Kureyş’in Cedel’e Mürâcaat etmesi

İbn-i Abbâs (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Kureyş’e:

«–Ey Kureyş cemaati! Allah’tan başka tapılan şeylerde hayır yoktur!» buyurmuşlardı.

Kureyş, Hristiyanların İsâ bin Meryem’e ibadet ettiklerini biliyorlardı. Bu sebeple:

«–Ey Muhammed! Sen demiyor musun ki İsa nebî idi ve Allah’ın sâlih kullarından biri idi. Eğer sözünde sâdık isen o zaman onların ilahları sizin dediğiniz gibidir!»

Bunun üzerine Allah -azze ve celle- şu âyet-i kerimeyi inzâl buyurdu:

«Meryem oğlu İsa, bir misal olarak anlatılınca Sen’in kavmin hemen bağrışmaya başladılar. «Bizim ilahlarımız mı hayırlı, yoksa o mu?» dediler. Bunu sana ancak tartışmak için söylediler. Doğrusu onlar kavgacı bir toplumdur. O, sadece kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğulları’na örnek kıldığımız bir kuldur. Eğer dileseydik, içinizden, yeryüzünde yerinize geçecek melekler yaratırdık. Şüphesiz ki o (İsa), kıyametin (ne zaman kopacağının) bilgisidir. Ondan hiç şüphe etmeyin ve bana uyun; çünkü bu, dosdoğru yoldur.» (ez-Zuhruf, 57-61)

Âyet-i kerimenin «O, kıyametin (ne zaman kopacağının) bilgisidir.” kısmı, Kıyamet Günü’nden önce İsa bin Meryem’in ortaya çıkacağını ifade etmektedir.” (Ahmed, I, 317-318)

İbn-i Abbâs (r.a)’ın naklettiği kıraate göre, ez-Zuhruf, 61’deki “ilim” kelimesi “alem” şeklinde okunur ve İsa (a.s)’ın nüzûlünün kıyamet alâmetlerinden biri olduğunu ifade eder.

“Siz ve Allah’ın dışında taptığınız şeyler Cehennem yakıtısınız. Siz oraya gireceksiniz. Eğer onlar birer tanrı olsalardı oraya (cehenneme) girmezlerdi. Hâlbuki hepsi (tapanlar da tapılanlar da) orada ebedî kalacaklardır.” (el-Enbiyâ, 98-99)

Bu âyet-i kerime Kureyş müşriklerine hitap ediyordu, Hristiyanlara değil. Burada kastedilen akılsız putlar idi. İsa (a.s) ise kendisinin Allah’a kul olduğunu açıkça beyan etmiş ve insanları da Allah’a kul olmaya dâvet etmiştir. Kimseyi kendisine ibadet etmeye aslâ çağırmamıştır. Kureyş fâsit bir kıyasta bulunmuştur.

{

Kureyş, Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in, getirdiği bilgileri, Arap olmayan bazı insanlardan öğrendiğini iddia ettiler. Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:

“Şüphesiz biz onların: «Kur’ân’ı ona ancak bir insan öğretiyor» dediklerini biliyoruz. Kendisine nispet ettikleri şahsın dili yabancıdır. Hâlbuki bu (Kur’ân) apaçık bir Arapçadır.” (en-Nahl, 103)

Mekke-i Mükerreme’de, sahâbî Abdullah bin Müslim el-Haramî’ye âit çocuk denecek yaşta iki köle vardı, bunlar kılıç bileyler, kendi lisanlarıyla Tevrat okurlardı. Allah Rasûlü (s.a.v) bir defa yanlarına uğramışlardı. Büyük ihtimalle onları İslâm’a dâvet etmişlerdi. Müşrikler hemen, Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’in İslâm’ı onlardan öğrendiğini iddia etmeye başladılar. Bunun üzerine yukarıdaki âyet-i kerime nâzil oldu.[1]

{

İnkâr edenler, Kur’ân-ı Kerîm’in kısım kısım indirilmesine itiraz ederek: “Kur’ân ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi? dediler.” (el-Furkân, 32)

Cenâb-ı Hak bunun sebebini beyan ederek şöyle buyurdu:

“Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık (kısım kısım indirdik) ve onu tane tane (ayırarak) okuduk.” (el-Furkân, 32)

{

İnkârcılar Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’le kader husûsunda tartışmaya girdiler.

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle buyurur:

“Kureyş müşrikleri gelip Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’le kader hakkında münâkaşaya başladılar. Bu­nun üzerine şu âyet-i kerîme nazil oldu:

«Yüzüstü ateşte sürüklenecekleri gün kendilerine, “Tadın bakalım nasılmış Sekar Cehennemi’nin dokunuşu!” denecek! Haberiniz olsun ki biz her şeyi bir kaderle yaratmışızdır!» (el-Kamer, 48-49)” (Müslim, Kader, 19)

{

Tutunacak bir dal bulamayan müşrikler bu sefer de fakir sahâbîler hakkında tartışmaya girdiler. Kibirleri sebebiyle onları yanlarında görmek istemiyorlardı.

Sa’d ibn-i Ebî Vakkâs (r.a) şöyle anlatır:

“Biz altı kişi Rasûlulullah (s.a.v) Efendimiz’le birlikte oturuyorduk. Bu hâli gören müşrikler Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’e:

«–Şunları yanından def’et! Bize karşı saygısızlık etmeye kalkmasınlar!» dediler.

Orada benden başka Abdullah ibn-i Mes’ûd, Hüzeyl kabilesinden biri, Bilâl ve isimlerini vermek istemediğim iki kişi daha vardı.

Müşriklerin bu teklifi üzerine Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in kalbinden (kendisine kırılmayacağımızdan emin olduğu için ve müşriklere bir şeyler anlatabilme ümidiyle) bizleri oradan uzaklaştırma düşüncesi geçti. Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyeti indirdi:

“Sabah akşam Rablerinin rızâsını dileyerek ona yalvaranları huzurundan kovma!” (el-En’âm, 52) (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 46)

{

Âmâ olan Abdullah bin Ümm-i Mektûm (r.a) bir gün Peygamber Efendimiz’in yanına gelip:

“–Ey Allah’ın Rasûlü beni irşâd et!” diye talepte bulunmuştu. O esnâda Rasûlullah (s.a.v) müşriklerin ileri gelenlerinden biri ile ilgileniyor, ona İslâm’ı anlatıyordu. Bu sebeple İbn Ümm-i Mektûm’a cevap veremedi. Sahâbî talebinde ısrar ediyor, Allah Rasûlü (s.a.v) ise onun talebini tehir ederek, müşrike dönüyor:

“–Söylediklerimde bir beis görüyor musun?” diye iknâ etmeye çalışıyordu. Müşrik de bir beis görmediğini söylüyordu. İşte bu hâdise üzerine Âbese sûresindeki itâb âyetleri nâzil oldu.[2]

Buradan, hak karşısında hiç kimsenin hasebi, nesebi, malı ve makamıyla herhangi bir imtiyaza sâhip olamayacağı anlaşıldı. İnsanlar eşittir, üstünlük takvâ iledir.

{

Müşrikler, Âhiret husûsunda da çok mücâdele ettiler. Ölümden sonra yeni bir hayatı bir türlü akılları almıyordu. Nebe’ Sûresi’nin başında bu tartışmalarını görmek mümkündür.

“Gerçekten biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman mı, diriltileceğiz? İlk atalarımızda mı (diriltilecek)?”[3] dediler.

Azılı müşriklerden Âs ibn-i Vâil, eline çürümüş bir kemik alarak Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in huzûr-u âlîlerine geldi. Kemiği ovalayarak:

“–Ey Muhammed! Un ufak olduktan sonra bu kemiği Allah (c.c) tekrar diriltecek mi?” dedi.

Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz:

“–Evet, Allah Teâlâ bunu diriltecek! Seni de öldürecek, sonra tekrar diriltecek ve Cehennem ateşine atacak!” buyurdular. Bunun üzerine sûrenin sonuna kadar şu âyetler nâzil oldu:

“İnsan görmez mi ki, biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş. Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: «Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?» diyor. De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir…” (Yâ-sîn, 77-79) (Hâkim, II, 466/3606)

{

Yine aynı şekilde müşrikler nübüvvete de alaycı ve şüpheci bir tavırla yaklaşıyorlardı. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Zaten, kendilerine hidayet rehberi geldiğinde, insanların (buna) inanmalarını sırf, «Allah, peygamber olarak bir beşeri mi gönderdi?» demeleri engellemiştir.” (el-İsrâ, 94)

{

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları husûsunda da tam bir cehâlet içerisindeydiler:

İbn-i Mes’ûd’dan rivâyet edildiğine göre karın yağları çok (şişman), kalblerinin anlayışı kıt iki Kureyşli ve Sakîf’ten bir hısımları Beyt’in yanında oturmuş konuşuyorlardı. Birbirlerine:

“–Ne dersiniz, acaba Allah bizim sözlerimizi duyuyor mudur?” dediler. Birisi:

“–Herhalde bazısını duyar, bazısını duymaz.” dedi. Bir diğeri:

“–Eğer bir kısmını duyuyorsa hiç şüphesiz hepsini duyar” dedi. Öbürü:

“–Açık konuşursak duyar, gizli konuşursak duymaz” dedi. Diğeri:

“–Açıktan söylediğimizi duyuyorsa gizli konuştuklarımızı da duyar” dedi. Bunun üzerine şu âyet-i kerimeler nâzil oldu:

“Siz ne kulaklarınızın, ne gözlerinizin, ne de derilerinizin aleyhinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz. Yaptıklarınızın çoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz. Rabbiniz hakkında beslediğiniz bu zan var ya, işte o sizi helâke sürükledi ve hüsrâna uğrayanlardan oldunuz.”[4]

{

Müşrikler; İranlıların, Rumları mağlup etmelerini isterlerdi. Çünkü kendileri de onlar gibi puta tapan kimselerdi. Müslümanlar ise kitap ehli olduklarından Rumların İranlılara galip gelmelerini istemekte idiler. Müşrikler, Rumların mağlup olduğunu Ebû Bekir’e söylediler. Ebû Bekir (r.a) de bunu Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e söyledi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

“–Dikkat edin, Rumlar muhakkak galip gelecekler!” buyurdular.

Ebû Bekir (r.a) bunu müşriklere söyledi. Bunun üzerine onlar da:

“–Seninle bizim aramızda bir müddet tayin et, şayet biz bahsi kazanırsak şu ve şu kadar deve bizim olacak, eğer siz kazanırsanız şu ve şu kadar deve sizin olacak!” dediler.

Hz. Ebû Bekir (r.a) beş senelik bir müddet tayin etti. Fakat Rumlar bu zaman zarfında galip gelemediler. Hz. Ebû Bekir (r.a) bu durumu Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’e bahsetti. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de:

“–Bu zamanı on seneye kadar uzatsaydın!” buyurdular.

Zirâ âyette geçen “Bid’” kelimesi, on’dan aşağı sayıları ifade eder.

Bundan sonra Rumlar galip geldiler. İşte Allah Teâlâ’nın şu sözlerinde bahsedilen hâdise budur:

“Elif. Lâm. Mîm. Rumlar, (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın bir yerde mağlûbiyete uğradılar. Hâlbuki onlar, bu mağlûbiyetten sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Eninde sonunda emir Allah’ındır. O gün mü’minler de Allah’ın yardımıyla sevineceklerdir. Allah dilediğine yardım eder.” (er-Rûm, 1-4)

Râvî Süfyân Sevrî (r.a) şöyle der:

“İşittiğime göre Rumlar, Bedir günü İranlılara galip gelmişler.” (Tirmizî, Tefsîr, 30/3193, 3194; Ahmed, I, 276; Kurtubî, XIV, 3)

Bu hâdise, bahse girmenin haram kılınmasından evvel idi. Cenâb-ı Hakk’ın verdiği haber doğru çıkınca pek çok kişi müslüman oldu. (Tirmizî, Tefsîr, 30/ 3194)

Kur’ân-ı Kerîm’in verdiği bu haber, mü’minlerin, beldelerinin haricindeki siyâsî gelişmeleri izlemelerinin ne kadar ehemmiyetli olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda Allah’a îmân eden kimselerin, puta tapanlara ve ateistlere karşı aynı yerde durduklarına da bir işaret vardır.

Bu sıcak mücâdele ortamı gösteriyor ki müşriklerin sert tavırları giderek artmış ve Müslümanlar Mekke’de yaşayamaz hâle gelmişler, bunun neticesinde de hicret gündeme gelmiştir.



[1] Bahşel, Târîhu Vâsıt, s. 49; İbn-i Hacer, İsâbe, IV, 418-419.

[2] Bkz. Tirmizî, Tefsir, 80/3331; Muvatta’, Kur’ân, 8.

[3] es-Sâffât, 16-17.

[4] Fussilet, 22-23. Bkz. Buhârî, Tefsîr 41/1, 2, Tevhîd, 41; Müslim, Sıfâtü’l-Münâfikîn 5; Tirmizî, Tefsîr 41/3248.