14. Hz. Ebû Bekir ve Âilesi

14.1. Hz. Ebû Bekir (r.a)

Hz. Ebû Bekir (r.a) Fil Vakʻası’ndan iki sene altı ay kadar sonra Mekke’de doğmuştur. Nesebi Ebû Bekr Abdullah b. Ebî Kuhâfe Osman b. Âmir b. Amr b. Kaʻb b. Saʻd b. Teym b. Mürre el-Kureşî et-Teymî şeklindedir.[1] Babası, “Ebû Kuhâfe” künyesiyle meşhurdur. Annesi Ümmü’l-Hayr Selmâ binti Sahr’dır. Anne ve babasının mensup olduğu Teym kabilesinin soyu Mürre b. Kâʻb’da Allah Rasûlü’nün nesebiyle birleşir.[2]

Hz. Ebû Bekir (r.a) İslâm’dan önce güzel ahlâklı ve tanınmış bir tüccar idi. İnsanlar ilmi, tecrübesi, ticârî başarısı ve güzel arkadaşlığı sebebiyle çeşitli işleri için ona gelip danışırlar, kendisiyle ülfet ederlerdi.[3] Ticaret kervanlarıyla Suriye ve Yemen’e seyahatler eder, elbise ve kumaş alıp satardı. Peygamber Efendimiz’in yirmi beş yaşlarındayken katıldığı ve Suriye tarafına giden ticaret kervanında onun da bulunduğu rivayet edilir.[4]

Urve b. Zübeyr’in (v. 94/713) teyzesi Hz. Âişe’den naklettiğine göre Müslüman olduğunda Hz. Ebû Bekir’in 40.000 dirhemi vardı. Malını Allah yolunda infak edip müslümanların ihtiyaçlarını karşılamaya başladı. Medine’ye geldiğinde 5.000 dirhemi kalmıştı, orada da aynı şekilde infak etmeye devam etti. İlk olarak Rasûl-i Ekrem’in mescid yapılmasını uygun gördüğü arsayı satın aldı. Vefat ettiğinde ne bir dirhemi ne de bir dinarı kalıştı.[5]

Yetişkin erkeklerden ilk müslümandır. Rasûlullah (s.a.v), İslâm’a davet ettiği herkesin başta mutlaka bir duraksadığını, tereddüt edip düşündüğünü, Hz. Ebû Bekir’in ise hiç beklemeden ve tereddüt etmeden müslüman olduğunu söylemiştir.[6] Bu nebevi övgü, onun için büyük bir şeref ve fazilettir.

Ebû Bekir (r.a) İslâm’a girince hemen işe koyuldu, müslüman olduğunu açıkça ilan etti ve insanları İslâm’a, Allah’a ve Rasûlü’ne davet etmeye başladı. Onunla birlikte Hz. Ali ile Zeyd b. Hârise de müslüman olduklarını açıkladılar ve bu durum Kureyş’e çok ağır geldi.[7] Mekke döneminde İslâm’ın yayılmasında Hz. Ebû Bekir’in büyük tesiri vardır. Çünkü o Kureyş’in ileri gelenlerindendi. Allah Rasûlü’nün Mekkelileri İslâm’a gizlice davet ettiği sıralarda o da kavminden kendisine gelip giden ve münasebette bulunduğu kişilerden güvendiği kimseleri İslâm’a dâvet ederdi.[8] Kureyş’in ileri gelenlerinden birçok kişi onun vesilesiyle müslüman oldu. Bunlar arasında başta aşere-i mübeşşereden Hz. Osman, Talha b. Ubeydullah, Saʻd b. Ebî Vakkâs, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf ve Ebû Ubeyde b. Cerrâh olmak üzere Osman b. Mazʻûn, Abdullah b. Mesʻûd, Ebû Seleme el-Mahzûmî, Hâlid b. Saîd b. Âs, Ubeyde b. Hâris, Habbâb b. Eret, Erkam b. Ebi’l-Erkam, Bilâl-i Habeşî, Suheyb-i Rûmî gibi mühim şahsiyetler bulunmaktadır.[9]

Hz. Ebû Bekir Medine’ye hicret edince de Allah Rasûlü’nden hiç ayrılmadı, herşeyi ile İslâm’ın yayılması için çalıştı. Medine’deki insanlarla görüşmesi, dışardan gelen insanlarla ilgilenmesi ve seferlere çıkması hep bu gaye iledir.[10]

Mekke’nin fethinde İslâm ordusu şehre girdiği zaman doğruca babasının yanına gitti, onu Allah Rasûlü’nün huzuruna getirerek müslüman olmasını sağladı. Böylece sağlığında annesi, babası ve bütün çocukları müslüman olan yegâne sahabi oldu.[11] Bu durum onun, öncelikle âilesinin, sonra da yakından uzağa doğru diğer insanların hidayeti için ne kadar gayret ettiğini göstermektedir.

14.1.1. Evlilikleri

Ebû Bekir (r.a) dört evlilik yapmış ve bunlardan altı çocuğu dünyaya gelmiştir. İlk evliliğini Kuteyle binti Abdüluzzâ adlı bir hanımla yapmıştır. Bu evlilikten oğlu Abdullah ile kızı Esmâ doğdu. Ebû Bekir bu hanımını Cahiliye devrinde boşadı.[12] Bu kadının müslüman olup olmadığı ihtilaflıdır.[13] Medine devrinde yanına keler, çökelek ve yağdan oluşan hediyeler alarak kızı Esmâ’yı ziyarete geldiğinde hâlâ müşrik olduğu ifade edilir. Esmâ (r.a), bu sebeple onun hediyelerini kabul etmek ve evine girmesine izin vermek istemedi. Hz. Âişe, bu durumu Rasûl-i Ekrem’e soruverdi. Bunun üzerine Allah teâlâ: “Allah, din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlarla iyi ilişkiler içinde olmanızı ve onlara adaletli davranmanızı yasaklamaz. Allah adaletli olanları elbette sever”[14] âyetini indirdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) Esmâ’ya annesinin hediyelerini kabul etmesini ve evine girmesine izin vermesini söyledi.[15]

Esmâ hâdiseyi şöyle anlatır: İslâm’ı kabul etmemiş olan annem, Rasûlullah zamanında yanıma gelmişti. Peygamberimiz’in görüşünü almak için:

“–Annem beni özleyip gelmiş, ona ikramda bulunabilir miyim?” diye sordum.

Rasûlullah (s.a.v):

“–Evet, annene iyi davran!” buyurdu.[16]

Hz. Ebû Bekir yine Cahiliye devrinde Ümmü Rûmân ile evlenmiştir.[17] Ümmü Rûmân’dan Abdurrahman ile Hz. Âişe dünyaya geldiler. Ümmü Rûmân güzel bir müslüman ve sâliha bir kadındı, ilk Müslümanlardandı, Rasûlullah (s.a.v)’e beyʻat etmiş ve âilesiyle birlikte Medîne’ye hicret etmişti. Hicrî 6. sene Zilhicce ayında Medîne’de vefat etti. Rasûlullah (s.a.v) defin sırasında kabrine inerek dua ettikten sonra, “Allahım! Ümmü Rûmân’ın senin ve peygamberinin uğrunda neler çektiğini en iyi sen bilirsin” dedi,[18] sahâbîlere cenazesini göstererek “Cennet hûrilerinden bir kadına bakmak isteyen Ümmü Rûmân’a baksın” buyurdu.[19]

Ümmü Rûmân vefat edince Ebû Bekir (r.a) Medine’de Esmâ binti Umeys ile evlendi ve bu hanımından Muhammed ismini verdiği bir oğlu doğdu.

Hicretten sonra Rasûlullah (s.a.v) “muâhât”ta Hz. Ebû Bekir’i Hârice b. Zeyd ile kardeş yapmıştı. Ebû Bekir (r.a) bir müddet Hârice’ye misafir oldu. Daha sonra onun kızı Habîbe ile evlendi. Vefatından birkaç ay sonra bu hanımından Ümmü Külsûm adlı kızı dünyaya geldi.[20]

14.1.2. İyilik ve İhsanları

Ebû Bekir (r.a), müslüman olup da işkencelere mâruz kalan köleleri büyük meblağlar ödeyerek satın alır ve hürriyetlerine kavuştururdu. Servetini bu şekilde harcamasından memnun kalmayan babası Ebû Kuhâfe ona:

“–Oğlum, sen hep zayıf ve güçsüz köleleri satın alıp âzâd ediyorsun. Madem köle âzâd edeceksin şöyle güçlü kuvvetli köleler satın al da önünde durup başına gelebilecek tehlike ve kötülüklere karşı seni korusunlar!” dedi. Ebû Bekir (r.a):

“–Babacığım, benim böyle davranmakta yegâne maksadım Allah’ın rızâsıdır. Ben onları âzâd etmekle ancak Allah katındaki mükâfâtı istiyorum” dedi.

Hz. Ebû Bekir’in bu ve benzeri cömertliklerini medhetmek üzere şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

“Malını Allah yolunda harcayıp takvâya sarılan ve o en güzel olan şeyi (kelime-i tevhidi, Allah’ın sözünü) tasdik eden kimseyi Biz de en kolay yola muvaffak kılarız.”[21]

14.1.3. İlk Hicreti

İslâm, insanlar arasında hızla yayılıyor, bunu endişeyle izleyen Mekkeli müşrikler ise ne yapacaklarını bilemiyor, çılgına dönüyorlardı. Müslümanlara revâ gördükleri zulüm, işkence, baskı ve eziyetleri günden güne artırıyorlardı. Mekke’de hayat tahammül edilemez bir hâl almıştı. Bunun üzerine diğer müslümanlar gibi Hz. Ebû Bekir de hicret etmek üzere Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den izin istedi ve kendisine izin verilince de Habeşistan’a doğru yola çıktı.

Bir-iki gün yol gittikten sonra Kâre kabîlesinin reisi İbn Değine ile karşılaştı. İbn Değine vaziyeti öğrenince:

“−Ey Ebû Bekir! Senin gibi bir zât ne yurdundan çıkar ne de çıkarılır. Vallahi sen kavminin ve kabîlenin zînetisin! İyilik yapar, akrabâlarını koruyup gözetirsin. İşini görmekten âciz olanların yükünü taşırsın! Geri dön, sen benim himâyemdesin” dedi.

Hz. Ebû Bekir (r.a) de İbn Değine ile birlikte Mekke’ye geri döndü. Mekke’ye girdiklerinde İbn Değine himâyesini bütün Kureyşlilere îlân etti. Kureyşliler de buna karşılık ona bazı şartlar ileri sürdüler:

“−Ebû Bekir’e söyle Rabbine ibâdetini evinde yapsın, orada istediği kadar namaz kılsın, Kur’ân okusun fakat evinden başka yerde açıktan namaz kılıp Kur’ân okuyarak bizi rahatsız etmesin(!), çünkü biz onun rakik ve duygulu sesiyle kadın ve çocuklarımızı yeni dîne meylettirmesinden endişeleniyoruz” dediler.

İbn Değine müşriklerin bu isteklerini Hz. Ebû Bekir’e söyledi, o da muvâfakat etti. Evinin önünde bir namazgâh yaptı, orada namaz kılıp Kur’ân okumaya başladı. Ebû Bekir (r.a) rikkat-i kalbiyye sâhibi, yufka yürekli bir zât olduğu için Kur’ân-ı Kerîm’i okurken hüzünlenir, gözyaşlarına mânî olamazdı. O Kur’ân-ı Kerîm okurken müşriklerin çocukları ve kadınları başına toplanıp hayran hayran dinlemeye başladılar. Bu hâl müşrikleri korkuttu. Bunun üzerine İbn Değine’ye mürâcaat ederek Hz. Ebû Bekir’e mânî olmasını veya üzerindeki himâyesini kaldırmasını istediler. O da:

“–Ey Ebû Bekir! Ya evinde oturup sesini çıkarma ya da benim himâyemden çıktığını îlân et” dedi. Bunun üzerine Ebû Bekir Sıddîk (r.a), Allah’a tevekkül ve teslîmiyetini gösteren şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Himâyeni sana iâde ediyorum, bana Allah’ın himâyesi kâfîdir.”[22]

Ebû Bekir (r.a) dînini rahat yaşayabilmek için her şeyini terk ederek hicret etmek istedi lâkin Cenâb-ı Hak onun Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’le beraber olmasını murâd eyledi ve yoldan geri çevirdi.

14.1.4. Medîne-i Münevvere

Allah Rasûlü (s.a.v) Medine’ye hicret ettiği zaman hanımını ve kızlarını Mekke’de bırakmıştı. Daha sonra Zeyd b. Hârise ile Ebû Râfiʻi iki deve ve ihtiyaç duyacakları şeyleri almak üzere 500 dirhem parayla Mekke’ye gönderdi. Hz. Ebû Bekir de kılavuzları Abdullah b. Uraykıt’ı iki veya üç deve ile onlarla birlikte gönderdi. Oğlu Abdullah’a da annesi Ümmü Rûmân’ı ve kızkardeşleri Hz. Âişe ile Esmâ’yı develere bindirerek getirmesi için haber yolladı. Ebû Râfî Hz. Fâtıma’yı, Ümmü Külsûm’u ve Sevde binti Zemʻa’yı, Zeyd de Ümmü Eymen’i ve oğlu Üsâme’yi develere bindirdiler. Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdullah da annesini ve kardeşlerini alarak hep birlikte yola çıktılar ve Medine’ye hicret ettiler.[23]

Hz. Ebû Bekir Medine’ye hicret edince bir müddet Hârice b. Zeyd’in evinde misafir kaldı. Allah Rasûlü (s.a.v) muâhâtta onları kardeş yaptı. Hârice servetini onunla paylaşmayı teklif etti ancak o elinde kalan 5000 dirhem ile ticaret yapmaya başladı.[24] Bir müddet sonra da Hârice’ye damat oldu.

Hz. Âişe (r.a) anlatıyor:

“Rasûlullah (s.a.v) Medine’ye geldiği vakit Ebû Bekir ile Bilâl (r.a) hummâ hastalığına yakalandılar. Ben yanlarına gittim:

«–Babacığım, kendini nasıl hissediyorsun? Bilâl sen nasılsın?» diye sordum. Ebû Bekir (r.a) hastalığı şiddetlenince şu beyti okurdu:

Her insana âilesi içinde “sabahın hayırlı olsun” denir.

Hâlbuki ölüm ona ayakkabısının bağından daha yakındır.

Hz. Bilal de hummâsı biraz hafifleyince ağlamaklı sesini yükselterek (Mekke’ye hasretini ifade eden şu beyitleri terennüm ederdi):

Bilmem ki! Mekke vadisinde, etrafımı izhir ve celil otları sarmış vaziyette bir gece daha geçirebilecek miyim?

Mecenne suyuna ulaşacağım bir gün daha gelecek mi?

(Mekke’nin) Şâme ve Tafîl dağları bana bir kere daha görünecek mi?

Sonra Bilal (r.a) şöyle beddua etti:

«Allah’ım, bizi yurdumuzdan çıkarıp bu vebâlı diyara süren Şeybe b. Rebîa, Utbe b. Rebîa ve Ümeyye b. Halef’e lânet et!»

Ben gidip vaziyeti Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e haber verdim. Şöyle dua buyurdular:

«Allah’ım bize Medine’yi sevdir, tıpkı Mekke’yi sevdiğimiz gibi, hatta daha fazla. Onun havasını sıhhatli kıl, onun sâʻını, müddünü hakkımızda bereketli eyle! Onun hummâsını Cuhfe’ye[25] naklet!».”[26]

֎

Bir defasında daHz. Âişe (r.a) humma hastalığına yakalanmıştı. Bu sefer de babası Hz. Ebû Bekir (r.a) onu ziyâret etti ve:

“–Kızım, nasılsın?” diye hatırını sorduktan sonra yanağından öptü.[27]

Zira Hz. Ebû Bekir (r.a), “Mü’minlerin annesi” diye hitab ettiği kızını çok sever, zaman zaman ziyaret eder ve hediyeler gönderirdi.

֎

Hz. Âişe (r.a), Zübeyr’in oğlu Urve’ye:

“‒Ey kız kardeşimin oğlu! Baban Zübeyr ile deden Hz. Ebû Bekir, şu âyet­te bildirilen bahtiyar mü’minlerdendir” demiş ve bu âyeti okumuştur:

“Kendilerine yara isabet ettikten sonra yine Allah’ın ve Rasûlü’nün dâvetine icâbet edenler, bilhassa da içlerinden ihsân ve takvâ sâhipleri için pek büyük mükâfât vardır.”[28]

Sonra da şöyle devam etmiştir:

“Uhud günü Rasûlullah (s.a.v) sıkıntılar çekip yaralandığı ve müşrikler de geri dönüp gittikleri vakit Allah Rasûlü (s.a.v) onların tekrar Medine üzerine dönmelerinden endîşe ettiler. Ashâb-ı kirâma “onların peşinden kim gider!” buyurdular. Hemen sahâbeden yetmiş kişi bu dâvete icâbet etti ki içlerinde Hz. Ebû Bekir (r.a) ile Zübeyr (r.a) de vardı.”[29]

֎

Hz. Ebû Bekir şöyle buyurur:

“Ramazan’da (Teravih) namazından ayrılıp, hizmetçilerden ale’l-acele sahur yemeği getirmelerini isterdik, çünkü fecrin doğmasından korkardık.”[30]

֎

Ebû Bekir (r.a), akrabalarından Mıstah isimli bir fakire devamlı yardımda bulunurdu. Hz. Âişe vâlidemize ağır iftiraların atıldığı İfk Hâdisesi’nde onun da müfterîlerin arasında yer aldığını görünce, bir daha ona infakta bulunmayacağına dâir yemin etti. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak şu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu:

“İçinizden fazîletli ve servet sâhibi kimseler, akrabâya, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere (mallarından) vermeyeceklerine dâir yemin etmesinler; affetsinler, bağışlayıp geçsinler. Allah’ın sizi affetmesini istemez misiniz? Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.”[31]

Bunun üzerine Ebû Bekir (r.a):

“Evet, vallahi Allah’ın beni affetmesini çok isterim!” diyerek Mıstah’a yine önceki gibi infak etmeye devam etti ve: “Vallahi ona yaptığım yardımı bir daha aslâ kesmem!” dedi.[32]

֎

Hz. Ebû Bekir (r.a) bir gün Peygamber Efendimiz’in huzuruna girmek için izin istediği sırada kızı Âişe’nin Efendimiz’e karşı yüksek sesle konuştuğunu duydu. İçeri girince kızını tokatlamaya kalkışarak:

“−Allah Rasûlü’ne karşı nasıl sesini yükseltirsin” dedi.

Rasûlullah (s.a.v), Hz. Ebû Bekir’e mâni oldu. O öfkeyle dışarı çıkınca Efendimiz (s.a.v) Hz. Âişe’ye:

“–Gördün mü seni babanın elinden nasıl kurtardım!” buyurdu.

Hz. Ebû Bekir birkaç gün sonra tekrar Allah Rasûlü’nün huzuruna çıkmak için izin istedi. İçeri girdiğinde Rasûlullah (s.a.v) ile kızının barıştıklarını görünce:

“−Beni savaşınıza karıştırdığınız gibi barışınıza da dâhil edin!” dedi.

Rasûlullah (s.a.v) de:

“–Kabul ettik, seni aramıza kattık” buyurdu.[33]

֎

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle anlatıyor:

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) hiç âdeti olmayan ve kimsenin kendisini dışarıda görmediği bir vakitte evinden çıkmıştı. Hz. Ebû Bekir (r.a) hemen yanına geldi. Efendimiz (s.a.v):

“−Bu saatte buraya gelmenin sebebi nedir ey Ebû Bekir!” diye sordu, o da:

“−Rasûlullah (s.a.v)’i görür, mübârek yüzüne bakar ve kendisine selâm veririm ümidiyle çıkmıştım” dedi.

Fazla vakit geçmeden Hz. Ömer (r.a) çıkageldi. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) ona da:

“−Bu saatte buraya gelmenin sebebi nedir ey Ömer!” buyurdu. O da:

“−Açlık ey Allah’ın Rasûlü!” dedi. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):

“−Ben de biraz açlık hissediyorum” buyurdu.

Birlikte Ebü’l-Heysem et-Teyyihân el-Ensârî’nin evine gittiler. Ebü’l-Heysem (r.a), hurması ve koyunları bol olan bir kişi idi, hizmetçisi yoktu. Evde kendisini bulamadılar ve hanımına:

“−Efendin nerede?” dediler. Hanım:

“−Bize tatlı su getirmeye gitmişti” dedi.

Biraz beklediler, Ebü’l-Heysem (r.a) sırtındaki su kırbasıyla çıkageldi. Hemen kırbasını yere koydu, bir taraftan Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e sarılıyor, bir taraftan da «Annem babam size fedâ olsun yâ Rasûlullah!» diyordu. Sonra onları bahçesine götürdü ve altlarına bir yaygı serdi. Hurma ağaçlarından birinin yanına varıp bir dal kopardı ve aziz misafirlerinin önüne koydu. Allah Rasûlü (s.a.v):

“−Sadece olgunlarından getirseydin yeterliydi” buyurdu. Ebü’l-Heysem (r.a):

“−Ey Allah’ın Rasûlü, yaş, kuru hangisinden arzu ederseniz seçip yiyebilmeniz için böyle yaptım” dedi.

Hurmalardan yediler, tatlı sudan içtiler. Rasûlullah (s.a.v):

“−Canımı kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki bunlar kıyamet günü size sorulacak olan nimetlerdendir: Serin gölge, tâze ve güzel hurma ve soğuk su…”

Ebü’l-Heysem (r.a) muhterem misâfirlerine yemek hazırlamak için kalktı. Rasûlullah (s.a.v):

“−Sakın hâ sütlü bir hayvan kesme!” buyurdu.

Ebü’l-Heysem (r.a) bir oğlak kesti, hazırlayıp getirdi ve hep birlikte yediler…[34]

֎

Hz. Ömer (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) bize tasaddukta bulunmamızı emretmişti. O günlerde malım da vardı. Kendi kendime «Ebû Bekir’i geçersem ancak bugün geçebilirim» dedim ve malımın yarısını getirdim. Allah Rasûlü (s.a.v):

«–Ehline ne bıraktın?» buyurdu.

«–Şu getirdiğim kadar da onlara bıraktım» dedim.

Hz. Ebû Bekir de elinde bulunan malın tamamını alıp getirdi. Rasûlullah (s.a.v):

«–Ebû Bekir, çoluk çocuğuna ne bıraktın?» buyurdu.

«–Onlara Allah ve Rasûlü’nü bıraktım» cevâbını verdi.

Onun bu muhteşem cevabını işitince kendi kendime «Vallahi onu hiçbir hususta kesinlikle geçemem!» dedim.”[35]

֎

Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şöyle anlatır: “Nebî (s.a.v) (son hastalığında) hutbeye çıkıp:

«‒Allah teâlâ bir kulunu dünya ile kendi katında olan (âhiret nimetleri) arasında muhayyer bıraktı, o da Allah katında olanları tercih etti» buyurdular.

(Bu söz üzerine) Hz. Ebû Bekir ağlamaya başladı. Ben kendi kendime «Allah teâlâ’nın, bir kulu dünya ile kendi katında olan (âhiret nimetleri) arasında muhayyer bırakmasında, onun da Allah katında olanları seçmesinde ne var ki bu güngörmüş yaşlıyı böyle ağlatıyor?» diye düşündüm. Meğer muhayyer bırakılan o kul Rasûlullah Efendimiz’in kendisi imiş! Meğer Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a) hepimizden daha bilgili imiş!

Rasûlullah (s.a.v) Hz. Ebû Bekir’in ağladığını görünce şöyle buyurdu:

«‒Ey Ebû Bekir ağlama! Sohbet (yani arkadaşlık) hususunda da mâlını bezletme hususunda da insanların bana en fazla ihsanda bulunanı Ebû Bekir’dir. Ümmetimden birini kendime halîl (dost) edineydim Ebû Bekir’i edinirdim. Lâkin onunla aramızda İslâm yüzünden (hâsıl) olan kardeşlik ve sevgi vardır. Mescid’de Ebû Bekir’in kapısından başka kapatılmadık hiçbir kapı kalmasın!».”[36]

Diğer rivayetlerde de şöyle buyurmuşlardır:

لَوْ كُنْتُ مُتَّخِذًا خَلِيلًا لَاتَّخَذْتُ أَبَا بَكْرٍ خَلِيلًا وَلَكِنَّهُ أَخِي وَصَاحِبِي، وَقَدِ اتَّخَذَ اللهُ عز وجل صَاحِبَكُمْ خَلِيلًا

“Eğer bir dost (halîl) edinecek olsaydım Ebû Bekir’i dost edinirdim, ancak o kardeşim ve arkadaşımdır. Muhakkak ki Allah azze ve celle bu arkadaşınızı halîl edinmiştir.”[37]

لَوْ كُنْتُ مُتَّخِذًا مِنْ أَهْلِ الْأَرْضِ خَلِيلًا لَاتَّخَذْتُ ابْنَ أَبِي قُحَافَةَ خَلِيلًا، وَلَكِنْ صَاحِبُكُمْ خَلِيلُ اللهِ

 “Eğer yeryüzü ehlinden bir dost (halîl) edinecek olsaydım Ebû Kuhâfe’nin oğlunu dost edinirdim. Ancak bu arkadaşınız Allah’ın dostudur.”[38]

Efendimiz’in mescidi, Mü’minlerin Annelerinden her birine tahsis edilen hüc­reler ve büyük muhacirlerin evleri ile çevrili idi. Bunların her birinden Mescid’e açılan küçük bir kapı vardı. İşte Hz. Ebû Bekir’in kapısından başka kapatılması emredilen kapılar, bu hususî küçük kapılar idi. Sahabiler bu istisnâyı onun halîfe olması gerektiğini gösteren işaretlerden biri olarak değerlendirmişlerdir. Zira Allah Rasûlü (s.a.v) odasının kapısından çıktığında hemen Mescid’e girmiş oluyordu. Kendisinden sonra halîfe olacak Hz. Ebû Bekir’in de aynı şekilde yapması için kapısını açık bıraktırmıştı.

֎

Esved b. Yezîd en-Nehaî şöyle anlatır:

Biz bir günHz. Âişe’nin yanında idik. Namaza devamlı olmak ve ona tazim etmekten bahsettik. Âişe (r.a) şöyle buyurdu:

“Rasûlullah (s.a.v), vefatıyla neticelenen hastalığa tutulduğu zaman bir defasında namaz vakti gelmiş ezan da okunmuştu. Efendimiz (s.a.v):

«–Ebû Bekir’e söyleyin de insanlara namaz kıldırsın!» buyurdu. Kendisine:

«–(Yâ Rasûlallah!) Ebû Bekir pek yufka yüreklidir. Senin makamında durup da insanlara namaz kıldıramaz!» denildi.

Allah Rasûlü (s.a.v) önceki emrini tekrar etti. Yine kendisine böyle söylendi. Üçüncü defa yine o emri tekrarlayıp:

«–Şüphesiz ki siz Yûsuf (a.s)’ın günündeki kadınlar gibisiniz! Ebû Bekir’e söyleyin, insanlara namazı o kıldırsın» buyurdu.

Bunun üzerine Ebû Bekir (r.a) namazı kıldırdı.

(Bu namazlardan birinde) Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) üzerinde bir hafiflik hissedip iki kişiye dayanarak namaza çıktı. Tâkatsizlik sebebiyle yürürken mübarek ayaklarını yerde sürüdüğü hâlâ gözümün önündedir. Ebû Bekir geriye çekilmek istedi. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

«–Yerinde dur!» diye işaret buyurdu. Sonra ileri götürüle götürüle Ebû Bekir’in tâ yanına oturtuldu.”

Râvî Aʻmeş’e:

“–Nasıl yani, namazı Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) kıldırıyordu da Ebû Bekir onun namazına, cemaat de Ebû Bekir’in namazına tâbî olarak mı namaz kılıyordu?” diye sordular. Aʻmeş başı ile “evet” dedi.

Bir rivayette de:

“(Rasûlullah -s.a.v-) Ebû Bekir’in soluna oturdu. Ebû Bekir de ayakta namaz kılıyordu” denilmiştir.[39]

Hz. Ebû Bekir’in o günlerde kaç vakit imamlık yaptığı konusunda ihtilaf edilmiştir. Muhtelif rivayetlere göre 8, 9 veya 12 gün imamlık yaptığı hesaplanmıştır.[40] Bu ihtilafın, kişilerin rivayetlere vukufiyetindeki farklılık sebebiyle ortaya çıktığı anlaşılmaktadır.

14.1.5. Hilâfet Yılları

Hz. Ebû Bekir (r.a), halîfe seçildikten sonra eski mesleği olan ticarete devam etmek istedi ve koluna attığı elbiselerle çarşının yolunu tuttu. Yolda rastladığı Hz. Ömer (r.a) ona, müslümanların işlerini üzerine aldığını, ticarete devam ettiğinde işlerin aksayacağını hatırlattı. Hz. Ebû Bekir (r.a):

“–Peki, âilemi ne ile geçindireceğim?” diye sordu.

Hz. Ömer (r.a) onu Beytülmâl emîni Ebû Ubeyde’ye götürdü ve ashâbın ileri gelenleriyle de istişâre ederek kendisine maaş bağlanmasını temin etti. Ebû Ubeyde (r.a), halifeye orta halli bir muhâcirin gıdası miktârınca yiyecek ile yazlık ve kışlık iki elbise tahsis etti. Eskittiği elbiseyi getirip yenisini götürmesini söyledi.[41]

Müslümanların en büyük halifesinin dünya ile alâkası işte bu kadardı…

֎

Hz. Ebû Bekir (r.a), hilâfete geçince, önceki hayatına nazaran daha mütevâzi bir hâle bürünmüştü. Halîfe olmadan önce çevresindeki yetim kızların koyunlarını sağıverir, ihtiyaçlarını karşılardı. Ebû Bekir (r.a) halife olduktan sonra komşuları, onun artık koyunlarını sağmayacağını konuşmaya başlamışlardı. Ancak değişen bir şey olmadı. Ebû Bekir (r.a) yine geldi ve yetimlerin koyunlarını sağmaya devam etti.[42]

Hz. Ebû Bekir (r.a) Allah teâlâ’yı kalbi kırıkların yanında aradığında daha kolay bulacağını idrak etmişti. Bu sebeple dul, yetim ve kimsesizlerin hâlini sorar, ihtiyaçlarını giderirdi.

֎

Esmâ binti Ebî Bekir (r.a) şöyle anlatır:

Babamı bir elbise içinde namaz kılarken gördüm:

“–Babacığım! Diğer elbisen askıda dururken sen bir tek elbiseyle mi namaz kılıyorsun?” dedim. Şu cevâbı verdi:

“–Yavrucuğum! Rasûlullah (s.a.v) benim arkamda kıldığı son namazını tek bir elbise içinde kılmıştı.”[43]

֎

Ebû Be­kir Sıd­dîk’ın bir kö­le­si var­dı. Bu kö­le ka­zan­cı­nın bel­li bir kıs­mı­nı ona ve­rir, o da bun­dan yer­di. Yi­ne bir gün kö­le ka­zan­dı­ğı bir şeyi ge­tir­di. Ebû Be­kir (r.a) da ondan bir lokma aldı. Bu­nun üze­ri­ne kö­le:

“–Her akşam bana kazancımın mâhiyetini sorardın, bu akşam sormadın?” dedi. Ebû Be­kir (r.a):

“–Çok açtım, sormayı unuttum, peki söy­le ba­ka­lım nasıl kazandın?” di­ye­rek açık­la­ma­sı­nı is­te­di. Kö­le:

“–Fal­cı­lık­tan an­la­ma­dı­ğım hâl­de câ­hi­li­ye dev­rin­de fal­cı­lık ya­pa­rak bir ada­mı al­dat­mış­tım. Bu­gün onun­la kar­şı­laş­tık. Adam o yap­tı­ğım işe kar­şı­lık si­ze ik­ram et­ti­ğim bu yi­ye­ce­ği ver­di” de­yin­ce Hz. Ebû Be­kir (r.a), par­ma­ğı­nı bo­ğa­zı­na gö­tü­re­rek (tüm ezi­ye­ti­ne rağ­men) ye­dik­le­ri­nin hep­si­ni çı­kar­dı. Köleye dönerek:

“–Yazıklar olsun sana! Az kaldı beni helâk ediyordun” dedi.

Kendisine:

“–Bir lok­ma için bu ka­dar ezi­ye­te de­ğer miy­di?” diyenlere Hz. Sıd­dîk (r.a):

“–Ca­nımın çı­ka­ca­ğı­nı bil­sem bi­le, yi­ne de o lok­ma­yı çı­ka­rır­dım. Çünkü Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den duydum: «Haramla beslenen vücuda Cehennem daha lâyıktır» buyurdular” ce­vâ­bı­nı ver­di.[44]

Şu âyet-i kerimede bu ve benzeri hassâsiyetler methedilmektedir:

“Kim de Rabbinin makamında durup hesap vermekten korkar da nefsini hevâ ve heveslerden alıkoyarsa, şüphesiz onun varacağı yer Cennet’tir.”[45]

֎

Hz. Ebû Bekir (r.a) evliliğe teşvik ederek şöyle derdi:

“Siz Allah teâlâ’nın emrine itaat ederek nikâhlanınız ki Allah teâlâ da size vaad buyurduğu zenginliği lûtfeylesin! O şöyle buyurmuştur: «…Eğer bunlar fakir iseler Allah kendi lûtfu ile onları zenginleştirir».”[46]

֎

Bir kimse kendisini methedince Ebû Bekir (r.a) Allah’a şöyle niyâz ederdi:

“Yâ Rabbi, Sen beni benden daha iyi bilirsin. Ben de kendimi onlardan daha iyi bilirim. Yâ Rabbi, beni onların zannettiğinden daha hayırlı eyle! Onların bilmediği hatalarımı mağfiret eyle, söyledikleri şu sözler sebebiyle de beni hesaba çekme!”[47]

֎

Hz. Ebû Bekir (r.a) şöyle duâ ederdi:

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْ خَيْرَ عُمْرِي آخِرَهُ وَخَيْرَ عَمَلِي خَوَاتِمَهُ وَخَيْرَ أَيَّامِي يَوْمَ لِقَائِكَ

“Allah’ım! Ömrümün en hayırlı devresi sonu, amellerimin en hayırlı kısmı netîceleri, günlerimin en hayırlısı da Sana kavuştuğum gün olsun!”[48]

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ الَّذِي هُوَ خَيْرٌ لِي فِي عَاقِبَةِ الْأَمْرِ، اَللّٰهُمَّ اجْعَلْ آخِرَ مَا تُعْطِينِي مِنَ الْخَيْرِ رِضْوَانَكَ وَالدَّرَجَاتِ الْعُلَا مِنْ جَنَّاتِ النَّعِيمِ

“Yâ Rabbi! Senden âkıbeti benim için hayır olacak şeyi istiyorum. İlâhî, bana hayırdan lütfettiğin en son şey rızâ-yı şerîfin ve Naîm Cennetleri’ndeki yüksek dereceler olsun!”[49]

֎

Ebû Bekir (r.a) ölüm döşeğindeyken kızı Hz. Âişe vâlidemiz babasını medhetmek için Ebû Tâlib’in şu beytini misal getirdi:

وَأَبْيَضَ يُسْتَسْقَى الْغَمَامُ بِوَجْهِهِ  رَبِيعُ الْيَتَامَى عِصْمَةٌ لِلْأَرَامِلِ

“O öyle bir efendidir ki bembeyazdır, yüzü suyu hürmetine Allah’tan yağmur istenir ve bulutlardan yağmur boşanır. Yetimlerin doyurucusu, dulların koruyucusudur.”

Her şeyin en güzelini Allah Rasûlü’ne lâyık gören Hz. Ebû Bekir (r.a) şöyle dedi:

“–O dediğin vallahi Rasûlullah (s.a.v)’dir.[50]

֎

Hz. Âişe vâlidemiz babasının vefât ânında, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e duyduğu vuslat heyecanını şöyle ifâde eder:

“Vefât ettiği hastalığı esnâsında Babam Ebû Bekir’in yanına gir­dim. Bana:

«−Peygamber Efendimiz’i kaç parça bez ile kefenlediniz?» de sordu.

«−Gömlek ile başlık olmaksızın, Yemen’in Sühûl beldesinde dokunmuş üç parça beyaz pamuk bez (sühûliye) ile kefenledik» dedim.

«−Nebî (s.a.v) hangi gün vefat etmişti?»

«−Pazartesi!»

«−Bugün günlerden ne?»

«−Pazartesi»

«−Benim vefatımın da şu an ile gece arasında vâkî olma­sını ümîd ediyorum!» dedi. (Akabinde:)

[«–Eğer bu gece ölürsem beni yarına bekletmeyiniz! Zîrâ benim için gün ve gecelerin en sevimlisi Rasûlullah (s.a.v)’e en yakın olanıdır!» dedi.[51]]

Sonra Hz. Ebû Bekir (r.a), hastayken giymiş olduğu üzerindeki elbiseye baktı, elbisede biraz zâferân lekesi vardı:

«−Bu elbisemi yıkayın, iki bez daha ilâve edin ve beni bunlarla kefenleyin!» dedi. Ben:

«−Babacığım, bu elbise eski!» dedim. Hz. Ebû Bekir (r.a):

«−Diri olan kişi, yeni elbise giymeye ölüden daha çok hak sahibidir. Ölünün giydiği kefen ise kan ve irinle kirlenecektir» de­di.

Hz. Ebû Bekir (r.a), salı akşamına kadar vefat etmedi. (Tahmin ettiği gibi) Salı akşamı vefât etti ve sabah olmadan defnedildi.”[52]

֎

İbn Ömer Hazretleri’ne göre Hz. Ebû Bekir’in vefâtına sebep olan şey, onun Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in vefâtından duyduğu derin üzüntüdür. Hakîkaten o, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in vefâtına o kadar üzülmüştü ki, mübârek vücudu eriye eriye iyice zayıfladı ve nihâyet vefât etti.[53]

14.2. Abdurrahman b. Ebû Bekir (r.a)

Hz. Ebû Bekir’in en büyük oğlu Abdurrahman, Bedir ve Uhud savaşlarında düşman saflarında yer almış, babası kendisiyle savaşmak istemiş ancak Rasûlullah (s.a.v) buna mâni olmuştu. Abdurrahman, Hudeybiye Sulhü’nden sonra mütareke günlerinde müslüman oldu ve Fetih’ten evvel bir grup Kureyşli genç ile birlikte hicret etti. Şecaatiyle meşhur oldu ve müslümanlara çok faydalı olan takdire şâyan işler yaptı. Yemâme’nin fethinde bulundu, Müseylime’nin yakın arkadaşı Muhakkem b. Tufeyl’i bir sûrun gediğinde öldürerek müslümanların oradan kaleye girmesine ve Müseylime’ye ulaşmasına imkân hazırladı. Şam’ın fethinde bulundu. Müslümanların büyüklerinden ve efendilerinden idi. Hiç yalan söylediği duyulmadı. Yezid’e beyʻat etmemişti. Muaviye beyʻati kabul etmesi için ona yüz bin dirhem para gönderdi. Abdurrahman bu parayı reddetti, “Dünya karşılığında dinimi mi satacağım” dedi, Mekke’ye gitti ve vefat edinceye kadar orada kaldı.[54]

֎

Abdurrahman, müslüman olduktan sonra bir gün babasına:

“–Bedir savaşında bana iyice yaklaşmıştın (seni kolayca öldürebileceğim bir fırsat yakalamıştım), fakat senden uzaklaşıp gittim, seni öldürmedim” dedi. Ebû Bekir (r.a) ona:

“–Şayet orada sen bana yaklaşsaydın ben senden uzaklaşıp gitmezdim” dedi.[55]

Bu hâdise Hz. Ebû Bekir’in karakter ve seciyesini göstermektedir. O, kalbindeki imanın büyüklüğü sebebiyle Allah yolunda kınayanın kınamasına aldırmamış, gözü Allah ve Rasûlü’nden başka hiçbir şeyi görmemiştir.

Bazı müfessirlere göre “Allah’a ve âhiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah’a ve Rasûlü’ne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin…”[56] âyetinin “oğulları” kısmına Hz. Ebû Bekir de dâhildir.”[57]

֎

Abdurrahman (r.a) yaşadığı güzel ve ibretlerle dolu hâtırayı şöyle anlatır:

Suffe Ashâbı fakir kimselerdi. Bir keresinde Nebî (s.a.v) şöyle buyurdular:

“–İki kişilik yemeği olan (suffe ashâbından) bir üçüncüsünü; dört kişilik yemeği olan da beşincisini ve hatta altıncısını evine götürsün!”

Yahut buna benzer bir tavsiyede bulundular.

Babam Ebû Bekir (r.a), onlardan üç kişiyi evine getirdi. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) de on kişiyi alıp götürdüler. Babam bana:

“–Ben Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in yanına gideceğim. Gelinceye kadar misafirlerin hizmetinde bulun, yemeklerini yedirmiş ol!” diye tembihte bulundu.

Misafirlere yemek getirip “buyurunuz” dedim. Onlar:

“–Bu evin sâhibi nerede?” dediler.

“–Siz buyurun, yiyin!” dedim. Onlar:

“–Evin sâhibi gelinceye kadar biz yemeyeceğiz” dediler.

“–Yemeğinizi lutfen yiyiniz. Eğer babam geldiğinde siz yemek yememiş olursanız, bana kızar” diye ısrar ettimse de misafirleri yemeye ikna edemedim.

Babam Ebû Bekir (r.a), akşam yemeğini Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in evinde yedi. Yatsı namazı kılınıncaya kadar orada kaldı. Gecenin hayli ilerlemiş bir vaktinde eve döndü. Bana fenâ halde çıkışacağını bildiğim için o gelince hemen bir yere gizlendim.

“–Misafirlere ne yaptınız?” diye sordu. Durumu haber verdiler. Bunun üzerine:

“–Abdurrahmân!” diye bana seslendi. Cevap vermedim. Sonra yine:

“–Abdurrahmân!” diye bağırdı. Ben yine ses vermedim. Bu defa:

“–Be hey anlayışsız herif! Sesimi duyuyorsan Allah aşkına çık ortaya!” dedi. Ben de yanına gelip:

“–Benim kusurum yok, istersen misafirlere sor!” dedim. Misafirler:

“–Abdurrahman doğru söylüyor, bize yemek getirdi, lâkin biz yemedik” dediler. Bunun üzerine:

“–Demek beni beklediniz! Ben de bu gece bu yemeği yemeyeceğim işte!” diye yemin etti. Onlar:

“–Allah’a yemin ederiz ki sen yemezsen, biz de yemeyiz” dediler. Ebû Bekir (r.a):

“–Allah iyiliğinizi versin! Size ne oluyor ki yemeğimizi kabul etmiyorsunuz? Haydi buyurun yemeğe!” dedi.

Yemek geldi, babam elini koydu, besmele çekti “Kızgınlığımdan ötürü başta ettiğim yemin şeytandandır” deyip yemeği yedi, misafirler de yediler.

Allah’a yemin ederim ki bizim her el uzattığımız lokmanın altından yemek daha artıyordu. Nihayet misafirler doydu. Yemek de ilk getirildiğinden daha fazla bir hâlde ortada duruyordu. Ebû Bekir (r.a) yemeğe baktı, olduğu gibi duruyordu. Hanımına hitâben:

“–Bu ne hâl ey Benî Firâs’ın kızı!” dedi. O da:

“–Gözümün nûuruna yemin ederim ki yemek şimdi öncekinden üç misli fazladır!” dedi.

Babam yemeğin geri kalanını Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e gönderdi. Allah Rasûlü (s.a.v) bu yemekten yediler. Kalan yemek orada sabaha kadar durdu. Biz müslümanlarla bir topluluk arasında sözleşme vardı. Sözleşmenin süresi bittiği için o topluluk Medine’ye gelmişlerdi. İçlerinden sözcü olarak on iki kişi ayırdık. Her biri ile beraber kaç kişinin bulunduğunu Allah bilir. İşte onların hepsi o yemekten yediler.[58]

֎

Yine Abdurrahman şöyle rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v):

“–Bana divit ve kürek kemiği getir, size bir yazı yazdırayım, ondan sonra asla sapıtmazsınız” buyurdu, sonra başını bizden çevirdi, sonra tekrar bize döndü ve

“Allah ve mü’minler başkasını değil ancak Ebû Bekir’in (hilafetini) kabul ederler” buyurdu.[59]

֎

Abdurrahman, Mekke ehlinden bir kervan ile ticaret için Şam’a gitmişlerdi. Leylâ isimli bir kadınla karşılaştılar, kadının endâmını ve güzelliğini gördüler. Abdurrahman ona hayran kaldı, dönerken hep onun güzelliğini zikrediyor, hakkında gazeller okuyordu:

تَذَكَّرْتُ لَيْلَى وَالسَّمَاوَةَ دُونَهَا     فَمَا لَابْنَةِ الْجُودِيِّ لَيْلَى وَمَالِيَا

وَإِنِّي أُعَاطِي قُبْلَةً حَارِثِيَّةً                    تَحِلُّ بِبُصْرَى أَوْ تَحِلُّ الْجَوَابِيَا

Hâlid b. Velid kumandasında Şam’ı fethedip ele geçirdikleri esirler arasında Leylâ da olunca Abdurrahman onu kendisine vermesi için Hâlid ile konuştu. O da halife Hz. Ebû Bekir’e mektup yazdı, Hz. Ebû Bekir de cevaben Leylâ’yı Abdurrahman’a verebileceklerini yazdı.[60]

֎

Abdurrahman’ın kızı Hafsa, babasından şöyle rivayet etmiştir:

Nebî (s.a.v) babam Abdurrahman’a “Kızkardeşin Âişe’yi terikine bindir ve Tenʻîm’den ona umre yaptır! Tepeden inince ona söyle ihrama girsin, şüphesiz bu makbul bir umredir” buyurmuştur.[61]

֎

Abdurrahman’ın oğlu Ebû Atîk Muhammed, dedesi Ebû Bekir Sıddîk’tan ve halası Hz. Âişe’den şu hadisi nakleder: Nebî (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Misvak ağzı temizler, Rabb’in rızasını kazandırır.”[62]

14.3. Abdullah b. Ebû Bekir (r.a)

Abdullah (r.a) ilk günlerde müslüman olmuş ve hicrette çok büyük roller üstlenmiş bir bahâdırdır. O günlerde çocuk denecek yaşta olmasına rağmen Sevr mağarasında bulundukları üç gün boyunca Rasûlullah (s.a.v) ile babasının istihbarat hizmetlerini gördü. Mekke’de Kureyş müşriklerinin yaptığı toplantıları takip ederek Peygamber Efendimiz’in aleyhine alınan kararları öğrenir, akşam karanlığında gizlice Sevr mağarasına gidip olup bitenleri onlara aktarırdı. Geceyi mağarada geçirir, sabah alaca karanlıkta kimseye görünmeden tekrar Mekke’ye dönerdi. Hz. Âişe, üvey kardeşinin bu son derece tehlikeli işteki başarısını onun cesur, akıllı ve becerikli oluşuyla îzah etmiştir. Hac ve umreye gidince Sevr mağarasına tırmananlar Hz. Abdullah’ın nasıl bir fedakârlık içinde olduğunu bir nebze de olsa anlayabilirler. Abdullah (r.a) Allah Rasûlü’nün Medine-i Münevvere’ye ulaştığını öğrenince âilesiyle birlikte kendisi de hicret etti. Mekke fethine ve Huneyn Gazvesi’ne katıldı, Tâif muhasarasında yaralandı. Bir süre iyileşen bu yara daha sonra tekrar açıldı ve yaralanışından elli gün sonra vefat etti. Cenaze namazını babası Hz. Ebû Bekir (r.a) kıldırdı.[63]

O günlerde Ebû Bekir (r.a) kızı Âişe vâlidemizin yanına girdi ve:

“–Kızım, vallahi sanki bir koyunun kulağından tutulup evimizden çıkartılmış gibi” dedi.

Âişe (r.a):

“–Kalbini sağlamlaştıran ve seni doğru yolda sâbit kılan Allah’a hamdolsun!” dedi.

Ebû Bekir (r.a) dışarı çıktı, sonra tekrar girdi ve:

“–Kızım siz Abdullah’ı canlı bir şekilde defnetmiş olmaktan korkuyor musunuz?” Hz. Âişe:

“–İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciʻûn babacığım” dedi. Hz. Ebû Bekir:

“–Kovulmuş şeytandan Semîʻ ve Alîm olan Allah’a sığınırım. Ey kızım herkese mutlaka dışardan iki duygu gelir, biri meleğin ilhâmı, diğeri de şeytanın vesvesesi” dedi.

Bir müddet sonra Hz. Ebû Bekir’in yanına Sakîf heyeti geldi. Abdullah’ı öldüren ok hâlâ ona sıkıntı veriyor, kafasını meşgul ediyordu. Oku çıkarıp onlara gösterdi ve:

“–İçinizde bu oku tanıyan var mı?” diye sordu.

Benî Aclân kabîlesinden Saʻd b. Ubeyd (r.a):

“–O oku ben yonttum, arkasına tüyü ben taktım, kuyruğunu ben yaptım ve onu ben attım” dedi.

Bunun üzerine Ebû Bekir (r.a):

“–Bu ok oğlum Abdullah’ı şehîd eden oktur. Senin elinle ona şehâdet mertebesini ihsan eden ve onun eliyle seni alçaltmayan Allah’a hamdolsun! O’nun muhafazası ne kadar geniştir.”[64]

Bu hâdiseden anlaşıldığı üzere Hz. Ebû Bekir (r.a) oğlunun ölmesinden ziyade insanların hidayete gelmesiyle meşgul olmakta, buna daha fazla ehemmiyet vermektedir.

14.4. Muhammed b. Ebû Bekir (r.a)

Muhammed b. Ebî Bekir (r.a) hicrî 10. yılda Rasûlullah (s.a.v) ashâbıyla birlikte hac için giderken yolda dünyaya geldi. Annesi Esmâ binti Umeys (r.a) Hz. Ebû Bekir vefat ettikten sonra Hz. Ali (r.a) ile evlendi. Bu sebeple Muhammed de Hz. Ali’nin himayesinde yetişti. Kureyş gençlerinin kahramanlarından idi. Hz. Ali (r.a) onu Mısır’a vâli olarak tayin etti. Muhammed (r.a) hicrî 38 yılında Mısır’da şehid edildi. Hz. Ali (r.a) onu medheder ve faziletlerinden bahsederdi.

Muhammed (r.a) çok ibadet eden ve bütün gücüyle Allah yolunda cihada devam eden bir müslümandı.

Fitne günlerinde Hz. Osman’ı muhasara edenler arasına düşmüş, Hz. Osman’ın “Baban seni şu hâlde görseydi bundan râzı olmazdı” demesi üzerine geri dönüp gitmiştir.[65]

14.5. Kāsım b. Muhammed (r.a)

Muhammed b. Ebû Bekir’in oğlu Kāsım b. Muhammed Medîne-i Münevvere’de hem Fukahâ-i Sebʻa denilen yedi büyük âlimden hem de Nakşî silsilesinin önemli halkalarından biri olmuştur. Hz. Ebû Bekir’in oğlu Muhammed, Mısır’da şehîd düşünce, oğlu Kâsım altı yaşında yetim kaldı, onun bakımını da halası Hz. Âişe vâlidemiz üstlendi.[66]

Kâsım b. Muhammed Hazretleri, halası Hz. Âişe’ye yakınlığını ifâde eden, çocukluk yıllarına âit bir hâtırasını şöyle anlatır:

“Halam Âişe (r.a) Arefe günü akşamı başlarımızı tıraş eder ve bizi mescide gönderirdi. Ertesi gün de bizim yanımızda kurban keserdi.”[67]

Büyüdüğü vakit de halasını sık sık ziyaret ederek ondan Kur’ân-ı Kerîm, Sünnet-i Seniyye, Siyer-i Nebî ve dînin hükümlerine dâir pek çok hususta ilim tahsil etmiştir. O günlere dâir bir hâtırasını da şöyle nakleder:

“Sabahleyin dışarı çıktığımda önce halam Hz. Âişe’nin evine uğrayıp selâm verirdim. Bir gün yine evine gittiğimde, nâfile namaz kılıyor ve:

«(Müttakîler şöyle derler: Şükürler olsun ki) Allah bize lûtfetti de bizi, o kavuran ateşten korudu»[68] âyetini okuyordu. Kıyamda duâ ediyor, ağlıyor ve bu âyeti tekrar edip duruyordu. Yoruluncaya kadar bekledim, daha sonra bazı ihtiyaçlarımı karşılamak üzere çarşıya gittim. İşlerimi bitirip döndüğümde Âişe (r.a) aynı vaziyette ayakta duruyor, namaz kılıyor ve ağlıyordu.”[69]

Kâsım b. Muhammed (r.a) emîn/güvenilir, verâ ve takvâ sahibi, yüce bir zât idi. Büyük bir fakih ve dînî ilimlerde imâm idi. Her hâli ile zamanının en değerli şahsiyeti ve mürâcaat mercii idi.[70]

Yahya b. Saîd“Biz Medîne’de Kâsım b. Muhammed’den daha fazîletli birini görmedik.” derdi.[71]

Kuvvetli bir dînî hayata, derin bir ilim ve irfâna sahipti. Muhterem dedesi Hz. Ebû Bekir gibi himmeti âlî, akıllı, tedbirli, ümmet-i Muhammed’in işleri hususunda ciddî, kararlı ve azimli bir zât-ı muhteremdi. Bu sebeple Ömer b. Abdülaziz Hazretleri “Elimde olsa hilâfeti Kâsım b. Muhammed’e bırakırdım!” demiştir.[72]

Kâsım b. Muhammed, Rasûlullah Efendimiz’in muhabbetiyle doluydu. Efendimiz’in kabr-i şerîfini en yakından ziyaret ederek ona duyduğu hasret ve iştiyâkını bir nebze olsun teskin edebilmeyi arzu ederdi. Bu sebeple bir gün Hz. Âişe vâlidemize:

“–Anneciğim, bana Allah Rasûlü Efendimiz’in mübârek kabrinin bulunduğu odayı açabilir misin?” diye ricâda bulunmuş, Hz. Âişe de üç kabrin bulunduğu odayı açarak ona Efendimiz’in kabr-i şerîfini göstermişti.[73]

֎

Kâsım b. Muhammed Hazretleri’nin Hz. Âişe’den nakline göre Rasûlullah (s.a.v) bir gün:

“–Kıyâmet günü ilk olarak gölgeye koşanlar kimlerdir biliyor musunuz?” buyurdular. Ashâb-ı kirâm:

“–Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dediler. Efendimiz (s.a.v):

“–Onlar, kendilerine hakları tevdî edildiğinde onu kabûl edenler, kendilerinden hak taleb edildiğinde bunu cömertçe verenler ve insanlar hakkında hükmederken kendilerine hükmediyormuş gibi davranan kişilerdir” buyurdular.[74]

֎

Kâsım b. Muhammed Hazretleri’nin Hz. Âişe vâlidemizden rivâyetine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Bir müslüman, bir kadının güzelliğini görünce, gözünü hemen ondan çevirirse, Allah teâlâ onun için, halâvetini hissedeceği (lezzetini ve zevkini duyacağı) bir ibadet (hâli) yaratır.”[75]

֎

Kâsım b. Muhammed (r.a), Hz. Âişe validemizden “En bereketli nikâh, maddî külfeti en az olandır” sözünü nakletmişti. Kendisine:

“–Hz. Âişe bu sözü Rasûlullah Efendimiz’den mi nakletti?” diye sordular. O da bu husustaki yüksek ihtiyat hâlini sergileyerek:

“–Bana bu şekilde rivâyet edildi, ben bu şekilde ezberledim” dedi.[76]

֎

Kâsım b. Muhammed (r.a) şöyle rivâyet eder:

“Hz. Ebû Bekir tahsîsâtını verdiği kişiye zekât borcu olup olmadığını sorardı. «Evet» derse, zekât vereceği miktârı keser, «hayır» derse hiçbir şey almadan tahsîsâtın tamamını ona öderdi.”[77]

14.6. Hz. Esmâ (r.a)

Hz. Ebû Bekir’in diğer kızı Esmâ (r.a), Hz. Âişe’den on yaş büyük idi. Bu iki bacı, hicret ensasında büyük roller üstlenmişlerdi.

Müslümanlar Medine’ye hicret etmeye başlayınca Hz. Ebû Bekir de hicret için Allah Rasûlü’nden izin istedi. Rasûlullah (s.a.v) ona acele etmemesini, Allah’ın kendisine bir arkadaş vereceğini söyleyince o, Allah Rasûlü ile birlikte hicret etme şerefine nâil olacağını anladı ve bunun için hazırlıklar yapmaya başladı. Yanında bulunan iki bineği dört ay boyunca Semür ağacı yaprağıyla besledi. Kureyşliler kendisini öldürmeye karar verince Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Hz. Ebû Bekir’in evine gelerek Medine’ye hicret edeceklerini söyledi. Ebû Bekir hemen:

“–Ben de beraber miyim, babam size feda olsun ey Allah’ın Rasûlü!” dedi. Rasûlullah (s.a.v) “Evet!” buyurdu. Ebû Bekir (r.a) yine:

“–Babam size feda olsun ey Allah’ın Rasûlü, şu iki bineğimden birini alın!” dedi. Rasûlullah:

“–Ancak bedeliyle alırım!” buyurdu.[78]

Hz. Âişe (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v), Ebû Bekir’in evine her gün ya sabah ya da akşam muhakkak uğrardı. Ancak Allah’ın kendisine hicret için izin verdiği gün, hiç âdeti olmadığı hâlde tam öğle saatinde bize geldi. Babam onu görünce:

«–Rasûlullah bu saatte gelmezdi. Mutlakâ mühim bir iş olmalı!» dedi.

Allah Rasûlü (s.a.v) içeri girince babam oturduğu yeri ona verdi. Babamın yanında ben ve kızkardeşim Esmâ vardı. Rasûlullah babama:

«–Odadakileri dışarı çıkar (mühim bir mesele konuşacağız)!» buyurdular. Babam:

«–Ey Allah’ın Rasûlü onlar benim kızlarımdır (bir zarar gelir diye endişelenmeyin). Anam-babam size fedâ olsun bu mühim mesele nedir?» diye sordu.

Rasûlullah (s.a.v):

«–Allah teâlâ bana Mekke’den çıkarak hicret etmeme izin verdi» buyurdular. Babam:

«–Ey Allah’ın Rasûlü! Ben de size arkadaşlık edecek miyim?» dedi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz:

«–Evet, beraberiz» buyurdular.

Hz. Ebû Bekir (r.a) sevincinden ağlamaya başladı. Vallahi o güne kadar, bir kişinin sevinçten ağlayabileceğini hiç tahmin etmezdim.”[79]

Hemen yol hazırlığına başlayan Hz. Esmâ ve Âişe (r.a) deriden yapılmış bir torbaya biraz azık koydular. Bir kırba da su doldurdular. Ancak bunların ağzını bağlayacak ip bulamadılar. Babasının teklifi üzere Esmâ hemen belindeki kuşağı (nitâk) çıkardı, ikiye bölüp bir parçasıyla azığın, diğeriyle de suyun ağzını sıkıca bağladı. Onun bu fedâkarlığından memnun olan Rasûlullah (s.a.v) “Allah teâlâ bu kuşağının karşılığında sana cennette iki kuşak ihsân eylesin” diye dua etti. Bu dua sebebiyle Esmâ (r.a) “Zâtü’n-Nitâkayn: iki kuşaklı” lakabıyla anılmaya başladı.

Diğer bir rivayete göre Rasûlullah (s.a.v) ile Hz. Ebû Bekir Sevr mağarasında ilen Esmâ (r.a) geceleri onlara yemek taşıyordu. Üçüncü gün mağaradan hareket edip Medine’ye doğru yola çıkacakları esnâda Esmâ (r.a) torba ile kırbanın ağzını bağlayacağı ipi evde unuttuğunu farketti. Hemen kuşağını ikiye bölüp kapların ağzını bağladı. Bu firasetli davranışı sebebiyle Zâtü’n-Nitâkayn lakabıyla anıldı.[80]

Gece evi müşrikler tarafından kuşatılan Rasûlullah (s.a.v), yatağına Hz. Ali’yi yatırıp Hz. Ebû Bekir ile birlikte Sevr mağarasına gitti. Orada üç gece gizlendiler. Onlar takip eden müşrikler mağaranın ağzına kadar geldiler. Bunun üzerine korkuya kapılan Hz. Ebû Bekir’i Rasûlullah (s.a.v) tesellî ederek müşriklerin kendilerine zarar veremeyeceğini bildirdi,[81] “üzülme, Allah bizimle beraberdir”[82] buyurdu. İnsanlık tarihinin bu en mühim ve en kritik arkadaşlığı sebebiyle Hz. Ebû Bekir (r.a) Türk edebiyatında “Yâr-ı Ğâr: mağara dostu, can yoldaşı” sıfatıyla yâd edilmiştir.[83]

Kur’ân-ı Kerim’de bu hâdiseye şöyle temas edilir: “Eğer siz ona (Rasûlullah’a) yardım etmezseniz (bu mühim değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani kâfirler onu iki kişiden biri olarak çıkarmışlardı, hani onlar mağaradaydı, o, arkadaşına: «Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir» diyordu. Bunun üzerine Allah teâlâ ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah’ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.”[84]

Hz. Esmâ’nın anlattığına göre, hicret sırasında Rasûlullah (s.a.v) ile Hz. Ebû Bekir evden ayrıldıktan sonra aralarında Ebû Cehil’in de bulunduğu Kureyşli bir grup eve gelerek ona babasının nerede olduğunu sormuş, “bilmiyorum” diye cevap vermesi üzerine Ebû Cehil ona bir tokat vurmuş, bu sebeple de küpeleri yere düşmüştür.[85]

Hz. Ebû Bekir’in âzad ettiği kimselerden olan Âmir b. Füheyre (r.a) mağaranın civarında koyun sürüsü otlatır, gece biraz ilerleyince koyunları mağaranın yakınına getirir, Rasûlullah (s.a.v) ile Hz. Ebû Bekir onlardan taze süt sağıp içerlerdi. Süt kabının içine kızgın taşlardan koyarak biraz pişirirlerdi. Fecr aydınlanmadan önce Âmir koyunları tekrar otlatmaya götürürdü.

Rasûlullah (s.a.v) ile Hz. Ebû Bekir (r.a) Mekke’deyken Dîl Oğulları’ndan kılavuzlukta mâhir biri olan Abdullah b. Ureykıt ile anlaşmışlardı. Abdullah hâlâ Kureyş’in dini üzereydi ama emîn ve mâhir bir kimse olduğundan ona güvenip bineklerini teslim etmiş, üç gece geçince sabah develerini Sevr Mağarası’na getirmesini söylemişlerdi. O da kendisine söylenini aynen yerine getirdi. Âmir b. Füheyre (r.a) da koyunları bırakıp Rasûlullah (s.a.v) hizmet etmek üzere kutlu hicret kâfilesine katıldı. Kılavuz Abdullah onları Medîne-i Münevvere’ye sahil yolundan götürdü.[86]

Görüldüğü üzere Hz. Ebû Bekir âilesi bütün ferdleriyle büyük hicret yolculuğunun hizmetkârı oldular.

14.7. Ümmü Külsûm (r.a)

Ümmü Külsûm, babası Hz. Ebû Bekir’in vefatından sonra doğdu. Ebû Bekir (r.a) onun kız olacağını önceden tahmin edip ablası Hz. Âişe’ye söylemişti.[87] Ümmü Külsûm (r.a) büyüdüğünde Talha b. Ubeydullah ile evlendi.[88]

֎

Âlimler, bir âileden müteselsilen dört kişinin sahabi olması faziletinin ancak Hz. Ebû Bekir âilesine nasip olduğunu söylemişlerdir. Bunlar: Abdullah b. Zübeyr, annesi Esmâ binti Ebû Bekir b. Ebû Kuhâfe’dir. Aynı şekilde Muhammed b. Abdurrahman b. Ebû Bekir b. Ebû Kuhâfe sisilesinin hepsi de sahabi olmuşlardır. Ashab-ı kiramdan babası, annesi, erkekler ve kadınlar yönünden evlatları ve evlatlarının evlatları müslüman olup da Allah Rasûlü’ne erişen ve sahabi olan Ebû Bekir’den başka bir kişi yoktur. Onun âilesi iman ehli, evi iman evidir, içlerinde hiç münafığın olmadığı ifade edilir. Sahabe arasında Hz. Ebû Bekir’in âilesinden başka böylesine nezih ve faziletli bir âile bilinmemektedir.[89]

Hz. Ebû Bekir’in neslinden gelen insanlar daha sonra Bekrî ve Sıddîkî nisbeleriyle anılmışlardır. Muhammed Tevfik b. Ali el-Bekrî, Kitâbü beyti’s-Sıddîk isimli eserinde bu âileye mensup olanların şecere ve hal tercümelerini yazmıştır.[90] İbrâhim b. Emîr el-Ubeydî de bu âileye dâir Umdetü’t-tahkîk fî beşâiri âli Sıddîk[91] isimli eserini kaleme almıştır.[92]


[1] İbn Saʻd, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 3/169; Ebû Nuaym Ahmed b. Abdillah b. İshâk el-İsfahânî, Maʻrifetü’s-Sahâbe (I-VII), thk. Âdil b. Yusuf el-Azâzî, Riyâd: Dâru’l-Vatan, 1419/1998, 1/22-25; İbn Asâkir, Ebü’l-Kâsım Ali b. Hasen b. Hibetüllah, Târîhu Dımeşk (I-LXXX), thk. Amr b. Arâme el-Amrî, Dâru’l-Fikr, 1415/1995, 30/3; İbn Hacer, Ebü’l-Fadl Ahmed b. Ali b. Muhammed b. Ahmed el-Askalânî (v. 852/1449), el-İsâbe, 4/169.

[2] Nüveyrî, Ahmed b. Abdilvehhâb b. Muhammed b. Abdiddâim el-Kureşî et-Teymî el-Bekrî, Şihâbüddin (v. 733), Nihâyetü’l-ereb fî fünûni’l-edeb (I-XXXIII), Kâhire: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1423, 19/8.

[3] İbn İshâk, Ebû Abdillah Muhammed b. İshâk b. Yesâr b. Hıyâr el-Muttalibî el-Kureşî el-Medenî (v. 151/768), Sîratü İbn İshâk (Kitâbü’l-Mübtede’ ve’l-mebʻas ve’l-meğâzî), thk. Muhammed Hamidullah, Konya 1401/1981, 121.

[4] İbn Hacer, el-İsâbe, 4/147; Ömerî, Asru’l-hilâfeti’r-râşide, 72; Fayda, Mustafa, “Ebû Bekir” mad., Diyanet İslâm Ansiklopedisi (DİA), yıl: 1994, 10/102.

[5] Bkz. İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 1/239; Belâzurî, Ahmed b. Yahyâ b. Câbir b. Dâvud, Fütûhu’l-büldân, Beyrut: Dâru’l-Hilâl, 1988, 16; İbn Seyyidinnâs, Ebü’l-Feth Fethuddîn Muhammed b. Muhammed b. Muhammed el-Yaʻmerî, Uyûnü’l-eser fî fünûni’l-meğâzî ve’ş-şemâil ve’s-siyer (I-II), taʻlîk: İbrahim Muhammed Ramazan, Beyrut: Dâru’l-Kalem, 1414, 1/225; İbn Hacer, el-İsâbe, 4/147-148; Halebî, Ebü’l-Ferec Nûrüddîn Alî b. Burhâniddîn İbrâhîm b. Ahmed, İnsânü’l-uyûn fî sîrati’l-Emîni’l-Me’mûn (I-III), Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1427, 2/89; Fayda, “Ebû Bekir” mad., DİA, 10/103.

[6] İbn İshâk, es-Sîre, 120; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 1/252; İbn Batta, Ebû Abdillah Ubeydullah b. Muhammed b. Muhammed el-Ukberî, el-İbânetü’l-kübrâ (I-IX), thk. Rıza Muʻtî ve diğerleri, Riyâd: Dâru’r-Râye, 1415-1426, 9/452, 457, 499; Beyhakî, Delâil, 2/164.

[7] İbn İshâk, es-Sîre, 120-121.

[8] İbn İshâk, es-Sîre, 121.

[9] İbn İshâk, es-Sîre, 121; Beyhakî, Delâil, 2/165; İbn Kesîr, el-Bidâye, 3/78, 80-81.

[10] Bkz. Buhârî, Mevâkît, 41, Menâkıb, 25, Edeb, 87-88; Müslim, Eşribe, 176, 177.

[11] İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 5/451; Beğavî, Ebû Muhammed Huseyn b. Mesʻûd b. Muhammed el-Ferrâ’, Muhyi’s-Sünne, Meâlimü’t-Tenzîl fî tefsîri’l-Kur’ân (I-VIII), thk. Muhammed Abdullah en-Nemr – Osman Cumʻa Damîriyye – Süleyman Müslim el-Harş, Dâru Taybe, 1417/1997, 7/257-258; Fayda, “Ebû Bekir” mad., DİA, 10/103.

[12] Hâkim, el-Müstedrek, 2/527, no: 3804. Krş. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/4.

[13] Ali Muhammed Sallâbî, el-Halîfetü’l-evvel Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a) -şahsıyyetühû ve asruhû- (Beyrut: Dâru’l-Maʻrife, 1430), 21.

[14] el-Mücâdele 60/8.

[15] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/4; Hâkim, el-Müstedrek, 2/527-528/3804. Hâkim bu hadisin “sahih” olduğunu söylemiş, Zehebî de bu hususta ona muvafakat etmiştir.

[16] Buhârî, Hibe, 30; Müslim, Zekât, 50.

[17] İbnü’l-Esîr, Ebü’l-Hasen İzzüddîn Alî b. Muhammed el-Cezerî, el-Kâmil fi’t-târîh (I-X), thk. Ömer Abüsselâm Tedmürî, Beyrut: Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, 1417/1997, 2/263.

[18] İbn Abdilber, el-İstîʻâb, 4/490.

[19] İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 8/276-277; Hâkim, el-Müstedrek, 3/538.

[20] Bkz. Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, XIX, 135-143; Fayda, “Ebû Bekir” mad., DİA, 10/104.

[21] el-Leyl 92/5-7. Bkz. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, 1/319; Taberî, el-Câmiʻu’l-beyân, 30/279, [el-Leyl, 5-7]; Hâkim, el-Müstedrek, 2/572-573/3942; Suyûtî, Lübâbu’n-Nukûl, 2/198.

[22] Bkz. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, 1/372-374; Buhârî, “Menâkıbu’l-Ensâr”, 45.

[23] İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 8/62-63; Fayda, “Ebû Bekir” mad., DİA, 10/103.

[24] Fayda, “Ebû Bekir” mad., DİA, 10/102-103.

[25] Cuhfe o vakit şirk diyarı idi. Ehlinin yahûdi olduğu da söylenir. Müslümanlar aleyhine kâfirlere yardım etmelerinden korkuluyordu. Efendimiz (s.a.v) onlara beddua ederek hastalıkla meşgul olup müslümanlar aleyhine çalışmaya fırsat bulamamalarını istemiş, Cenab-ı Hak da duasını kabul buyurmuştur. Zamanımızda Râbiğ diye isimlendirilir.

[26] Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 46, Fedâilü’l-Medine, 11, Merdâ, 8, 22, 43; Müslim, Hacc, 480; Muvatta’, Câmi’ 14.

[27] Ebû Dâvud, Edeb, 146-147/5222. Krş. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 45.

[28] Âl-i İmrân 3/172.

[29] Buhârî, Megâzî, 25.

[30] Muvatta’, es-Salâtü fî Ramadân, 7.

[31] en-Nûr 24/22.

[32] Buhârî, Meğâzî, 34; Müslim, Tevbe, 56; Taberî, Câmiu’l-beyân, 2/546.

[33] Ebû Dâvûd, Edeb, 84/4999.

[34] Tirmizî, Zühd, 39/2369; Hâkim, el-Müstedrek, 4/145, no: 7178; Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 256. Krş. Müslim, Eşribe, 99, 140.

[35] Ebû Dâvûd, Zekât, 40/1678; Tirmizî, Menâkıb, 16/3675.

[36] Buhârî, Salât, 80.

[37] Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 3.

[38] Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 6.

[39] Buhârî, Ezân, 39.

[40] Bkz. İbn Asâkir, Târîhu Dımeşk, 30/298; Muhammed Abdülhayy b. Abdilkebîr Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye (Nizâmü’l-hukûmeti’n-nebeviyye), thk. Abdullah el-Hâlidî (Beyrut: Dâru’l-Erkam), 1/118.

[41] Abdurrahman b. Ebî Bekir Süyûtî Celâlüddin, Târîhu’l-Hulefâ (Cidde: Minhâc, 1433), 78; İbrahim Sarıçam, Hz. Ebu Bekir (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, ts.), 83-84.

[42] Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, 80; Sarıçam, Hz. Ebu Bekir, 82.

[43] Heysemî, Mecmaʻu’z-zevâid, 2/48.

[44] Ebû Nuʻaym el-İsfahânî, Hilyetü’l-evliyâ (Mısır: Matbaʻatü’s-Saʻâde, 1394), 1/31. Krş. Buhârî, “Menâkıbu’l-Ensâr”, 26; Hâkim, el-Müstedrek, 4/141; Muhibbüddin et-Taberî, er-Riyâdu’n-nadire fî menâkıbi’l-aşara (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, ts.), 2/140-141.

[45] en-Nâziât 79/40-41. Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed Kurtubî, el-Câmiʻ li-ahkâmi’l-Kur’ân, thk. Ahmed el-Berdûnî, İbrahim Itfeyyiş (Kâhire: Dâru’l-Kütübi’l-Mısrıyye, 1384), 19/135.

[46] en-Nûr 24/32. İbn Ebî Hâtim, Tefsîr, 8/2582.

[47] Suyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, 104.

[48] Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, 103.

[49] Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, 103.

[50] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/7; Heysemî, Mecmaʻu’z-zevâid, 8/272.

[51] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/8.

[52] Buhârî, Cenâiz, 94, 70.

[53] Hâkim, el-Müstedrek, 3/66, no: 4410; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, 81.

[54] Bkz. Hâkim, el-Müstedrek, 3/539-542; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 11/328-331; Sallâbî, Ebû Bekir es-Sıddîk, 22.

[55] Hâkim, el-Müstedrek, 3/539; İbn Asâkir, 30/128; Süyûtî, Târîhu’l-hulefâ, 111.

[56] el-Mücâdele58/22.

[57] Beğavî, Meâlimü’t-Tenzîl, 8/63; İbn Kesîr, Tefsîr, 8/54.

[58] Bkz. Buhârî, Mevâkît, 41, Menâkıb, 25, Edeb, 87-88; Müslim, Eşribe, 176, 177.

[59] Hâkim, el-Müstedrek, 3/542, no: 6016.

[60] Hâkim, el-Müstedrek, 3/539. Krş. ʻÖmer İbn Şebbe, Târîhu’l-Medîne, thk. Fehîm Muhammed Şeltût (Cidde: y.y., 1399), 3/849; Belâzürî, Ensâbu’l-eşrâf, 10/103.

[61] Hâkim, el-Müstedrek, 3/542, no: 6017.

[62] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/3, 10, 6/47, 124; Nesâî, “Tahâret”, 5.

[63] Mehmet Ali Sönmez, “Abdullah b. Ebû Bekir es-Sıddîk”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/abdullah-b-ebu-bekir-es-siddik (17.04.2023). Bkz. Hâkim, el-Müstedrek, 3/543, no: 6021

[64] Hâkim, el-Müstedrek, 3/543, no: 6021; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 9/167, no: 18191.

[65] İbn Abdilber, el-İstîʻâb, 3/1366-1367; İbn Asâkir, Târîhu Dımeşk, 39/418; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gābe, 5/97; Ebü’l-Haccâc Cemâlüddîn Yûsuf b. Abdirrahmân Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl fî esmâi’r-ricâl, thk. Beşşâr Avvâd Maʻrûf (Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 1400), 24/542-543.

[66] İbn Asâkir, Târîhu Dımaşk, 49/164. Krş. Muvatta’, Zekât, 10.

[67] İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 5/187.

[68] et-Tûr 52/27.

[69] İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, 2/31.

[70] İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 5/193; Zehebî, Siyer, 5/53.

[71] Ebû Nuaym, Hilye, 2/184.

[72] İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, 1/351.

[73] Ebû Dâvûd, Cenâiz, 66-68/3220.

[74] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/67, 69.

[75] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/264; Ebû Nuaym, Hilye, 2/187; Heysemî, Mecmaʻu’z-zevâid, 8/63.

[76] Ebû Nuaym, Hilye, 2/186.

[77] İmâm Mâlik, el-Muvatta’, thk. Muhammed Mustafâ el-Aʻẓamî (Dubâi: Müessesetü Zâyid b. Sultân Âl-i Nehyân, 2004), “Zekât”, 4.

[78] Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45. Bkz. Buhârî, Büyû’, 57; Heysemî, 6/53.

[79] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, 1/484-485.

[80] Ali Yardım, “Esmâ binti Ebû Bekir es-Sıddîk”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/esma-bint-ebu-bekir-es-siddik (15.04.2023).

[81] Bkz. Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 2, Menâkıbu’l-Ensâr, 45, Büyûʻ, 57; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 1. Krş. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, 1/484-487; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/2; Heysemî, 6/53.

[82] et-Tevbe 9/40.

[83] Fayda, “Ebû Bekir” mad., DİA, 10/102.

[84] et-Tevbe 9/40.

[85] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, 1/487; Taberî, Târih, 2/379; İbn Asâkir, Târîhu Dımeşk, 69/12.

[86] Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45. Bkz. Buhârî, Büyû’, 57; Heysemî, 6/53.

[87] Muvatta’, “Akdiye”, 33.

[88] Sallâbî, Ebû Bekir es-Sıddîk, 23.

[89] Bkz. Muhammed b. Hibbân b. Ahmed el-Büstî İbn Hibbân, es-Sikâtu li’bni Hibbân, thk. Muhammed Abdulmuʻid (Haydarâbâd: Dâ’iratü’l-Meʻârifi’l-ʻOsmâniyye, 1393), 3/366; Hâkim, el-Müstedrek, 3/540; Sallâbî, Ebû Bekir es-Sıddîk, 24.

[90] Kahire, 1323.

[91] Kahire, 1307.

[92] Fayda, “Ebû Bekir” mad., DİA, 10/107.