8. Herşeye Mâlik ve Hükümrân Olması

Her şeye Mâlik olan Allah Teâlâ’nın bir ismi de Melik’tir[1]. O, bütün bu gökleri ve yerleriyle kâinat mülkünü yaratıp düzenleyen ve kendi yönetimi ile idare eden bir hükümdardır[2]. Mülkün sâhibidir, bütün eşyanın mülk ve hükümdarlığı Allah’ındır. Bütün yaratıklar üzerinde emir ve nehiy, idare ve tasarruf, azletme ve vazife verme, tayin etme, aziz ve zelil kılma, mükâfat ve ceza ile açıkta ve gizlide hüküm, kuvvet ve kudret O’nundur. Yegâne saltanat sâhibi O’dur[3].

Mutlak sûretteki sâhip olma da, mutlak sûrette hükümdar olma da bizzat âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir. Çünkü hayatı kendi elinde olmayan insanlığın bu sıfatlarla nitelenmesinin, tabiatıyla izafî, vekâleten ve iğreti olduğu apaçıktır[4]. Zira başka birinin bağışladığı hükümranlık gerçek bir hükümranlık sayılmaz. Ayrıca, bu iktidarın devam edebilmesi için birçok gücün karşı karşıya gelmesi gerekeceğinden, bu tür iktidarlar, tabiatları icabı sınırlıdırlar[5].

Deve sürülerine mâlik olan bir bedevîye:

“−Bunlar kimin?” diye sorulduğunda:

“−لِلّٰهِ فِي يَدِي: Hakikatte Allah’ın mülkü, ancak benim elimde emâneten bulunuyor” diye hikmetli bir cevap vermiştir[6].

Kur’ân-ı Kerîm, Allah Teâlâ’nın, bütün yaratıklar üzerinde, hiç durmaksızın ve dâimî bir şekilde sürdürdüğü mutlak bir hâkimiyeti olduğunu beyan eder. Hiçbir şey O’ndan bağımsız, O’nun iradesi dışında var olamaz ve O’nun izni olmadan vücut bulamaz[7].

Mevdûdî şöyle der:

el-Melik, gerçek hükümdar demektir. Burada, Allah’ın nerenin meliki olduğu belirtilmediği için O’nun özel bir yerin değil, tüm kâinatın meliki olduğu anlaşılır. Her şeyin sâhibi O’dur ve tüm kâinatı ihâta etmektedir. Her şey O’nun tasarruf ve iktidarı altında O’na tâbîdir. Hâkimiyetini sınırlayan hiç bir şey yoktur”[8].

Allah’ın “Melik” olması, diğer meliklere benzemez. Zira diğer melikler herhangi bir şey verdiğinde mülkleri noksanlaşır, hazineleri eksilir. Allah’ın mülkü ise vermekle, ihsân etmekle eksilmeyip aksine artar[9].

İlâhî Hükümranlık

Kur’ân-ı Kerîm; sıfat, masdar ve fiil şekilleriyle hükümranlığı Allah’a tahsis etmeye çok ehemmiyet vermiştir. Başından sonuna kadar Allah’ın hükümranlık vasfını hatırlatmıştır. Tarihî gerçekler de insan fıtratının, ulûhiyetle hükümranlığı ayrılmaz bir bütün kabul ettiğini göstermektedir[10]. Çünkü insanlar, taptıkları ilâhın hükümran olmasını ve hükmünü yürütmesini bekler. Onlar, kendilerine hükmeden beşerî varlıkların hükümdarlığına da, ancak ilâhî bir esasa ve izne dayandığı düşüncesiyle tabi olurlar[11].

Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın hâkimiyetinin muhtelif yönlerinden bahsedilmiştir[12]. Bu âyetlerden şu neticeye varılmaktadır ki, Allah’ın hâkimiyeti mecâzî anlamda zikredilmiş olmayıp, sınırsız ve mükemmel bir hükümranlıktır[13]. Nitekim bir âyette şöyle buyrulur:

“Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Bütün işler, sonunda Allah’a varır”[14].

Buna göre, göklerde ve yerde bulunan bütün varlıklar; yaratmak, sâhip olmak[15], hükmetmek, tasarruf etmek[16], diriltmek, öldürmek, mükâfatlandırmak, azab etmek[17] gibi hususlar itibariyle evvelen ve âhiren[18] sâdece Allah’a âittir. Allah’tan başka hiçbir varlığın, onlardaki hiçbir şeyde, hiçbir yönden ortaklığı yoktur[19].

Âl-i İmrân Sûresi’nin 109. âyetinde gelen لِلّٰهِ kelimesinin başındaki “lâm”, tahsis için olduğu gibi câr mecrûrun takdimi de aynı mânâyı ifade eder ve böylece bütün bu varlıkların sadece Allah’a âit olduğu tekiden bildirilir. Daha çok cansızlar için kullanılan ما kelimesinin gelmesi ise, akılsız varlıkların akıllılar üzerine tağlibi yoluyla olmuştur. Veya akıllı varlıklar akılsızlar menzilesine indirilerek, insanların Allah’ın azameti karşısındaki zayıflık ve güçsüzlüğü ortaya konulmuştur[20].

Kur’ân İlâhî Hükümranlığı Israrla Vurgular

Allah Teâlâ bu hususun ehemmiyetini tebarüz ettirmek için aynı ifadeleri muhtelif maksatlarla[21] ve çok kısa aralıklarla üç defa tekrar ederek şöyle buyurur:

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Sizden önce kendilerine Kitap verilenlere ve size «Allah’tan korkun» diye emrettik. Eğer inkâr ederseniz biliniz ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Allah hudutsuz zengindir, ziyadesiyle övgüye lâyıktır.

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Vekil olarak Allah yeter.

Ey insanlar! Allah dilerse sizi yok edip başkalarını getirir; Allah buna kadirdir”[22].

Aynı ifadenin burada üç defa, hemen az öncesindeki 126. âyette de bir defa geçerek sık sık tekrarlanmasının hikmetleri, müfessirler tarafından değişik şekillerde açıklanmıştır. Fahreddin er-Râzî, önceki âyetlerle münâsebet kurarak bazı açıklamalarda bulunur:

Allah (c.c) önceki âyette geçinemeyen, sulh olamayan ve bu sebeple güzellikle ayrılan kadın ve kocayı kendi fazlından zengin kılacağını, ihtiyaçlarını karşılayacağını bildirmiştir[23]. Kendisinin zenginlik ve azametinin bir tefsiri olarak da, “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır” buyurmuştur. Yani böyle olan herkesin mutlaka kudretinin, ilminin, cömertliğinin, fazlının ve rahmetinin geniş olması gerekir.

Allah Teâlâ, yetimlere, yoksullara ve hanımlara adâletle muâmele edilmesini, onlara ihsanda bulunulmasını emreder. Ancak bunları kullarının amellerine ihtiyacı olduğu için emretmez. Zira semâvât ve arzın mâliki olan Yüce Zât’ın son derece zayıf ve kusurlu olan insanların amellerine muhtaç olması düşünülemez. Aksine bunu, insanların hem dünya hem de âhirette kendileri için en güzel olan şeyi görüp gözetmelerini temin için emretmiştir. Tekrar edilen cümle ile bu hususlar beyan edilmiştir.

Daha sonra, “Eğer inkâr ederseniz biliniz ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır” buyrulmuştur. Bundan murâd Allah Teâlâ’nın, itaat edenlerin taatından ve günahkârların günahından münezzeh olduğunu bildirmektir. O’nun celâli, ne taatlarla artar ne de isyan ve günahlarla noksanlaşır. Allah, zâtı gereği her şeyden müstağnidir.

Son tekrarda ise Allah’ın hem yok etmeye hem de var etmeye kâdir olduğu bildirilmiştir. Böylece Allah Teâlâ gücünün her şeye yettiğini iyice ortaya koymaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’in umûmî ve esas maksadı, akılları ve tefekkürleri Allah’tan başka şeylerle meşgul olmaktan kurtarıp Marifetullah’a dalmaya sevketmektir. Bu tekrar da, bahsedilen gâyenin tahakkukuna yardım ettiğinden, son derece güzel ve yerinde olmuştur[24].

Kurtubî de buradaki tekrar hususunda benzer hikmetler zikreder ve farklı olarak şunu ilave eder:

“Burada tekrar tekid için yapılmış olup kullar îkâz edilerek Allah’ın mülk ve melekûtuna bakmaları ve O’nun bütün âlemlerden müstağnî olduğunu anlamaları sağlanmak istenmiştir”[25].

Mâide Sûresi’nin 17 ve 18. âyetlerinde aynı ifadeler, “ve ikisinin arasındaki şeyler” ilavesiyle tekrar edilmektedir. Bu âyetlerde “mâ fi’s-semâvâti ve’l-ard” ifadesi değil de, “beynehümâ: arasındakiler” ifadesi kullanılmaktadır. Bu “arasındakiler” ifadesi, insanların görmediği boyuttaki varlıklar olarak anlaşılabilir[26]. Yani insanın gördüğü ve görmediği bütün varlıklar Allah’ın mülküdür.

Diğer taraftan Allah’ın doğuya ve batıya sâhip olduğu bildirilerek[27] bütün yönleri ve istikametleriyle yeryüzünün Allah’a âit olduğu bildirilmiştir[28].

Kur’ân’da, zaman zaman Allah’ın göklerin ve yerin hazinelerine mâlik olduğu bildirilir. Bunlardan birinde şöyle buyrulur:

“Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekîldir. Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur”[29].

Âyetteki hazinelerden maksat, insanların faydalandığı her şeydir[30]. Âyet, Allah’ın kudret ve muhafazasını bildirmek sûretiyle, O’nun istiklal ve hâkimiyet sâhibi olduğunu ifâde etmektedir. Çünkü hazinelere, elinde anahtarı olmayan kimse giremez ve tasarrufta bulunamaz[31].

Göklerin ve Yerin Orduları Allah’a Âittir

Allah’ın azametini gösteren ifadelerden bir diğeri de O’nun “göklerin ve yerin orduları”na sâhip olmasıdır[32]. Rahmet ve azâb ordularının tamamı O’nundur. Onları istediği gibi yönetir, bazen birini diğerine musallat eder, bazen de aralarını sulh eder. Hikmet ve maslahatlara mebnî iradesi istikametinde onları kullanır[33].

Rasûlullâh (s.a.v) bir duasında:

“Allah’ım! Sen’in ordun mağlub edilemez!” buyurarak Allah’ın mutlak üstünlük ve azametine dikkat çekmiştir[34].

İlâhî Hâkimiyet

Bütün mahlûkata mâlik ve sâhip olan Allah Teâlâ, aynı zamanda onların hâkimidir, bütün bu varlıklar O’nun hükümranlığı altındadır[35]. Dilediğini cezalandırır, dilediğini affeder[36]. Bütün gökler ve yerin devlet ve memleketi, bağımsız olarak Allah’ın mülküdür. Bu mülkün idaresinde ancak onun emirleri ve onun kudreti hüküm sürer. O’nun kudretine hiçbir şey karşı gelemez. Zira Allah’ın kudreti sonsuzdur[37].

Kur’ân’da, Allah’ın kâinâttaki hâkimiyetine dâir pek çok ifâde yer alır. Şöyle ki: Her işi yerli yerince çekip çeviren Allah’tır. Kendisinden izin çıkmadıkça, O’nun katında hiçbir şefaatçi iş bitiremez[38]. Emir ve hüküm yalnız O’nundur. O’nun hükmünü denetleyecek hiç bir merci yoktur[39]. Gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetir[40]. Semâya ve yere: “İsteyerek veya istemeyerek emrime gelin!” buyurmuş, onlar da: “Gönüllü olarak geldik.” demişlerdir. Derken, iki gün içinde, gökleri yedi kat olarak şekillendirmiş ve her bir göğe kendisine âit işi vahyetmiştir[41]. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır. Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O’na ağır gelmez[42]. Göklerde ve yerde bulunan kim varsa, gerek isteyerek, gerek istemeyerek Allah’a itaat eder. Sonunda hepsi döndürülüp O’na götürülür[43]. Taneleri ve çekirdekleri çatlatıp yaran, her şeyi gelişme yoluna koyan Allah’tır. Ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkaran O’dur. Karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran O’dur[44]. Geceyi gündüze katar, böylece gündüz uzar. Gündüzü geceye katar, böylece gece uzar. Kalplerin künhünü O bilir[45]. O, kullarının üstünde hükmünü yürüten mutlak hükümrandır[46]. Müminlerin kalplerini birbirine ısındırıp bir araya getirmiştir[47]. Hâsılı göklerin ve yerin hâkimiyeti O’nundur. Bütün işler O’na götürülür, bütün kararlar O’ndan çıkar[48].



[1] İbn-i Mâce, Dua, 10; Tirmizî, Deavât, 82.

[2] Yazır, M. Hamdi, VII, 4954, (el-Cuma, 1).

[3] Yazır, M. Hamdi, VII, 4871, (el-Haşr, 23).

[4] Bkz. Gazâlî, el-Maksadu’l-esnâ, s. 50; Yazır, M. Hamdi, I, 92.

[5] Mevdûdî, VI, 227, (el-Haşr, 23).

[6] en-Nablusî, Mevsûa, I, 16.

[7] Lang, Melekler de Sorar, s. 56.

[8] Mevdûdî, VI, 227, (el-Haşr, 23).

[9] Râzî, I, 193-194, (el-Fâtiha, 4).

[10] Yıldırım, Kur’ân’da Ulûhiyyet, s. 130; Fâtiha ve En’âm Sûrelerinin Tefsiri, s. 24. Tarihî misalleri görmek için aynı eserin müteakip sayfalarına bakılabilir.

[11] Bunun pek çok misali için bkz. Yıldırım, Kur’ân’da Ulûhiyyet, s. 130-132.

[12] Meselâ bkz. er-Rûm, 26; es-Secde, 5; el-Hadîd, 5; Yâsîn, 83; el-Burûc, 16; el-Enbiyâ, 23; er-Ra’d, 41; el-Mü’minûn, 88; Âl-i İmrân, 26.

[13] Mevdûdî, VI, 227, (el-Haşr, 23).

[14] Âl-i İmrân, 109. Bu husustaki diğer âyetler için bkz. el-Bakara, 116, 284; Âl-i İmrân, 129; en-Nisâ, 170, 171; el-En’âm, 12-13; Yûnus, 55, 68; Lokmân, 26; eş-Şûrâ, 4.

[15] Taberî, I, 707; Zemahşerî, I, 89; Yazır, M. Hamdi, III, 1489, (el-Bakara, 116).

[16] Ebu’s-Suûd, I, 272, (el-Bakara, 284); II, 84, (Âl-i İmrân, 129).

[17] Ebu’s-Suûd, II, 70, (Âl-i İmrân, 109).

[18] Yazır, M. Hamdi, III, 1489, (en-Nisâ, 132).

[19] Ebu’s-Suûd, I, 272, (el-Bakara, 284).

[20] Ebu’s-Suûd, II, 70 (Âl-i İmrân, 109).

[21] İbn-i Âşûr, V, 221, (en-Nisâ, 133).

[22] en-Nisâ, 131-133. Ayrıca bkz. Tâhâ, 6.

[23] en-Nisâ, 130.

[24] Râzî, XI, 56-57, (en-Nisâ, 130-133).

[25] Kurtubî, V, 409, (en-Nisâ, 130-133). Bkz. İbn-i Âşûr, V, 221, (en-Nisâ, 133).

[26] Kocabaş, Kur’ân’da Yaratılış, s. 105-106.

[27] el-Bakara, 115, 142; el-Müzzemmil, 9.

[28] Zemahşerî, I, 89; M. Hami Yazır, I, 477, (el-Bakara, 115).

[29] ez-Zümer, 62-63. Ayrıca bkz. el-Hicr, 21; eş-Şûrâ, 12; el-Münâfıkûn, 7.

[30] Zemahşerî, III, 130, (ez-Zümer, 62-63).

[31] Ebu’s-Suûd, VII, 261, (ez-Zümer, 62-63).

[32] el-Feth, 4, 7; el-Müddessir, 31; et-Tevbe, 26; el-Ahzâb, 9; el-Fîl, 3; Tirmizi, Menakıb, 71/3937.

[33] Ebu’s-Suûd, VIII, 105-106, (el-Feth, 4, 7).

[34] Ebû Dâvûd, Edeb, 97-98/5052.

[35] el-Bakara, 107; Âl-i İmrân, 189; el-Mâide, 17, 18, 40, 120; el-A’râf, 54, 158; et-Tevbe, 116; en-Nûr, 42; el-Furkân, 2; ez-Zümer, 44; eş-Şûrâ, 49; ez-Zuhruf, 85; el-Câsiye, 27; el-Feth, 14; el-Hadîd, 2, 5; el-Burûc, 9. Melekût kelimesiyle: el-A’râf, 185; el-Mü’minûn, 88; Yâsîn, 83.

[36] el-Mâide, 40.

[37] Yazır, M. Hamdi, II, 1255, (Âl-i İmrân, 189).

[38] Yûnus, 3.

[39] er-Ra’d, 2, 31, 41.

[40] es-Secde, 5-6.

[41] Fussılet, 11, 12. Bu ifâdelerin, ilmî tesbitler ışığında yapılmış bir açıklaması için bkz. en-Neccâr, es-Semâ, s. 111-120.

[42] el-Bakara, 255.

[43] Âl-i İmrân, 83.

[44] el-En’âm, 95-99.

[45] el-Hadîd, 6.

[46] el-En’âm, 18, 61.

[47] Âl-i İmrân, 103; el-Enfâl, 63.

[48] el-Hadîd, 5.