Elîm Tâif yolculuğundan sonra İsrâ ve Mîrâc hâdisesi vukû buldu. Bi’setin 10. senesinden sonra, hicretten on sekiz ay evvel olduğu rivâyet edilir.
Bu ilâhî ikrâm, Rasûlullah (s.a.v) için müthiş bir tesellî olmuştur. Tesellînin büyüklüğü, Allah Rasûlü’nün yaptığı fedâkârlıkların ve çektiği çilelerin büyüklüğünü de gösteriyor.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
سُبْحَانَ الَّذٖى اَسْرٰى بِعَبْدِهٖ لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَا الَّذٖى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَا اِنَّهُ هُوَ السَّمٖيعُ الْبَصٖيرُ
“Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye Kul’unu Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah Teâlâ, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.” (el-İsrâ, 1)
Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v) şöyle buyururlar:
“Ben Kâbe’nin Hatîm kısmında yatıyordum. Uyku ile uyanıklık arasında bana biri geldi, şuradan şuraya kadar (göğsümü) yardı. (Bu sözünü söylerken boğaz çukurundan kıl biten yere kadar olan kısmı gösteriyordu.) Kalbimi çıkardı. Sonra bana, içerisi îman ve hikmetle dolu, altından bir kap getirildi. Kalbim (çıkarılıp su ve Zemzem ile) yıkandı. Sonra içerisi îman ve hikmetle doldurulup tekrar yerine kondu…” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk 6, Enbiyâ 22, 43; Müslim, Îman 264)
Diğer sahih rivâyetlerde bu esnâda Allah Rasûlü (s.a.v)’in evinde, Mescid-i Harâm’da, Hicr’de olduğu rivayet edilir. Bu rivâyetleri şöyle cem etmek mümkündür: Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) evinde iken Cibrîl (a.s) O’nu Mescid-i Harâm’a getirmiş, Hatîm ve Hicr’de şakk-ı sadr hâdisesi gerçekleşmiş olabilir. (İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, VII, 204)
Allah Rasûlü (s.a.v) oradan Burâk ile Beytü’l-Makdis’e götürülmüşlerdir. Burâk, katırdan küçük, merkepten büyük beyaz bir binektir. Efendimiz (s.a.v) Beytü’l-Makdis’te bütün peygamberlere imam olup namaz kıldırmışlardır.[1]
Oradan yedinci kat semâya çıkarılmışlardır. Semânın muhtelif katlarında Hz. Âdem, Yûsuf, İdrîs, Îsâ, Yahyâ, Hârûn, Mûsâ ve İbrâhîm (a.s) ile karşılaşmışlardır.
Meleklerin kendisiyle kaderi yazdığı kalemlerin cızırtısını işitmişlerdir. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e ve ümmetine 50 vakit namaz farz kılınmış, daha sonra hafifletilerek 5 vakte indirilmiştir.
Allah Rasûlü (s.a.v);
– Sidretü’l-Müntehâ’yı târif etmişler[2],
– 7. kat semadaki Beyt-i Mâmûr’a giren melekleri haber vermişlerdir. Oraya her gün 70 bin melek girer, bir daha kendilerine sıra gelmezmiş.[3]
– Cennette’ki Kevser Nehri’nin kenarlarında çok kıymetli incilerden kubbelerin bulunduğunu ve çamurunun da miskten olduğunu beyan buyurmuşlardır.
– Kendisine yaklaşınca Cibrîl (a.s)’ı aslî suretinde 600 kanatlı olarak görmüşlerdir.[4] Necm Sûresi’nde buna işâret edilir.
Ebû Zer (r.a), “Rabbini gördün mü?” diye sorduğunda Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):
“–(O’nun önünde nurdan perdeler vardır.) Onu nasıl görebilirim ki?” “Bir nûr gördüm.” şeklinde cevaplar vermişlerdir.[5]
– Gıybet edenlerin azâbını görmüşlerdir. Onlar, bakırdan tırnaklarıyla yüzlerini ve sadırlarını parçalamaktadırlar.[6]
– Cibrîl (a.s) Mîrâc’dan evvel Beyt-i Makdis’te birer kap şarap, süt ve bal getirmiş, Efendimiz (s.a.v) sütü tercih etmişlerdir. Bunun üzerine Cibrîl (a.s) “O fıtrattır!” buyurmuştur.[7]
Enes bin Mâik (radıyallâhu anh) şöyle buyurur:
Ebû Zer (radıyallâhu anh), Nebiyy-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in (İsrâ ve Miʻrâc hâdisesini) şu şekilde haber verdiklerini söylerdi:
“Ben, Mekke’de iken evimin tavanı (ansızın) yarıldı. Cibrîl (aleyhi’s-selâm) indi. Göğsümü yardıktan sonra (içini) Zemzem suyu ile yıkadı. Sonra hikmet ve îmân ile lebâleb dolu altın bir leğen getirip içindekini göğsümün içine boşalttı ve göğsümü kapayıp üzerini mühürledi. Sonra elimden tutup beni semâya doğru çıkardı. Yere en yakın semâya vardığımda Cibrîl (a.s) oranın bekçisine:
«‒Aç!» dedi.
«‒Kimdir o?»
«‒Cibrîl.»
«‒Beraberinde kimse var mı?»
«‒Evet, beraberimde Muhammed (s.a.v) vardır.»
«‒Ona (gelsin diye) haber gönderildi mi?»
«‒Evet, dedi. Kapı açılınca birinci kat semânın üstüne çıktık. Bir de ne göreyim, bir kimse oturmuş, sağ tarafında bir takım karaltılar, sol tarafında da diğer karaltılar var; sağ tarafına baktığında gülüyor, sol tarafına baktığında ağlıyor. O zât bana:
«‒Hoş geldin, safâ geldin ey sâlih peygamber ve sâlih evlâd!» dedi. Cibrîl (a.s)’a:
«‒Bu kim?» diye sordum.
«‒Âdem (a.s)’dır. Sağında ve solunda olan bu karaltılar da evlatlarının ruhlarıdır. Sağında olanlar Cennet ehli, solundakiler de Ateş ehlidir. Sağına bakınca güler, soluna bakınca da ağlar.» dedi.
Derken Cebrâîl (a.s) beni ikinci semâya doğru çıkardı. İkinci kat semânın bekçisine:
«‒Aç!» dedi. Bu semânın bekçisi de evvelkinin aynısını sorduktan sonra kapıyı açtı.”
Enes (r.a) der ki: Ebû Zer (r.a), Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in semâlarda Âdem, İdris, Mûsâ, İsâ, İbrâhîm (aleyhimü’s-selâm) hazârâtını gördüklerini söylediyse de her birinin hangi katta olduğunu ayrı ayrı söylemeyip yalnızca Âdem (a.s)’ı birinci semâda, İbrâhîm (a.s)’ı da altınca semâda görmüş olduklarını haber verdi.
Yine Enes (r.a) der ki:
“Cibrîl (a.s), Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’le birlikte İdrîs (a.s)’a uğradıklarında, İdrîs (a.s):
«‒Hoş geldin, safâ geldin ey sâlih peygamber! Hoş geldin, safâ geldin ey sâlih kardeş!» demiş.”
Nebî (s.a.v) sözlerine şöyle devam etmişler:
“«‒Bu kim?» diye sordum. Cibrîl (a.s):
«‒Bu, İdrîs’tir.» dedi. Sonra Mûsâ’ya uğradım. O da:
«‒Hoş geldin, safâ geldin ey sâlih peygamber! Hoş geldin, safâ geldin ey sâlih kardeş!» dedi.
«‒Bu kim?» diye sordum. Cibrîl (a.s):
«‒Bu Mûsâ’dır» dedi. Sonra İsâ’ya uğradım. O da:
«‒Hoş geldin, safâ geldin ey sâlih kardeş! Hoş geldin, safâ geldin ey sâlih peygamber!» dedi.
«‒Bu kim?» dedim. Cibrîl (a.s):
«‒Bu, İsâ’dır.» dedi. Sonra İbrâhim (a.s)’a uğradım.
«‒Hoş geldin, safâ geldin ey sâlih peygamber! Hoş geldin, safâ geldin ey sâlih evlâdım!» dedi.
«‒Bu kim?» dedim. Cibrîl (a.s):
«‒Bu, İbrâhim (a.s)’dır.» dedi.”
(Muhammed bin Şihâb-ı Zürhî’nin İbn-i Hazm tarîkinden rivâyetine göre) İbn-i Abbâs ile Ebû Habbe el-Ensârî (r.a), Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in:
“Sonra (Cibrîl aleyhi’s-selâm) beni yukarıya götüre götüre nihâyet (kazâ ve takdiri yazan) kalemlerin cızırtılarını duyacak yüksek bir yere çıktım!” buyurduklarını söylerlerdi.
Yine İbn-i Hazm ile Enes bin Mâlik (r.a) şöyle demişlerdir:
Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular:
“O zaman Allah Teâlâ, ümmetime elli vakit namaz farz kıldı. Bu farzları yüklenerek döndüm. Derken Hz. Mûsâ’ya rast geldim. Mûsâ (a.s):
«‒Allah (tebâreke ve tekaddes hazretleri) ümmetine neyi farz kıldı?» diye sordu.
«‒Elli vakit namaz farz kıldı» dedim.
«‒Rabb’ına dön, çünkü senin ümmetin buna tâkat getiremez!» dedi.
Rabbime mürâcaat ettim. Allah Teâlâ bir kısmını indirdi. Ben yine Hz. Mûsâ’nın yanına dönüp:
«‒Bir kısmını indirdi» dedim. O yine:
«‒Rabb’ına mürâcaat et, çünkü senin ümmetin buna tâkat getiremez» dedi.
Bir daha mürâcaat ettim. Cenâb-ı Hak bir kısmını daha indirdi. Hz. Mûsâ’nın yanına yine döndüm. O yine:
«‒Rabb’ına dön. Zîrâ ümmetin buna tâkat getiremez» dedi. Bunun üzerine tekrar Allah Teâlâ’ya mürâcaat ettim. Cenâb-ı Hak:
«‒Onlar beştir ve yine onlar ellidir. Benim nezdimde hüküm değiştirilmez!» buyurdu.
Hz. Mûsâ’nın yanına döndüm. O yine:
«‒Rabb’ına mürâcaat et!» dedi. Ben de:
«‒Rabb’ımdan utanır oldum!» dedim.
Sonra Cibril (a.s) beni tâ Sidretü’l-Müntehâ’ya varıncaya kadar götürdü. Sidre’yi öyle acayip renkler kaplamıştı ki, onlar nedir bilemem. Sonra beni Cennet’e götürdüler ki içinde birçok inci gerdanlıklar (veya inciden kubbeler) vardı, toprağı da misk idi.” (Buhârî, Salât, 1)
Namazın günde beş vakitten aşağı inmemesi, Cenâb-ı Hak tarafından muhkem bir kaza olduğu için “Benim nezdimde hüküm değiştirilmez!” buyrulmuştur. Elli namaz farz kılındıktan sonra bu miktarın beşe indirilmesi ise bunun, “Allah dilediğini siler, (dilediğini de) sabit bırakır. Ana kitap O’nun yanındadır.”[8] âyetinde ifade edilen muallak kazâ nev’ine dâhil olması sebebiyledir. Elli vakit namaz farz idi; fakat Allah Rasûlü’nün tercihine bağlı olarak farz idi.
Namazlar fiil itibâriyle sayıca beş, sevap itibâriyle ellidir.
Miʻrâc gecesinde beş vakit namazın farz olmasından evvel de namaz kılınıyordu. İsrâ ve Miʻrâc’dan evvel Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ve ashâbının namaz kıldıkları katʻîdir. Ama bu namazların farz olup olmadığı husûsunda ihtilâf edilmiştir.
{
İsrâ ve Mîrâc ile alâkalı pek çok kıssalar nakledilir. Bunların çoğundan sakınmak gerekir. Mi’râcu İbn-i Abbâs gibi yalan ve bâtıl haberlerle dolu müstakil kitaplar bile vardır. Bu mevzuyu, Buhârî, Müslim ve diğer sahih sünnet kaynaklarından okumak lâzımdır.
{
Allah Rasûlü (s.a.v) İsrâ ve Mîrâc’da neler yaşadığını kavmine haber verince, mü’minler O’nu tasdik ettiler, müşrikler ise yalanladılar. Efendimiz (s.a.v) şöyle buyururlar:
“Ben Hıcr’daydım, Kureyş de bana gece yolculuğum hakkında sualler soruyordu. Beytü’l-Makdis hakkında, dikkatle inceleyip iyice hâfızama kaydetmediğim hususları sordular. İşte o vakit, daha evvel hiç olmadığı kadar büyük bir sıkıntıya düştüm.
O esnâda, Allah Teâlâ Hazretleri Beytü’l-Makdis’i gözümün önüne getirdi ve ona bakmaya başladım. Ne sordularsa hepsinin cevâbını verdim.” (Müslim, Îmân, 278. Krş. Buhârî, Tefsîr, 17/3)
Bu haber karşısında müşrikler fitneye düştü, bu hâdisenin akıldan uzak olduğunu düşündüler, kimi el çırpıyor, kimi de hayretinden elini başının üzerine koyuyordu. Lâkin hepsi de Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Beytü’l-Makdis hakkındaki tariflerinin sahihliğini îtirâf etmek mecburiyetinde kalıyordu.
İbn-i Abbâs (r.a)’nın nakline göre Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Gece yolculuğu (İsrâ) yaptırıldığım gün Mekke’de sabahladım. İçinde bulunduğum vaziyetten çok korktum. İnsanların beni yalanlayacağını biliyordum.”
Allah Rasûlü (s.a.v) hazin bir şekilde bir kenara çekilip oturdular. Allah’ın düşmanı Ebû Cehil yanlarına uğradı. İyice yaklaşıp yanlarına oturdu. Alaylı bir tavırla:
“–Bir şey mi var?” dedi.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):
“–Evet!” buyurdular.
“–Nedir o?”
“–Bu gece beni götürdüler!”
“–Nereye?”
“–Beyt-i Makdis’e!”
“–Sonra da bizim aramızda sabahladın öyle mi?”
“–Evet!”
Ebû Cehil, kavmini yanına çağırdığında bu sözlerini inkâr etmesinden korkarak Efendimiz (s.a.v)’i yalanladığını gösteren bir tavır içine girmiyordu. Şöyle dedi:
“–Kavmini çağırsam, bana anlattıklarını aynen onlara da anlatır mısın?”
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):
“–Evet.” buyurdular.
Ebû Cehil:
“–Ey Kaʻb ibn-i Lüey Oğulları!” diye nidâ etti. Bütün meclisler boşaldı, hepsi de gelip Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’le Ebû Cehil’in yanına oturdular. Ebû Cehil:
“–Bana anlattıklarını kavmine de anlat!” dedi.
Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz:
“–Bu gece beni götürdüler!” buyurdular. Oradakiler:
“–Nereye?” diye sordular.
“–Beyt-i Makdis’e!”
“–Sonra da bizim aramızda sabahladın öyle mi?”
“–Evet!”
Yalan zannettikleri bu söze şaşırarak kimi el çırpıyor, kimi elini başının üzerine koyuyordu.
“–Mescid’i bize tarif edebilir misin?” dediler. Zira içlerinde bu beldeye gidip Mescid’i görenler vardı.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyururlar:
“–Tarif etmeye başladım. Anlatırken bir yeri karıştırdım. O esnada Mescid gözümün önüne getirildi. Ben ona bakıyordum. Getirilip Ikâl veya Akîl’in evinin önüne konuldu. Ben de ona bakarak vasıflarını müşriklere söyledim.” “Zira anlattıklarımın yanında hâfızama almadığım vasıfları da vardı.”
İnsanlar:
“–Tariflere gelince vallahi hepsini doğru söyledi!” dediler. (Ahmed, I, 309)
Miʻrâc haberi üzerine bazı Müslümanlar irtidat ettiler.
Hz. Âişe (r.a) şöyle anlatır:
“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) geceleyin Mescid-i Aksâ’ya götürüldüklerinde sabahleyin bunu insanlara anlatmaya başladılar. Bunun üzerine, O’na daha evvel iman edip tasdik eden insanlardan bazıları irtidat ettiler. Müşriklerden bazıları hemen bu haberi Ebû Bekir (r.a)’e ulaştırdılar ve:
«–Arkadaşını yine tasdik edecek misin? O geceleyin Beyt-i Makdis’e götürüldüğünü söylüyor!» dediler.
«–Bunu söylediler mi?» dedi.
«–Evet!» dediler.
«–Eğer öyle olduğunu söyledilerse mutlaka doğrudur.» dedi. Müşrikler:
«–Yani O’nun gece Beyt-i Makdis’e gidip sabah olmadan tekrar buraya geldiğini tasdik ediyor musun?!» dediler.
Ebû Bekir (r.a):
«–Evet! Ben O’nu, inanılması bundan daha zor olan hususlarda bile tasdik ediyorum. Sabah akşam kendisine semadan haber geldiğini söylüyorlar da onu bile tasdik ediyorum!» dedi.
Bu sebeple Ebû Bekir es-Sıddîk diye isimlendirildi.” (Hâkim, III, 65/4407)
İsrâ Hâdisesi, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz için bir tatmin ve teselli; inat ve küfürleri iyice artan kâfirler ile îmânı zayıf kimseler için de bir fitne ve imtihân oldu. İsrâ Hâdisesi, îmânı zayıf olan kimselerin îmânını sarstı, küfre girdiler ve öldürülünceye kadar bir daha îmân dairesine giremediler. Allah Teâlâ, Ebû Cehil ile birlikte onların boyunlarını da vurdu.[9]
İsrâ ve Mi’râc’da Gösterilenler
Bu yolculuğun sebebi en veciz ifadeyle şöyle beyân ediliyor:
“O’na âyetlerimizin bir kısmını gösterelim diye…”
Bu, Allah Teâlâ’nın bütün peygamberlerinde icrâ ettiği bir sünnetidir. Nitekim şöyle buyrulmuştur:
وَكَذٰلِكَ نُرٖى اِبْرٰهٖيمَ مَلَكُوتَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلِيَكُونَ مِنَ الْمُوقِنٖينَ
“Bu sûretle İbrâhîme göklerin ve yerin melekûtünü gösteriyorduk ki yakîn hâsıl edenlerden olsun!” (el-En’âm, 75)
Mûsâ (a.s)’a mu’cizeleri nasıl göstereceği tarif edildikten sonra şöyle buyruluyor:
لِنُرِيَكَ مِنْ اٰيَاتِنَا الْكُبْرٰى
“Bunları sana en büyük âyetlerimizden (bir kısmını) gösterelim diye yaptık.” (Tâ-hâ, 23)
Sırat’tan Sonraki Bekleme
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyururlar:
“(Mirâc’da) Cennet’in kapısında durup içeri baktım. Oraya girenlerin büyük çoğunluğunun yoksullar olduğunu gördüm. Zenginler ise (hesap için) bekletiliyorlardı. Ancak onlardan Cehennem’e gidecek olanların ateşe atılması emredilmişti. Cehennem’in kapısında da durup baktım, oraya girenlerin büyük çoğunluğu da kadınlardı.” (Buhârî, Rikâk, 51; Müslim, Zühd, 93)
{
Abdullah bin Mes’ûd (r.a) şöyle buyurur:
“Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’e (Mîrâc’da) üç şey verildi: Beş vakit namaz, Bakara Sûresi’nin sonu ve ümmetinden şirke düşmeyenlere büyük günahlarının affedildiği haberi…” (Müslim, Îman, 279)
{
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular:
“Mirac’a çıkarıldığımda, bakırdan tırnaklarla yüzlerini ve sadırlarını tırmalayan bir topluluğa rastladım.
«–Ey Cebrâil! Bunlar kimlerdir?» diye sordum.
«–Bunlar, (gıybet ederek) insanların etlerini yiyen ve onların ırzlarını (şeref ve haysiyetlerini) zedeleyen kimselerdir» cevabını verdi.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 35/4878; Ahmed, III, 224)
{
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyururlar:
“İsrâ (Miraç) gecesi, dudakları ateşten makaslarla kesilip doğranan bir takım insanların yanından geçtim.
«–Ey Cibrîl! Onlar kimlerdir?» diye sordum:
«–Onlar ümmetinden bir takım hatiplerdir. Allah’ın kitabını okuyup durdukları halde, insanlara iyiliği emrederken kendilerini unuturlardı. Hâlâ akıllarını başlarına almazlar mı?!»[10] cevabını verdi.” (Ahmed, III, 231, 120, 180, 239; Beyhakî, Şuab, II, 283. Ayrıca bkz. Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 10; Fiten, 17; Müslim, Zühd, 51)
{
İbn-i Abbâs’tan gelen rivâyetle de sâbit olduğu üzere İsrâ ve Miʻrâc, uyanık olarak, rûh ve cesed ile birlikte tahakkuk etmiştir.
وَاِذْ قُلْنَا لَكَ اِنَّ رَبَّكَ اَحَاطَ بِالنَّاسِ وَمَا جَعَلْنَا الرُّءْيَا الَّتٖى اَرَيْنَاكَ اِلَّا فِتْنَةً لِلنَّاسِ وَالشَّجَرَةَ الْمَلْعُونَةَ فِى الْقُرْاٰنِ وَنُخَوِّفُهُمْ فَمَا يَزٖيدُهُمْ اِلَّا طُغْيَانًا كَبٖيرًا
“Hani sana: «Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır» demiştik. Sana gösterdiğimiz o temâşâyı ve Kur’ân’da lânetlenen ağacı, ancak insanları imtihan etmek için meydana getirdik. Biz onları korkuturuz da, bu onlara, büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamaz.” (el-İsrâ, 60)
İbn-i Abbâs (r.a); âyet-i kerimenin “Sana gösterdiğimiz o temâşâyı ancak insanları imtihan etmek için meydana getirdik.”[11] kısmını şöyle tefsir eder:
“Burada kastedilen gözle görmedir. Gece Beyt-i Makdis’e götürüldüklerinde Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e gösterilen şeyler.”
“Kur’ân’da lânetlenen ağaç” ifadesi hakkında da:
“O Zakkûm Ağacı’dır.” demiştir. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 42)
Cumhûr-i ulemanın görüşü budur. Yani İsrâ, uyanık olarak, rûh ve cesed birlikte gerçekleşmiştir ve bir defâ olmuştur.[12] İsrâ ve Miʻrâc aynı gece içinde vuku bulmuştur.[13]
Sâdece rûh ile olsaydı veya rüyâda olsaydı, müşrikler bu kadar îtirâz etmezler ve Efendimiz’den Mescid-i Aksâ’yı târif etmesini istemezlerdi. Zîrâ herkes rüyâ görebilir ve rûhunun bir yerlere gittiğini iddia edebilir.
İsrâ’nın Mescid-i Aksâ’ya olması ve oradan da Mi’râc’ın başlaması, bu mescidin Allah Teâlâ katındaki kıymetini göstermektedir.
{
Şehzâde Cem Sultan Mîrâc’ı şöyle tarif eder:
Gelmez lisân ü kâle vü sığmaz beyâna hiç,
Miraç gecesindeki hâli Muhammed’in!
İki Cihan Serveri’nin Mîrâc’a çıkışı ile semâvâtın yaşadığı şevk ve heyecânı şâir Kemâl Edib Kürkçüoğlu ne güzel ifâde eder:
Şeb-i Mîrâc’da sîmâsını seyretti diye,
Kapanır yerlere gök, secde-i şükrân olarak!
{
Müsteşriklerin yolunu takip eden bazı kimseler, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in mûcizelerden tamamen uzak bir hayat yaşadığını iddiâ ediyorlar. O’nu “Dehâ”, “Kahraman”, “Kumandan” gibi sıfatlarla takdim ederek “nübüvvet”ini unutturmak istiyorlar. Hâlbuki Efendimiz (s.a.v), her şeyden evvel nebî idi ve peygamberlerin en mühim vasfı da mucizeler göstermeleridir. Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’in de sahih ve mütevâtir senedlerle gelen pek çok mûcizesi mevcuttur. Vahiy ve nübüvvet zâten başlı başına bir mucizedir. İsrâ ve Mi’râc da bu mûcizelerden biridir.
İsrâ ve Mi’râc’ın Derin Mânâları
İsrâ ve Mi’râc bize;
– Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’in, iki kıblenin peygamberi
– Doğunun ve batının imamı,
– Kendinden evvelki peygamberlerin vârisi,
– Kendinden sonraki nesillerin önderi olduğunu îlân etmiştir.
– Peygamberler O’nun arkasında namaz kıldılar. Bu da O’nun risâletinin umûmîliğini ve imametinin ebedîliğini ifade eder. Zira İslâmî dâvet Mekke-i Mükerreme’den taştı, Habeşistan’a, Tâif’e, Medîne-i Münevvere’ye ve Kudüs’e yayıldı. Oradan da bütün âlemleri ihâta etti.
– Bu mucize ile yahûdiler, insanlığı idâre mevkiinden azledildiler ve İbrâhimî dâvetin iki merkezi de Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e tevdi edildi. Nitekim İsrâ Sûresi’nin ilk âyetinde İsrâ Hâdisesi’nden bahsedildikten hemen sonra yahûdilerin yaptığı rezillikler ve cürümler anlatılır. Sonra da Kur’ân’ın en doğru ve en sağlam yola hidâyet ettiği beyan edilir.
İsrâ ve Mi’râc mucizesi ile İslâmî dâvette bir devir nihâyete erip yeni bir devir başlamıştır.
[1] Müslim, Îmân, 278; İbn-i Sa’d, I, 214.
[2] Ahmed, III, 128.
[3] Müslim, İman, 259.
[4] Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7; Müslim, İman, 280-282; Ahmed, I, 407.
[5] Müslim, İman, 291-293.
[6] Ahmed, III, 224; Ebû Dâvûd, Edeb, 35/4878.
[7] Müslim, İman, 259.
[8] er-Raʻd, 39.
[9] Ahmed, I, 374.
[10] Bu hadiste, şu âyet-i kerimeye işaret edilmektedir:
“(Ey âlimler!) Siz Kitab’ı okuyup durduğunuz (hakikatleri bildiğiniz) hâlde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Hiç düşünmüyor musunuz?” (el-Bakara, 44)
[11] el-İsrâ, 60.
[12] Taberî, Tefsîr, XV, 13; İbnü’l-Kayyım, Zâdü’l-meâd, I, 99; III, 34, 40.
[13] İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, VII, 197.