17.1. Hz. Ali (r.a)
Hz. Ali Hicret’ten yaklaşık 22 sene önce milâdî 600 yılında Mekke-i Mükerreme’de doğmuştur. Kaʻbe’nin içinde doğduğu nakledilir.[1] Babası Ebû Tâlib, annesi Fâtıma binti Esed, dedesi Abdulmuttalib’dir. Ebü’l-Hasan ve Ebû Türâb künyeleriyle anılmıştır. Lâkabları Haydar, el-Murtezâ (kendisinden râzı olunan) ve Esedü’llâhi’l-ğâlib (Allah’ın her zaman gâlip gelen arslanı)dır. Unvânı Emîru’l-Mü’minîn’dir. Çocukluğunda hiç puta tapmadığı için daha sonraları كَرَّمَ اللّٰهُ وَجْهَهُ (Allah yüzünü mükerrem kılsın, şereflendirsin) duâsıyla anılmıştır. Sahabe arasında bu şekilde yâd edilen tek kişidir. Tasavvuf erbâbı Hz. Ali’ye Şâh-ı Velâyet ve Sultânü’l-Evliyâ lâkaplarını uygun görmüşlerdir.
Peygamber Efendimiz’in amcasının oğlu, damadı ve dördüncü halifesidir.
Abdulmuttalib, Peygamber Efendimiz 8 yaşındayken vefât ettiğinde Hz. Ali’nin annesi Fâtıma binti Esed, Efendimiz’e mürebbîlik ve annelik yapmıştır. Kendi çocukları aç dururken evvelâ Peygamberimiz’in karnını doyurur, kendi çocuklarının üstü başı toz toprak içinde dururken önce Efendimiz’in saçını başını tarar, gülyağıyla yağlardı. Rasûlullah (s.a.v) daha sonraki hayatında bu mübarek hanımı sık sık ziyaret ederdi. Fâtıma Hâtun, fazilet sâhibi, sâlih ameller işleyen sâlihâ bir İslâm hanımı idi. Hicrî 4. senede Medine’de vefat etti. Rasûlullah (s.a.v) cenâzenin yanına geldi, başucuna oturdu ve onun fedâkârâne hizmetine Hak katında şâhitlik ederek şöyle buyurdu:
“Ey annem! Allah sana rahmet eylesin. Sen, benim öz annemden sonra annemdin. Kendin aç kalır beni doyururdun, kendin giymez beni giydirirdin, kendini güzel yiyeceklerden mahrum bırakarak bana yedirirdin ve bunları yaparken Allah’ın rızâsını ve âhiret yurdunu arzu ederdin.”
Sonra Rasûlullah (s.a.v) cenâzenin üç kere yıkanmasını emir buyurdu. Sıra kâfûr katılmış suya gelince Allah Rasûlü (s.a.v) bu suyu onun üzerine kendi eliyle döktü. Sonra kendi gömleğini çıkarıp ona giydirdi, cenâze bu gömlek üzerinden kefenlendi. Kabir açılıp sıra cenâzenin konulacağı lahdin (yâni mezarın dip kenarındaki oyuğun) hazırlanmasına gelince Rasûlullah (s.a.v) onu bizzat kendisi kazdı ve toprağını kendi elleriyle çıkardı. Bu işi bitirdikten sonra orada bir müddet yan üstü uzandı ve şöyle dua etti:
“Dirilten ve öldüren Allah’tır. O hiç ölmeyen diridir. (İlâhî) annem Fâtıma binti Esed’e mağfiret eyle! Ona hüccetini (kelime-i tevhîd’i) telkin eyle ve kabrini ona genişlet. Peygamber’inin ve benden önceki peygamberlerinin hakkı için (duâmı kabûl eyle). Şüphe yok ki sen merhametlilerin en merhametlisisin…”
Sonra Rasûlullah (s.a.v) cenâze için dört tekbir getirdi, ardından da Hz. Abbâs ve Ebû Bekir (r.a) ile birlikte bizzat kendisi cenâzeyi kabre koydu.”[2]
Hz. Ali (r.a) Ebû Tâlib’in evlatlarının en küçüğüdür. O yıllarda Mekke’de kıtlık meydana gelince Rasûlullah (s.a.v) fakir olan amcasının yükünü biraz da olsa hafifletebilmek için Hz. Ali’yi himayesine alıp yetiştirdi. Yâni o, Beytullah’ta doğdu, Beytü Rasûlillah’ta yetişti. 10 yaşlarında müslüman oldu. Hz. Hatice’den sonra İslâm’a girdi ve “çocuklardan ilk müslüman olan kişi” diye meşhur oldu.
Ali (r.a) hicret gecesi Efendimiz’in yatağına yatıp müşrikleri oyalayarak Allah Rasûlü’ne zaman kazandırdı. Peygamber Efendimiz’in bıraktığı emânetleri sahiplerine teslîm ettikten sonra Kuba’da Allah Rasûlü’e kavuştu.
Hicret’in 5. ayında gerçekleştirilen Muâhât/Kardeşlik akdinde Rasûlullah (s.a.v) Hz. Ali’yi kendisine kardeş olarak seçti. O bu iltifat ve lutuf karşısında son derece duygulandı ve:
“–Ben Allah’ın kulu, Rasûlullah’ın da kardeşiyim” diyerek sevinç gözyaşları döktü.
Ali (r.a) hicrî 2. senenin son ayında Hz. Fâtıma ile evlendi. Ona son derece sevgi ve saygı duyardı. Hatta kendi annesi Hz. Fâtıma’ya, hanımı Hz. Fâtıma’ya hürmet etmesini ve ona kesinlikle ev dışı hizmetleri gördürmemesini tavsiye ederdi.[3]
Hz. Ali, son derece kanaatkâr, zâhid ve kifayet miktarı dünyalıkla iktifâ eden bir şahsiyetti. Hz. Fâtıma ile evlendiklerinde yatakları bir koyun derisinden ibaret idi.[4]
Hz. Ali (r.a) devamlı Peygamber Efendimiz’in yanında bulundu ve bütün cihadlara katıldı. Bedir’de sancaktar ve keşif kolunun başındaydı. Hâkim noktaları tesbît ederek Peygamber Efendimiz’e haber verdi. Daha sonra bu mevkîleri işgal ederek Bedir’de mühim bir savaş harekâtını başarıyla gerçekleştirdi. Bedir’de savaş başlamadan önce Kureyşlilerle teke tek dövüşen üç mübârizden biriydi. Bu mübârezede hasmı Velîd b. Utbe’yi hemen öldürdü ve zor durumda kalan Hz. Ubeyde’nin yardımına koştu. Onun hasmını da öldürdü. O günlerde 25 yaşlarında bir delikanlı idi ve büyük kahramanlıklar gösterdi. Peygamber Efendimiz’in arzusu üzere Bedir’de yapılan havuzdan bir kırba ile ashâb-ı kirâma su taşıdı. Kendisine “Allah’ın Arslanı” lâkabı verildi. Ganimetlerinden kendisine bir kılıç, bir kalkan ve bir de deve ihsan edildi. Uhud ve Huneyn’de muhtelif yerlerinden yaralandı.
Münebbih b. Haccâc’ın “Zülfikâr” isimli kılıcı Bedir’de ganimet olarak alınmıştı. Uhud Gazvesi’nde gösterdiği üstün kahramanlık, cesâret ve fedâkarlık sebebiyle Rasûlullah (s.a.v) onu Hz. Ali’ye hediye etti.[5]
Allah Rasûlü (s.a.v) Hz. Ali’yi bazen yerine vekil bırakmış, bazen de kumandanlık, sancaktarlık, kadılık gibi vazifelerle muhtelif yerlere göndermiştir.
Hz. Ali (r.a) hâlifeler döneminde herhangi bir idârî vazîfe almadı. Sadece Hz. Ömer’in Filistin ve Suriye seyahati esnâsında Medine’de vâli olarak kaldı. Medîne’de ikâmet edip dînî ilimlerle meşgul olmayı diğer vazîfelere tercih etti. Kur’ân ve hadîsle ilgili derin ilmi sebebiyle Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer bilhassa fıkhî mes’elelerde ona mürâcaat ederlerdi.
Hz. Ömer devrinde fahrî kadılık yaptı.
Hilâfeti devrinde Hz. Osman’a da her türlü yardımı yaptı. Muhtelif şehirlerden gelen şikâyetleri bacanağı Hz. Osman’a bildirerek ona hâl çareleri gösterdi. Hz. Osman’ı muhasara edenleri iknâ edebilmek için elinden gelen gayreti sarfetti. Onları yaptıkları şeyden vazgeçirebilmek için ciddî îkaz ve nasihatlarda bulundu. Hâdise ciddî boyutlara ulaştığında evlatları Hz. Hasan ile Hüseyin’i halifenin evini muhafaza etmeleri için gönderdi.
Hz. Osman şehîd edilince müslümanlar hilâfeti Hz. Ali’ye teklif ettiler. O bu teklîfi Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’e yönlendirdi. Çok ısrar edilmesi üzerine, fitnenin daha fazla büyümemesi için beyʻatı kabul etti.
Ne hikmettir bilinmez onun devri son derece karışık geçti. Hilâfete gelir gelmez halledilmesi gereken birçok büyük problemle karşı karşıya kaldı. Problemler büyüdü ve Cemel ve Sıffîn gibi iç savaşlara sebep oldu. Ali (r.a) müslümanlar arasındaki ihtilâfları gidermek için büyük fedakârlık ve gayretler gösterdi. Bu ihtilaflar esnâsında karşısında yer alan müslümanlara bakışı son derece insaflıydı. Onlar hakkında “Bunlar bize karşı taşkınlık eden kardeşlerimizdir”diyordu.[6]Her şeye rağmen yine de birbirlerine kardeş gözüyle bakıyorlardı.[7]
Ali (r.a) Hz. Fâtıma hayattayken başka biriyle evlenmedi. Onun vefatından sonra başka hanımlarla da evlendi ve onlardan çocukları oldu.[8] Yaklaşık on dört oğlu ve on yedi kızı olduğu bildirilir.[9] Hz. Ali’nin çocuklarını annelerine göre şöylece sıralamak mümkündür:
Hz. Fâtıma’dan Hasan, Hüseyin, küçük yaşta ölen Muhsin, (büyük) Zeyneb ve (büyük) Ümmü Külsûm.
Ümmü’l-Benîn binti Hizâm’dan Abbâs, Caʻfer, Abdullah ve Osman. Bunların hepsi Kerbelâ’da şehid edilmiş olup sadece Abbâs’ın nesli devam etmiştir.
Leylâ binti Mesʻûd b. Halîl’den Ubeydullah ve Ebû Bekir.
Havle binti Caʻfer b. Kays’tan Muhammed b. Hanefiyye (Muhammed el-Ekber).
Esmâ binti Umeys el-Has’amiyye’den Yahyâ ve Muhammed el-Asgar.
Ümmü Habîb binti Rebîa’dan Ömer ve Rukıyye.
Ümâme binti Ebü’l-Âs’tan Muhammed el-Evsat.
Ümmü Saîd binti Urve’den Ümmü’l-Hasan ve (büyük) Remle.
İsimleri bilinmeyen diğer zevcelerinden Ümmü Hânî, Meymûne, (küçük) Zeyneb, (küçük) Remle, (küçük) Ümmü Külsûm, Fâtıma, Ümâme, Hatice, Ümmü’l-Kirâm, Ümmü Seleme, Ümmü Caʻfer, Cümâne ve Nefîse.
Hz. Ali’nin nesli, oğulları Hasan, Hüseyin, Muhammed b. Hanefiyye, Abbâs ve Ömer yoluyla devam etmiştir.[10]
Hz. Ali Kûfe’de 40/661 yılında sabah namazına giderken hâricî Abdurrahman b. Mülcem tarafından yaralandı. Bu yaranın tesiriyle iki gün sonra şehid oldu (19 veya 21 Ramazan / 26 veya 28 Ocak). Bugün Necef diye bilinen Kûfe’ye defnedildi.
17.1.1. İlmî Şahsiyeti
Mü’minlerin Emîri Hz. Ali Allah’ın kelâmına çok büyük bir ehemmiyet verdiği için Kur’ân-ı Kerîm ve Kur’ân ilimleri husûsundaki ilmi derin idi. Rasûlullah (s.a.v) zamanında Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemişti. Onun şöyle dediği rivâyet edilir:
“Allah’a yemin olsun, hiçbir âyet yoktur ki onun hangi hususta, nerede ve kim hakkında indiğini, gece mi gündüz mü, ovada mı dağda mı nâzil olduğunu bilmeyeyim!”[11]
Hz. Ali, İslâm’ın bütün güzelliklerine vâkıftı. Çünkü o, Peygamber Efendimiz’in devamlı yanında bulunmuştu. Vahiy kâtibiydi, hâfız, müfessir ve muhaddisti. Ashâb-ı kiram arasında Kur’ân, hadis ve bilhassa fıkıh alanındaki engin ilmiyle kendini kabul ettirmiş bir otoriteydi. Rasûlullah Efendimiz’den rivâyet ettiği hadislerin çoğu fıkha dâirdir ve 586 adettir. Bunları Peygamber Efendimiz’den, Hz. Ebû Bekir, Ömer, Mikdâd b. Esved ve hanımı Hz. Fâtıma’dan duymuştur. Kendisinden de oğulları Hasan, Hüseyin, Muhammed el-Hanefiyye, diğer sahâbîlerden Abdullah b. Mesʻûd, Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Ömer, Ebû Hüreyre, Berâ b. Âzib, Ebû Saîd el-Hudrî ve daha başkaları, ayrıca Ebü’l-Esved ed-Düelî, Ebû Vâil Şakīk b. Seleme, Şaʻbî, Abdurrahman b. Ebû Leylâ ve Zir b. Hubeyş gibi birçok tâbiî rivayette bulunmuşlardır.
Ahkâmın nazariyâtından çok amelî keyfiyetine bakar: “İnsanlara anlayabilecekleri şekilde konuşunuz! Allah ve Rasûlü’nün tekzip edilmesini ister misiniz?” derdi.[12]
Rasûl-i Ekrem Efendimiz ile çoğu zaman beraber bulunması sebebiyle, rivâyet ettiği hadisler içinde Efendimiz’in şemâiline, ibâdet ve duâlarına dâir olanlar çoktur. Rasûlullah zamanında yazdığı ve devamlı olarak kılıcının kınında taşıdığı bir “hadis sahîfesi” vardı. Bizzat kendisinin beyan ettiğine göre bu sahifede, Allah’ın kitabındaki vahiylerden başka Ehl-i Beyt’e has husûsî bilgi ve talimatlar yoktu. Sadece zekâta ve diyete dâir hükümler, düşman elindeki bir esiri kurtarmanın yolları, bir kâfir için müslümanın öldürülemeyeceği, Medîne’nin Harem bölgesi sınırları gibi birkaç mühim mevzuya dâir hadisler mevcuttu. Hz. Ali, Kur’ân-ı Kerîm ile bu sahîfeden başka Allah Rasûlü’nden husûsî bir tâlimât almadığını ve başka bir şey yazmadığını ısrarla ifade ederdi.[13]
Talebesi Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Hz. Ali’den daha güzel Kur’ân okuyan birini görmediğini ifade eder.
Hz. Ali, Yemen’de kadılık yapmıştır. Hz. Ömer “En isâbetli hüküm verenimiz Ali idi” demiştir.[14] Bu sebeple ilk üç halîfe, mühim meselelerde Hz. Ali’nin fikrini almayı ihmal etmemişlerdir.
Güvenilir hiçbir kaynakta Hz. Ali’nin herhangi bir eserinden söz edilmediği hâlde ona bir takım kitap ve divanlar nisbet edilmiştir. Yine kendisine pek çok söz izafe edilmektedir. Aşırı taraftarları, hadis ve tefsir ilimlerinde ona birçok görüş nisbet ettikleri için, onun sözlerine ihtiyatla yaklaşılmış, bu hususlarda kendisinden güvenilir pek az rivayet kaynaklarımıza intikal edebilmiştir.[15]
֎
Ebû Zerr el-Ğıfârî, hidâyete nâil oluşunu anlatırken, Hz. Ali’nin misâfirperverliğinden de bahsederek şöyle anlatır:
Ben Ğıfâr kabîlesinden bir kimseydim. «Mekke’de bir zât zuhûr etmiş, kendisinin peygamber olduğunu söylüyormuş» diye bir haber alınca, Allah teâlâ daha o zaman gönlüme İslâm’ın muhabbetini düşürdü. Kardeşim Üneys’i bilgi almak üzere Mekke’ye gönderdim. Üneys Efendimiz’in sözlerini dinleyip geldi ve:
“–Onu güzel ahlâkı emrederken gördüm ve şiir olmayan bir sözü söylerken işittim” dedi. Bu sözlerden tatmin olmadım. Hemen azığımı ve su tulumumu yüklenerek yola çıktım. Mekke’ye geldim. Peygamber Efendimiz’i tanımıyor, başkasına sormaktan da çekiniyordum. Mescid-i Harâm’da bekliyor, zemzem içerek açlık ve susuzluğumu gideriyordum. O esnâda yanıma Hz. Ali geldi ve:
“−Herhâlde siz buraların yabancısısınız?” dedi. “−Evet!” dedim.
“−Öyleyse bize misâfir olun!” dedi.
Ali ile birlikte gittim. Müşriklerin zorbalıkları ve estirdiği terör havası sebebiyle geliş sebebimi dahî soramadı. Sabah olunca Peygamber Efendimiz’i bulmak için tekrar Mescid-i Harâm’a gittim. Akşama kadar beklememe rağmen bir haber alamadım. Hz. Ali bana tekrar uğradı ve:
“−Siz hâlâ gideceğiniz yeri öğrenemediniz mi?” dedi. Ben:
“−Hayır” dedim. Ali (r.a):
“−Öyleyse gelin yine bize misâfir olun!” dedi. Evlerine vardığımızda:
“−Senin hâlin nedir, buraya niçin geldin?” diye sordu. Gizli tutacağına ve bana yol göstereceğine dâir söz aldıktan sonra:
“−Bize ulaşan habere göre burada bir zât çıkmış, kendisinin peygamber olduğunu söylüyormuş, onunla buluşup konuşmak üzere geldim” dedim.
“−Gelmekle çok iyi etmişsin. Bu zât Allah’ın Rasûlü’dür, hak peygamberdir. Sabahleyin beni takip et, girdiğim eve sen de gir! Ben senin için tehlikeli bir şey görürsem ayakkabımı düzeltiyormuş gibi duvara dönerim, sen de geçer gidersin” dedi.
Nihâyet Peygamber Efendimiz’in huzûruna vardık… Bana İslâm’ı anlatınca hemen müslüman oldum. Rasûlullah (s.a.v) müslüman olmama çok sevindi ve mesrûr bir çehreyle tebessüm etti… Bir müddet Peygamber Efendimiz’in yanında kaldım. Daha sonra:
“−Ey Allah’ın Rasûlü! Bana ne yapmamı emredersin?” dedim. Rasûlullah (s.a.v):
“−Sana emrim gelince İslâm’ı kavmine teblîğ et, ortaya çıktığımızı haber alınca yanıma gel!” buyurdu.
Bu hâdiseyi anlatan Ebû Zer (r.a) o gün “Canımı elinde tutan zâta yemin olsun ki bu hakikati müşriklerin ortasında haykıracağım” dedi. Oradan çıkıp Mescid’e geldi. En yüksek sesiyle “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve enne Muhammeden Rasûlullah!” dedi. Müşrikler hemen başına çullanıp onu dövmeye başladılar. Yere düştü. O esnâda Abbâs (r.a) geldi, ticaret yollarının Gıfâr kabilesinden geçtiğini hatırlatarak onları durdurdu ve Ebû Zer’i ellerinden kurtardı. Ebû Zer (r.a) kabilesine döndü. Gıfâr’ın yarısı hemen, diğer yarısı da hicretten sonra müslüman oldu.[16]
֎
Hz. Ali’nin rivâyetine göre Rasûlullah (s.a.v):
“–Cennet’te birtakım köşkler vardır. Dışları içlerinden, içleri de dışlarından görülür.” buyurmuştu. Bunu işiten bir bedevî ayağa kalkıp:
“–Bu köşkler kimler içindir ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordu. Rasûlullah (s.a.v):
“–Sözünü güzel ve hoş söyleyen, tatlı dilli, yemek yediren, oruca devâm eden ve gece herkes uyurken kalkıp Allah için namaz kılan kimseler içindir!” buyurdu.[17]
Ali (r.a) şöyle demiştir: “Kardeşlerimden birkaç kişiyi toplayıp onlara bir veya iki kap yemek yedirmem, bana çarşıya çıkıp bir köle âzâd etmekten daha sevgili gelir.”[18]
֎
Hz. Ali şöyle anlatır:
“Kuba’da kaldığım günlerde her gece bir adamın gelip müslüman bir dul kadının kapısını çaldığını, dışarı çıktığı zaman ona bir şeyler verdiğini gördüm. Bu işten şüphelenerek kadının yanına vardım ve:
«–Ey Allah’ın kulu! Her gece gelip senin kapını çalan bu adam kimdir? Yanına çıktığında sana ne olduğunu anlayamadığım bir şeyler veriyor. Hâlbuki sen kocası olmayan müslüman bir kadınsın» dedim.
Kadın bana şöyle dedi:
«–O, Sehl b. Huneyf’tir. Benim kimsesiz bir kadın olduğumu bildiği için gece karanlık bastırınca kavmine âit putlardan birini kırıp odunlarını yakmam için bana getirir!»
Ali (r.a) Irak’ta yanında vefât edinceye kadar Sehl’in bu yaptığını hep anlatırdı.”[19]
Hz. Ali, bu gayretinden dolayı Sehl b. Huneyf’i hayatı boyunca yanından hiç ayırmadı.
֎
Hz. Ali ile Hz. Fâtıma evlendiklerinde Rasûlullah (s.a.v) Hz. Ali’ye:
“–Bir ev ara!” buyurdu. Hz. Ali ev aradı ve Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in hânesinden biraz uzak bir yerde bulabildi. Âilesini oraya yerleştirdi. Bir müddet sonra Rasûlullah (s.a.v) yanlarına varıp kızına:
“–Sizi yakınımda bir yere taşımak istiyorum” buyurdu. Hz. Fâtıma:
“–Hârise b. Nûman ile konuşsanız da biraz ileri taşınıp bize sizin yanınızda bir yer açsa!” dedi. Âlemlerin Efendisi:
“–Hârise bizim için daha önce de yerini değiştirmişti. Artık ona bir şey söylemekten hayâ ediyorum” buyurdu.
Bu durum Hârise’nin kulağına ulaştığında derhal evini taşıdıktan sonra koşarak Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in huzûruna çıktı ve şu muhteşem sözü söyledi:
“–Yâ Rasûlallah! Fâtıma’yı yakınınıza taşımak istediğinizi duydum. İşte evlerim, onlar Benî Neccâr evleri içinde size en yakın olanlardır. Şüphesiz ben ve malım Allah ve Rasûlü’ne âidiz. Vallahi yâ Rasûlallah benden aldığın mâl benim için yanımda bıraktığın maldan çok daha sevimlidir.”
Rasûlullah (s.a.v) onun bu samîmiyetini tasdik ederek:
“–Doğru söylüyorsun, Allah sana bereketini ihsân buyursun, seni bereketli kılsın!” buyurdu. Daha sonra Hz. Ali ile kızı Fâtıma’yı Hârise’nin odalarından kendisine en yakın olanına taşıdı.[20]
֎
Ahzâb Sûresi’nin şu âyet-i kerimesi nâzil olmuştu:
“Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir edâ ile konuşmayın! Sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılır. Mâruf üzere, uygun, ciddî ve ağır başlı bir şekilde konuşun! Evlerinizde oturun, eski câhiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın! Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin! Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”[21]
Allah Rasûlü, bundan sonra altı ay boyunca sabah namazına giderken Hz. Fâtıma ve Hz. Ali’nin kapısına uğrayıp:
“–Namaza kalkın ey Ehl-i Beyt! «Allah sizden, sâdece günâhı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor».” buyurdu.[22]
Aynı şekilde ebedî hayâtın en mühim sermâyelerinden biri olan teheccüd namazı için Rasûlullah (s.a.v) bazı geceler seher vaktinde Hz. Ali ile Fâtıma’nın kapısını çalıp:
“−Namaz kılmayacak mısınız?” buyurmuştur.[23]
֎
Hz. Ali (r.a) şöyle buyurur: “Mezî ile müptelâ bir kimse idim. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e sorsun diye Mıkdâd b. Esved’e söyledim. Sordu. Efendimiz (s.a.v):
«‒Abdest almayı gerektirir» buyurdu.”[24]
Herhangi bir sebeple kendisi sual sormaktan hayâ eden kişi, meselesini başkası vâsıtasıyla sordurabilir. Mezi, guslü gerektirmez. Ancak necis olduğu için kirlettiği yerleri yıkayıp abdest almak lâzımdır.
֎
Ali (r.a) şöyle der: “Aklı eren hiç bir müslümanın Bakara Sûresi’nin son âyetlerini okumaksızın uyuyacağını zannetmiyorum. Çünkü bu âyetler Arş’ın altında bulunan bir hazineden indirilmişlerdir.”[25]
֎
Hz. Ali diyor ki:
Ben, harbi darbı seven bir adamdım. Oğlum doğduğu zaman ona Harb ismini vermiştim. Rasûlullah (s.a.v) geldi ve:
“–Bana oğlumu gösterin, ona ne isim verdiniz?” buyurdu.
“−Harb ismini koydum” dedim.
“–Hayır, o Hasan’dır!” buyurdu.
İkinci oğlum doğduğu zaman ona yine Harb ismini verdim. Rasûlullah (s.a.v) gelip:
“–Bana oğlumu gösterin, ona ne isim verdiniz?” buyurdu.
“−Harb ismini koydum” dedim.
“–Hayır, o Hüseyin’dir” buyurdu.
Üçüncü oğlum doğduğu zaman ona da Harb ismini verdim. Rasûlullah (s.a.v) gelip:
“–Bana oğlumu gösterin, ona ne isim verdiniz?” buyurdu.
“−Harb ismini koydum” dedim.
“–Hayır, o Muhassin’dir! Ben bu torunlarıma Hz. Harun’un oğulları olan Şebber, Şübeyr ve Müşebbir’in isimlerini koydum” buyurdu.[26]
Süryanîce olan bu isimler Hasan, Hüseyin ve Muhassin ile aynı mânaya gelmektedir.[27]
֎
Hz. Âişe anlatıyor:
Rasûlullah (s.a.v) üzerinde siyah yünden nakışlı bir kumaş (abâ) olduğu hâlde sabahleyin evden çıktı. O sırada Hasan b. Ali (r.a) geldi, onu örtünün altına aldı. Sonra Hz. Hüseyin geldi, onunla beraber girdi. Sonra Hz. Fatıma geldi, onu da örtünün altına aldı. Sonra Hz. Ali geldi onu da aldı ve:
“Ey Ehl-i Beyt Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz kılmak istiyor”[28] âyet-i kerîmesini okudu.[29]
Bu sebeple bunlara Âl-i Abâ denir. Ehl-i Beyt, bir evde yaşayan âile fertleri mânâsına gelir. Peygamber Efendimiz’in âile fertlerinin tamâmını ifâde etmektedir. Bu mânâda Ehl-i Beyt, Rasûl-i Ekrem Efendimiz ve âilesi, Hz. Ali, Caʻfer, Akîl, Abbâs ve âileleridir. Peygamber Efendimiz’e salât ü selâm getirmek nasıl bütün mü’minler üzerine bir vecîbe ise Ehl-i Beyt’e hürmet ve muhabbetle bağlı bulunmak da bütün müslümanların vazîfesidir. Zâten her salli-bârik okuyuşumuzda bu vazifemizi yerine getiririz.[30]
Hz. Âişe (r.a) Vâlidemiz’in bu hadîs-i şerîfi rivâyet etmesi, “Sahâbîler Hz. Ali’nin faziletlerini gizliyorlardı” diyen kimselerin yalanını ortaya çıkarmaktadır. Hz. Âişe (r.a), bir ictihad farkı sebebiyle Hz. Ali’ye karşı geldiği, istemeden de olsa onunla savaşmak mecburiyetinde kaldığı hâlde, onun ve âilesinin faziletlerini beyan eden hadîs-i şerîfleri rivâyet etmekten hiç çekinmemiştir. Diğer ashâb-ı kirâm da öyledir.
֎
Ebû Cafer’e:
“–Ali b. Hüseyin, «Biz, onların gönüllerindeki kini söküp attık; onlar artık kardeş olarak köşkler üzerinde karşı karşıya otururlar»[31] âyet-i kerimesinin Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali hakkında nâzil olduğunu söylüyormuş, ne dersiniz?” diye sordular. O da:
“–Evet, Allah’a yemin ederim ki bu âyet onlar hakkında nâzil oldu” dedi. Yanındakiler:
“–Peki, bu âyette sözü edilen kin hangi kindir?” dediler. Şöyle cevap verdi:
“–Câhiliye kinidir. Teymoğulları, Adiyoğulları ve Hâşimoğulları arasında câhiliye devrinde bir kin vardı. Müslüman olup Peygamber Efendimiz’in dâvetine icabet ettikten sonra bu kini terkedip birbirlerini sevdiler.
Bir gün Hz. Ebû Bekir belinden soğuk almış, hasta yatıyordu. Bunu duyan Hz. Ali gelmiş, elini ısıtıyor, Hz. Ebû Bekir’in belini ovuyor (veya elini onun beline koyarak) ısıtmaya çalışıyordu. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nâzil oldu.”[32]
֎
Sehl b. Saʻd anlatıyor:
“Rasûlullah (s.a.v) Uhud Harbi esnâsında yaralanınca Hz. Fâtıma mübârek yüzünden kanı yıkamaya başladı. Hz. Ali de Fâtıma’ya su döküyordu. Hz. Fâtıma suyun kanı gittikçe artırdığını görünce, bir parça hasır aldı, onu yakıp iyice kül hâline getirdikten sonra yaraya bastı, böylece kan durdu.”[33]
֎
Rasûlullah (s.a.v) Hayber Savaşı’nda şöyle buyurdular:
“Bu sancağı, Allah’ı ve Rasûlü’nü seven, Allah’ın fethi kendisine nasip edeceği bir yiğide vereceğim.”
Ömer (r.a) der ki:
“Emirliği o günkü kadar hiçbir zaman arzu etmedim. Beni çağırır ümidiyle Rasûlullah’a kendimi göstermeye çalıştım durdum. Rasûlullah (s.a.v) Ali b. Ebû Tâlib’i çağırdı, sancağı ona teslim ederek şöyle buyurdu:
“–Yürü, Allah fethi müyesser kılıncaya kadar sağa-sola bakınma!”
Ali (r.a) derhal hareket etti, sonra durdu ve arkasına dönmeden seslendi:
“–Ey Allah’ın elçisi, onlarla ne (yapmaları) için savaşayım?”
Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurdu:
“–Onlarla, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet edinceye kadar savaş. Bunu yaptıkları an, -dinin yasaklarını çiğnemedikçe- kanlarını ve mallarını senden korumuş olurlar. Asıl hesapları(nı görmek ise) Allah’a aittir.”[34]
֎
Hz. Ali şöyle anlatır:
“Şiddetli bir ağrımın olduğu bir zaman Allah Rasûlü (s.a.v) yanıma uğramıştı. O esnâda ben:
«Allah’ım, ecelim geldiyse rûhumu alarak beni rahatlat, gelmediyse bu sıkıntıyı benden kaldır. Eğer bu bir imtihan ise bana sabretme gücü ver» diyordum.
Rasûlullah (s.a.v):
«–Ne dedin?» buyurdu. Ben de sözlerimi tekrarladım. Ayağıyla bana dokunarak tekrar:
«–Ne dedin?» buyurdu. Ben sözlerimi yine tekrarladım. Bu sefer Allah Rasûlü (s.a.v) «Allah’ım, ona âfiyet ver (veya) şifâ ver» diye dua etti. O günden sonra o ağrıdan bir daha hiç şikâyetim olmadı.”[35]
֎
Hz. Ali anlatıyor:
“Allah Rasûlü (s.a.v) bana siyerâ denen yol yol sarı kalemli dokunmuş ipek kumaştan bir takım elbise hediye etmişti. Ben onu giyip çıktığımda Rasûlullah (s.a.v) bundan hoşlanmadı. Hoşnutsuzluğu yüzünden okunuyordu. Hemen dönüp bu ipek kumaşı başörtüsü yapmaları için akraba hanımlar arasında taksim ettim.”[36]
Müslim’in diğer bir rivayetinde şöyle denmiştir:
“Dûmetü’l-Cendel şefi Ükeydir, Peygamber Efendimiz’e ipek bir elbise hediye etti. Rasûlullah (s.a.v) onu Hz. Ali’ye verip:
“–Bunu Fâtıma’lar arasında başörtüsü olarak taksim et” buyurdu.”[37]
Fâtıma’lar şunlardır:
1. Peygamber Efendimiz’in kızı ve Hz. Ali’nin hanımı Hz. Fâtıma,
2. Hz. Ali’nin annesi Hz. Fâtıma,
3. Hz. Hamza’nın kızı Fâtıma,
4. Akîl b. Ebî Tâlib’in hanımı Fâtıma binti Şeybe.
֎
Bir gün Rasûlullah (s.a.v) Hz. Ali’ye:
“–Dikkat et! Muhakkak ki sen benden sonra bir takım zorluk ve sıkıntılarla karşılaşacaksın!” buyurdu. Hz. Ali (r.a) hemen:
“–O esnâda dînim selâmette olacak mı?” diye sordu. Allah Rasûlü (s.a.v):
“–Evet, dînin selâmette olacak!” buyurdu.[38]
Hz. Ali’nin en büyük derdi dinini korumaktı, bunun dışındaki belâlar ne kadar büyük olursa olsun hafif gelirdi.
֎
Bir gün sâilin biri Hz. Ali’nin önünde durup bir şeyler istedi. Hz. Ali, oğlu Hasan veya Hüseyin’e:
“−Annene git, kendisine bıraktığım altı dirhemden birini al getir” dedi. Oğlu gitti, sonra geri döndü ve:
“−Annem o altı dirhemi un almak için ayırdığını söyledi” dedi. Hz. Ali:
“−Bir kul Allah’ın katındakine kendi elindekinden daha fazla güvenmedikçe îmânı kâmil olmaz, git ona söyle altı dirhemin tamamını göndersin” dedi.
Hz. Hasan veya Hüseyin gidip altı dirhemi getirdi ve babasına teslim etti. O da bunları sâile verdi. Hz. Ali daha evden içeri adımını atmamıştı ki devesini satmak isteyen bir adam yanına geldi. Hz. Ali:
“−Deveni kaça satıyorsun?” diye sordu.
“−Yüz kırk dirheme”
“−Parasını bir müddet sonra vermek üzere onu kapıya bağla!” Adam deveyi bağlayıp gitti. Derken başka bir zât çıkageldi ve:
“−Bu deve kimin?” diye sordu. Hz. Ali:
“−Benim” dedi.
“−Onu satıyor musun?”
“−Evet”
“−Kaça?”
“−İki yüz dirheme.”
“−Peki, aldım gitti.”
Adam iki yüz dirhemi verdi, deveyi aldı. Hz. Ali deveyi satın aldığı zâta yüz kırk dirhemi verdi, arta kalan altmış dirhemi de Hz. Fâtıma’ya getirip teslim etti. Fâtıma:
“−Bu nedir?” diye sordu.
“−Bu, Allah teâlâ’nın: «Her kim bir hasene ile gelirse ona o yaptığı iyiliğin on katı vardır»[39] buyurarak peygamberi vâsıtasıyla bize vaad ettiği mükâfâttır” dedi.[40]
֎
Rasûlullah (s.a.v) Tebük’e gidiyordu. Hz. Ali onunla birlikte Seniyetü’l-Vedâ’ya kadar gitti. Allah Rasûlü (s.a.v) ona:
“–Burada (Medine’de) ya ben kalacağım ya sen kalacaksın” buyurdu.
Hz. Ali’yi her iki ev halkının işleriyle meşgul olmak üzere Medine’de bırakınca o ağlayarak:
“–Yâ Rasûlallah! Beni çocuklar ve kadınlar içinde vekil mi bırakıyorsun?” dedi.
Rasûlullah (s.a.v):
“–Bana göre sen Musa’ya göre Hârun gibi olmaya râzı değil misin? Şu farkla ki benden sonra peygamber yoktur” buyurdu.
Hz. Ali hemen geri dönüp öyle hızlı yürüdü ki ayaklarının kaldırdığı tozların havaya yükseldiği görüldü.
Münafıklar bu meseleyi bir fırsat bilerek fesat çıkarmaya kalkıştılar:
“–Herhalde ona ehemmiyet vermediği için geri bıraktı. Muhakkak Ali’de hoşlanmadığı birşey görmüştür” gibi birtakım laflar etmeye ve yaymaya başladılar. Hz. Ali bunları işitince silahını alıp yola çıktı. Cürüf’e indiği sırada Peygamber Efendimiz’e yetişti. Rasûlullah (s.a.v) ona:
“–Ey Ali! Seni buraya getiren nedir?” diye sordu. Hz. Ali:
“–Ey Allah’ın Peygamberi! Münafıklar senin bana değer vermediğini ve bir kusurum sebebiyle beni Medine’de bıraktığını söylüyorlarmış” dedi. Rasûlullah (s.a.v) tebessüm etti ve:
“–Onlar yalan söylemişler! Ben seni geride bıraktıklarıma vekil tayin ettim. Sen hemen geri dön ve gerek benim ev halkım, gerek senin ev halkın içinde benim vekilim ol! Ey Ali, bana göre sen Mûsâ’ya göre Hârun gibi olmaya râzı değil misin? Ancak benden sonra peygamber yoktur!” buyurdu. Hz. Ali:
“‒Evet, yâ Rasûlallah öyledir!” dedi ve Medine’ye döndü.[41]
֎
Hz. Ali, Yemen’den dönerken Tâif’in Futuk karyesine geldiğinde beraberindeki askerlerin ve beşte bir malların başına Ebû Râfî’yi bırakarak kendisi önceden Mekke’ye gitmek istedi ve aceleyle oradan ayrıldı. Peygamber Efendimiz’e ait zekât develeriyle Mekke’ye geldi. Hz. Fâtıma’yı ihramdan çıkanlar arasında buldu. Hz. Fâtıma boyalı elbise giymiş ve gözlerine de sürme çekmişti. Hz. Ali onun bu durumundan hoşlanmadı. Fâtıma (r.a) ise:
“–Bunu bana babam emretti” dedi. Ali (r.a) Hz. Fâtıma’yı bu yaptığından dolayı azarlamak ve onun Rasûlullah adına söylediklerini sormak üzere Efendimiz’in yanına gitti. Hâdiseyi nakledince Rasûlullah (s.a.v):
“–Doğru söylemiş, sen hacca niyetlenirken ne demiştin?” diye sordu. Hz. Ali:
“–«Yâ Rabbi! Rasûlün neye niyetlendiyse ben de ona niyetlendim» dedim” dedi. Rasûlullah (s.a.v):
“–Ahsente: Çok güzel yapmışsın! Benim yanımda kurban var, sen de ihramdan çıkma” buyurdu. Peygamber Efendimiz’in ve Hz. Ali’nin getirdiği kurbanların yekûnu yüz oluyordu.[42]
Rasûlullah (s.a.v) hacda, yaşadığı her sene için bir deve olmak üzere altmış üç deveyi kendi eliyle kurbân ettikten sonra bıçağı Hz. Ali’ye verdi, geri kalanını da o kesti. Hz. Ali’yi de kurbana ortak etmişti. Allah Rasûlü kesilen her devenin etinden birer parça alınmasını emretti. Bunlar bir çömleğe konularak pişirildi. Hz. Ali ile birlikte ondan yediler. Daha sonra Rasûlullah (s.a.v) Hz. Ali’ye develerin kalan etlerini, derilerini ve çullarını fakirlere dağıtmasını emretti.[43]
֎
Hz. Ali, Allah Rasûlü’nün vefâtından sonra:
“Peygamber Efendimiz’in kime bir vaadi veya borcu varsa bana gelsin!” diyerek nidâ ettirdi. Sağ olduğu müddetçe her yıl adam gönderip kurban kesim günü Minâ’da böylece nidâ ettirmeye devâm etti. Bu tür bir taleple gelen herkese istediklerini verdi. Hz. Ali’den sonra Hz. Hasan, ondan sonra da şehâdetine kadar Hz. Hüseyin böyle yaptı.[44]
֎
Şurayh b. Hâni’ şöyle anlatır:
Hz. Âişe vâlidemize mestler üzerine meshetme mevzuunu sordum. Bana:
“–Ali’ye sor, o bu husûsu benden daha iyi bilir. Zira o Rasûlullah ile birlikte sefere çıkıyor, ondan hiç ayrılmıyordu” dedi.
Ben de gidip bu konuyu Hz. Ali’ye sordum. Ali bana şu îzâhı yaptı:
“–Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurdu: «Yolcu abdest alıp ayaklarını yıkadıktan sonra mestlerini giyer ve üç gün üç gece hiç çıkarmadan abdest alırken ayaklarını yıkama yerine mestleri üzerine meshedebilir. Mukîm yani kendi evinde ve memleketinde olup yolcu hükümlerine dâhil bulunmayan ise bir gün bir gece mesheder, sonra tekrar ayaklarını yıkar».”[45]
֎
Hz. Ali’nin Bağdad yakınlarındaki Akerâ şehrine vâli tayin ettiği Sakîfli zât şöyle anlatır:
Hz. Ali bana “Öğle vakti yanıma gel” demişti. Yanına vardığımda kapısında bekçi falan yoktu. İzin alıp içeri girdiğimde onu otururken buldum. Yanında bir tas, bir bardak da su vardı. Yardımcısından bir kese istedi. Kendi kendime:
“Herhalde beni emîn olarak gördü de mükâfât olarak cevher falan verecek” dedim. Kesenin içinde ne olduğunu bilmiyordum, ağzı da mühürlüydü. Hz. Ali mührü kırıp keseyi açınca içinde sevîk yani kavrulmuş un olduğunu gördüm. Biraz çıkarıp tasa döktü, üzerine de biraz su ilave edip içti. Aynısından bana da içirdi. Sabredemeyip:
“–Ey Mü’minlerin Emîri! Bunu Irak gibi bir yerde mi yapıyorsunuz?! Hâlbuki Irak’ın yiyecekleri bundan daha çoktur” dedim. Şöyle cevap verdi:
“–Bunu cimriliğimden dolayı yapmıyorum. Yiyeceğimi kendime yetecek kadar alıyorum. Bunun bitip haberim olmadan içine başka unun konulmasından korkuyorum, bundan dolayı yiyeceğimi sıkı sıkı koruyorum. Mideme helâl ve tıyb olmayan bir şeyin girmesini istemiyorum.”[46]
֎
Âsım b. Damre anlatıyor:
“Hz. Ali’ye Peygamber Efendimiz’in gündüz kıldığı nâfile namazları sorduk.
«–Siz ona güç yetiremezsiniz» dedi.
«–Olsun sen bize anlat, gücümüz yettiği kadarını yaparız» dedik. Şöyle anlattı:
«–Nebî sabah namazını kılınca biraz bekler, Güneş biraz yükselince iki rekât namaz kılardı. Biraz daha yükselince dört rekât daha kılardı. Güneş tam tepeden batıya doğru meyledince öğle namazından önce dört rekât, öğleden sonra da iki rekât kılardı. İkindi’den önce de dört rekât kılar, iki rekâtta bir mukarreb meleklere, nebîlere ve onlara tâbî olan mü’min ve müslümanlara selâm verirdi. İşte bu 16 rekât Peygamber Efendimiz’in gündüz kıldığı nâfile namazlardı. Bunlara hakkıyla devâm eden ne kadar azdır!”
Habîb b. Ebî Sâbit, bu hadisi rivâyet eden Ebû İshâk’a:
“–Ey Ebû İshâk, rivayet ettiğin bu hadis senin mescidin dolusu altından daha kıymetlidir” demiştir.[47]
֎
Saîd b. Ilâka diyor ki: Hz. Ali elimden tutarak:
“–Haydi, seninle Hasan’ın yanına gidip hastalığı sebebiyle ziyâret edelim!” dedi. Yanına vardığımızda Ebû Mûsâ el-Eş’arî’yi orada bulduk. Hz. Ali ona:
“–Ey Ebû Mûsâ! Hasta ziyâreti niyetiyle mi geldin yoksa normal bir ziyaret maksadıyla mı?” diye sordu. Ebû Mûsâ:
“–Hasta ziyâreti için geldim” dedi. Bunun üzerine Ali (r.a) şöyle dedi:
“–Peygamber Efendimiz’in şöyle buyurduğunu işitmiştim: «Bir müslüman, hasta olan bir müslüman kardeşini sabahleyin ziyârete giderse yetmiş bin melek akşama kadar ona rahmet okur, dua ve istiğfâr eder. Eğer akşamleyin ziyâret ederse yetmiş bin melek onun için sabaha kadar rahmet okur, dua ve istiğfâr eder. Hastanın başına oturduğu zaman onu rahmet-i ilâhî kaplar. O kişiye Cennet’te bir meyve bahçesi ihsân edilir».”[48]
֎
Hz. Ali şöyle demiştir:
“–Câmiye komşu olan kişinin namazı, ancak câmide (tam olarak) kabul edilir.”
Yanındakiler Hz. Ali’ye:
“–Câminin komşusu kimdir?” diye sordular. O da:
“–Müezzinin sesini işiten herkes!” dedi.[49]
֎
Hz. Ali, aldığı bir dirhemlik hurmayı cübbesinin ucuna sarmış gidiyordu. Biri yetişip:
“–Ey Mü’minlerin Emîri, sen bırak ben taşıyayım” dedi. O da:
“–Hayır, çoluk çocuk sahibi kişinin, âilesinin ihtiyacını bizzat kendisinin taşıması daha münâsiptir” dedi.[50]
֎
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Ey îman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.”[51]
Hz. Ali bu âyet-i kerimede geçen “Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun” cümlesini: “Kendinize ve âile efrâdınıza hayrı (yüksek değerleri, iyilik ve güzellikleri) öğretiniz” şeklinde îzâh etmiştir.[52]
֎
Hz. Ali bir gün şöyle demiştir:
Rasûlullah Efendimiz’le birlikte olduğumuz günleri hatırlıyorum da o günlerde açlıktan karnımıza taş bağladığımız olurdu. Bugün ise malımın zekâtı kırk bin dinara ulaşıyor.”[53]
Hz. Ali bu sözünü, herhalde ganimetten kendisine çokça hisse düştüğü bir gün söylemiştir. Zira her zaman bu kadar çok malı olmuyordu.
֎
Hz. Ali’in Yenbu’da bir arazisi vardı. İçinden bol miktarda su çıktı. Ali (r.a) orayı fakirler için vakfetti.[54]
֎
Ali (r.a) bir gün şöyle demiştir:
“Ey dünya! Bana kastın mı var, yoksa bana hasret misin?! Heyhât! Heyhât! Benden başkasını aldat! Seni dönüşü olmayan üç talâkla boşadım. Zira senin ömrün kısa, vaziyetin kötü, kıymetin azdır. Âh! Azık az, sefer uzun ve yol ıssız! Âh! Âh!”[55]
֎
Hz. Ali (r.a) yaralı olarak geçirdiği günlerde oğulları Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Muhammed İbnü’l-Hanefiyye’yi çağırarak şu tavsiyelerde bulunmuştur:
“Size Allah’tan korkmanızı ve dünya hayatında size karşı ihanet edilse bile sizin böyle davranmamanızı tavsiye ederim. Sakın kaybettiğiniz kimse için ağlamayın ve haktan başka bir şey söylemeyin. Yetime merhamet edin, zayıfa yardımcı olun. Âhiretiniz için amelde bulunun. Zâlime düşman olun, mazluma yardım edin. Allah’ın kitabı ile amel edin ve Allah’ın hükümlerini tatbik etme husûsunda hiçbir kimsenin kınamasından çekinmeyin!”
Sonra oğlu Muhammed İbnü’l-Hanefiyye’ye dönüp şöyle dedi:
“Kardeşlerine neyi öğüt verdiğimi dinledin. Onların emirlerine tâbi ol ve onlara danışmadan hiçbir şeye tevessül etme!”
Sonra da Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’e dönüp:
“Şu kardeşinizi size bırakıyorum. Babanızın onu ne kadar sevdiğini biliyorsunuz.”
Daha sonra, kendisine suikast düzenleyen İbn Mülcem’e eğer iyileşirse kendisinin cezâ vereceğini ancak ölecek olursa kısas tatbik edilmesini, tek darbeyle vurulup öldürülmesini ve işkence yapılmamasını söyledi. Hz. Hasan (r.a), halifeliğindeki ilk icraatı babasının kātili İbn Mülcem’e kısas tatbik etmek oldu.[56]
֎
Hz. Ali şehid edildiğinde oğlu Hasan (r.a), Kûfe minberine çıkıp halka şöyle hitap etti:
“Dün aranızdan bir adam ayrıldı. Evvel gelip geçen insanlar onu ilimde geçemediler, sonrakiler de ona ulaşamadılar. Rasûlullah (s.a.v) onu bir birliğin başında kumandan olarak gönderir ve kendisine sancağını verirdi. O da gittiği yeri fethetmeden gelmezdi. Kendisine tahsis edilen atâdan ayırdığı yedi yüz dirhemden başka ne altın ne de gümüş bıraktı. O parayı da âilesine bir hizmetçi temin etmek için hazırlıyordu.”[57]
֎
Âsım b. Damra şöyle anlatır: Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hasan’a:
“–Şîa yani Hz. Ali’yi sevmede aşırı gidenler onun öldükten sonra tekrar dünyaya döneceğini iddia ediyorlar” dedim. Bana şöyle cevap verdi:
“–Yalan söylemiş o yalancılar! Öyle olsaydı hanımları başkalarıyla evlenmez, biz de mirasını taksim etmezdik.”[58]
17.2. Hz. Fâtıma (r.a)
Rasûlullah (s.a.v) kendisini çok sevdiği için ona “Ümmü ebîhâ: babasının annesi” künyesi verilmişti. Lâkapları “beyaz, parlak ve aydınlık yüzlü kadın” anlamında Zehrâ ile “iffetli ve namuslu kadın” anlamına gelen Betûl idi.[59]
Fâtıma on beş yaşını tamamlayınca onunla önce Hz. Ebû Bekir, ardından da Hz. Ömer evlenmek istedi. Rasûlullah (s.a.v) her iki teklife de olumlu cevap vermedi. Ardından Hz. Ali Fâtıma’ya talip oldu ve bu talebi Allah Rasûlü tarafından kabul edildi.[60] O sıralarda fakir bir delikanlı olan Hz. Ali mehir verecek kadar malı bulunmadığından Bedir Gazvesi’nde ganimetten payına düşen zırhı, bazı rivayetlere göre ise devesini ve bir kısım eşyasını satarak 450 dirhem gümüş civarında bir mehir verdi. Hz. Fâtıma’nın çeyizi de kadife bir örtü, içine hurma lifi doldurulmuş deri bir yastık, iki el değirmeni ve deriden yapılma iki su kabından ibaretti. Düğünleri hicrî 2. yılın Zilkade veya Zilhicce ayında oldu (Mayıs veya Haziran 624).
Hz. Fâtıma hicrî 3. senenin Ramazan ayında (Şubat 625) ilk çocuğu Hasan’ı, bir yıl sonra Şâban (Ocak) ayında Hüseyin’i dünyaya getirdi. Daha sonraki yıllarda küçük yaşta ölen Muhassin[61] ile Ümmü Külsûm ve Zeyneb doğdu.
Evliliklerinin ilk yıllarında Hz. Ali ile Fâtıma arasında küçük çapta bazı anlaşmazlıklar olmuş,[62] ancak Rasûl-i Ekrem’in aralarını bulması ve Hz. Fâtıma’ya kocasına itaati tavsiye etmesi üzerine kırgınlıklar son bulmuş, Hz. Ali de artık eşini hiçbir şekilde üzmeyeceğini söylemiştir.[63]
Fâtıma (r.a) eşine, evine ve çocuklarına bağlı, onlara hizmet eden, becerikli, sabırlı, güzel ahlâklı örnek bir müslüman hanımdır.
Hz. Fâtıma, Rasûlullah’ın vefatından beş buçuk ay sonra 3 Ramazan 11 tarihinde vefat etti (22 Kasım 632).
Fâtıma (r.a) hayattayken Esmâ binti Umeys’e kadın cenazelerinin erkeklerinki gibi sadece kefenle herkesin gözü önünde bulunmasından rahatsız olduğunu söylemişti. Esmâ (r.a) ona Habeşistan’da cenazelerin tabut içinde taşındığını anlattı. Bunun üzerine Fâtıma (r.a) kendi cenazesinin de böyle taşınmasını vasiyet etti. Vefat ettiğinde Esmâ binti Umeys’in tarifi üzere tabuta benzer bir şey yapıldı, üstü de kapalıydı. Hz. Fâtıma’nın cenazesi onun içinde taşındı. Namazını Hz. Abbâs veya Hz. Ali kıldırdı. Vasiyeti üzerine Hz. Ali, Hz. Abbâs ve oğlu Fadl tarafından geceleyin Cennetü’l-Bakīʻa defnedildi.[64]
Fâtıma (r.a) babasının uygun gördüğü hayat tarzını benimseyerek onun gibi sade yaşadı. Evinin işlerini kendisi yapar, ibadetlerine önem verirdi. Bu güzel vasıfları sebebiyle Rasûlullah (s.a.v) Hz. Fâtıma’yı görünce sevinir, kendisini ayakta karşılar, elini tutarak yanaklarından öper, ona iltifat edip yanına veya kendi yerine oturturdu. Babası kendi evine gelince Fâtıma da onu aynı şekilde karşılayıp ağırlardı.[65] Rasûlullah (s.a.v) sefere giderken âile fertlerinden en son Fâtıma ile vedalaşır, seferden dönünce de ilk olarak onunla görüşürdü.[66] Kadınlardan en çok Fâtıma’yı, erkeklerden de Ali’yi sevdiğini söyleyen[67] Rasûl-i Ekrem,
“Fâtıma benim bir parçamdır, onu sevindiren beni sevindirmiş, onu üzen de beni üzmüş olur”[68] ve
“Bana melek gelerek Fâtıma’nın cennetliklerin hanımefendisi olduğunu müjdeledi” demiş[69], cennetlik kadınların en faziletlilerini saydığı bir başka hadisinde de önce Hz. Hatice ile Fâtıma’nın, sonra da Âsiye ile Meryem’in adlarını zikretmiştir.[70]
Peygamber Efendimiz’in Hz. Fâtıma’ya olan muhabbetini gösteren mühim bir hâdise şudur: Mekke’nin fethinden sonra Hz. Ali, Ebû Cehil’in kızı Cüveyriye ile[71] evlenmek istemişti. Veya Ebû Cehil’in yakınları, kızlarını Hz. Ali ile evlendirmek için Allah Rasûlü’nden izin istemişlerdi. Rasûlullah (s.a.v) minbere çıkarak Fâtıma’nın kendisinden bir parça olduğunu, onun üzülmesini istemediğini bildirdi. Rasûlullah’ın kızı ile Allah düşmanının kızının bir araya gelemeyeceğini ifade etti. Cenâb-ı Hakk’ın helâl kıldığı bir şeyi haram kılmamakla beraber bu evliliğe izin vermeyeceğini, ancak Ali’nin isterse Fâtıma’yı boşadıktan sonra başka bir kadınla evlenebileceğini söyledi.[72] Rasûl-i Ekrem’in bu konudaki hassasiyeti, Hz. Fâtıma’nın itidalini koruyamayacağı düşüncesinden kaynaklanıyordu.[73]
Diğer taraftan Peygamber Efendimiz’in konuşmasına başlarken öbür damadı Ebü’l-Âs’ın kendisine verdiği sözde durduğunu belirtmesi, Ebü’l-Âs’a Zeyneb’in üzerine bir başka kadınla evlenmemeyi şart koştuğunu hatıra getirmektedir. Aynı şekilde Hz. Ali’den de böyle bir söz aldığını, fakat Ali’nin bunu unutmuş olabileceğini düşündürmektedir. Bu hâdiseden sonra Hz. Ali Fâtıma’nın vefatına kadar bir başka kadınla evlenmediği gibi câriye de edinmemiştir.
Rasûl-i Ekrem’in her fırsatta onların evine gelerek ikisinin arasına oturması, hem kızına hem de damadına beslediği derin sevgiyi ifade etmesi onları birbirine bağlamış, hatta zaman zaman her biri Rasûlullah’ın kendisini daha çok sevdiğini ileri sürerek onun gönlündeki müstesna yerlerinden emin olduklarını göstermişlerdir. Fâtıma da fırsat buldukça babasının yanına gider, ona hizmet etmekten zevk duyardı. Mekke’nin fethedildiği yıl Rasûlullah (s.a.v) evinde yıkanırken Fâtıma’nın onu bir perde ile setretmeye çalışması[74] onların bu yakınlığının derecesini göstermektedir. Hz. Fâtıma ile ilgili mühim hususlardan biri de Rasûlullah’ın neslinin onun çocukları vasıtasıyla devam etmiş olmasıdır.
Hz. Fâtıma’dan on sekiz hadis rivayet edilmiştir. Ondan Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz. Âişe, Ümmü Seleme, Ebû Râfiʻin karısı Selmâ, Enes b. Mâlik ve benzerleri rivayette bulunmuşlardır. Bunun dışında Hz. Hüseyin’in kızı Fâtıma’nın ve başka râvilerin ondan mürsel rivayetleri mevcuttur.[75]
֎
Sehl b. Saʻd (r.a) şöyle anlatır:
“Rasûlullah (s.a.v) bir gün ciğerpâresi Fâtımatü’z-Zehrâ’nın hânesini teşrîf etti. Hz. Ali evde yoktu. Hz. Fâtıma’ya:
«‒Amcanın oğlu nerede?» diye sordu. Fâtıma (r.a):
«‒Aramızda bir şey geçti, birbirimize darıldık, o da gündüz uykusunu benim yanımda uyumadı» cevâbını verdi.
Rasûlullah (s.a.v) birine:
«‒Bak bakalım o nerede?» buyurdu. O kişi gidip geldi ve:
«‒Yâ Rasûlallah, Mescid’de uyuyor» dedi.
Rasûlullah (s.a.v) Mescid’i teşrîf etti, baktılar ki, Hz. Ali (r.a) yan tarafına yatmış, ridâsı bir yanından sıyrılmış ve vücûduna biraz toprak yapışmış. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):
«‒Ebû Türâb, kalk! Ebû Türâb, kalk!» diyerek onun üzerinden toprağı silmeye başladı.”[76]
Rasûlullah Efendimiz’in, dâmâdı Ali’ye Ebû Türâb (toprak babası, toprağa bulanan kişi) künyesini vermesi, bir şakalaşma ve bu vesîleyle kendisini taltiftir. Hz. Ali’nin en çok sevdiği lakabı bu idi, zîrâ bu künyeyi ona Allah Rasûlü (s.a.v) vermişti. Biri kendisini “Ebû Türâb” diye çağırınca pek ziyâde sevinirdi.
֎
Hz. Ali şöyle anlatır:
“Hz. Fâtıma, babasına âilesinin en sevgili olanı idi. Değirmen çevirdiği için elinde, kırba ile su taşıdığı için boynunda yaralar oluşur, evin temizliğiyle meşgul olurken de üstü başı toz toprak içinde kalırdı. Bir ara Allah Rasûlü’ne bâzı köleler getirilmişti. Hz. Fâtıma’ya:
«–Babana gidip bir hizmetçi istesen!» dedim. Hz. Fâtıma gitti, Peygamber Efendimiz’in, yanındaki bâzı kimselerle konuştuğunu görünce geri döndü. Ertesi gün Rasûlullah (s.a.v) Fâtıma’ya gelerek:
«–Kızım ihtiyâcın ne idi?» diye sordu. Fâtıma sükût edip cevap vermedi. Ben araya girip:
«–Ben anlatayım ey Allah’ın Rasûlü!» diyerek meseleyi anlattım. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):
“–Ey Fâtıma! Allah’tan kork, Allah’ın farzlarını edâ et, âilenin işlerini yap, yatağına girince otuz üç kere sübhânallah, otuz üç kere el-Hamdü lillah, otuz dört kere Allahu ekber de, böylece hepsi yüz yapar. Bu senin için hizmetçiden daha hayırlıdır” buyurdu. Hz. Fâtıma:
«−Allah’tan ve Allah’ın Rasûlü’nden râzıyım!» dedi. Rasûlullah (s.a.v) ona hizmetçi vermedi.”[77]
Diğer bir rivâyette Allah Rasûlü’nün şunları da söylediği nakledilir:
“–Vallahi Ehl-i Suffe açlıktan mîdelerine taş bağlar ve ben de onlara sarf edecek bir şey bulamazken size hizmetçi veremem. Esirlerin karşılığında fidye alacağım ve bu geliri Ashâb-ı Suffe için harcayacağım.”[78]
Hz. Ali o günden sonra bu zikri hiç ihmâl etmediğini söylerdi. Bunu duyan biri ona hayatının en zor ânını hatırlatarak:
“–Sıffîn gecesi de mi okudun?” diye sordu. Hz. Ali:
“–Evet, Sıffîn gecesi de okudum” cevabını verdi.[79]
֎
Sevbân (r.a) anlatıyor: “Hind binti Hübeyre elinde iri altın yüzükler olduğu hâlde Peygamber Efendimiz’in yanına gelmişti. Rasûlullah (s.a.v) bunu hoş görmedi. O da hemen oradan ayrılıp Rasûlullah’ın kerimesi Fâtımatü’z-Zehrâ’nın yanına vardı. Ona başından geçen hâdiseyi anlattı. Bunun üzerine Hz. Fâtıma boynundaki altın zinciri çıkarıp:
«–Bunu bana Hasan’ın babası Hz. Ali hediye etti» dedi. Zincir daha elinde iken Rasûlullah (s.a.v) yanlarına girdi ve şunu söyledi:
«–Ey Fâtıma! İnsanların “Rasûlullah’ın kızının elinde ateşten bir zincir var” demesi seni memnun eder mi?» buyurdu, sonra da oturmadan geri dönüp gitti. Bunun üzerine Fâtıma (r.a) zinciri çarşıya gönderip sattırdı, parasıyla bir köle satın aldı ve onu âzad etti. Bu durum Peygamber Efendimiz’e haber verilince:
«–Fâtıma’yı ateşten kurtaran Allah’a hamdolsun» buyurdu.”[80]
֎
Hz. Fâtıma’nın rivâyetine göre bir gün Rasûl-i Ekrem Efendimiz yanına geldi ve:
“–Oğullarım nerede?” diye sordu. O da:
“–Ali onları götürdü!” dedi.
Efendimiz (s.a.v) dışarı çıktı ve onları Meşrübe denilen yerde oynarken buldu. Önlerinde de biraz hurma vardı. Allah Rasûlü (s.a.v):
“–Ey Ali! Oğullarımı sıcak iyice bastırmadan eve götürmeyecek misin?” buyurdu.[81]
17.3. Hz. Hasan (r.a)
Hicrî 3. senenin Şâban ayında (Ocak-Şubat 625) veya Ramazan ayının 15’inde (1 Mart) Medine’de doğmuştur. Babası ona Harb ismini koymayı düşündüyse de Rasûlullah (s.a.v) Câhiliye döneminde bilinmeyen Hasan adını ve Ebû Muhammed künyesini verdi ve kulağına bizzat ezan okudu. Doğumunun yedinci gününde akîka kurbanı keserek Hz. Fâtıma’dan saçının ağırlığınca gümüşü fakirlere dağıtmasını istedi.
Hz. Hasan’ın Tasavvuf ve zühd dünyasında mühim bir yeri vardı. Günlerinin çoğunu oruçla geçirir, riyâdan uzak durur ve nâzik bir dille konuşurdu.[82]
Hz. Hasan’ın fazîletleri saymakla bitmez. O, efendi| hilm, vakar, sekînet ve hayâ sâhibi, son derece cömert, herkes tarafından sevilen, fitne ve kılıçtan nefret eden bir zât-ı mübârek idi.[83] 25 defa yürüyerek haccetmişti. Ağzından hiç kötü söz çıkmazdı.[84]
Hz. Hasan’ın neslinden gelenlere “Şerîf” unvanı verilmiştir. Tarihte bunlar tarafından kurulan İdrîsîler, Ressîler, Saʻdîler ve halen devam eden Filâlîler (Fas) ile Hâşimîler (Ürdün) gibi birçok hânedan vardır.
֎
İbn Abbâs (r.a) şöyle der: “Rasûlullah (s.a.v), Hz. Hasan ve Hüseyin için Akîka olarak ikişer koç kurban etti.”[85]
֎
Bir gün Peygamber Efendimiz mübârek torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’in ellerinden tutup şöyle buyurdu:
“Kim beni, bu ikisini, bunların baba ve analarını severse Kıyâmet Günü benimle berâber olur.”[86]
֎
Üsâme b. Zeyd (r.a) şöyle anlatır:
“Bir gece bir ihtiyacım için Peygamber Efendimiz’in kapısını çalmıştım. Rasûlullah (s.a.v) kapıya çıktı. Ne olduğunu bilmediğim bir şeyin üzerini sarıp örtmüştü. İşimi bitirince:
«‒Bu üzerini sarıp örttüğünüz şey nedir ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordum.
Efendimiz (s.a.v) örtüyü açıverince bir de ne göreyim, dizleri üzerinde Hasan ile Hüseyin! (Allah’ın selamı onların soyuna ve nesline olsun!) Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
«‒Bunlar benim torunlarım ve kızımın oğullarıdır. İlâhî ben onları seviyorum Sen de onları sev, onları sevenleri de sev!”[87]
֎
Ebû Hüreyre (r.a) anlatıyor:
“Rasûlullah (s.a.v) gündüzün bir vaktinde evinden çıktı. O bana bir şey söylemiyor ben de ona bir şey söylemiyordum. Benî Kaynuka çarşısına kadar vardı. Sonra oradan ayrılıp kızı Fâtıma’nın evine döndü ve avluya oturdu:
«‒Ufaklık orada mı? Ufaklık orada mı?» diye sordu.
Hz. Hasan (r.a) bir müddet gecikti. Anlaşılan annesi ona güzel kokulu boncuklardan yapılan gerdanlığını takarak süslüyor veya saçını başını yıkayıp tarıyordu. Derken Hasan (r.a) koşarak gelip muhterem dedesinin boynuna sarıldı. Rasûlullah (s.a.v) onu doyasıya öpüp kokladı ve şöyle dua etti:
«Yâ Rabbi onu sev, onu sevenleri de sev!».”[88]
֎
Ebû Hüreyre (r.a) ölüm döşeğinde iken Mervan b. Hakem kendisini ziyarete gelmişti. Bu esnâda Mervan:
“–Tanıştığımızdan beri Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e olan sevgini müşahede etmekteyim, bunun sebebi nedir?” diye sordu.
Ebû Hüreyre (r.a) ciddîleşip toparlandı ve şöyle dedi:
“–Şu gözlerimle şâhid olduğum bir hâdiseyi sana anlatayım. Bir gün Peygamber Efendimiz ile birlikte bir sefere çıkmıştık. Yolda yürürken Allah Rasûlü (s.a.v), annelerinin yanında bulunan Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’in ağlama seslerini işitti. Yürüyüşlerini hızlandırdı ve çocukların bulunduğu yere vardı:
“–Yavrularımın nesi var?” diye sorduğunu işittim. Fâtıma (r.a):
“–Susuzluk” diye cevap verince Rasûlullah (s.a.v) hemen su kabını yokladı, su arıyordu. O gün su, küçük birikintilerden alınıyordu ve insanlar o esnâda su bulmak istiyorlardı. Efendimiz (s.a.v):
“–Yanında su olan var mı?” diye sorduğunda herkes su kaplarını yokladı ancak hiç kimse bir damla dahi su bulamadı. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v) kızı Fâtıma’ya:
“–Çocukların birini bana ver!» buyurdu. O da örtünün altından birini uzattı. Rasûlullah (s.a.v) çocuğu alıp bağrına bastı, fakat çocuk susuzluktan ağlıyor, susmuyordu. Bunun üzerine dilini çıkartıp çocuğa uzatınca çocuk Peygamber Efendimiz’in mübarek dilini emmeye başladı ve sakinleşip ağlaması kesildi. Bir daha ağlama sesini işitmedim. Öbür çocuk ise ağlamaya devam ediyor, susmuyordu. Allah Rasûlü (s.a.v):
«‒Diğerini ver» buyurdu. Fâtıma (r.a) onu da Efendimiz’e verdi. Allah Rasûlü (s.a.v) ona da aynı şeyi yaptı, böylece ikisi de rahatlayıp sustular. Bir daha seslerini işitmedim. Allah Rasûlü (s.a.v) «Yürüyün» buyurdu. Develerin üzerindeki hevdeclerin içinde yol alan kadınlara yol vermek için sağa sola açıldık, sonra yolun ortasında Peygamber Efendimiz’le buluştuk.
Ben, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in böyle yaptıklarını gördükten sonra artık onları nasıl sevmem?”[89]
֎
Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin, Rasûlullah Efendimiz’in yanında güreşe tutuşmuşlardı. Efendimiz (s.a.v):
“‒Haydi Hasan, tut Hasan!..” diyordu. Hz. Âişe (r.a):
“‒Büyüğe mi yardım ediyorsunuz?” diye sordu. Efendimiz (s.a.v) de:
“‒Cibrîl de «Tut ey Hüseyin» diyor” buyurdu.[90]
֎
Hz. Hasan (r.a) şöyle anlatır:
“Dayım Hind b. Ebî Hâle’ye, Allah Rasûlü’nün hilyesini sordum ki o Peygamber Efendimiz’i çok güzel tavsif ederdi. Bana onun hilyesinden, öğreneceğim ve kendisini tanıyacağım bir şey vasfetmesini çok arzu ederdim.”[91]
Hz. Hasan (r.a) dayısı Hind b. Ebî Hâle’ye muhterem dedesinin hilye-i şerifini ve ahlâkını sormuş, tafsilatlıca bilgi almıştı. Kendisi diyor ki:
“Bu bilgileri bir müddet Hüseyin’den gizledim, sonra anlattım. Bir de baktım ki o beni geçmiş, aynı şeyleri babamız Hz. Ali’ye sormuş. Dedemizin eve girişini, oturuşunu, çıkışını, şekil ve şemâilini hep sormuş, sormadık hiçbir şey bırakmamış…[92]
İki kardeş arasında tatlı bir rekâbet olduğu görülüyor. Ama merhametleri gâlip geliyor, dayanamayıp bir müddet sonra öğrendiklerini birbirlerine anlatıyorlar. Her biri Allah’ın Rasûlü’ne daha yakın olmayı istiyor, âdetâ onu birbirlerinden kıskanıyorlar.
֎
Bir gün Hz. Hasan (r.a) Kâbe’yi tavâf etti, ardından Makâm-ı İbrâhim’e gidip iki rekât namaz kıldı. Sonra yanağını Makâm’a koyup ağlamaya başladı:
“Yâ Rabbî, senin küçük ve zayıf kulun kapına geldi, İlâhî âciz hizmetçin kapına geldi, yâ Rabbî dilencin kapına geldi, yoksulun kapına geldi” diyor ve bunu defâlarca tekrar ediyordu. Sonra oradan ayrıldı. Yolda kuru ekmek parçalarıyla karınlarını doyurmaya çalışan yoksul insanlara rastladı, selâm verdi. Onlar da Hz. Hasan’ı yemeğe dâvet ettiler. Hasan (r.a) yoksullarla birlikte oturdu:
“–Bu ekmeğin sadaka olmadığını bilseydim sizinle birlikte yerdim” diye özür beyan ettikten sonra:
“–Haydi kalkın bizim eve gidelim” dedi.
Yoksullar onunla birlikte evin yolunu tuttular. Hasan (r.a) onlara yemek yedirdi, elbiseler giydirdi ve ceplerine de bir miktar para koydu.”[93]
֎
Hz. Hasan’a:
“‒Hatırında Rasûlullah Efendimiz’den ezberlediğin neler var?” diye sorduklarında şöyle buyurmuştur:
“‒Ben küçük yaşta dedem Rasûlullah (s.a.v)’in şu sözü ezberledim:
«Şüpheli olanı bırak şüphe vermeyene bak, zira doğruluk huzur, yalan ise şüphe kaynağıdır.”[94]
Haramlar bir tarafa şüpheli şeyleri bile terketmek, büyük bir verâ ve takvâ göstergesidir. İki dünyanın da huzûru buna bağlıdır.
֎
Ebu’l-Havrâ (r.a) anlatıyor:
“Hasan b. Ali’nin yanındaydık. Kendisine:
«‒Rasûlullah Efendimiz’den aklında ne kaldı?» diye soruldu. Şunları anlattı:
«‒Bir gün yanında yürüyordum, sadaka (zekât) hurmalarının kurutulduğu yere uğradı. Ben de oradan bir hurma alıp ağzıma attım. Efendimiz (s.a.v) o hurmayı hemen ağzımdan çıkardı. Hurmanın üzerinde tükürüğüm bile vardı. Bir sahâbî:
“‒Bıraksaydınız da çocuk yeseydi ne olurdu?” dedi. Efendimiz (s.a.v)
“‒Biz Muhammed âilesine sadaka helâl değildir!” buyurdu.
Bir de ondan aklımda kalan beş vakit namazdır».”[95]
Allah Rasûlü (s.a.v) ve onun birinci dereceden akrabaları zekât ve sadakayı aslâ almazlar ama hediyeyi kabul ederlerdi. Bunun çok derin hikmetleri vardır. Zekât ve sadaka malın kiridir. Öndeki insanların bunu alması onları küçültür, kalplerdeki duyguları bulandırır ve pek çok sûizanlara sebep olur. Hediyeleşmek ise muhabbeti artırır.
֎
Hz. Hasan bir gün kendi çocuklarıyla kardeşinin çocuklarını toplayıp şöyle dedi:
“Yavrularım ve kardeşimin evlatları! Siz bugünkü insanların küçüklerisiniz ancak pek yakında diğer insanların büyükleri durumuna geleceksiniz. Öyleyse mutlaka ilim öğrenin! Öğrendiği ilmi ezberleyip rivâyet etmeye gücü yetmeyen de onu yazıp evine koysun!”[96]
֎
Hz. Hasan (r.a), Ehl-i Beyt’i yüceltme konusunda aşırı giden ğuluv ehli birine:
“–Yazıklar olsun size! Bizi Allah için sevin, eğer Allah teâlâ’ya itaat edersek bizi sevin, isyan edersek bize buğzedin!” dedi. Adam:
“–Ama siz Rasûlullah’ın akrabaları ve ehl-i beytisiniz!” dedi. Bunun üzerine Hasan (r.a) ona şu açıklamayı yaptı:
“–Yazıklar olsun sana! Eğer Allah teâlâ kendisine tâatte bulunmadan sırf Allah Rasûlü’ne yakınlığı sebebiyle birisini azaptan koruyacak olsaydı, bu, anne ve baba olarak bizden daha yakın olan kimselere fayda verirdi (amcası Ebû Leheb gibi). Vallahi ben, bizden günah işleyenlere azâbın iki kat verilmesinden korkuyorum. Aynı şekilde iyilik edenlere de ecrin iki kat verilmesini ümit ediyorum. Yazıklar olsun size, Allah’tan korkun! Bizim hakkımızda hak sözü söyleyin. Bu sizi istediğiniz şeye daha kolay ulaştırır. Biz de sizin hakkı söylemenizden râzı oluruz.”
Hz. Hasan sözlerine şöyle devam etti:
“–Bu sizin iddialarınız Allah’ın dîninden ise ve bunları bize öğretmemiş, bizi onlara teşvik etmemişlerse o zaman babalarımız bize çok büyük kötülük yapmışlar demektir.”
Râfizî[97] olan adam:
“–Rasûlullah (s.a.v) Hz. Ali için «Ben kimin dostu isem Ali de onun dostudur»[98]buyurmuyor mu?” dedi. Hasan (r.a):
“–Evet, ama dikkat et! Eğer bu sözüyle idareciliği ve saltanatı kastetmiş olsaydı bunu mutlaka açıkça ifade ederdi. Tıpkı namazı, zekâtı, Ramazan orucunu ve haccı açıkça beyan ettiği gibi! Mutlaka «Ey insanlar! Bu benden sonra sizin velînizdir» buyururdu. Zira insanların iyiliğini en çok düşünen kişi Rasûlullah Efendimiz’dir. Vaziyet sizin iddia ettiğiniz gibi olsaydı, yani Allah ve Rasûlü idare için Nebiyy-i Ekrem’den sonra bu vazifeyi yerine getirmek üzere Hz. Ali’yi seçmiş olsalardı şu anda o bu hususta en büyük hatayı yapmış, en büyük cürmü işlemiş olurdu. Çünkü şu hâliyle Allah Rasûlü’nün yapmasını emrettiği şeyi onun emrettiği şekilde yapmamış ve insanlara da bu hususta geçerli bir mazeret beyan edememiş olurdu!”[99]
֎
Umûmiyle Hâşimoğulları’nın, husûsiyle de Hz. Hasan’ın cömertliği meşhurdur. Mahreme b. Nevfel ile Cübeyr b. Mutʻim, Benî Hâşim’in mi yoksa Benî Ümeyye’nin mi daha cömert olduğu konusunda iddiaya girdiler ve onları denemeye karar verdiler. Cübeyr, Saîd b. el-Âs, İbn Âmir ve Mervân’a giderek onlardan para istedi, onların her biri kendisine on bin dirhem verdiler. Mahreme ise Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Caʻfer’e giderek para istedi, onların her biri de kendisine yüz bin dirhem verdiler. Mahreme bunu almayı reddetti ve onlara bu işi sadece denemek için yaptığını bildirdi.[100]
17.4. Hz. Hüseyin (r.a)
Hicrî 4 senenin Şâban ayının 5’inde (10 Ocak 626) Medine’de doğdu. “Şehîd” lakabıyla meşhurdur. Göğsünden aşağısının dedesine çok benzediği rivayet edilir. Onu gören “Bu kadar güzelini de hiç görmemiştim” derdi.[101] Doğduğunda Rasûlullah (s.a.v), ağabeyi Hasan’a yaptığı gibi o güne kadar Araplarca pek bilinmeyen adını kulağına bizzat ezan okuyarak koydu ve doğumunun yedinci gününde akîka kurbanı kestirip Hz. Fâtıma’dan saçının ağırlığınca fakirlere gümüş dağıtmasını istedi.
Hz. Hüseyin, 6 yaşına kadar Peygamber Efendimiz’in muhabbet kucağında çok mesrûr ve neşeli günler geçirdi. Çünkü Rasûlullah (s.a.v) torunlarına çok düşkündü ve onları “Siz Allah’ın reyhânlarısınız” diye severdi.[102] İsteklerini tereddütsüz yerine getirir, onlarla oyun oynar, sırtına bindirip gezdirir, hatta secdede iken sırtına çıktıklarında onlar ininceye kadar bekler, rahatsız etmek istemezdi.
Hz. Hüseyin, ağabeyi Hasan ile birlikte tâbiînden Ebû Abdurrahman es-Sülemî’den kıraat öğrendi,[103] dedesinden, anne ve babasından, Hz. Ömer’den ve diğer bazı sahâbîlerden sekiz hadis rivayet etti.
Rebâb binti İmriü’l-Kays ile evlendi. Ondan Ali Ekber, Ali Zeynelâbidîn, Fâtıma, Sükeyne, Ebû Bekir, Ömer, Abdullah, Muhammed, Cafer isimlerinde çocukları oldu.
Hüseyin (r.a), insanların gıpta ettiği müstesnâ bir şahsiyet idi. Çok üstün fazîletlere sâhip bir insandı. Herkes tarafından sevilirdi. Çok cömert ve mütevâzı idi, “Cömert, efendi olur, cimri ise hor ve hakîr olur. Bu âlemde bir mü’min kardeşinin iyiliğini kendinden önce düşünen, öbür âlemde daha iyisini bulur” derdi.
Hayâtını Allah rızâsını ve âhireti kazanmaya adaması, onu pek ulvî makamlara yükseltti. Cennet gençlerinin efendisi oldu.
Hz. Hüseyin (r.a), kendini ibadete vererek zühd ve takvâya dayalı bir hayat sürdü. İnsanlara iyilik ve yardım etmeyi çok sevdi. Müslümanlar arasında huzur ve sükûnu sağlamak, birlik ve beraberliği devam ettirmek için âzâmî gayret sarfetti. Fitne kıpırdanışlarına fırsat vermedi. Muhterem dedesi Peygamber Efendimiz’in mânevî mîrâsını koruyup yüceltmek için çalışırken hicrî 10 Muharrem 61, milâdî 680 tarihinde Kûfe yakınlarındaki Kerbelâ’da hunharca şehîd edildi. Ona revâ görülen zâlimâne hareketler Fahr-i Kâinât Efendimiz’i ve müslümanları çok üzdü.
57 yaşında şehîd edilmiş olmasına rağmen gönüllerde hep genç olarak kalan ve gençlere örnek fazîletli davranışlarıyla hayalleri süsleyen bir şahsiyettir.
֎
Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin’denim. Hüseyin’i seveni Allah sever. Hüseyin esbâttan/torunlardan biridir.”[104]
֎
Hz. Hüseyin (r.a) şöyle anlatır:
“Çocukken bir gün Mescid’e girdiğimde Hz. Ömer minberin üzerinde idi. Yanına çıktım ve:
«‒Babamın minberinden in ve kendi babanın minberine git» dedim. Ömer (r.a):
«‒Benim babamın minberi yok» dedi ve beni kucaklayıp yanına oturttu. Elimdeki çakıl taşlarını evirip çeviriyordum. Minberden inince beni evine götürdü ve bana:
«‒Sana bu sözü kim öğretti?» diye sordu. Ben:
«‒Vallahi kimse öğretmedi!» dedim.
«‒Yavrucuğum, bizi de bağrına bassan!» dedi.
Bir defâsında yine Hz. Ömer’in yanına gitmiştim, Muâviye ile başbaşa görüşüyorlardı, Hz. Ömer’in oğlu da görüşmek için kapıda bekliyordu. Hz. Ömer’in oğlu görüşmekten ümidini keserek geri döndü. Ben de onunla birlikte döndüm. Hz. Ömer (r.a) daha sonra benimle karşılaşınca:
«‒Seni neden göremiyorum?» dedi. Ben de:
«‒Ey Mü’minlerin Emîri! Ben sana geldim ama sen Muâviye ile görüşüyordun, oğlun da kapıda sıra bekliyordu. Oğlun geri dönünce ben de onunla birlikte döndüm» dedim.
Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a) bana:
«‒Sen izin verilmeye Ömer’in oğlundan daha çok hak sâhibisin! Başımızın üzerindeki tüyler önce Allah -azze ve celle-’nin sâyesinde sonra sizin hürmetinize büyüdü (yani bu makâma ve nâil olduğumuz bütün nimetlere sizin Muhterem Ceddiniz’in bereketi sâyesinde vâsıl olduk! Sallallahu aleyhi ve sellem).”[105]
֎
Hüseyin b. Ali (r.a) şöyle anlatır:
“Babam Ali (r.a) benden abdest suyu istedi. Hemen kendisine su getirdim. Ellerini su kabına sokmadan evvel üç defa dışarda yıkadı. Sonra üç defa mazmaza yaptı, üç defâ burnuna su çekip temizledi, üç defâ yüzünü yıkadı, üç defa sağ kolunu dirseğiyle beraber yıkadı, aynı şekilde sol kolunu yıkadı. Sonra başına bir defa meshetti. Sonra sağ ayağını aşık kemikleriyle birlikte üç defa yıkadı. Aynı şekilde sol ayağını yıkadı. Sonra ayağa kalktı. “Kabı ver” buyurdu. İçinde abdest suyunun artığı bulunan kabı kendisine verdim. Ayakta abdest suyunun kalan kısmından biraz içti. Bu yaptığı biraz garibime gitti. Benim şaşkınlığımı görünce:
«‒Şaşırma! Ben, atan Rasûlullah (s.a.v)’i şu gördüğün şeyleri aynen yaparken gördüm” dedi.
Bu sözüyle, aldığı bu abdesti ve artan sudan ayakta içmesini kastediyordu.”[106]
֎
Hz. Hüseyin’in kızı Fâtıma (r.a), muhtereme ninesi Fâtımatü’l-Kübrâ’dan naklediyor:
“Rasûlullah (s.a.v) mescide girerken Muhammed (s.a.v)’e salât u selâmda bulunur ve şöyle derdi:
رَبِّ اغْفِرْ لِي ذُنُوبِي وَافْتَحْ لِي أَبْوَابَ رَحْمَتِكَ
«Rabbim, günahlarımı mağfiret eyle ve bana rahmetinin kapılarını aç!»
Çıkarken de Muhammed (s.a.v)’e salât u selâmda bulunur ve şöyle derdi:
رَبِّ اغْفِرْ لِي ذُنُوبِي وَافْتَحْ لِي أَبْوَابَ فَضْلِكَ
«Rabbim, günahlarımı mağfiret eyle ve bana fazl u ihsânının kapılarını aç!».”[107]
Bu dua, mescide girmeden evvel de okunabilir, girdikten sonra da. Ama önce okumak daha evlâdır.
Rasûlullah (s.a.v) de kendi peygamberliğine îmân ediyordu. Bu sebeple kendisine salât u selâm ediyor, peygamberlik makâmına tâzimde bulunuyordu. Bunun yanında bir de ümmetine nasıl dua edeceklerini öğretiyordu.
Camiye girerken rahmet isteniyor, böylece Allah teâlâ’nın sevabına ve Cennet’ine yaklaşılıyor. Çıkarken de Cenâb-ı Hakk’ın fazl u ihsânı taleb ediliyor. Zîrâ namazdan sonra mü’minler helâl rızık temini ile meşgul olacaklardır. Nitekim Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah’ı zikretmeye (hutbe ve namaza) koşun ve alışverişi bırakın! Eğer bilirseniz elbette bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın fazlından (lütfundan) nasibinizi arayın! Allah’ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz.”[108]
֎
Hüseyin b. Ali (r.a), annesi Fâtıma binti Rasûlillah’tan şöyle nakleder:
“Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
«Dikkat edin! Elinde et yemeğinin yağı ve kokusu olduğu hâlde geceleyen kişi bir zarara uğrarsa kendisinden başka kimseyi ayıplamasın!».”[109]
Allah Rasûlü (s.a.v) âilesine ve ümmetine ta başından beri hep temizliği, nezâketi ve letâfeti öğretmiştir.
֎
Hz. Hüseyin’in oğlu Zeynelabidîn Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Biz Peygamber Efendimiz’in gazvelerini tıpkı Kur’ân’dan bir sûre öğrenir gibi öğrenirdik.”[110]
Müslümanlar, bilhassa da Ehl-i Beyt, Allah Rasûlü’nün hayâtını ve gazvelerini ezberler, onun ahlâkıyla ahlâklanmaya, gazvelerdeki maksadını tahakkuk ettirmeye gayret ederlerdi.
17.5. Ümmü Külsûm binti Ali b. Ebû Tâlib (r.a)
Peygamber Efendimiz’in torunu, Hz. Fâtıma ile Hz. Ali’nin kızıdır. Hicrî 6. senenin (milâdî 627) başlarında doğdu. Hz. Ali’nin aynı isimdeki iki kızından büyük olanıdır. İsmini Rasûlullah (s.a.v) vermişti. Hicrî 17 senesinin Zilkade ayında Hz. Ömer’le evlendi (Kasım-Aralık 638). Ömer (r.a) onunla evlenmek istediğinde Hz. Ali kızlarını kardeşi Caʻfer’in oğullarıyla evlendirmek istediğini söyledi. Lâkin Ömer (r.a) ısrar etti, Rasûlullah (s.a.v) ile akrabalık bağını kuvvetlendirmeyi arzu ettiğini söyledi. Bunun üzerine Ali (r.a) isteğini kabul etti. Hz. Ömer’in bu izdivacdan Zeyd ve Rukıyye isminde iki evladı oldu.
Ümmü Külsûm (r.a) Hz. Ömer’in insanlarla münasebetlerinde ve hayır işlerinde devamlı yanında olmuştur. Hz. Ömer kul hakkı ve haramlar hususundaki titizliği sebebiyle kendini ve âilesini dâima ikinci plana atardı. Bu sebeple Ümmü Külsûm (r.a) zaman zaman ona sitem etmiştir. Halîfenin zevcesi olduğu için bir defasında Bizans kraliçesiyle hediyeleşmişti. Hz. Ömer ona gelen bu hediyeleri bile beytülmâle aktarmıştı.
֎
Hz. Ömer, Ümmü Külsüm’ü isteyince Ali (r.a):
“–Ben kızlarımı ağabeyim Caʻfer’in oğullarına bıraktım” dedi. Ömer (r.a):
“−Onu bana nikâhla ey Ali, yeryüzünde hiç kimsenin benim onun güzel arkadaşlığını gözlediğim gibi gözlediğini zannetmiyorum” dedi. Bunun üzerine Hz. Ali:
“−Peki, verdim” dedi. Sonra Hz. Ömer mescide geldi. O sırada Hz. Ali, Osman, Zübeyr, Talha ve Abdurrahman b. Avf Peygamber Efendimiz’in kabri ile minber arasında oturuyorlardı. Bir mesele olduğunda Hz. Ömer onlara danışırdı. Bu sefer onlara:
“−Beni tebrik edin” dedi. Onlar da:
“−Mübarek olsun fakat sen kiminle evlendin” dediler. Hz. Ömer:
“−Ali b. Ebû Talib’in kızıyla” dedikten sonra “Rasûlullah (s.a.v) «Benim nesebim ve akrabalık bağım dışında kıyamet günü bütün nesebler ve akrabalık bağları kesilir» buyurmuştur. Ben onunla beraber oldum, şimdi bu bağların olmasını da istiyorum” dedi.[111]
֎
Halife Ömer (r.a) her zamanki gibi yine bir gece müslümanların ahvâlini teftiş için çıkmıştı. Medîne-i Münevvere’nin dışında kıldan bir çadır gördü. Bu çadır bir gün evvel yoktu, o hâlde yeni kurulmuştu. Yaklaştığında içerden bir kadın inlemesinin geldiğini farketti. Yaklaştı ve çadırın önünde kolları ile dizlerini tutarak oturan bir adam gördü. Selam verip:
“–Kimsiniz?” diye sordu. Adam:
“–Çölden bir adam, Mü’minlerin Emîri ile görüşmek için geldim, biraz yardım ve ihsanlarını taleb edeceğim” dedi.
“–İçerden gelen bu ses nedir?”
“–Allah sana rahmet eylesin, var git işine!”
“–Benim için çok mühim, nedir bu ses?”
“–Doğum yapmakta olan bir hanımın sesi.”
“–Yanında kimse var mı?”
“–Hayır.”
Ömer (r.a) hemen fırladı ve evine geldi, zevcesi Ümmü Külsüm’e:
“–Allah teâlâ büyük bir ecri ayağına kadar gönderdi, onu kazanmak ister misin?” dedi.
“–Nedir o?” diye sorunca:
“–Gariban bir kadın yalnız başına doğum yapıyor” dedi. Hanımı da:
“–İstersen olur” dedi.
Ömer (r.a):
“–Öyleyse kadın için lâzım olacak bez, yağ gibi malzemeleri al, bana da yemeklik yağ ve un ver!” dedi.
Hazırlanan malzemeyi sırtlanan Ömer (r.a) hanımına:
“–Haydi yürü!” dedi. Çadırın yanına geldiklerinde:
“–Kadının yanına gir!” dedi.
Kendisi de dışarıdaki adamın yanına oturdu. Bir ateş yakarak tencereyi üzerine koydu. Başladı ateşe üflemeye… Duman sakallarının arasından çıkıyordu. Ömer (r.a) tam yemeği pişirmişti ki çocuk da doğdu, ortalığı masum bir bebek sesi doldurdu.
Ümmü Külsüm (r.a):
“–Ey Mü’minlerin Emîri, arkadaşına bir oğlu olduğunu müjdele!” dedi.
Bedevî “Mü’minlerin Emîri” sözünü duyunca dehşete kapıldı ve Hz. Ömer’in heybetinden geri geri gitmeye başladı. Ömer (r.a):
“–Dur korkma!” dedi ve tencereyi alarak kapının önüne koydu. Hanımına:
“–Kadını doyur!” dedi. Ümmü Külsüm (r.a) hastayı doyurunca tencereyi tekrar çıkarıp kapının önüne koydu.
Ömer (r.a) kalkıp tencereyi aldı ve adamın önüne koyarak:
“–Âfiyetle ye, çünkü sen gece boyu aç ve uykusuz kaldın” dedi.
Sonra hanımına:
“–Haydi, çık da gidelim!” diye seslendi.
Adama da:
“–Yarın gel de ihtiyacını karşılayalım!” tenbihinde bulundu.
Adam ertesi gün geldi, Hz. Ömer de ona ikram ve ihsanlarda bulundu.[112]
Hz. Ömer (r.a) vefat edince kardeşleri Hz. Hasan ile Hüseyin Ümmü Külsûm’e varlıklı biriyle evlenmesini tavsiye ettiler. Ama o babasının arzusunu bildiği için amcası Caʻfer-i Tayyâr’ın oğlu Avn ile evlendi. Caʻfer (r.a) şehîd olunca onun çocuklarına sahip çıkan Hz. Ali (r.a) Avn’a da yardım etmişti. Avn vefat edince Ümmü Külsûm onun kardeşi Muhammed ile evlendi. Muhammed vefat edince yine Caʻfer’in oğlu Abdullah ile evlendi. Bu son evliliklerinden hiç çocuğu olmadı.[113]
17.6. Muhammed b. Hanefiyye (r.a)
Hz. Ali’nin Havle binti Caʻfer el-Hanefiyye isimli hanımından doğan oğludur. 16 (637) yılında Medine’de doğdu. Daha ziyade Benî Hanîfe esirlerinden olan annesine nisbetle Muhammed b. Hanefiyye veya İbnü’l-Hanefiyye diye zikredilir. Hz. Ali’nin halife seçildiği günlerde yirmi yaşlarında olan Muhammed cesaret ve kahramanlığıyla tanındı. İsteksiz olarak katıldığı Cemel Vakʻası ve Sıffîn Savaşı’nda babasının sancağını taşıdı. Siyasetten uzak durmayı ilke edinmesine ve bu hususta son derece tedbirli davranmasına rağmen Hz. Ali’nin oğlu olması sebebiyle adı siyasî hadiselere karıştırıldı. Muâviye b. Ebû Süfyân’ın ölümü sırasında Medine’de bulunan Muhammed, Yezîd’e beyʻat etti. Yezîd’e beyʻat etmeyip âile fertleriyle birlikte Mekke’ye gitmeye karar veren Hz. Hüseyin’e bu hareketinin doğru olmadığını söyledi ve çocuklarının onunla gitmesine izin vermedi.
Muhammed bir müddet siyâsî karışıklıklardan kendini kurtarmakla meşgul olduktan sonra kalan yıllarını Medine’de öğretimle geçirdi. Muharrem 81’de (Mart 700) vefat etti ve Cennetü’l-Bakīʻa defnedildi.
Dönemin büyük âlimleri arasında sayılan Muhammed b. Hanefiyye babasından önemli ölçüde istifade etmiş, Hz. Osman, Ammâr b. Yâsir, Ebû Hüreyre ve diğer sahâbîlerden hadis dinlemiştir. Yetiştirdiği talebelerin başında oğulları Abdullah, Hasan, İbrâhim ve Avn gelmektedir.[114]
֎
Muhammed b. Hanefiyye (r.a) anlatıyor: Ben, babam Hz. Ali’ye:
“–Babacığım, Rasûlullah Efendimiz’den sonra insanların en hayırlısı kimdir?” diye sordum.
“–Hz. Ebû Bekir” dedi.
“–Sonra kimdir?” dedim.
“–Hz. Ömer” dedi.
Bir daha sorduğumda “Hz. Osman” demesinden korktum da:
“–Sonra sen” deyiverdim. Lâkin babam:
“–Ben mi? Ben sıradan bir müslümanım” dedi.[115]
Ali (r.a) Hulefâ-i Râşidîn’den ve ashâbın seçkinlerinden olduğu hâlde büyük bir ahlâk nümûnesi sergileyerek tevâzu göstermiştir.
Hz. Ali’nin önceki halifelere olan muhabbetinin büyüklüğünü gösteren delillerden biri de onların vefâtından sonra doğan çocuklarına Ebû Bekir, Ömer ve Osman isimlerini vermesidir.[116] Ondan sonra gelen Ehl-i Beyt de pek çok defâ evlatlarına bu büyük halîfelerin isimlerini vermişlerdir.[117] Diğer taraftan, Hz. Ali’nin neslinden gelen büyük imamlar ve insanlar, Hz. Ebû Bekir’in ve diğer ashâbın neslinden gelen insanlarla evlenmişlerdir. Bu da onların arasında bir meselenin olmadığını gösterir.[118]
֎
Hz. Hasan (r.a) bir gün Ümeyyeoğulları’na mensup bir grup ile karşılaştığında onların arasındaki bir hâricînin sözlü saldırısına uğradı. Adam Hz. Ali’nin ve Hz. Hasan’ın küfre girdiğini söyleyince orada bulunan baba bir kardeşi Muhammed İbnü’l-Hanefiyye adamı tokatladı. Adamı dayaktan kurtaran Hasan (r.a) elinden tutup evine götürdü, gönlünü almak için ona kıymetli bir elbise giydirip gönderdi.[119]
[1] Hâkim, el-Müstedrek, 3/550, no: 6044.
[2] Bkz. Yaʻkûbî, Târîh, 2/14; Taberânî, el-Muʻcemü’l-kebîr, 14/351-2; İbn Abdilber, el-İstîʻâb, 4/1891.
[3] İbn Abdilber, el-İstîʻâb, 4/374.
[4] İbn Mâce, Zühd, 11.
[5] İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 1/485.
[6] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 7/535, no: 37763.
[7] Bu hususta müslümanların sergilediği şaşırtıcı misaller için bkz. Ali Muhammed Muhammed es-Sallâbî, Hz. Ali, trc. Şerafettin Şenaslan, İstanbul 2008, 632-635.
[8] Ethem Ruhi Fığlalı, “Ali”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ali#1 (24.04.2023).
[9] Bkz. İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 3/19-20; Taberî, Târîh (Ebü’l-Fazl), 5/153-155; Mesʻûdî, et-Tenbîh, 274.
[10] Taberî, Târîh (Ebü’l-Fazl), 5/155; Mustafa Öz, “Ali Evlâdı”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ali-evladi (24.04.2023).
[11] Sallâbî, Hz. Ali, 45.
[12] Buhârî, İlim, 49.
[13] Buhârî, İlim, 39; Cihâd, 171; Cizye, 10, 17; Müslim, Edâhî, 43-45; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/100, 102, 110, 118, 119.
[14] Buhârî, Tefsîr, 2/6.
[15] Kandemir, “Ali” mad., DİA, 2/375.
[16] Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 33, Menâkıb 10; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 133; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/174; Hâkim, el-Müstedrek, 3/382-385; İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 4/220-225.
[17] Tirmizî, Birr, 53/1984. Krş. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/155.
[18] Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 566.
[19] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, 2/111; Taberî, Târih, 2/249; İbn Seyyid, 1/192-193, İbn Kesîr, Bidâye, 3/197-198; Halebî, 2/233.
[20] İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 8/22-23.
[21] el-Ahzâb 33/32-33.
[22] Tirmizî, Tefsîr, 33/3206.
[23] Buhârî, Teheccüd, 5. Krş. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/77.
[24] Buhârî, İlim, 51.
[25] Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, no: 4065.
[26] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/98, 118; Heysemî, Mecmaʻu’z-zevâid, 13/52.
[27] Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, 669-670.
[28] el-Ahzâb 33/33.
[29] Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 61.
[30] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/323.
[31] el-Hicr 15/47.
[32] Vâhıdî, Esbâbu nüzûli’l-Kur’ân, 282; Suyûtî, Lübâbu’n-nukūl, 141. Krş. İbn Kesîr, Tefsîr, 4/457.
[33] Buhârî, Cihâd 80, Meğâzî 24, Vudû’ 72; Müslim, Cihâd, 101.
[34] Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 33. Bkz. Buharî, Fedâilü’l-Ashâb 9.
[35] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/83, 107.
[36] Buhârî, Libâs, 30; Hibe, 27; Nafakât, 11; Müslim, Libâs, 19; Ebû Dâvûd, Libâs, 10/4043; Nesâî, Zînet, 85.
[37] Müslim, Libâs, 18.
[38] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 6/372, no: 32117; Hâkim, 3/151, no: 4677.
[39] el-Enʻâm 6/160.
[40] Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummal, 6/572-573, no: 16976.
[41] Bkz. İbn Hişâm, Sîretü’n-Nebî (Beyrut: Dâru’l-Fikr, ts.), 4/174; İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 3/24-25; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/170-173; Buhârî, Megâzî, 78; Ashâbu’n-Nebî, 9; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 31.
[42] Bkz. Buhârî, Umre, 11; Müslim, Hacc, 147-148; İbn Mâce, Menâsık, 84; Dârimî, Menâsık, 34; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/320; İbn Hişâm, Sîretü’n-Nebî, 4/273-274; Vâkıdî, el-Meğāzî, 3/1081.
[43] Buhârî, Hac, 21, 70, 128; Müslim, Hac, 147-148; İbn Mâce, Menâsik, 84; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/112; 3/321; Vâkıdî, el-Meğāzî, 3/1108.
[44] Bkz. Buhârî, Kefâle, 3; İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 2/318.
[45] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/96, 100, 113, 117, 120, 133, 146, 149.
[46] Ebû Nuaym, Hilye, 1/82; İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-safve, 1/320.
[47] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/85.
[48] Bkz. Tirmizî, Cenâiz, 2/969; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 3; İbn Mâce, Cenâiz, 2; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/81.
[49] Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 3/57.
[50] Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 551.
[51] et-Tahrîm 66/6.
[52] Hâkim, el-Müstedrek, 2/494, no: 3826.
[53] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/159.
[54] Ekrem Ziyâ Ömerî, Asru’l-Hilâfeti’r-Râşide, Riyâd, 1432, 242.
[55] İbn Abdi’l-Berr, el-İstîâb, 3/1108.
[56] İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 3/37, 38; Yakubî, Târîh, 2/212-214; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, 461; Taberî, Tarih, 5/148, 149; Mehmet Bahaüddin Varol, Hz. Hasan (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2014), 122, 123.
[57] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/199.
[58] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/148; Hâkim, el-Müstedrek, 3/157, no: 4700.
[59] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 2/39.
[60] İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 8/19.
[61] İbn Kuteybe, el-Maʻârif (Ukkâşe), 211; İbn Hacer, el-İsâbe, 6/243.
[62] Buhârî, “Edeb”, 113, “İsti’zân”, 40.
[63] Bkz. İbn Hacer, el-İsâbe, 8/59; M. Yaşar Kandemir, “Fâtıma”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/fatima#1 (24.04.2023).
[64] Bkz. M. Yaşar Kandemir, “Fâtıma”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/fatima#1 (24.04.2023).
[65] Müslim, “Fedâilü’s-Sahâbe”, 98; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 143, 144; Tirmizî, “Menâkıb”, 60.
[66] Ebû Dâvûd, “Tereccül”, 21.
[67] Tirmizî, “Menâkıb”, 60.
[68] Buhârî, “Ashâbu’n-Nebî”, 12, 29; Müslim, “Fedâilü’s-Sahâbe”, 93-94; Hâkim, el-Müstedrek, 3/154.
[69] Hâkim, el-Müstedrek, 3/151.
[70] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/293.
[71] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 7/108.
[72] Buhârî, “Ashâbu’n-Nebî”, 16, “Nikâh”, 109.
[73] Müslim, “Fedâilü’s-Sahâbe”, 95-96.
[74] Buhârî, “Gusül”, 21, “Salât”, 4.
[75] Bkz. M. Yaşar Kandemir, “Fâtıma”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/fatima#1 (24.04.2023).
[76] Buhârî, Salât, 58, Edeb, 113.
[77] Ebû Dâvûd, Harac, 19-20/2988. Bkz. Buhârî, Ashâbü’n-Nebî, 9, Humus, 6; Nefekât, 6, 7; Deavât, 11.
[78] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/106.
[79] Müslim, Zikr, 80.
[80] Nesâî, Zinet 39.
[81] Hâkim, el-Müstedrek, 3/180-181, no: 4774.
[82] Heyet, Sahâbe’den GünümüzeAllah Dostları, İstanbul: Şule Yayınları, 1996-2001, 2/100.
[83] Suyûtî, Târîhu’l-hulefâ, 189.
[84] Suyûtî, Târîhu’l-hulefâ, 190.
[85] Nesâî, Akîka, 4/4216.
[86] Tirmizî, Menâkıb, 20/3733; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/77.
[87] Tirmizî, Menâkıb, 30/3769. Krş. Buhârî, Menakîb, 27; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 56, 57.
[88] Buhârî, Büyû’, 49; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 57.
[89] Heysemî, Mecmeu’z Zevaid, 9/180-181.
[90] Zehebî, Siyeru aʻlâmi’n-nübelâ, 3/266. Krş. İbn Hacer, el-Metâlibü’l-âliye, 16/200.
[91] Tirmizî, Şemâil, 10.
[92] İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 1/424.
[93] Ebşîhî, el-Müstatraf, Beyrut 1986, 1/31.
[94] Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/200; Buhârî, Büyû’, 3; Tirmizî, Kıyâmet 60/2518; Nesâî, Kazâ, 11.
[95] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/200.
[96] Dârimî, Mukaddime, 43/517.
[97] Bir şiî fırkası olan Râfıza’ya mensup olan kimseye râfizî denir. Bu fırka Hz. Ali’nin çocuklarına şeriat ve târihî hakikat dışı muhabbet gösterip taraftar olmakla bilinir. Râfizîler, Hz. Ebû Bekir ile Ömer’in halifeliğini kabul etmez, onlara dil uzatırlar.
[98] Tirmizî, Menâkıb, 19/3713.
[99] İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 5/319; İbn Asâkir, Târîhu Dımeşk, 13/70; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, 6/86-87.
[100] Belâzürî, Ensâbu’l-eşrâf, 3/277; Varol, Hz. Hasan, 196.
[101] Bkz. Buharî, Ashabu’n-Nebî, 22; Tirmizî, Menakıb, 30/3778.
[102] Tirmizî, Birr, 11; İbn Mâce, Edeb, 3.
[103] Zehebî, Aʻlâmü’n-nübelâ, 3/280; 4/268.
[104] Tirmizî, Menâkıb, 30/3775; İbn Mâce, Mukaddime, 11/144.
[105] Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, 1/471; İbn Asâkir, Târîhu Dımeşk, XIV, 176; İbn Hacer, el-İsâbe, 2/69.
[106] Nesâî, Tahâret, 78/95.
[107] Tirmizî, Salât, 117/314. Krş. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/282; İbn Mâce, Mesâcid, 13.
[108] el-Cumʻa 62/9-10
[109] İbn Mâce, Etʻime, 22.
[110] İbn Kesîr, Sîret, 2/352.
[111] Ali el-Müttekī, Kenzü’l-ummâl, 13/624-625. Krş. Hâkim, el-Müstedrek, 3/153.
[112] İbnü’l-Cevzî, Menâkıb, 95-96.
[113] Bkz. Huriye Martı, “Ümmü Külsûm binti Ali”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ummu-kulsum-bint-ali (19.04.2023).
[114] Mustafa Öz, “Muhammed b. Hanefiyye”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/muhammed-b-hanefiyye (24.04.2023).
[115] Buharî, Ashâbu’n-Nebî, 5; Ebû Dâvûd, Sünnet, 7/4629.
[116] Halil İbrâhim Mollahâtır, Mekânetü’s-sahâbe, Medîne-i Münevvere 1431, 1204.
[117] Ali Muhammed Muhammed es-Sallâbî, Sîratü Emîri’l-Mü’minîn el-Hasen İbn Ali b. Ebî Tâlib, Beyrut: Dâru’l-Mârife, 1430, 103.
[118] Halil İbrâhim Mollahâtır, Mekânetü’s-sahâbe ve eseruhum fî hıfzı’s-sünneti’n-nebeviyye ve vâcibü’l-ümme nahvehüm (el-Medînetü’l-Münevvere, 1431), 1219-1220.
[119] İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 6/369.