6. Büyük Hâdiseleri Küçük Vâsıtalarla Gerçekleştirmesi

Kur’ân-ı Kerîm’de, insanların yapması mümkün olmayan bazı hâdiselerden bahsedilir. Bunların meydana gelebilmesi için muazzam bir ilim, kuvvet ve kudrete ihtiyaç vardır. İnsan zihni, böyle bir hâdisenin vukû bulabilmesi için, onunla aynı seviyede veya ondan daha kuvvetli bir vâsıtanın olması gerektiğini düşünür. Ancak Kur’ân-ı Kerîm, bu nevî büyük vâkıaların, çok basit görülen küçük sebep ve vâsıtalarla gerçekleştiğini veya gerçekleşeceğini haber verir. İşte bu âyetler de sadece Allah’a mahsus olabilecek azametli ifadelerdendir.

Fil Vakʻası

Mevzûyu daha iyi anlayabilmek için milâdî 570’li yıllarda insanların gözleri önünde cereyân eden Fil Hâdisesi’ni anlatan âyetlere bakalım:

“Rabbin fil sahiplerine neler yaptı, görmedin mi? Onların hile ve tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi. Bunlar onlara pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyorlardı. Derken, Allah onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi.”[1].

Bu ifadeler, Kur’ân’ı vahyeden zâtın azamet ve kudretini âdetâ zihinlere kazımaktadır. Çünkü insan zihninin en mühim kavrama ve öğrenme vâsıtalarından biri olan zıtlık esası, burada en güzel şekliyle kullanılmıştır. Bir tarafta büyük fillerden oluşan kalabalık bir ordu, diğer tarafta Allah (c.c) tarafından gönderilen küçük küçük kuşlar… Bu kuşların attığı mermiler de yine küçücük taşlardır. Fil ordusu ise 60.000 askerle, o zamanın tankları mesâbesindeki 1000 kadar büyük filden meydana gelmektedir[2]. Fil Vak‘ası’ndan yaklaşık 60 sene sonra Hendek Harbi’ne gelen Mekkelilerin, çevrelerindeki pek çok müşrik kabile ile Medîne’deki yahûdileri de saflarına katarak ancak 12.000 kişilik bir ordu kurabildikleri düşünüldüğünde, Fil Ordusu’nun o zaman için ne kadar büyük bir güce sahip olduğu daha iyi anlaşılır. İşte bu büyük ordu, küçük kuşlarla helâk edilmiştir. Buna dikkat çeken Fahreddin Râzî, 3. âyetteki طيرا kelimesinin nekra gelmesini, tahkîr/küçük gösterme mânâsına hamlederek şu açıklamayı yapar:

“Zira helâk eden varlıklar ne kadar küçük olursa, Allah’ın sanatı o nisbette hayranlık verici ve büyük görünür”[3].

Fil Vak‘ası’nın gerçekliği ve ilâhî kudrete delâleti husûsunda şüphe etmek mümkün değildir. İnkârcılar, her ne kadar zelzele, kasırga, yıldırım ve geçmiş ümmetlere azab olarak gönderilen diğer musibetler hususunda bir takım tutarsız yorum ve gerekçeler ileri sürseler de, bu hâdise hakkında o tür mazeretler üretmelerine imkân yoktur. Çünkü tabiatta, bir sürü kuşun, gagalarında ve ayaklarında küçük taşlar getirip o bölgedeki insanların bir kısmını helâk ederken diğer bir kısmına hiç dokunmaması, normal bir şey değildir.

Diğer taraftan Fil Vak‘ası ile Peygamber Efendimiz’in bi’seti arasında, kırk yıllık bir zaman dilimi mevcuttur. Allah Rasûlü (s.a.v) bu sûreyi okurken, Mekke’de, Fil Hâdisesi’ni müşâhede eden insanlar bulunuyordu.

Nitekim Kubâs bin Üşeym (r.a) bir gün:

“–Ben ve Peygamber (s.a.v), Fil Senesi’nde doğduk” demişti. Osman bin Affân (r.a) ona:

“–Sen mi daha büyüksün, yoksa Rasûlullah (s.a.v) mi?” diye sordu.

Kubâs (r.a) şu incelik, nezâket ve zerâfet dolu cevâbı verdi:

“–Rasûlullah (s.a.v) benden çok çok büyüktür. Ben ise doğum tarihi itibarıyla O’ndan eskiyim… Ben filin pisliklerini yeşile dönmüş, renk değiştirmiş bir vaziyette gördüm[4].

 Fîl hâdisesini müşâhade eden insanların bir kısmı, eski inançlarının doğruluğunu ispat edebilmek için Kur’ân’ın bir açığını bulmaya şiddetle ihtiyaç duyan inkarcılardı. Buna rağmen, hiçbiri Fil Sûresi’ni yalanlayamamıştır. Hâlbuki onlar silahlı mücâdele de dâhil her türlü çareye başvuruyorlardı. O hâlde bu hâdisenin ve Kur’ân vahyinin doğruluğunda şüphe etmek doğru değildir[5].

Diğer bir âyette, Allah’ın iznine vurgu yapılarak nice küçük toplulukların büyük cemaatlere gâlip geldiği bildirilir[6]. Yani Allah ister ve yardım ederse, az sayıdaki insanlar büyük kalabalıkları mağlûb edebilirler.

Azgın Kavimlerin Tek Bir Sayha İle Helâki

Kur’ân’daki bu tür azametli ifâdeler, azgın kavimlerin helâkini anlatan kısımlarda da görülür. Meselâ, Yâsîn Sûresi’nde helâk edildiği bildirilen kavim, öyle büyük ordular, felâketler ve dayanılmaz kuvvetlerle yok edilmemiştir. Onları yerle bir etmek için sadece bir sayha (ses, çığlık) yeterli olmuştur. Bu durum âyette şöyle ifade edilir:

“Biz onun ardından, kavmini helâk etmek için üzerlerine gökten herhangi bir ordu indirmedik ve indirecek de değildik. Sadece korkunç bir ses oldu. Bir anda sönüp gittiler”[7].

Büyük hâdiseler için Allah’ın gökten kalabalık ordular indirmeye ihtiyacı yoktur. O’nun gibi sınırsız bir kudrete sahip olan zâtın, küçük bir emirle istediği her şeyi yapması mümkündür. Âyetteki, وَاحِدَةً: Bir tek” kelimesi, bu işin Allah’a çok kolay olduğunu te’kidle gösteren bir tâbirdir. Bir sonraki âyette geçen “Bir anda sönüp gittiler” ifâdesi de, helâkin çok hızlı olduğuna işaret eder. Çünkü onların sönüp mahvolmaları, o sayha ile anında ve derhal meydana gelmiştir[8].

Aynı şekilde Hz. Sâlih’in kavmi ile diğer bazı kavimlerin yerle bir edilmesi de büyük ordularla değil, aksine basit bir sesle oluvermiştir. Kur’ân’da şöyle buyrulur:

“Azap emrimiz gelince, tarafımızdan bir rahmetle Salih’i ve beraberindeki mü’minleri azaptan ve o günün zilletinden kurtardık. Şüphesiz ki senin Rabbin çok kuvvetlidir, mutlak gâliptir. Zulmedenleri ise o korkunç ses yakalayıverdi de diyarlarında dizüstü çökekaldılar. Sanki orada hiç yaşamamışlardı…”[9].

Âyetten anlaşıldığına göre, Allah Teâlâ bir kavmi helâk etmek istediğinde, oradaki insanlardan dilediğini kurtarır, dilediğini de yerin dibine batırır. Yani burada rastgele bir tabiî hâdiseden değil, şuurlu ve iradeli bir hareketten bahsedilebilir. Bu da ancak büyük bir kuvvet ve üstün bir kudreti gerektirir. Bu sebeple âyetin sonunda Allah’ın Kavî ve Azîz sıfatları hatırlatılır.

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in haber verdiğine göre kıyâmet alâmetlerinden olan Ye’cûc ve Me’cûc kavimleri dünyayı istilâ edecek ve Hz. Îsâ ile birlikte Tûr’da korunan mü’minler dışında yeryüzündeki bütün insanları öldürecektir. Muhtelif rivâyetler, bu felâketin büyüklüğünü göstermektedir. Cenâb-ı Hak, bu, önünde durulmaz ve iri yapılı barbarları, enselerine kurtçuklar musallat ederek bir anda mahvedecektir. Daha sonra da yeryüzünü âdeta yeniden ihyâ edecek ve yaşamaya daha elverişli hâle getirecektir. Bütün bunlar, kâinâtın Rabbi’nin her şeye kâdir olan nihâyetsiz kudretini göstermektedir[10].

Kıyâmet’in Tek Bir Sayha İle Gerçekleşmesi

Allah’ın kudret ve azametini gösteren hâdiselerden biri de kıyametin vukûudur. Hiç şüphesiz insanlar için en büyük hâdise, kıyametin kopmasıdır. Böylesine büyük bir oluşa insanların gücü yetmediği gibi, onlar, bu işin ancak büyük vâsıtalarla yapılabileceğini düşünürler. Fakat Kur’ân’da kıyâmetin de tek bir sesle gerçekleşivereceği bildirilir:

“Onlar: «Eğer gerçekten doğru söylüyorsanız, bu tehdit ne zaman gerçekleşecek?» derler. Onların beklediği, sadece bir sayha!.. Çekişip dururken kendilerini yakalayıverecek korkunç bir ses… İşte o anda onlar ne bir vasiyyette bulunabilir, ne de âilelerine dönebilirler”[11].

Önceki bölümün “Kıyametle Alakalı İfadeler” kısmında büyüklük ve dehşetinden bahsettiğimiz bu muazzam hâdise, Allah’ın azamet ve kudreti karşısında o kadar basit ve küçük bir şeydir ki, onu sadece bir sayha ile gerçekleştiriverecektir.

En az bunun kadar mühim diğer bir husus da, bu muazzam kıyâmet hâdisesinin çok kısa sürede gerçekleşecek olmasıdır. Yâni bütün göklerin ve yerlerin altüst edilmesi, hem basit bir şekilde tek bir sesle, hem de çok kısa sürede olacaktır. Kur’ân bunu şöyle haber verir:

“…Kıyametin kopması, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan ibarettir. Şüphesiz Allah, her şeye kadirdir”[12].

Bu ne kadar azametli bir ifadedir… İnsan aklının almayacağı büyük oluşların, göz açıp kapamadan daha hızlı vukû bulacağı bildirilmektedir. Zaten Allah Teâlâ, bir şeye “ol” der, o da derhal oluverir[13]. Bu durum Allah’ın kudretinin son derece mükemmel olduğunu zihinlere iyice yerleştirmektedir[14].

Diğer taraftan beşeriyet için anlaşılması zor olan bir durum haber verildikten sonra, Allah’ın her şeye kâdir olduğu vurgulanmaktadır ki bu son derece mânidardır. İnsanın yapamadığı veya anlayamadığı şeyleri inkâr etmesi gerekmez. İnsan anlamasa veya yapamasa da ilâhî kudret böyle şeyleri gerçekleştirebilir. Dolayısıyla Allah’ın kudretinin her şeye yettiğini hiçbir zaman unutmamak îcâb eder.

Hadîs-i şerîflerde de kıyâmetin ansızın ve çok kısa bir sürede meydana geleceği muhtelif misallerle anlatılmıştır. Bunların birinde Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Güneş batıdan doğuncaya kadar kıyamet kopmaz. Güneş batıdan doğduğu zaman, insanlar onu görür ve hepsi toptan îmân ederler. İşte bu vakit, şu âyet-i kerimede bildirilen vakittir:

«…Rabbinin bazı alâmetleri geldiği gün, önceden inanmamış ya da imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye artık imanı bir fayda sağlamaz»[15].

Muhakkak ki, kıyamet kopacaktır, öyle ki, alışveriş için satıcı ile müşteri aralarında bir kumaşı yay­mış olacaklar da ne alışveriş yapmaya ne de kumaşı dürmeye vakit bulamayacaklardır. Kişi sağmal devesinin sütünü sağıp getirdiği hâlde, onu içmeye fırsat bulamadan an­sızın kıyamet kopacaktır. Yine kişi, havuzunu sıvayıp tamir edecek de suyunu kullanamadan ansızın kıyamet kopacaktır. Yine kişi lokmasını ağzına kaldıracak, fakat kıyamet ansızın kopacak da o lokmayı yiyemeyecektir”[16].

Bütün Canlıların Tek Bir Sayha İle Yeniden Diriltilmesi

Kıyametin kopmasından sonra, dünya târihi boyunca ne kadar insan yaratılmışsa hepsi de bir anda diriltilip hesap için toplanacaktır. Bu da yine bir anda ve tekbir çağrıyla vukû bulacaktır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Başka değil, sâde bir tek sayha olmuş, derhal hepsi toplanıp huzûrumuza getirilmişlerdir”[17].

İnsan biraz durup bu kısacık âyetin ifade ettiği mânâyı düşündüğünde, Allah’ın azamet ve kudretini daha iyi kavrayacaktır. Her şeyden önce, diriltilecek insanların sayısını tahmîn etmek bile mümkün değildir. Bu kadar çok insanı bir anda diriltmek, şüphesiz büyük bir kudretin işidir. Bu mânâları, âyette geçen “fâ-i fücâiye” de desteklemektedir. Nitekim bu harf, sadece tek bir sayha ile[18] bütün insanların, göz açıncaya kadar bile beklemeden, derhal toplanacaklarını ifade etmektedir[19].

Diğer taraftan bu âyet-i kerîme, ölülerin yeniden diriltilerek bir araya toplanmasının, Allah katında ne kadar basit ve kolay olduğuna dikkat çekmektedir. Bütün bunları yapmak için O’nun, insanların bildiği sebeplere ihtiyaç duymadığı îlân edilmektedir[20]. Bu mânâyı şu âyet-i kerîme de gâyet açık bir şekilde ifâde eder:

“Ey insanlar! Sizin hepinizi yaratmak veya ölümden sonra hepinizi tekrar diriltmek, bir tek kişiyi yaratıp diriltmek gibidir”[21].

Yani bir kişiyi yaratmakla trilyonlarca insanı yaratmak arasında Allah için hiçbir fark yoktur. İlk yaratma ile tekrar diriltme arasında da fark yoktur. Allah’ın kudreti karşısında az ile çok, bir ile bin aynıdır, hiç farketmez[22]. Bir iş O’nu başka bir iş yapmaktan alıkoymaz[23].

Burada, insanlar gibi cinler âleminin de tekrar diriltilip hesaba çekileceğini hatırladığımızda ilâhî azamet gözümüzde bir kat daha büyüyecektir.

İnsanlar ve cinlere ilâveten bütün hayvanlar da diriltilip mahşer yerine toplanacaktır. Onlar, birbirlerinden ve insanlardan haklarını aldıktan sonra toprak olacaklardır[24].

 Rasûlullâh (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Kıyâmet gününde hakları mutlaka sahiplerine vereceksiniz. Hatta boynuzsuz koyun için boynuzlu koyundan kısas alınacaktır”[25].

Yine bir gün Rasûlullah (s.a.v), birbiriyle vuruşan iki koyun görmüştü:

“–Ebû Zer, biliyor musun bunlar niçin vuruşuyorlar?” buyurdu. Ebû Zer (r.a):

“–Hayır” dedi. Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Ancak Allah onların niçin vuruştuklarını biliyor ve (kıyamet günü) aralarında hükmünü verecek!” buyurdu[26].

İbn-i Abbâs (r.a) şöyle demiştir:

“Her şey haşredilecek, hatta sinekler bile!”[27].

“Ol” Deyince Hepsi Olur

Allah’ın azametini gösteren bir diğer husus da, O’nun istediği her şeyi bir anda, hiç beklemeden yapmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:

“Bizim emrimiz sadece bir kere, bir anlık bakış gibi pek hızlıdır”[28].

Allah’ın, büyük işler yapmak için zamana ihtiyacı yoktur. İstediği şeyi, istediği müddet zarfında ve istediği gibi yapar. Bu da şüphesiz, Allah’ın azamet ve kudretindeki kemâli göstermektedir. M. Hamdi Yazır, âyetin tefsirinde, Allah’ın işinin veya herhangi bir şeyi yaratmak için verdiği emrin bir kelimeden veya bir bakıştan ibaret olduğunu ifade ettikten sonra bunu şöyle açıklar:

Hakikatte tam sebep, “kün” emridir. Sebep meydana gelince, yani “kün” emri vuku bulunca, sebebin sonucu da hemen oluverir ki, bu da yaratmadır. Onun için kâinâttaki nizâm nasıl bozulacak, o kıyâmet saati nasıl olacak, suçlular o mukadderâta nasıl sürüklenecek diye tereddüde mahal de yoktur. “Ol” deyince hepsi olur[29].

Âyetteki وَاحِدَةٌ: Bir tek” kelimesi, Allah’ın, verdiği bir emri tekrar etmeye ihtiyaç duymadığını gösterir ki bu da hükmünün ne kadar geçerli olduğuna işârettir. Bir de, durum ne olursa olsun Allah için hiç fark etmediğini gösterir. Nitekim o büyük Arş’ı yaratmakla en küçük karıncayı yaratmak, Allah için aynı durumdadır. Âyetteki “bir anlık bakış gibi” ifadesi de, O’nun emrine yönelik bir teşbih olmayıp, hâdisenin meydana gelmesini anlatır. Buna göre, Hak Teâlâ sanki, “Bizim emrimiz tek’tir, binâenaleyh bu emirle emrolunan şey, bir göz kırpması gibi hızlıca oluverir” buyurmaktadır[30].

Âyet-i kerîme, Allah’ın emrinin yerine gelmesindeki hızlılıkla birlikte kolaylığa da dikkat çekmektedir. Bütün bunlar, Allah’ın ilim ve kudretine nihâyet olmadığını açıkça ortaya koyar. Bunu bir misalle açıklamak gerekirse, meselâ bir kişinin yaptığı sanatların kolaylık ve zorluk derecesi, onun ilim ve cehliyle ölçülür. Kişinin sanatlarda, bilhassa ince ve hassas âletlerde ne kadar ilmi ve mahareti varsa, yaptığı işler de o nisbette kolay olur. Bilgisizliği nisbetinde de zorluk ve zahmet artar. Dolayısıyla varlıkların yaratılmasında görülen sınırsız ve mükemmel hızlılık ile sonsuz genişliğe rağmen, bunların yaratılmasındaki kolaylık, Allah’ın ilmine nihâyet olmadığını göstermektedir.



[1] el-Fîl, 1-5.

[2] Bkz. İbn-i Sa’d, Tabakât, I, 92; Yazır, M. Hamdi, IX, 6117, (el-Fîl, 5); Mevdûdî, VII, 239 (Giriş); Fayda, “Fil Vak’ası” md., DİA, XIII, 71.

[3] Râzî, XXXII, 94, (el-Fîl, 3).

[4] Tirmizî, Menâkıb, 2/3619.

[5] Bkz. Râzî, XXXII, 92-93, (el-Fîl, 1).

[6] el-Bakara, 249.

[7] Yâsîn, 28-29.

[8] Râzî, XXVI, 55, (Yâsîn, 29).

[9] Hûd, 66-68. Ayrıca bkz. Hûd, 94; el-Hicr, 73-74, 83; el-Mü’minûn, 41; el-Kamer, 31.

[10] Müslim, Fiten, 110; Tirmizî, Fiten, 59; İbn-i Mâce, Fiten, 33.

[11] Yâsîn, 48-50, 53; Sâd, 15; Kâf, 42.

[12] en-Nahl, 77.

[13] Kurtubî, X, 150, (en-Nahl, 77).

[14] Râzî, XX, 71, (en-Nahl, 77).

[15] el-En‘âm, 158.

[16] Buhârî, Rikâk, 40; Ahmed, II, 369. Bkz. Müslim, Fiten 140.

[17] Yâsîn, 53.

[18] Beydâvî, IV, 189, (Yâsîn, 53).

[19] Ebu’s-Suûd, VII, 172, (Yâsîn, 53).

[20] Beydâvî, IV, 189; Ebu’s-Suûd, VII, 172, (Yâsîn, 53).

[21] Lokmân, 28.

[22] Zemahşerî, V, 22, (Lokmân, 28).

[23] Beydâvî, IV, 153; Zemahşerî, V, 23, (Lokmân, 28).

[24] el-En‘âm, 38; en-Nebe’, 40; et-Tekvîr, 5; Hâkim, el-Müstedrek, II, 345/3231.

[25] Müslim, Birr, 60; Tirmizî, Kıyâme 1/2535.

[26] Ahmed, V, 162.

[27] İbn-i Kesîr, Tefsîr, (et-Tekvîr, 5).

[28] el-Kamer, 50.

[29] Yazır, M. Hamdi, VII, 4655, (el-Kamer, 50).

[30] Râzî, XXIX, 66, (el-Kamer, 50).