Allah Rasûlü Efendimiz (s.a.v) hicrî 6. Senenin Zi’l-Ka’de ayının başlarında bir Pazartesi günü umre niyetiyle sefere çıktılar. Müslümanların Beyt-i Atîk hakkındaki duygularını ortaya koymak istiyorlardı. Çünkü Kureyş, Müslümanların Kâbe’ye hürmet göstermediği şâyiasını yayıyordu.
Rasûlullah (s.a.v) Kureyş’in kendisine mâni olup savaşmak isteyeceğini bildikleri için kalabalık bir toplulukla yola çıktılar. Cüheyne ve Müzeyne gibi çöl bedevîlerini de kendilerine katılmaya dâvet ettiler ancak onlar ağırdan alıp bu fırsatı kaçırdılar. Cenâb-ı Hak onların bu zaaf hâlini şöyle haber verir:
“Bedevîlerden geri kalmış olanlar, Sana diyecekler ki: «Mallarımız ve ehlimiz bizi oyaladı. Bizim için Allah’a istiğfâr ediver!» Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: Allah size bir zarar gelmesini irâde buyurur veya bir fayda elde etmenizi isterse O’na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir? Kaldı ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Aslında siz Rasûl ve mü’minler bir daha ebediyyen âilelerine dönmeyecekler zannettiniz. Bu sizin gönüllerinize güzel göründü de kötü zanda bulundunuz ve helâki hak etmiş bir topluluk oldunuz.” (el-Feth, 11-12)
Bazen insanın bir yerde duruması bile çok mânâ ifade eder.
Cenâb-ı Hak daha sonra onlara bir fırsat daha lütfeyledi:
Hz. Ömer (r.a) halîfe olduğunda her gün insanlara hitâb eder ve onları Acemlerle cihâda teşvik ederdi. O zaman Acemler, büyük, güçlü ve zengin bir devlete sahipti, düzenli orduları vardı. Nitekim Cenâb-ı Hak:
“…Siz ileride şiddetli harp ehli bir kavme çağrılacaksınız…”[1] buyurarak onların kuvvetine ve İran ve Bizans ile harp edilip oraların fethedileceğine işâret etmektedir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Size Allah birçok ganîmetler vaad buyurdu, onları alacaksınız. Şimdilik bunu size peşîn verdi ve sizden o insanların ellerini çekti ki mü’minlere bir âyet olsun ve sizi doğru bir caddeye çıkarsın!” (el-Feth, 20)
Burada bahsedilen:
1. “Birçok ganîmetler”: Huneyn ganimetleri
2. “Şimdilik bunu size peşîn verdi”: Hayber ganimetleri
3. “Bir diğerini daha ki ona henüz eliniz ermedi, fakat Allah onu ihata buyurmuştur, daha da Allah her şeye kadir bulunuyor”[2] ifadesi de: İran ve Bizans ganimetleriyle tefsir edilmiştir. (Dehlevî, İzâletü’l-hafâ, III, 153-154, 158)
Allah Rasûlü (s.a.v) Zü’l-Huleyfe’ye geldiklerinde kurbanlık develerin boyunlarına kurban nişanesi olan gerdanlıklarını taktılar, hörgüçlerini de işaretlediler ve umre niyetiyle ihrâma girdiler.
Bu esnâda Huzâa kabilesinden (Büsr ibn-i Süfyân isimli) bir gözcüyü de keşif için ileri gönderdiler. Gadîru’l-Eştât mevkiine vardıklarında gözcü geldi ve:
“‒Yâ Rasûlallah! Kureyş Sen’in aleyhinde birçok asker toplamış ve Ehâbiş denilen toplulukları da aleyhinde kendi ittifakına almış. Müşrikler Sen’inle harp edecekler, Mekke’ye girmene mânî olarak Kâbe’yi ziyaretten Sen’i men edecekler.” dedi. Bu haber üzerine Rasûlullah (s.a.v) ashâbıyla istişare ettiler ve neticede: “Biz Beyt’i ziyaret kastıyla yola çıktık. Kâbe’ye doğru yürüyelim. Her kim bizi Kâbe’yi ziyaretten men ederse, onunla vuruşuruz!” kararı çıktı.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):
“‒Allah’ın ismiyle yürüyünüz!” buyurdular.[3]
{
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Hudeybiye Umresi için Mekke’ye giderken Ebvâ’ya uğramışlardı:
“‒Şüphesiz Allah Teâlâ Muhammed’e annesinin kabrini ziyaret etmesi için izin verdi!” buyurdular.
Sonra yanına varıp kabri güzelce düzelttiler ve yanında ağladılar. Rasûlullah (s.a.v) ağladığı için Müslümanlar da ağladılar. Daha sonra niçin böyle yaptıkları sorulduğunda ise şöyle buyurdular:
“‒Annemin bana olan şefkât ve merhametini hatırladım da onun için ağladım.”[4]
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Size kabir ziyâretini yasaklamıştım, ama şimdi Muhammed’e annesinin kabrini ziyaret etmesine izin verildi. Artık siz de kabirleri ziyaret edebilirsiniz. Çünkü kabir ziyareti size âhireti hatırlatır.” (Tirmizî, Cenâiz, 60/1054. Bkz. Müslim, Cenâiz, 106-108)
{
Hâlid bin Velîd atlı bir birlikle öncü kuvvet olarak Mekke’den 64 km. mesâfedeki Kürâü’l-Ğamîm’e kadar çıkmıştı.
Bu birliğin kendilerine yaklaştığını bilen Allah Rasulü (s.a.v), müşrik atlılarıyla karşılaşmamak için yol değiştirerek engebeli bir araziye saptılar, Hudeybiye’ye inen Seniyyetü’l-Mürâr geçidine yöneldiler. Seniyye, iki dağ arasındaki yola denir.
Bu esnâda Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):
“‒Kim Mürâr geçidine çıkarsa, Benî İsrâil’in affedilecek olan günahları kadar günâhı affedilir!» buyurdular.
Oraya ilk çıkan Benî Hazrec süvarileri oldu. Sonra cemâatin tamamı geldi. Bunun üzerine Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):
“‒Hepiniz affedildiniz. Yalnız kırmızı devenin sahibi müstesnâ!” buyurdular.
Ashâb-ı kirâm hemen o münâfığın yanına varıp:
“‒Gel, Rasûlullah (s.a.v) senin için istiğfar ediversin!” dediler. Fakat o:
“‒Vallahi kaybolan hayvanımı bulmam, bana göre sizin adamınızın benim için istiğfâr edivermesinden daha sevimlidir” dedi. (Müslim, Münâfıkîn, 12)
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yol değiştirdiğini öğrenen Hâlid bin Velid, Mekke’ye döndü ve Kureyş ordusu dışarı çıkarak Beldah’a askerî karargâh kurdu. Beldah, Hudeybiye’nin Kuzey’ine denk gelen bir vâdidir.
Müslümanlar varmadan evvel suyun başını tuttular. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Hudeybiye’ye yaklaşınca devesi çöktü. İnsanlar:
“‒Kasvâ inatlaştı, Kasvâ hırçınlaştı!” dediler. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):
“‒Kasvâ inatlaşmadı, bu onun âdeti de değildir. Ama Fil’i tutan Zât onu da tuttu” buyurdular. Sonra da şöyle devam ettiler:
“–Nefsimi kudret elinde tutan o Zât’a yemin ederim ki, Kureyş müşrikleri, Allâh’ın, Harem’inde (çarpışmak, kan dökmek ve akrabâ haklarını gözetmemek gibi) işlenmesini yasakladığı şeylere tâzîm maksadıyla benden ne kadar müşkil talepte bulunurlarsa bulunsunlar, (sulh için) muhakkak kabûl edeceğim!”
Sonra Mekke’den yönlerini çevirip Hudeybiye’nin en uzak noktasına giderek suyu az olan bir kuyunun başına konakladılar. (Buhârî, Şurût, 15; Ahmed, IV, 323-324)
Berâ (r.a) şöyle buyurur:
“Biz Hudeybiye günü bin dört yüz kişi idik. Hudeybiye bir kuyudur. Biz oraya varınca kuyunun suyunu tamamen çekmiştik de içinde bir damla su bırakmamıştık. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) kuyunun kenarına oturdular. Akabinde biraz su istediler. Getirilen su ile mübârek ağızlarını çalkaladılar ve suyu kuyunun içine püskürttüler. Az bir şey bekledikten sonra su çekmeye başladık. Hepimiz suya kandık, develerimiz de suya kanıp yerlerine döndüler. (Buhârî, Menâkıb, 25. Krş. Müslim, Cihâd 132)
{
Allâh Rasûlü (s.a.v) Efendimiz, Hudeybiye’de iken gece yağan yağmurun akabinde sabah namazını kıldırdılar. Namazı bitirince cemâate dönüp:
“‒Rabbinizin ne buyurduğunu biliyor musunuz?” diye sordular. Ashâb-ı kiramın:
“‒Allâh ve Rasûlü daha iyi bilir!” mukâbelesi üzerine:
“‒Buyurdu ki: Kullarımdan bir kısmı mü’min, diğer bir kısmı ise kâfir olarak sabahladı. «Allâh’ın rahmet ve berekâtıyla bize yağmur yağdı» diyen, Bana inanmış; yıldızı inkâr etmiş olur. «Falan ve falan yıldız falan burca girdiği veya oradan çıktığı için yağmur yağdı» diyen de Ben’i inkâr etmiş, yıldıza inanmış olur” buyurarak, gönüllerde oluşması muhtemel şirk düşüncelerini izâle etmek istediler. (Buhârî, Ezân, 156)
{
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) gerek tarafsız adamlarla, gerekse gönderdiği elçilerle Kureyş’e maksadını îzâh ettiler, kimseyle harp etmek için gelmediklerini, sadece Beyt-i Harâm’ı ziyâret etmek ve ona tâzimde bulunmak istediklerini beyan ettiler.
O esnâda Huzâa kabîlesi reisi Budeyl bin Verkâ, kabîlesinden bir grupla çıkageldi. Mekkelilerin telâşlarından ve savaş için hazırlıklarından bahsetti. Onların bu telâşlarına mukâbil Allâh Rasûlü (s.a.v), Budeyl’e geliş maksadını anlatarak şöyle buyurdular:
“Biz kimseyle harp etmek için gelmedik. Maksadımız Beytullâh’ı ziyârettir, umredir. Harp Kureyş’i yıpratmış ve onlara çok zarar vermiştir. İsterlerse (aramızdaki çarpışmayı bırakmak için) onlarla belli bir müddet antlaşma yapalım. Bu durumda onlar benimle insanların arasından çekilirler. Eğer ben diğer insanlara gâlip gelirsem, isterlerse insanların girdikleri İslâm’a Kureyşliler de girerler. Şâyet ben gâlip gelemezsem (Kureyşliler benimle savaşmak zahmetinden kurtulup) rahata ererler. Şâyet Kureyş bu teklifimi kabûl etmezse, vallâhi ben, bu dîn uğrunda başım gövdemden ayrılıncaya kadar savaşacağım. Muhakkak Allâh vaadini yerine getirecektir.”
Budeyl, Mekke’ye döndü ve Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in bu sözlerini Kureyş’e nakletti. Kureyş:
“‒Hayır, vallahi, sadece bu iş için de gelmiş olsa kesinlikle bizim şehrimize giremez. Arapları, «Muhammed zorla Mekke’ye girmiş!» diye konuşturmayacağız.” dediler.
Müslümanlar, Mekke’ye girse de girmese de, Araplar Müslümanların Mekke’ye girdiğini de konuşsa, Kureyş’in Müslümanların girmesine mânî olduğunu da konuşsa, müslümanlar bu seferleriyle her hâlükârda büyük bir siyâsî zafer kazanmış oldular. Zîrâ Kureyş, Müslümanların Kâbe’ye ihtiram etmediğini her tarafa yaymaya çalışıyordu. Onlar Umre için gelip Kureyş de onları bundan men edince hakikat ortaya çıktı. Kureyş son derece müşkil bir duruma düştü. Buna mânî olmasaydı, bu sefer de hem yalanı ortaya çıkacak, hem de askerî zaafı konuşulacaktı. Allah Teâlâ Müslümanlara büyük bir ihsânda bulunarak düşmanlarını iki ateş arasında bırakmıştı.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bütün insanların huzurunda vaziyetlerini beyân eylediler, peş peşe elçiler göndererek Kureyş’e maksatlarını îlân ettiler. Efendimiz (s.a.v) Hırâş ibn-i Ümeyye el-Huzâî’yi elçi gönderdi. Ehâbîş denilen ve Kureyş’le anlaşmalı olan kabileler mânî olmasaydı müşrikler onu öldüreceklerdi.
Daha sonra Hz. Ömer’i göndermek istediler ancak o, müşriklere çok zarar verdiği ve kendisini koruyacak kimse olmadığı için Hz. Osman’ı gönderdiler. Akrabası Ebân ibn-i Saîd ibn-i Âs onu himâyesine aldı.
Bey’atü’r-Rıdvân: Allâh’ın Râzı Olduğu Bey’at
Nebiyyullah Efendimiz (s.a.v) Hz. Osmân’a:
“–Kureyşlilere git! Onlara haber ver ki, biz buraya hiç kimse ile çarpışmak için gelmedik! Biz ancak Beytullâh’ı ziyâret için, onun haremliğine riâyet ve tâzîm ederek geldik. Yanımızdaki kurbanlık develeri kesip döneceğiz! Sonra onları İslâm’a da dâvet et!” buyurdular. Aynı zamanda oradaki erkek-kadın bütün mü’minlerle görüşmesini, Mekke’nin yakında fethedileceğini müjdelemesini, Allâh Teâlâ’nın dînine yardımcı olduğunu, Mekke’de îmânın açığa vurulacağı günün yaklaştığını haber vermesini de emir buyurdular. (İbn-i Sa’d, II, 97; İbn-i Kayyım, III, 290)
Osmân (r.a), Rasûlullâh’ın emri mûcibince hemen hareket ederek Mekke’ye gitti. Müşriklere, niyetlerinin umre yapıp dönmek olduğunu anlattı. Müşrikler buna rağmen yine de izin vermediler. Hz. Osmân’ı göz hapsinde tutarak:
“–İstiyorsan sen tavâf edebilirsin!..” dediler. Fakat kendisini Allâh’a ve Rasûlü’ne adamış olan mübârek sahâbî:
“–Rasûlullah (s.a.v) Kâbe’yi tavâf etmedikçe ben de edemem! Ben Beytullâh’ı, ancak O’nun arkasında ziyâret ederim…” diyerek Allâh Rasûlü’ne olan sadâkatini bildirdi. (Ahmed, IV, 324)
Bu temaslar sebebiyle Hz. Osman’ın geri dönüşü gecikince, öldürüldüğüne dair bir şâyia çıktı. Bunun üzerine müslümanlarla müşriklerin arasındaki hava gerginleşmeye başladı. Allâh Rasûlü (s.a.v), kendisini temsîl eden Hz. Osmân’ın ölüm ihtimâli üzerine derhâl ashâbını toplayıp:
“–Anlaşılan müşriklerle vuruşmadıkça buradan ayrılamayacağız!” buyurdular. (İbn-i Hişâm, III, 364)
Ardından, Allâh yolunda canlarını fedâ etmek için bütün ashâb-ı kirâmdan bey’at istediler. Kadın-erkek bütün mü’minler:
“−Allâh Rasûlü’nün gönlünde ne murâdı varsa, onun üzerine bey’at ediyorum” diyerek Rasûlullâh’ın bu arzusunu seve seve yerine getirdiler. (Vâkıdî, II, 603)
Mü’minler, Allâh yolunda ölünceye kadar savaşmaya söz verdiler. Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’in mübârek ellerini tutarak bey’at ettiler. Bey’atin sonunda Allâh Rasûlü (s.a.v), bir eliyle diğer elini tutarak:
“–Bu da Osman’ın bey’atidir!” buyurdular. Böylece Hz. Osman’a olan îtimâd ve muhabbetini, fiilî olarak izhâr ettiler. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 7)
Bir ağacın altında yapılan bu bey’ate, “Bey’atü’r-Rıdvân” ya da “Hudeybiye Bey’ati” denildi. O gün bir münâfık hâriç bütün ashâb-ı kirâm bey’at etmişti. Bu bey’at, ashâb-ı kirâmın, Cenâb-ı Hakk’ın yüce rızâsını kazanmalarına vesîle oldu:
لَقَدْ رَضِىَ اللهُ عَنِ الْمُؤْمِنِينَ اِذْ يُبَايِعُونَكَ تَحْتَ الشَّجَرَةِ فَعَلِمَ مَا فِى قُلُوبِهِمْ فَاَنْزَلَ السَّكِينَةَ عَلَيْهِمْ
“And olsun ki, o ağacın altında Sana bey’at ederlerken Allâh, o mü’minlerden râzı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara huzur ve sekînet indirmiştir…” (el-Fetih, 18)
Rasûlullâh (s.a.v) bir gün Hz. Hafsa vâlidemizin yanında:
“–İnşâallâh ağacın altında bey’at eden Ashâb-ı Şecere’den hiç kimse Cehennem’e girmeyecek!” buyurdular.
Bu söz üzerine aklına bir soru takılan Hafsa vâlidemiz:
“–Peki, yâ Rasûlallâh! Cenâb-ı Hak:
وَاِنْ مِنْكُمْ اِلاَّ وَارِدُهَا
«İçinizden hiçbiri istisnâ edilmemek üzere mutlakâ herkes cehenneme varacaktır»[5] buyuruyor. Bu nasıl olacak?” dedi.
Fahr-i Kâinât (s.a.v):
“–Allâh Teâlâ şöyle de buyurdu” diyerek bir sonraki âyeti okudular:
ثُمَّ نُنَجِّى الَّذِينَ اتَّقَوْا وَنَذَرُ الظَّالِمِينَ فِيهَا جِثِيًّا
“Sonra müttakî olanları kurtarırız da, zâlimleri diz üstü çökmüş vaziyette orada bırakırız.” (Meryem, 72)
Akabinde de buradaki “Cehennem’e varmak”tan maksadın, Sırat’tan geçerken Cehennem’in üstünden geçmek olduğunu, yoksa içine girmek mânâsına gelmediğini açıkladılar. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 163)
Bey’atın hemen ardında Osman (r.a) çıkageldi.
{
Bunun üzerine Kureyş, müzâkere için elçiler göndermeye başladı. Bunların ilki Urve bin Mes’ud idi. O kalkıp:
“–Bu adam size hayır ve iyilik yolu gösteriyor. Onu kabûl edin ve beni antlaşma yapmak üzere O’na gönderin!” dedi.
Kureyşliler:
“–Pekâlâ, git!” dediler. Urve, Allâh Rasûlü’ne geldi. Efendimiz (s.a.v) ona da Budeyl’e söylediklerine benzer şeyler söyledi… Urve bu esnâda göz ucuyla Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in ashâbını tedkîk ediyordu. Döndüğünde gördüklerini Kureyşlilere şöyle anlattı:
“–Ey kavmim, iyi dinleyin! Vallâhi ben pek çok kralın huzûruna elçi olarak çıktım; Kisrâ’nın, Kayser’in, Necâşî’nin yanlarına girdim. Ama müslümanların Muhammed’e karşı olan yüksek bağlılık ve hürmetlerini, hiçbir millette görmedim… Bir şey emretse hepsi birden koşuyorlar. Abdest alsa, abdest suyundan kapmak için birbirleriyle mücâdele ediyorlar. Bir şey konuşsa hemen seslerini kısıyorlar. O’na duydukları tâzîm sebebiyle yüzüne dikkatle bakmıyorlar, başlarını önlerine eğiyorlar. Başından bir saç düşse hemen onu alıp saklıyorlar. Bu zât size mâkul bir teklifte bulunuyor, onu kabûl edin!”
Urve’nin bu açıklaması üzerine Ehâbîş topluluğunun reisi olan ve Kinâneoğulları’na mensup Huleys ibn-i Alkame:
“–Müsâade edin, O’na bir de ben gideyim!” dedi. Rasûlullâh (s.a.v) ve ashâbına yaklaşınca, Efendimiz (s.a.v):
“–İşte falan! O, hac ve umre için ayrılan kurbanlık develere saygı gösteren bir kavimdendir. Kurbanlıklarınızı önüne salıverin görsün!” buyurdular. Ashâb-ı kirâm o zâtı telbiyelerle karşıladı. Adam bu manzarayı gördü ve Kureyş’e dönünce:
“–Kurbanlık hayvanların nişanlandığını ve işâretlendiğini gördüm. Bu kimselerin Beytullâh’a gelmesine mânî olmayı münâsip görmem!” dedi. Müşrikler:
“‒Otur, sen bedevîsin, bir şey bilmezsin!” dediler.[6]
Daha sonra Kureyş Mikrez ibn-i Hafs’ı, akabinde de Süheyl ibn-i Amr’ı elçi olarak gönderdi.
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz Süheyl’i görünce, isminin “kolaylık” mânâsına gelmesinden tefe’ül ederek:
“–İşiniz artık kolaylaştırıldı, size Süheyl geldi” buyurdular. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v) de Hak Teâlâ’nın:
وَاِنْ جَنَحُوا لِلسَّلْمِ فَاجْنَحْ لَهَا
“Onlar sulha yanaşırlarsa, Sen de ona yanaş!..”[7] emri mûcibince hareket ettiler.
Müşriklerin ilk gâyesi, o sene müslümanlara umre yaptırmamak idi. Bununla birlikte zâhirde ağır görünen birtakım şartları da vardı. Uzun ve harâretli münâkaşalardan sonra sulh şartları kabûl edildi.
Allah Rasûlü (s.a.v), antlaşmanın şartlarını yazma vazîfesini Hz. Ali’ye verdiler. Allâh Rasûlü’nün emirleri üzerine Ali (r.a), önce “Besmele-i Şerîfe”yi yazacaktı ki, Süheyl îtirâz etti. Besmele yerine; «بِاسْمِكَ اللّهُمَّ» yazıldı.
Bu ifâdenin ardından Süheyl, Allah Rasûlü’nün “Rasûlullah” ibâresini yazdırmasına da karşı çıktı:
“–Allâh’ın Rasûlü olduğunu kabûl etseydik Sen’inle savaşır mıydık, bugün Kâbe’yi ziyâretten alıkoyar mıydık?” dedi.
Bunun üzerine zâten sulh şartlarından dolayı canları sıkılmış bulunan ashâb-ı kirâmın öfkesi iyice arttı. Ali (r.a), elindeki kalemi bırakarak:
“–Allâh’a yemîn ederim ki ben, « Rasûlullah» ibâresini silemem yâ Rasûlallâh!..” dedi.
O zaman Allah Rasûlü (s.a.v), Süheyl’e:
“–Siz yalanlasanız da ben Allâh’ın Rasûlü’yüm.” diyerek yazılmış bulunan cümleyi kendisine göstermelerini istediler. Orayı mübârek elleriyle çizdiler ve yerine Muhammed bin Abdullâh künyesini yazdırdılar.
O gün Allâh Rasûlü (s.a.v), birçok hikmetler sebebiyle antlaşmayı imzâladılar. Antlaşmanın maddeleri şöyleydi:
1. On sene harb edilmeyecek, insanlar emîn olacaklar, birbirlerine dokunmayacaklar.
2. Kureyşlilerden biri, velîsinin izni olmadan Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yanına geldiğinde onu Kureyşlilere iâde edecek, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yanındakilerden biri Kureyş’e giderse onu iâde etmeyecekler.
3. Birbirimize karşı sadrımız kötülük ve hileden ârî olacak, sulhe vefâ göstereceğiz.
4. Hırsızlık, silâh çekme, hıyânet ve zırh giymek yok.
5. Diğer Arap kabîleleri dilerlerse müslümanların tarafına, dilerlerse Kureyşlilerin safına katılabileceklerdir.
Bu esnâda Huzâa kabilesi hemen fırlayarak:
“‒Biz Rasûlullah (s.a.v) ile anlaşma ve muâhede içindeyiz!” dediler.
Bekir Oğulları da yerlerinden sıçrayıp:
“‒Biz de Kureyş ile anlaşma ve muâhede içindeyiz!” dediler.
6. Müslümanlar bu sene geri dönecek, Mekke’ye girmeyecekler; gelecek sene müşrikler Mekke dışına çıkacaklar, Efendimiz (s.a.v) ve ashâbı oraya girecekler, üç gün kalacaklar, yanlarında ancak yolcu silâhı olabilecek, kılıçları kınlarına sokmadan oraya girmeyecekler. (Ahmed, IV, 325)
2. madde için mü’minler:
“‒Ey Allah’ın Rasûlü, bunu yazalım mı?” dediler. Efendimiz (s.a.v) de:
“‒Evet, Bizden onlara giden olursa, Allah onu rahmetinden uzak eylesin! Onlardan bize gelenler için ise Allah (c.c) bir kurtuluş ve çıkış yolu ihsân edecek!” buyurdular. (Müslim, Cihâd, 93; Ahmed, III, 268)
Muâhede maddelerinin yazılıp bitirildiği bir anda Kureyş temsilcisi Süheyl bin Amr’ın oğlu Ebû Cendel (r.a), ayaklarındaki zincirleri sürüyerek yavaş yavaş Rasûlullah Efendimiz’in yanına geldi. Ebû Cendel müslüman olduğu için müşriklerden çok işkence görmüştü. Bir fırsatını bularak ellerinden kaçmış ve kendini müslümanların arasına atmıştı. Süheyl, antlaşma gereğince ilk iâde edilecek kimsenin oğlu olduğunu söyledi ve elindeki sopayla Ebû Cendel’in yüzüne vurdu. Hâdiseleri hüzünle tâkip eden Rahmet Peygamberi (s.a.v), Ebû Cendel’in antlaşma hârici bırakılmasını ve onu kendisine bağışlamasını Süheyl’den ricâ ettiler. Ancak taş yürekli müşrik buna yanaşmıyordu. Ebû Cendel de müşriklere teslîm edilirken feryatlarla müslümanlara yalvarıyor ve yardım istiyordu. Son derece üzgün bir şekilde:
“–Beni tekrar aynı zulüm ateşlerinin içine mi atacaksınız?” diye kendilerine sorarken de yürekleri parçalamıştı. Müslümanlar onun hâline dayanamayıp ağlamaya başladılar. O zaman Allâh Rasûlü (s.a.v), Ebû Cendel’e:
“–Ey Ebû Cendel! Biraz daha sabret, katlan! Allâh Teâlâ’dan bunun mükâfâtını bekle! Hiç şüphesiz yüce Allâh sen ve yanında bulunan zayıf, kimsesiz müslümanlar için bir genişlik ve çıkar yol yaratacaktır. Biz şu kavimle bir barış antlaşması yapmış ve bu yolda kendilerine Allâh’ın ahdiyle söz vermiş bulunuyoruz. Onlar da bize Allâh’ın ahdiyle söz verdiler. Sözümüze vefâsızlık edemeyiz. Zîrâ verdiğimiz sözde durmamak bize yakışmaz!” buyurarak onu tesellî ettiler. (Ahmed, IV, 325; İbn-i Hişâm, III, 367)
Daha sonra, merhamet ummânı Efendimiz, Süheyl’e:
“–Gel etme, sen onu bana bağışlayıver!” diyerek taleplerini tekrarladılar. Ancak Süheyl hiçbir teklifi kabûl etmiyordu. Âlemlerin Efendisi:
“–Öyle ise onu benim için himâyene al!” diye ricâ ettiler. Süheyl bunu da kabûl etmedi. Onun bu ısrârını görünce, Kureyş temsilcilerinden Huveytıb ile Mikrez:
“–Ey Muhammed! Sen’in hatırın için onu biz himâyemize alıyoruz, kendisine işkence yaptırmayacağız” dediler. (Vâkıdî, II, 608; Belâzûrî, I, 220)
Böylece Rasûlullâh (s.a.v), biraz da olsa rahatlamış olarak geri döndüler.
Müşriklerin bu inatçı ve mağrur tavırlarına artık dayanamayan Ömer (r.a), o gün gönlündeki îman coşkunluğuyla bir hayli taşkınlıklar yapmış, zor teskîn edilmişti. Ebû Bekir (r.a) hâriç, diğer sahâbîlerin durumları da Hz. Ömer’den farklı değildi. Zâhiren hezîmet gibi görünen bu antlaşmada Hz. Ömer’in, emr-i nebevîye rağmen fikir beyan etmesine karşı Allah Rasûlü (s.a.v):
“–Ben Allâh’ın elçisiyim, O’na isyân edemem. Yardımcım O’dur!” buyurarak yaptığı işin emr-i ilâhî ile olduğuna işâret ettiler. (Buhârî, Meğâzî, 35; Müslim, Cihâd, 90-97)
{
Kureyş’in müzâkereler esnâsında ve sulhten sonra rahat durmayacağı, tâcizlerde bulunacağı tahmin ediliyordu. Bu sebeple Müslümanlar uyanık bulunuyor ve sağlam duruyorlardı. Nitekim Mekke ehlinden 80 kişi Müslümanların karargâhına âniden baskın yapmak istedi. Bu birlik, müslümanlar tarafından esir edildi ve Allâh Rasûlü (s.a.v), savaşmaya gelmeyip sırf umre yapıp dönecekleri husûsundaki niyetleri anlaşılsın diye ele geçirilen müşrikleri serbest bıraktılar.[8]
Yine sulh maddelerinin yazıldığı esnada 30 genç Müslümanların karargâhının üzerine geldi. Bunlar da esir edildiler ve Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) onları serbest bıraktılar. (Ahmed, IV, 86)
Sulh akdedilip Müslümanlarla müşrikler birbirine karıştıktan sonra 4 kişi oturmuş Rasûlullah (s.a.v) aleyhinde konuşuyorlardı. Seleme bin Ekvâ (r.a) onları yakalayıp getirdi. O esnâda amcası âmir de 70 kişiyi esir etmiş Efendimiz’in huzur-i âlîlerine getiriyordu. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) onlara baktılar ve:
“‒Bırakın onları! Fücûra ilk başlayan da, sonra devam ettiren de onlar olsun!” buyurdular. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak şu âyet-i kerimeyi inzâl buyurdu:
“Mekke vâdisinde onlara karşı size zafer lûtfetmişken, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çeken O’dur. Allah (c.c), bütün yaptıklarınızı görür.” (el-Feth, 24) (Müslim, Cihâd, 132)
Muâhedenin bitmesinden sonra Süheyl, oğlunu alıp sevinç ve memnûniyet içinde Mekke’ye dönerken, Allâh Rasûlü (s.a.v) de ashâb-ı güzîne şöyle buyurdular:
“–Haydi, artık kurbanlarınızı kesiniz ve başlarınızı tıraş ediniz!..”
Fakat sulh şartlarında kendilerine zulmedildiği düşüncesine ilaveten müşriklerin taşkınlık ve tacizleri Müslümanları kızdırmıştı. Bu sebeple hiç kimse kurban ve tıraş emrini yerine getirmek için yerinden kalkmadı. Onlar, sırrını çözemedikleri bir meselenin sisleri arasında mahzûn ve mağmûm idiler. Allah Rasûlü (s.a.v), emirlerini üç kez tekrarladılar. Yine kimse yerinden kımıldamadı. Bu aslâ bir isyan değil, Kâbe’yi ziyâret iştiyâkının yürekleri yakması ve müşriklerin tâcizleri netîcesinde, daha yeni yapılmış bulunan ahitnâmenin iptâli için küçük bir ümîd bekleyişi idi. Yoksa her biri daha bir gün evvel:
“−Allâh Rasûlü’nün gönlünde ne murâdı varsa, onun üzerine bey’at ediyorum” diyerek Efendimiz’e bağlılık ve itaat yemini etmişti.
Ashâbının bu hareketsizliği karşısında Allâh Rasûlü (s.a.v) son derece mahzûn oldular. Kederli bir şekilde kıymetli zevcesi Ümmü Seleme’nin çadırına gittiler. Durumu Ümmü Seleme’ye bildirdiklerinde mübârek annemiz, Allâh Rasûlü’nü tesellî ederek şu sözleri söyledi:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Siz, ashâbınıza hiçbir şey söylemeden kurbanlarınızı kesiniz, tıraşınızı olunuz! Bu durumda, onlar kendilerine güç gelen bir ağırlığın altında mahzûn olsalar da, sizin yaptığınıza tâbî olacaklardır, onları mâzur görünüz!”
Bu istişâreden sonra çadırından çıkan Allah Rasûlü (s.a.v), konuşulduğu gibi hareket ettiler. Bu hâli gören ashâb, muâhedenin değişmeyeceğini anladılar ve hepsi Rasûlullâh’ın yaptıklarına tâbî oldular. Kurbanlarını kestiler, saçlarını tıraş ettirdiler. Bu hâdiseyi müşâhede eden Ümmü Seleme (r.a):
“–Müslümanlar kurbanlıklara doğru öyle bir sıçradılar ki, birbirlerini ezeceklerinden korktum!” demiştir. (Buhârî, Şurût, 15; Ahmed, IV, 326, 331; Vâkidî, II, 613)
Allah Rasûlü (s.a.v) Bedir’de ganimet olarak alınan Ebû Cehil’in devesini kurban ettiler. Böylece müşrikleri öfkelendirmiş, onları mânen yıpratmış oluyorlardı. (Ebû Dâvûd, Menâsik, 12/1749)
Rasûlullâh (s.a.v) ile ashâbı kurbanlarını kesip tıraş olduktan sonra, Allâh Teâlâ bir kasırga gönderdi, saçlarını havalandırıp Harem içine savurdu. Sahâbîler, bunu umrelerinin kabûlüne bir işâret saydılar.[9] Bunun ardından da Medîne’ye hareket edildi.
Hudeybiye’den Dönüş
20 gün Hudeybiye’de kalmışlardı. Gidiş ve dönüşleriyle birlikte seferleri 1,5 ay sürdü.
Müslümanlar, yapılan sulh antlaşmasının hikmetini ilk anda kavrayamadıkları için gösterdikleri memnûniyetsizlik ve işi ağırdan alma sebebiyle büyük bir korkuya kapıldılar. Haklarında vahiy ineceğini ve helâk edileceklerini düşünmeye başladılar.
Enes bin Mâlik (r.a) şöyle buyurur:
“Mü’minler hüzün, moral bozukluğu ve hayal kırıklığı içinde Hudeybiye’den dönüyorlardı. Zira umre ibadetini yerine getirememiş, kurbanlarını Hudeybiye’de kesmek mecburiyetinde kalmışlardı. Bu esnâda şu âyet-i kerimeler nâzil oldu:
“Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik. Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru bir yola iletir. Ve sana şanlı bir zaferle yardım eder. İmanlarını bir kat daha artırsınlar diye mü’minlerin kalplerine sekîneti indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır. (Bütün bu lütuflar) mü’min erkeklerle mü’min kadınları, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyması, onların günahlarını örtmesi içindir. İşte bu, Allah katında büyük bir kurtuluştur” (Fetih, 1-5)
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):
“Bana öyle bir âyet indi ki, bu âyet bana dünyanın tümünden daha sevimlidir” buyurdular. (Müslim, Cihâd, 97)
Mücemmî bin Câriye (r.a), Fetih Sûresi’nin inişi esnâsında ashâbın nasıl korkulu anlar yaşadığını şöyle anlatır:
“İnsanlar korka korka develerinin yanlarına dağılmışlardı. Birbirlerine:
«–İnsanlara ne oluyor?» diye soruyorlardı.
«–Rasûlullâh (s.a.v)’e vahiy gelmiş!» dediler. Biz de herkesle birlikte, korka korka Allâh Rasûlü’nün yanına doğru gittik. Ashâb-ı kirâm toplanınca Âlemlerin Efendisi (s.a.v) Fetih Sûresi’ni okudular.” (İbn-i Sa’d, II, 105. Krş. Ebû Dâvûd, Cihâd, 143-144/2736)
Hz. Ömer (r.a) daha sonraları şöyle demiştir:
“O gün Rasûlullâh’a karşı sarf etmiş olduğum sözlerimden duyduğum korku sebebiyle, âkıbetimin hayrolması için devamlı oruçlar tutuyorum, sadakalar veriyorum, nâfile namazlar kılıyorum ve pek çok köleler âzâd ediyorum.” (Bkz. Ahmed, IV, 325; İbn-i Seyyidinnâs, II, 167)
Fetih Sûresi, mü’minlere Hudeybiye ile birlikte açılmış bulunan zafer kapılarının müjdelerini veriyordu. Nitekim çok geçmeden müjdeler birer birer gerçekleşmeye başladı: Civar kabîleler, Rasûlullâh’ın Kâbe’yi ziyâret için çıktığı bu yolculuğu, “dönüşü olmayan bir yolculuk” diye vasıflandırmışlardı. Fakat Allâh Rasûlü’nün en ufak bir zarara dahî uğramadan sağ sâlim geri döndüğünü görünce, telâş içinde gelip kendisinden özür dilediler. Allâh Teâlâ onların bu hâlini âyet-i kerîmelerde şöyle haber verir:
بَلْ ظَنَنْتُمْ اَنْ لَنْ يَنْقَلِبَ الرَّسُولُ وَالْمُؤْمِنُونَ اِلَى اَهْلِيهِمْ اَبَدًا وَزُيِّنَ ذَلِكَ فِى قُلُوبِكُمْ وَظَنَنْتُمْ ظَنَّ السَّوْءِ وَكُنْتُمْ قَوْمًا بُورًا وَمَنْ لَمْ يُؤْمِنْ بِاللهِ وَرَسُولِهِ فَاِنَّا اَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ سَعِيرًا
“Aslında siz, Rasûl’ün ve mü’minlerin, âilelerine bir daha geri dönmeyeceklerini sanmıştınız. Bu sizin gönüllerinize güzel göründü de kötü zanda bulundunuz ve helâke müstehak bir topluluk oldunuz. Kim Allâh’a ve Rasûlü’ne îmân etmemişse bilsin ki Biz, kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır.” (el-Fetih, 12-13)
{
Dönüş yolunda müşâhede edilen mûcizelerden biri de şöyledir:
Hz. Câbir (r.a) anlatıyor:
“Hudeybiye günü insanlar susadı ve Efendimiz’e geldiler. Rasûlullâh’ın önünde deriden îmâl edilmiş bir su kabı vardı. Efendimiz (s.a.v) abdest aldılar. İnsanlar O’na doğru sokulmaya başladılar. Bunun üzerine Fahr-i Kâinât Efendimiz:
«−Neyiniz var?» diye sordular.
«−Abdest almak ve içmek için önünüzdekinden başka suyumuz kalmadı» dediler.
Allâh Rasûlü (s.a.v) derhâl ellerini kaba koydular. Derken mübârek parmaklarının arasından su kaynamaya başladı, tıpkı pınarların kaynaması gibiydi. Hepimiz ondan içtik ve abdest aldık.”
Hz. Câbir’e:
“−O gün kaç kişiydiniz?” diye soruldu:
“−Eğer yüz bin kişi de olsak su yetecekti, fakat biz bin beş yüz kişi idik!” cevâbını verdi. (Buhârî, Menâkıb, 25)
Hudeybiye’ye giderken orduya yolda katılan yeni insanlar olduğu için muhtelif rivâyetlerde asker sayısı farklı verilmiştir.
{
Bu mücmel hâdise, ancak iki sene zarfında açıklığa kavuştu. Nitekim bu antlaşma ile oluşan sulh ortamında birçok kimse İslâm’la şereflenmiş, iki sene zarfında müslüman olanların sayısı, o zamana kadar müslüman olanların toplam sayısını geçmiştir.
Belki o sene müslümanlar umre yapamayacaklar veya bâzı ağır şartlara bir müddet sabretmek durumunda kalacaklardı. Fakat bunun ardından sökün edip gelecek olan kazançlar çok daha büyük olacaktı. Çünkü bu antlaşma ile İslâm’ın varlığı resmen tanınmıştı. Bir sene sonra Kâbe ziyâret edilecekti. Arap kabîlelerinden isteyenler müslümanların himâyesine geçebilecekti. Bu ise Kureyş’in nüfûzunu kaybetmesi ve İslâm dâvetinin rahatça yapılması demekti.
Allâh Rasûlü’nün bu sulhu tercih sebeplerinden biri de Mekke’de o sırada müslüman olmuş fakat bunu maslahat gereği izhâr etmemiş birçok kimsenin bulunmasıydı. Şâyet müşriklerle aralarında bir muhârebe zuhûr etseydi, bunların açığa çıkma ve dolayısıyla öldürülme ihtimalleri vardı.
Netîce olarak, bir “rahmet peygamberi” olan Allâh Rasûlü (s.a.v), Mekke’de ve diğer Arap kabîleleri arasında yeni müslüman olabilecek insanlara bu davranışıyla âdeta gizli mesajlar veriyor, onları İslâm’a ısındırıyorlardı. Nitekim bunun semeresi ileride bâriz bir şekilde görülmüştür.
Feth-i Mübîn: Kat Kat Artan Hidâyet Bereketi
Hudeybiye sulhunun şartlarına dış cepheden bakarak sevinen müşrikler, aslında farkında olmadan mü’minlerin önünü tıkayan mâniaları kaldırmış, onları kendilerinden daha üstün bir mevkîye koymuşlardı. Rasûlullâh’ın dışında hemen her sahâbînin de bu antlaşmayı kendi aleyhlerineymiş gibi görerek kabûle yanaşmamaları ise müşriklerin gözlerini bir kat daha perdelemiş, büyük bir zafer kazanıyormuş edâsı ile şartları çekinmeden imzâlamışlardı. Ancak başlangıçta sırrı mü’minlere bile kapalı olan bu sulhun gerçek mâhiyeti, şartnâme uygulandıkça yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı.
Bu sulhun sağlayacağı bereketi, tâ başından beri bilmekte olan Allâh Rasûlü (s.a.v), Hudeybiye Muâhedesi’nin şartlarına son derece riâyet gösteriyorlar, ondaki açıklıklardan da istifâde etmekten geri kalmıyorlardı. Nitekim bâzı Mekkeli mü’min kadınların Medîne’ye sığınması üzerine müşriklerin vâkî olan isteklerini reddettiler. Çünkü muâhededeki madde, sâdece erkeklere şâmildi. Zâten Cenâb-ı Hak da kadınların teslîm edilmemesini emir buyurmaktaydı:
“Ey îmân edenler! Mü’min kadınlar hicret ederek size geldiği zaman, onları imtihân edin! Allâh onların îmanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların inanmış kadınlar olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere geri göndermeyin! Bunlar, onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar. Onların (kocalarının) sarf ettiklerini (mehirlerini) geri verin. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir kadınları (ise) nikâhınızda tutmayın, sarf ettiğinizi isteyin! Onlar da sarf ettiklerini istesinler. Allâh’ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allâh her şeyi bilendir, hikmet sâhibidir.” (el-Mümtehine, 10)[10]
Daha evvel Müslüman bir hanımın müşrik bir erkekle evli olması yasaklanmamışken, bu âyet-i kerîme ile yasaklandı. Müşriklerle evli olan Müslüman hanımların nikâh akitlerini feshederek eski kocalarına mehirlerini iâde etmeleri emredildi. Sulhten evvel ise mehirlerini iâde etmiyorlardı.
Bu arada Ebû Basîr adında müslüman olmuş bir Mekkeli de Medîne’ye sığınmıştı. Ancak Allah Rasûlü (s.a.v), şartnâmeye göre onu müşriklere teslîm etmek zorunda kaldılar. Ebû Basîr de önce Allâh Rasûlü’nün bu hareketine bir mânâ veremeyerek:
“–Beni puta tapıcılığa mı döndürmek istiyorsunuz?” sözleriyle hayretini izhâr etti. Rasûlullâh (s.a.v), sâkin bir şekilde onu tesellî buyurdular:
“–Ey Ebû Basîr! Biz ahdimizi bozamayız. Ama sen biraz sabret; Allâh Teâlâ, sana ve senin gibilere elbette bir selâmet yolu gösterecektir.”
Bu sözlerden sonra Ebû Basîr (r.a), sesini çıkarmayarak boyun büktü. Umum müslümanların durumunu düşünerek müşriklere teslîm oldu. Ancak o, Mekke’ye değil, ölüme götürülüyordu. Bunu bildiğinden bir fırsatını bulup kendisini götürenlere hücûm ederek nefsini müdâfaa etti. İki kişiden Huneys’i öldürdü, diğerini elinden kaçırdı. Ebû Basîr Huneys’in elbisesi, eşyâsı ve kılıcını aldı ve Allâh Rasûlü’ne getirip:
“–Yâ Rasûlallâh! Bunların beşte birini ayır, kendin için al!” dedi. Efendimiz (s.a.v):
“–Ben bunun beşte birini aldığım zaman, onlarla yapmış olduğum muâhedeye riâyet etmemiş olurum. Fakat senin tavrın da öldürdüğün adamın eşyâsı da seni ilgilendirir” buyurdular. (Vâkıdî, II, 626-627)
Ebû Basîr’in kaçırdığı müşrik de gelmiş Rasûlullâh (s.a.v)’den yine onu istiyordu. Bu sefer Ebû Basîr:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Siz beni bunlara teslîm etmekle muâhedeye riâyet ettiniz. Ama ben nefsimi kurtardım” dedi.
Efendimiz (s.a.v):
“‒Hayret doğrusu! Yanında biri olsa harp kızıştırır!” buyurdular.
Ebû Basîr, Rasûlullâh (s.a.v)’in bu ifâdelerindeki hikmeti firâsetiyle anlayarak Medîne’den çıktı. Deniz kıyısında Mekke ile Şam arasında Îs denilen bir yere yerleşti. Mekke-i Mükerreme’deki zayıf Müslümanlar, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in mübârek sözlerinden, Ebû Basîr’in adama ihtiyacı olduğunu anladılar. Mekke-i Mükerreme’den kaçıp onun yanına gitmeye başladılar. Kısa bir müddet sonra orası tarafsız bir bölge olarak bir ilticâ mekânı hâline geldi. Ebû Cendel’in de kurtulup sığındığı bu yerdeki müslümanların sayısı çok geçmeden 60 veya 70 oldu. Mekkelilerin Şam ticâret yolu tehlikeye girdi. Kâfilelerin muhâfızlarını öldürüp mallarını alıyorlardı. Bunun üzerine Mekkeli müşrikler, çâresiz kalarak Allâh Rasûlü’nden bu husustaki maddenin kaldırılmasını talep ettiler. Yâni Mekke’den müslüman olup da kaçanların Medîne’ye kabûl olunmasını ricâ ettiler. Böylece müslümanlar için aleyhte olan bir madde, kısa zamanda mü’minlerin lehine dönmüş oldu.[11]
Allâh Rasûlü (s.a.v), Ebû Basîr cemaatine mektup gönderdiler, onlar da Medîne’ye geldiler.[12]
Zührî, Ebû Cendel’in mücâhid olarak Şam’a gidinceye kadar Medine’den ayrılmadığını ve Hz. Ömer zamanında, Şam’ın fethi esnâsında şehîd olduğunu rivayet eder.
Ebû Cendel ve Ebû Basîr kıssaları, îmânı muhâfaza için nelere tahammül etmek gerektiğini; sebât, ihlâs, azim ve cihâdın nasıl olması gerektiğini göstermektedir. Bir avuç müslüman, azgın müşriklerin yüzünü yere sürttüler ve “Bir topluluğun yapamadığını bazen bir kişi yapar” meselini tasdik ettiler. Sulhe vefâ gösteren İslâm Devleti’nin yapamadığını onlar yapıyorlardı. Zîrâ onlar zâhiren devlete bağlı değillerdi. Efendimiz (s.a.v) onların yaptıklarına ses çıkarmıyorlardı, demek ki ikrâr ediyorlardı.
Hâlid bin Velîd (r.a) ile Amr bin Âs’ın İslâm’a girip hicret etmelerinin de iâde maddesinin feshinden sonra olduğu anlaşılıyor. Zira Kureyş’in onları talep ettiğine dâir herhangi bir işâret yoktur.
İslâmî Tebliğin Hızlanması
Hudeybiye’de tahakkuk eden bu sulh ortamı, İslâm teblîğinin hızlanması için bir dönüm noktası oldu. Zîrâ Allâh Teâlâ bunu “Feth-i Mübîn” olarak tavsîf etmektedir.
Allâh Rasûlü (s.a.v), Hudeybiye’nin büyük bir fetih olduğunu bildirdiklerinde ashâbdan biri:
“–Beytullâh’ı tavâftan alıkonulduk, kurbanlarımızın Harem’de kesilmesine mânî olundu. Müslüman olarak bize gelip sığınan iki kişiyi de Rasûlullâh geri verdi. Bu nasıl fetihtir?” diyerek söylendi.
Onun bu sözleri Efendimiz’e ulaşınca Rasûl-i Ekrem (s.a.v), bu müsâlahanın hangi yönden büyük bir fetih olduğunu şöyle îzah buyurdular:
“−Evet! Bu müsâlaha en büyük fetihtir. Müşrikler sizin, kendi beldelerine gidip gelmenize ve işinizi görmenize râzı olmuş, gidip gelirken de emniyet ve selâmet içinde bulunmanızı istemiştir. Onlar şimdiye kadar istemedikleri, hoşlanmadıkları İslâm’ı, böylece sizlerden görecek ve öğrenecekler. Allâh sizi muzaffer kılacak, gittiğiniz yerden sâlimen ve kazançlı olarak döneceksiniz. Bu ise fetihlerin en büyüğüdür.” (Halebî, II, 715. Krş. Ebû Dâvûd, Cihâd, 143-144/2736)
Hz. Ebû Bekir de Hudeybiye sulhu hakkındaki kanaatini şöyle ifâde etmiştir:
“İslâm’da Hudeybiye fethinden daha büyük bir fetih olmamıştır. Fakat halk, kısa ve dar görüşlü olduklarından bu antlaşmaya îtirâz etmişlerdir. İnsanlar, Allâh ile Peygamberi arasındaki işlerde acelecidirler. Allâh Teâlâ ise onlar gibi acele etmez, dilediği işi kıvamına gelip olgunlaşmadıkça yapmaz.” (Vâkıdî, II, 610; Halebî, II, 721)
Hudeybiye antlaşmasının ilk müsbet netîcesi İslâm’ın hızlı bir yayılma göstermesi oldu. Bu barış döneminde İslâm teblîğine yeni imkânlar ve yayılma sahaları açıldı. Bu sâyede müslümanlar, müşriklerle bir araya gelmeye, onlara Kur’ân-ı Kerîm okumaya ve İslâm hakkında açıktan açığa konuşmaya başladılar. Müslümanlıklarını gizleyenler de artık inançlarını korkusuzca îlân edebiliyorlardı.[13]
Hâlbuki bundan önce, iki taraf birbiriyle bu kadar rahat görüşemiyordu. Barıştan sonra müşrikler Medîne’ye serbestçe geliyorlar, müslümanlar da Mekke’ye serbestçe gidiyorlardı. Oradaki âileleri, dostları ve diğer insanlarla görüşüp konuşma imkânı buluyorlardı. Allah Rasûlü’nün hâl ve hareketleri, mûcizeleri, ahlâkı ve yolunun güzelliği hakkında müslümanların verdikleri bilgiler ve öğütler artık dinlenir olmuş, böylece müşriklerin kalpleri yumuşayıp İslâm’a meyletmeye başlamıştı. Zâten çöllerde oturan Araplar da müslüman olmak için Kureyş müşriklerinin îmân etmelerini bekliyorlardı. Bu müddet içinde, müşriklerin ileri gelenlerinden Amr bin Âs, Hâlid bin Velîd ve Osmân bin Talha gibi kimseler dahî müslüman olmuşlardı.[14]
İslâm temsilcileri, emniyet içerisinde çeşitli bölgelere gitmişler, her vesîle ile insanlara İslâm’ı anlatma imkânı bulmuşlardı. Bu dönemde müslüman olanların sayısı kat kat arttı.
İmam Zührî, Hudeybiye Müsâlahası’nın netîcelerini, Allâh Rasûlü’nün bu husustaki hadîs-i şerîflerinden faydalanarak şu şekilde hulâsa eder:
“Daha önceleri müslümanlarla müşrikler, karşılaştıkları her yerde savaşmış ve çarpışmışlardı. Hudeybiye barışı olunca harp ve çarpışma sona erdi. İki taraf arasında emniyet ortamı teşekkül etti. Birbirleriyle görüşüp kaynaşma imkânı buldular. Hattâ muhtelif konularda yardımlaşmaya başladılar. Bu sırada kime İslâm’dan söz açılsa, biraz düşündükten sonra hakîkati kavrıyor ve hemen müslüman oluyordu. Öyle ki, Hudeybiye’den Mekke fethine kadarki iki sene zarfında müslüman olanların sayısı, Hudeybiye’ye kadar geçen on dokuz senelik İslâmî dâvet netîcesinde müslüman olanların sayısından daha fazla olmuştu.”
İbn-i Hişâm, buna şu sözleri ilâve eder:
“Rasûlullâh (s.a.v) Hudeybiye’ye giderlerken bin dört yüz kişiyle yola çıkmışlardı. Bundan iki yıl sonra, Mekke’nin fethinde ise yanlarında on bin, diğer bir rivâyete göre yolda katılan iki bin kişi ile birlikte on iki bin müslüman bulunmaktaydı. Bu rakamlar, Zührî’nin tespitlerinin ne kadar isâbetli olduğunu göstermektedir.” (Heysemî, VI, 170; İbn-i Hişâm, III, 372)
Bu sulh, Müslümanların, hâin yahûdinin son halkası olan Hayber ile rahatça hesaplaşmasına fırsat veriyordu.
Hudeybiye Sulhü 17-18 ay sürdü. Sonra Kureyş barışı bozdu. Müslümanlarla anlaşan Huzâa kabilesine karşı kendileriyle anlaşan Benî Bekir’e yardım ettiler. Mekke yakınlarındaki Vetîr Suyu başında namaz kılmakta olan Müslümanları şehîd ettiler.
Huzâa kabilesi Müslümanlardan yardım istedi. Bu şekilde muâhede bozulmuş oldu. Ve bu, Mekke fethinin zâhirî sebebi oldu.
[1] el-Feth, 16.
[2] el-Feth, 21.
[3] Buhârî, Meğâzî, 35.
[4] İbn-i Sa’d, I, 116-117. Ayrıca bkz. Müslim, Cenâiz, 105-108; Tirmizî, Cenâiz, 60/1054.
[5] Meryem, 71.
[6] Bkz. Buhârî, Şurût, 15; Ahmed, IV, 323-324.
[7] el-Enfâl, 61.
[8] Müslim, Cihâd, 132, 133.
[9] İbn-i Sa’d, II, 104; Halebî, II, 713.
[10] Bkz. Buhârî, Şurût, 15; Vâkıdî, II, 631-632.
[11] Bkz. Buhârî, Şurût, 15; İbn-i Hişâm, III, 372.
[12] Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IX, 227.
[13] Bkz. İbn-i Kayyım, Zâdü’l-meâd, III, 309-310.
[14] Bkz. Vâkıdî, II, 624.