların yanına varıp:

“–Peygamber Efendimiz’in münâdîsi düşmanı tâkip etmenizi emrediyor!” dedi. Onlar da hemen silahlarına doğru fırladılar, bir anda yaralarını unutuverdiler. Benî Seleme kabilesinden 40 yaralı sefer için hazırlandı. Diğer kabilelerden de pek çok yaralı vardı. Ebû İnebe kuyusunun yanında Allah Rasûlü’ne katıldılar. Kılıçlarını yanlarına alarak Rasûlullah (s.a.v) için saf tutmuşlardı. Allah Rasûlü (s.a.v) onlara bakıp yaralarının çok olduğunu görünce hislendi ve:

“Allah’ım, Benî Selime kabilesine rahmet eyle!” diye duâ etti. (Vakıdî, I, 335)

Efendimiz (s.a.v) ve müslümanlar o zaman ağır yaralı ve pek yorgun olmalarına rağmen düşmanı tâkip ettiler. Pek çoğunun biniti de yoktu. Bunlar, birbirlerini sırtlarında taşıyarak Allah Rasûlü’nün yanında sefere iştirak ettiler. Abdullah bin Sehl ile kardeşi Râfî (r.anhümâ), Uhud’da Fahr-i Kâinât (s.a.v) ile birlikte savaşmışlar ve yaralı olarak Medîne’ye dönmüşlerdi. Allah Rasûlü’nün düşmanı tâkip için müslümanları dâvet ettiğini işittikleri zaman:

“–Vallahi binitimiz yok, yaralarımız da ağır. Fakat Peygamber Efendimiz’in bulunduğu bir seferi kaçırmayı da aslâ düşünemeyiz!” diyerek hemen yola çıktılar. Yarası diğerine göre hafif olan, ağır yaralı olanın gâh yürümesine yardım etti, gâh onu sırtında taşıdı. Bu şekilde, Âlemlerin Efendisi’nin yanından ayrılmadılar. Bu fedâkârlıkları sergileyen mü’minler, ilâhî iltifâta mazhar oldular:

“Yara aldıktan sonra yine Allah’ın ve Peygamber’in çağrısına uyanlar, (bilhassa) içlerinden iyilik yapanlar ve takvâ sâhibi olanlar için pek büyük bir mükâfât vardır.” (Âl-i İmrân, 172) (İbn-i Hişâm, III, 53; Vâkıdî, I, 243, 269, 316, 334-335)

Birlik, Medîne’nin sekiz kilometre ilerisinde bulunan ve bu sefere adını veren “Hamrâü’l-Esed” mevkiine kadar gitti. Sancak, Hz. Ali’de idi. Gece olunca, Allah Rasûlü (s.a.v), beş yüz ayrı yerde ateş yakılmasını emir buyurdu. Muhteşem bir manzara ortaya çıktı. Etraftan bakanlar, orada son derece büyük ve muazzam bir ordu bulunduğunu zannediyorlardı. Nitekim o sırada Mekke’ye gitmekte olan ve henüz müslüman olmamış bulunan Mâbed adlı bir şahıs, müşrik ordusuna yetişip müslümanların kendilerini tâkip ettiğini haber verdi. Onların ka­labalık olduklarını anlatmak için de:

“–Ben ömrümde böyle kalabalık bir ordu görmüş değilim” dedi. Durumu öğrenen müşriklerin yüreklerine müthiş bir korku düştü:

“–Müslümanların kımıldayacak hâli kalmamıştı. Bu nasıl olur?” diyerek birbirlerine baktılar. Ardından sebebini anlayamadıkları bir hisle:

“–Haydi, bir belâya uğramadan buradan çekip gidelim!” dediler. Bir türlü geri dönüp çarpışmayı göze alamadılar. Nihâyet hızlı bir şekilde Mekke’ye doğru yollarına devâm ettiler.

Peygamber Efendimiz, pazartesi, salı ve çarşamba günlerini Hamrâü’l-Esed’de geçirdi, müşriklerin gittiğinden emin olduktan sonra Medine’ye döndü. (İbn-i Hişâm, III, 52-56; Vâkıdî, I, 334-340)

Bunun ardından, Hendek savaşı esnâsında anlaşmayı bozarak müslümanlara ihânet eden ve onları arkadan vuran Benî Kurayza yahûdilerine bir sefer düzenleniyordu. Rasûlullah (s.a.v), Hz. Ali’yi çağırdı. Pek çok seferde olduğu gibi bu defâ da sancağı ona verdi ve onu önden gönderdi. (İbn-i Hişâm, III, 252; Vâkıdî, II, 499)

Hz. Ali (r.a), bir gün, “–Ey imanlılar ordusu!” diye müslümanlara seslendikten sonra, Zübeyr bin Avvâm ile birlikte ileri atıldı:

“–Vallahi kalelerini fethedinceye kadar ağzıma bir şey koymayacağım!” diye yemin etti. Bunun üzerine, Benî Kurayza yahudileri, teslim olmaktan başka çare kalmadığını anladılar. Haklarında hüküm vermek ve onun vereceği hükme göre teslim olmak üzere bir hakem tayinini istediler. Rasûlullah (s.a.v):

“–Ashabımdan istediğiniz kimseyi hakem seçiniz!” buyurdu. Onlar da Sa‘d bin Muaz’ı hakem seçtiler.[1]



[1] İbn-i Hişâm, III, 257; Kastalânî, Mevâhib, I, 151; Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ, I, 307; Heysemî, VI, 138.