20.1. Câʻfer b. Ebû Tâlib (r.a)
Caʻfer (r.a) Yaklaşık 590 yılında Mekke’de doğdu. Hz. Ali’nin öz kardeşi olup ondan on yaş büyüktü. Ebû Tâlib’in çocukları fazla olduğundan geçim sıkıntısı çekiyordu. Rasûlullah (s.a.v) onun yükünü hafifletmek için Hz. Ali’yi, amcası Abbâs da Caʻfer’i yanına almıştı. Bu sebeple Caʻfer’in gençlik yılları amcası Abbâs’ın yanında geçti.
Caʻfer b. Ebû Tâlib Peygamber Efendimiz’e ilk iman edenler arasında yer aldı. Onun Hz. Ebû Bekir’den önce İslâm’a girdiği rivayet edildiği gibi 25 veya 32. müslüman olduğu da nakledilmektedir. Mekkeli müşrikler müslümanlara yaptıkları eziyet ve işkenceleri artırınca Caʻfer (r.a) hanımı Esmâ binti Umeys ile birlikte Habeşistan’a hicret eden ikinci kafileye katıldı ve Rasûlullah (s.a.v) tarafından bu kafileye başkan tayin edildi. Oğlu Abdullah Habeşistan’da dünyaya geldi ve orada doğan ilk müslüman olarak anıldı. Kureyşliler hicret eden müslümanlara iltica hakkı tanınmaması için Habeş Hükümdarı Necâşî Ashama’ya hediyelerle elçiler gönderdiler. Necâşî elçilerle Müslümanları huzuruna çağırdığında müslümanların sözcüsü Hz. Caʻfer idi. Bu kritik mecliste Caʻfer (r.a) büyük bir açıklık, cesaret ve maharetle İslâm inançlarını ortaya koyup yurtlarını terketme sebeplerini izah ederek Kureyş temsilcilerinin eli boş dönmesini ve Necâşî’nin mülteci müslümanları himaye etmesini sağladı.
Hristiyan olan Necâşî, Caʻfer-i Tayyâr’dan Kur’ânı Kerîm’den birkaç âyet okumasını talep etti. O da Hz. Îsâ ve annesinden övgüyle bahsedilen Meryem Sûresi’ni okudu. Hz. Caʻfer’in tilâvet ettiği âyet-i celîleleri huşû içinde dinleyen Necâşî yaşlı gözlerle:
“–Şüphesiz şu dinlediklerim ile Îsâ’nın getirdiği, aynı nûr kaynağından fışkırıyor!” dedi.[1]
Bedir Gazvesi’ne katılmadığı hâlde Rasûlullah (s.a.v) kendisine ganimetten pay ayırdı ve Bedir’e katılma şeref ve sevabına nâil olduğunu bildirdi. Onun gibi bu mazhariyete nâil olan yedi kişi daha vardı.
Cenâb-ı Hakk’ın Kureyş’i hezîmete uğratıp, Peygamber Efendimiz’e zafer lûtfettiği haberi Necâşî’ye ulaşınca, beyaz elbiseler giyerek dışarı çıktı ve yere oturdu. Caʻfer (r.a) ile arkadaşlarını çağırıp:
“‒İçinizde Bedir’i bilen var mı?” diye sordu. Ashâb-ı kirâm ona Bedir’i târif ettiler. Necâşî:
“‒Allah teâlâ Bedir’de Rasûlü’ne zafer nasîb eyledi. Bunun için Allah’a hamd ederim” dedi.
Patrikler:
“‒Allah Melik’i ıslâh eylesin! Efendim daha evvel hiç yapmadığınız şeyleri yapıyorsunuz. Beyaz elbiseler giyip yere oturdunuz!” dediler.
Necâşî:
“‒Ben öyle insanlardanım ki Allah teâlâ onlara yeni bir nimet lûtfettiğinde bu nimet sebebiyle tevâzûları daha da artar” dedi.[2]
Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra Rasûlullah (s.a.v) komşu devlet hükümdarlarına İslâm’a davet mektupları gönderirken Habeş Hükümdarı Necâşî’ye yolladığı mektubunda onu İslâm’a davet ettiği gibi ayrıca ülkesinde bulunan müslümanları artık Medine’ye göndermesini istedi. Necâşî’nin müslümanlara tahsis ettiği gemiyle Caʻfer de Arabistan’a döndü ve yanındaki Habeş muhacirleriyle doğruca Hayber’de bulunan Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Hayber’in fethinden hemen sonra Caʻfer’i karşısında gören Rasûlullah (s.a.v) “Hangisine sevineceğimi bilmiyorum. Hayber’in fethine mi yoksa Caʻfer’in gelişine mi?” diyerek onu kucaklayıp alnından öptü ve elde edilen ganimetten on altı arkadaşıyla birlikte ona pay ayırdı. Ayrıca Medine’ye dönüşlerinde Caʻfer’e Mescid-i Nebevî’nin yanıbaşında bir yer ayırarak onu buraya yerleştirdi.
֎
Bir gün Peygamber Efendimiz, Habeşistan’da gördüğü bâzı garip şeyleri anlatmasını isteyince, Caʻfer-i Tayyar şu hâdiseyi anlattı:
“Bir gün oturuyorduk. Yaşlı bir râhibe yanımızdan geçti. Başında da büyükçe bir su testisi vardı. Genç bir adam bu zavallı kadını arkasından itti. Kadın iki dizinin üstüne düştü ve başındaki testi de kırıldı. Râhibe ayağa kalktı, o gence şöyle bir baktı ve:
“–Ey zâlim! Yarın Allah Kürsü’yü ortaya koyduğunda, gelmiş geçmiş bütün insanları bir yere topladığında, eller ve ayaklar yaptıklarını îtirâf etmeye başladığında ve mazlumun hakkını zâlimden aldığında aramızdaki dâvânın nasıl hâlledildiğini göreceksin!” dedi.
Bu sözleri duyunca Rasûlullah (s.a.v) azı dişleri görünecek şekilde tebessüm etti ve şöyle buyurdu:
“–Kadın doğru söylemiş. Evet doğru söylemiş. Güçsüzlerin hakkının güçlülerden alınmadığı bir toplumu Allah nasıl temize çıkarır!”[3]
֎
Enes b. Mâlik’in bildirdiğine göre Rum hükümdârı, Peygamberimiz’e atlastan, altın sırmalı, uzun yenli bir elbise hediye etmişti. Efendimiz (s.a.v) onu sırtına giyince insanlar:
“–Yâ Rasûlallah! Bu sana semâdan mı indirildi?” dediler. Allah Rasûlü (s.a.v):
“–Pek mi hoşunuza gitti? Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki Saʻd b. Muâz’ın cennetteki mendillerinden bir mendil bile bundan daha hayırlı ve daha güzeldir!” buyurdu. Sonra da onu sırtından çıkarıp Hz. Caʻfer’e gönderdi. Caʻfer (r.a) onu giyince Efendimiz:
“–Bunu sana giyesin diye göndermedim” dedi. Hz. Caʻfer:
“–Peki onu ne yapayım?” diye sorunca Allah Rasûlü (s.a.v):
“–Kardeşin Necâşî’ye gönder” buyurdu.[4]
֎
Rasûlullah (s.a.v) hicrî 8 (629) senesinde Suriye’ye gönderdiği orduya Zeyd b. Hârise’yi kumandan tayin etti. Eğer o şehid edilirse Caʻfer b. Ebû Tâlib’in, o da şehid olursa Abdullah b. Revâha’nın kumandan olmasını emretti. Mûte’de düşmanla karşılaşan İslâm ordusu şiddetli muharebede ardı ardına bu üç kumandanını da kaybetti. Zeyd b. Hârise’nin şehid düşmesinden sonra idareyi alan Caʻfer b. Ebû Tâlib düşman üzerine kahramanca hücum ederek şehid oldu, bu arada iki kolu da kesildi. Abdullah b. Ömer, defnedilmeden önce onun vücudunun ön tarafında elli (veya doksandan fazla) yara gördüklerini söylemektedir.[5] Rasûlullah (s.a.v) Allah teâlâ’nın Caʻfer’in kesilen kollarına karşılık ona iki kanat verdiğini ve onlarla cennette istediği yere uçtuğunu haber verdi. Bundan dolayı kendisine Tayyâr (uçan) ve Zü’l-Cenâhayn (iki kanatlı) lakapları verildi.
֎
Rasûlullah (s.a.v) Mûte savaşı esnasında Medîne-i Münevvere’de bir hutbe îrâd etti ve şöyle buyurdu:
“Şu anda İslâm sancağını Zeyd eline aldı ve vuruldu. Sonra sancağı Caʻfer aldı ve o da vuruldu. Sonra sancağı Abdullah b. Revâha aldı, o da şehîd edildi. Sonra sancağı emîr tâyîn edilmeksizin Hâlid b. Velîd aldı ve ona fetih müyesser kılındı. Onların bizim yanımızda olması, beni (veya) onları sevindirmezdi! (Zira onlar şu anda şehidlere lûtfedilen nimetlerin hayal ötesi ihtişâmını gördüler.)”
Bu esnâda Rasûlullah Efendimiz’in mübârek gözlerinden yaşlar boşanıyordu.[6]
֎
Allah Rasûlü (s.a.v), mescidin minberinde Mûte Harbi’nin bütün safhalarını anbean ashâb-ı kirâma aktarıyordu. Muhârebe meydanı gözlerinin önünde idi. Orada ardı ardına gerçekleşen şehâdetleri, ashâb-ı kirâmın bir taraftan düşman, bir taraftan da şeytan ve nefisleriyle yaptıkları mücâdelelerini mağmûm ve mahzun bir şekilde şöyle bildiriyordu:
“Zeyd b. Hârise sancağı eline aldı. Şeytan hemen onun yanına geldi. Hayâtı ve dünyâyı ona sevimli, ölümü de çirkin ve sevimsiz gösterdi. Zeyd ise:
«–Bu an mü’minlerin kalblerinde îmânı sağlamlaştıracakları bir andır, sen ise bana dünyâyı sevdirmek istiyorsun» dedi ve ilerledi. Çarpışmaya girişti ve nihâyet şehîd oldu. Onun için Allah’tan af ve mağfiret dileyiniz.”
Sonra da şöyle devâm etti:
“O şimdi cennete girdi, orada koşup duruyor. Sonra sancağı Caʻfer aldı. Şeytan hemen onun yanına vardı. Hayâtı ve dünyâyı ona sevimli, ölümü de çirkin ve sevimsiz göstermek istedi. Caʻfer ise:
«–Bu an mü’minlerin kalblerinde îmânı sağlamlaştırma zamânıdır» dedi ve ilerledi. Düşman ordusuna saldırdı, çarpıştı ve nihâyet o da şehîd oldu. Ben onun şehîd olduğuna şehâdet ederim.”
Daha sonra:
“Kardeşiniz için Allah’tan mağfiret dileyiniz. O şehîd olarak cennete girdi. Şimdi o cennette yâkuttan iki kanat ile dilediği gibi uçuyor” buyurdu.
Allah Rasûlü (s.a.v):
“Caʻfer’den sonra sancağı Abdullah b. Revâha aldı” dedikten sonra bir müddet sustu. Ensâr’ın benizleri sararıp soldu. Zîrâ Abdullah b. Revâha’nın Allah ve Rasûlü’nün hoşuna gitmeyecek bir şey yaptığını düşünmeye başladılar. O esnâda Abdullah ise sancağı alıp atının üzerinde düşmana doğru ilerlerken, bir yandan da serkeş nefsini dize getirmek için uğraşıyordu:
“–Ey nefsim! Ben seni kendime boyun eğdireceğim diye yemin ettim. Sen buna ya kendiliğinden râzı olursun ya da sana bunu zorla kabûl ettiririm. Görüyorum ki sen cennetten pek hoşlanmıyorsun. Sen beden kırbası içinde bir damla su durumunda olmaktan başka nesin ki? Ey nefsim! Sen şimdi öldürülmezsen ölmeyecek misin ki? Eğer o iki kişinin yaptığını yapar da şehîdliği tercih edersen doğru bir iş yapmış olursun. Eğer gecikirsen bedbaht olursun.”
Bu esnâda parmağından yaralanan Abdullah (r.a) atından indi, yaralı parmağını ayağının altına alarak:
“–Sen ancak kanayan bir parmak değil misin? Bu kazâya da Allah yolunda uğramış bulunuyorsun!” mânâsına gelen beyti okuyarak elini hızla çekip sarkmakta olan parmağını kopardı. Ardından savaşa devâm etti. Bir taraftan düşmana karşı küçük cihâdda bulunurken diğer taraftan da nefsine karşı büyük cihâda devâm ediyordu:
“–Ey nefsim! Eğer endişen hanımından mahrum kalmaktan ileri geliyorsa işte onu üç talâkla tamâmen boşadım gitti. Eğer kölelerinden uzak kalmak ise onları da âzâd ettim. Yok eğer bahçe ve bostanından mahrum kalmaktan ise onları da Allah ve Rasûlü’ne bırakarak infâk ettim.”
O bu mücâdeleyi verirken Rasûlullah (s.a.v) de savaş sahnelerini nakletmeye devâm etti:
“Abdullah b. Revâha cesâretini topladı, elinde sancak olduğu hâlde düşmanla çarpıştı ve şehîd oldu. (O tereddüdü sebebiyle) îtirazlı olarak cennete girdi. Onun için de Allah’tan af ve mağfiret dileyiniz” buyurdu.
Abdullah b. Revâha’nın cennete îtirazlı olarak girişi Ensâr’ın çok ağırına gitti:
“–Yâ Rasûlallah! Onun îtirâzı ne idi?” diye sordular.
Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurdu:
“–Kendisi yaralandığı zaman düşmanla çarpışmaktan çekindi. Sonra nefsini kınadı, cesâretini topladı ve şehîd oldu, cennete girdi. Onlar bana cennette altın tahtlar üzerinde gösterildiler. Abdullah’ın tahtının arkadaşlarınınkinden daha aşağıda ve eğri olduğunu gördüm. Sebebini sorduğumda:
«–Abdullah başta bir takım tereddütler geçirdikten sonra çarpışmaya gitmişti» denildi.”
Abdullah’ın netîcede şehîd olup cennete girişi Ensâr’ı sevindirip yüreklerini ferahlattı.
Bunları nakleden Allah Rasûlü’nün mahzunluğu arttı ve mübârek gözlerinden inci tânesi gibi yaşlar süzülmeye başladı. Ardından:
“Şimdi sancağı Allah’ın kılıçlarından bir kılıç eline aldı. Netîcede Allah mücâhidlere fethi müyesser kıldı” buyurdu.[7]
Cebrail (a.s) Rasûlullah Efendimiz’e gelerek Allah teâlâ’nın Hz. Caʻfer’e kana bulanmış iki kanat lütfettiğini ve onun bu kanatlarla meleklerle birlikte uçtuğunu söyledi.[8]
Abdullah b. Ömer (r.a) şöyle der:
“Caʻfer’i aradık. Onu şehîdler arasında bulduk. O hâldeydi ki, cesedinin ön tarafında doksan küsur ok ve mızrak yarası saydık. Bunların hiçbirisi de arkasında değildi.”[9]
֎
Rasûlullah (s.a.v), cenâze yakınlarına sâdece tâziyede bulunmakla kalmaz, maddî-mânevî her türlü yardımda bulunurdu. Nitekim Caʻfer-i Tayyâr (r.a) şehîd olduğunda Allah Rasûlü (s.a.v) kendi âilesine:
“–Caʻfer’in âilesi için yemek yapınız! Çünkü onların başına, kendilerini meşgul eden büyük bir iş gelmiştir!” buyurdu.[10]
Daha sonra da bizzat kendisi Hz. Caʻfer’in yetimlerine sâhip çıkarak onları himâye ve terbiyesine aldı.
֎
Otuz üç[11] veya kırk yaşında şehid olan Caʻfer hem Habeşistan’a hicret ettiği, hem de buradan dönüşünde kendi baba yurdu olan Mekke’ye değil doğrudan Medine’ye gittiği için Zü’l-Hicreteyn (iki hicret sâhibi) ve ashabın muhtaçlarını, fakirlerini daima gözettiğinden dolayı Ebü’l-Mesâkîn (Yoksullar babası) lakaplarıyla da anıldı. Ebû Hüreyre, Peygamber Efendimiz’den sonra en cömert olarak Caʻfer’i gösterir. Zâten Rasûlullah (s.a.v) ahlâkı itibariyle kendisine benzediğini belirterek Caʻfer’i takdir ve taltif ederdi.
Ebû Hüreyre (r.a) şöyle der:
“İnsanlar «Ebû Hüreyre çok fazla (hadîs) rivâyet ediyor» diyorlar. Hâlbuki bunun sebebi karın tokluğuna devamlı Peygamber Efendimiz’in yakınında bulunmamdır. Hiç mayalı ekmek yemez, gösterişli elbise giymezdim. Bana kadın veya erkek hiç kimse de hizmet etmezdi. Ve sık sık açlıktan karnıma taş bağlardım. Bir kimseden sadece beni eve götürüp karnımı doyursun diye ezberimde olan bir âyet okutmasını isterdim. Fakirlere karşı insanların en hayırlısı Caʻfer b. Ebû Tâlib idi, o bizi evine götürür ve neyi varsa bize yedirirdi. Hattâ çoğu zaman boş yağ tulumunu bile bize ikrâm ederdi, onu yarardı biz de içinde kalanı yalardık…”[12]
Caʻfer b. Ebû Tâlib’den gelen az sayıdaki rivayetleri oğlu Abdullah, Abdullah b. Mesʻûd, Amr b. Âs ve Ümmü Seleme nakletmişlerdir. Diğer iki oğlu Muhammed ile Avn’ın da ondan rivayette bulunduğu ifade edilmektedir.[13]
20.2. Esmâ binti Umeys (r.a)
Babası Umeys b. Maʻbed ve annesi meşhur damatlara sahip olmakla tanınan Hind (Havle) binti Avf’tır. İkisi de sahâbîdir. Dokuz veya on tane çocukları olmuştur. Bunlardan biri olan Esmâ binti Umeys’in Rasûlullah (s.a.v) Dârülerkam’a girmeden önce müslüman olup ona beyʻat ettiği kaydedilir. Kocası Caʻfer b. Ebû Tâlib’le Habeşistan’a hicret etti. Abdullah, Muhammed ve Avn adlı çocuklarını burada dünyaya getirdi. Caʻfer b. Ebû Tâlib Mûte Savaşı’nda şehid olunca Hz. Ebû Bekir’le evlendi (Şevval 8 / Ocak 630). Bu evlilikten Vedâ haccına giderken yolda dünyaya getirdiği Muhammed doğdu. Hz. Ebû Bekir vefat edince vasiyeti üzerine kendisini Esmâ yıkadı. Daha sonra ilk kocası Caʻfer’in kardeşi Hz. Ali ile evlendi, ondan Yahyâ ve Avn (bazı rivayetlere göre Muhammed el-Asğar) adında iki çocuğu oldu.
Esmâ binti Umeys mârifetli bir hanımdı. Nitekim kocası Caʻfer-i Tayyâr şehid olduğu zaman onun ölüm haberini Rasûl-i Ekrem’in bizzat evine gelerek haber verdiği saate kadar kırk deri tabakladığını söylemiştir.[14] Habeşistan’da öğrendiği şekilde Hz. Fâtıma’ya[15] veya Zeyneb binti Cahş’a[16] tabut yapmış, Peygamber Efendimiz’den izin alarak göz değmesinden sık sık rahatsızlanan çocuklarına rukye yapmıştır.[17]
Hz. Ömer, ilk müslümanlardan olmasını ve İslâm’a hizmetini dikkate alarak Esmâ binti Umeys’e 1000 dirhem maaş bağladı. Ondan rivayet edilen altmış hadisi oğulları Abdullah ve Avn b. Caʻfer, torunu Kāsım b. Muhammed b. Ebû Bekir, kız kardeşlerinin oğulları Abdullah b. Abbâs ile Abdullah b. Şeddâd, ayrıca Urve b. Zübeyr, Saîd b. Müseyyeb ve Şaʻbî gibi âlimler nakletmişlerdir.[18]
֎
Esmâ (r.a) Habeşistan’dan döndükten sonra bir gün Peygamber Efendimiz’in zevcesi Hafsa vâlidemizi ziyaret için yanına gitmişti. Az sonra kızı Hafsa’nın yanına Hz. Ömer geldi. Ömer (r.a) Esmâ’yı görünce:
“–Bu kim?” diye sordu. O da:
“–Esmâ binti Umeys!” dedi. Hz. Ömer lâtîfeli bir şekilde:
“–Şu Habeşistanlı mı? Şu deniz yolculuğuna katılan kadın mı?” diye sordu. Esmâ:
“–Evet!” cevâbını verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer:
“–Hicrette biz sizi geçtik. Binâenaleyh Rasûlullah Efendimiz’e yakın olmaya sizden daha çok hak sahibiyiz” dedi.
Esmâ (r.a) kızdı ve:
“–Hayır vallahi yanıldın ey Ömer! Siz Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte idiniz. O sizin aç olanınızı doyuruyor, câhil olanınıza nasihat ediyordu. Biz ise Habeşistan’da uzaklarda, yabancı ve kâfir insanlar arasında kovulmuş bir vaziyette yaşıyorduk. Bu da Allah ve Rasûlü uğrundaydı. Allah’a yemin olsun ki senin söylediklerini Rasûlullah Efendimiz’e haber vermedikçe ne yemek yerim ne su içerim. Biz oralarda eziyetlere mâruz kalıyor ve korkutuluyorduk. Bunu Allah Rasûlü’ne söyleyeceğim ve işin hakikatini soracağım. Vallahi ne yalan söylerim ne yanlış bir yola kayarım ne de söylediklerine bir şey ilave ederim, hâdise nasıl vukû bulmuşsa aynen naklederim” dedi.
Rasûlullah (s.a.v) gelince Esmâ (r.a):
“–Yâ Nebiyyallah! Ömer şöyle şöyle söyledi” dedi.
Rasûlullah (s.a.v):
“–Sen ona ne dedin?” buyurdu. O da:
“–Şunları şunları söyledim” dedi.
Allah Rasûlü (s.a.v):
“–O benim nezdimde sizden daha fazla hak sahibi değildir. Onun ve arkadaşlarının bir hicreti, sizin ise ey gemi yolcuları iki hicretiniz vardır” buyurdu.
Hz. Esmâ der ki:
“Habeşistan’dan gemiyle birlikte geldiğimiz Ebû Mûsâ el-Eş’arî ve diğer ashâb-ı kirâm fevc fevc geliyor ve bana bu hadîs-i şerifi soruyorlardı. Dünyada onları, Rasûlullah (s.a.v)’in bu sözünden daha çok sevindiren ve gönüllerinde bundan daha büyük başka bir şey yoktu. Hele Ebû Mûsâ, bu hadîsi bana tekrar tekrar anlattırıyor ve Efendimiz’in kendileri hakkındaki sözünü defalarca dinlemekten doyumsuz bir haz alıyordu.”[19]
20.3. Abdullah b. Caʻfer (r.a)
Habeşistan’da doğan Abdullah, oradan âilesiyle birlikte Medîne’ye dönünce, yedi yaşlarındayken Peygamber Efendimiz’e beyʻat etti. Babası Mûte Savaşı’nda şehîd olunca Rasûlullah (s.a.v) ona ayrı bir ilgi gösterdi. Hâşimoğulları kabîlesinden Peygamber Efendimiz’i gören ve sohbetinde bulunan kimselerin sonuncusu olduğu söylenir. Rasûlullah (s.a.v) vefat ettiğinde on yaşlarında genç bir sahâbî idi.
Çok cömert bir insandı, bu vasfıyla meşhur olmuştu.
Amcası Hz. Ali’yi şehîd eden İbn Mülcem’i kısâsen o öldürdü. Kûfeliler Hz. Hüseyin’i çağırdıklarında ona bu talepleri kabul etmemesini tavsiye etti, ancak iknâ edemedi. Hz. Hüseyin’e destek vermeleri için kâfilesine kattığı iki oğlu Kerbelâ’da şehîd oldu.
Abdullah b. Caʻfer (r.a) Peygamber Efendimiz’den, annesi Esmâ’dan ve amcası Hz. Ali’den hadisler rivayet etti.[20] Ondan da oğulları İsmâil ve İshak, tâbiînin ileri gelenlerinden Kāsım b. Muhammed, Urve b. Zübeyr ve Şaʻbî gibi âlimler hadîs rivâyet etti. 80 (699-700) senesinde Medîne-i Münevvere’de vefat etti.[21]
֎
Esmâ binti Umeys (r.a) şöyle anlatır:
“Caʻfer ve arkadaşları şehîd oldukları zaman Rasûlullah (s.a.v) yanımıza geldi. O gün kırk deri tabaklamıştım. Ekmeklik hamurumu yoğurduktan sonra çocuklarımın yüzlerini yıkamış, başlarını tarayıp yağlamıştım. Allah Rasûlü bana:
«–Ey Esmâ! Caʻfer’in çocukları nerede?» buyurdu. Onları bağrına bastı, öptü ve kokladı. Bu esnâda gözlerinden yaşlar akmaya başladı:
«–Yâ Rasûlallah! Anam-babam sana fedâ olsun niçin ağlıyorsun? Niçin yavrularıma, yetimlere yaptığın gibi muâmele ediyorsun? Yoksa Caʻfer ve arkadaşlarından acı bir haber mi geldi?» dedim. Rasûlullah (s.a.v):
«–Evet! Onlar bugün şehîd oldular» buyurdu.
«–Vâh efendim, vâh Caʻfer’im!» diyerek feryâd etmeye başladım.
Rasûlullah (s.a.v) kalkıp kızı Fâtıma’nın yanına gitti:
«–Caʻfer âilesi için yemek yapın, onlar bugün başlarına gelen acıyla meşguller» buyurdu.”
Hz. Caʻfer’in âilesine üç gün yemek götürüldü. Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi, Caʻfer’in evine üç gün uğramadı. Sonra yanlarına varıp:
“–Kardeşime ağlamayınız artık! Bugünden sonra kardeşimin evlâtlarına bakmak bana âittir” buyurdu.
Hz. Caʻfer’in oğlu Abdullah der ki:
“Allah Rasûlü (s.a.v) bizi kuş yavrusu gibi evine getirtti ve:
«–Bana bir berber çağırın» buyurdu. Berber gelip başımızı tıraş etti. Rasûlullah (s.a.v) ellerini kaldırdı ve:
«Allah’ım! Caʻfer’in ev halkına hayırla halef ol! Abdullah’ın elini alışverişte bereketli kıl» diyerek duâ etti ve bunu üç kere tekrarladı. Annemiz gelince bunu ona anlattım, çok sevindi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz kendisine:
«–Sen bu çocukların geçim ve bakımları hakkında hiç endişelenme, dünyada ve âhirette onların velîsi benim» buyurdu.”[22]
Abdullah b. Caʻfer (r.a), Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in kendileriyle yakından alâkadar olduğunu gösteren şu tatlı hâtırayı nakleder:
“İyi hatırlıyorum, ben ve Hz. Abbâs’ın iki oğlu Kusem ile Ubeydullah çocukken bir gün sokakta oynuyorduk. Allah Rasûlü (s.a.v) bir binekle yanımıza çıkageldi. Beni göstererek:
«−Şunu bana kaldırın» buyurdu ve beni ön tarafına oturttu. Kusem’i de göstererek:
«−Şunu da kaldırın» dedi. Onu da terkisine aldı…
Sonra üç defâ başımı okşadı ve her okşayışında «Allah’ım! Caʻfer’in evlâtlarına sen sâhip çık» diye duâ buyurdu.”[23]
֎
Rasûlullah (s.a.v) “Abdullah’ın görünüşü de ahlâkı da bana benzer” diye ona iltifat ederdi. Efendimiz vefât ettiğinde Abdullah b. Caʻfer daha on yaşındaydı.
Rasûl-i Ekrem (s.a.v) bir gün Abdullah b. Caʻfer’i çocuklarla tüccarlık oyunu oynarken gördü ve “Yâ Rabbi onun ticaretini bereketli kıl” diye dua etti.[24]
Abdullah, Peygamber Efendimiz’in bu duâsı sâyesinde çok zengin oldu. Bahrü’l-Cûd (Cömertlik denizi) ve Kutbü’s-Sehâ (Cömertlik kutbu) diye şöhret bulacak kadar da cömertti.[25]
֎
İbn Ömer (r.a) Hz. Caʻfer’in oğluna selam verdiğinde “es-Selâmu aleyke ey iki kanatlının oğlu!” derdi.[26]
֎
Abdullah b. Caʻfer (r.a) bir seyahat esnâsında, bir hurma bahçesine uğramıştı. Bahçenin hizmetçisi siyahî bir köle idi. Köleye üç adet ekmek getirmişlerdi. Bu sırada bir köpek geldi. Köle ekmeklerden birini ona attı, köpek ekmeği yedi. Öbürünü attı, onu da yedi. Üçüncüyü de attı, onu da yedi. Bunun üzerine Abdullah b. Caʻfer (r.a) ile köle arasında şöyle bir konuşma geçti:
“–Senin ücretin nedir?”
“–İşte gördüğünüz üç ekmek.”
“–Niçin hepsini köpeğe verdin?”
“–Buralarda hiç köpek yoktu. Bu köpek uzaklardan gelmiş olmalı, aç kalmasına gönlüm râzı olmadı.”
“–Peki bugün sen ne yiyeceksin?”
“–Sabredeceğim, günlük hakkımı Rabbimin bu aç mahlûkuna devrettim.”
Bu güzel ahlâk karşısında hayran kalan Abdullah (r.a):
“–Sübhânallah! Bir de benim çok cömert olduğumu söylerler. Hâlbuki bu köle benden daha cömertmiş” dedi. Ardından o köleyi ve hurma bahçesini satın aldı ve köleyi âzâd edip hurmalığı ona bağışladı.[27]
֎
Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Caʻfer (r.a) hac için Medîne-i Münevvere’den yola çıkmışlardı. Yolda eşyalarını kaybettiler, aç ve susuz kaldılar. Çölde bir çadır görüp yanına yaklaştılar. Çadırda sadece yaşlı bir kadıncağız vardı. Kadına içecek bir şeyi olup olmadığını sordular. Kadın:
“–Bir koyunum var, sütünü sağıp için” dedi. Sütü sağıp içtikten sonra aç olduklarını, yiyecek bir şey olup olmadığını sordular. Kadın:
“–Bu koyundan başka bir şeyimiz yok, kesin de size pişireyim” dedi. Koyunu kesip yediler. Oradan ayrılacakları sırada:
“–Biz Kureyş Kabîlesi’ndeniz, hacca gidiyoruz, sağ-sâlim Medîne’ye dönersek bizi bulmayı ihmâl etme! Yaptığın iyiliğin karşılığını vermek isteriz” dediler.
Akşam kadının kocası eve gelip durumu öğrenince karısına kızarak:
“–Bilmediğin kimselere koyunu nasıl yedirdin! Kureyş’ten birkaç kişi, diyorsun. Bu şekilde onları nasıl bulabiliriz?” diye söylendi.
Bu âile bir zaman sonra Medîne’ye göç etmek durumunda kaldı. Etraftan tezek toplayıp satarak geçimlerini temin ediyorlardı. Bir gün Medîne sokaklarından geçerken Hz. Hasan’ın evine tesâdüf ettiler. Kapının önünde oturmakta olan Hasan (r.a) kadını tanımış, fakat kadın kendisini tanıyamamıştı. Hz. Hasan hemen yanlarına yaklaşıp yaptıkları iyiliklerini hatırlatarak kadına pek çok altın ve koyun vererek Hz. Hüseyn’e gönderdi. O da aynı şekilde hediyelerle ikramda bulunduktan sonra Abdullah b. Caʻfer’e gönderdi. O ise Hz. Hasan ve Hüseyn’in verdiklerinin iki mislini vererek:
“–Önce onlara uğradığınız iyi olmuş… Çünkü önce bana gelmiş olsaydınız onlar zor durumda kalırlardı” dedi.[28]
֎
İbnü Zübâle, Hâlid b. Avsece’den şu hâdiseyi rivâyet eder:
“Bir gece Akîl b. Ebî Tâlib’in evinin köşesinde dua ediyordum. Yanıma Caʻfer b. Muhammed (Caʻfer-i Sâdık) uğradı, âilesiyle birlikte gidiyorlardı. Bana:
«‒Bildiğin bir rivâyet sebebiyle mi burada durdun?» diye sordu. Ben de:
«‒Hayır» dedim. Bunun üzerine:
«‒Burası gece ehl-i Bakîʻa istiğfâr etmek için geldiğinde Allah’ın Nebîsi’nin durduğu yerdir» buyurdu.”
Akîl (r.a) vefât ettiğinde evinin olduğu yere defnedildi. Bugün Cennetü’l-Bakîʻde kabri bilinmektedir. Yanında da kardeşinin oğlu Abdullah b. Caʻfer medfundur.
Zeyn el-Merâğî şöyle der:
“Onların kabirlerinin yanında dua etmek lâzımdır. Pek çok kişi orada yapılan duâların müstecâb olduğunu haber vermiştir. Herhalde bunun sebebi Allah Rasûlü’nün orada dua etmiş olmasıdır.
Veya Abdullah b. Caʻfer çok cömert bir sahâbî idi. Cenâb-ı Hak onun ihtiyaçları giderme vasfını kabrinin yanında da devam ettirmektedir.”[29]
[1] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, 1/358-360.
[2] Vâkidî, Meğâzî, 1/120-121.
[3] İbn Mâce, Fiten 20; Ebû Ya’lâ, Müsned (Esed), 4/7-8; İbn Hibbân, es-Sahîh (Arnaût), 11/443-444.
[4] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/229. Krş. İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 1/456, 457; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, 1/324.
[5] Buhârî, “Meğāzî”, 44.
[6] Buhârî, Cihâd, 183.
[7] Bkz. Vâkıdî, el-Meğāzî, 2/762; İbn Hişâm, Sîretü’n-Nebî, 3/433-436; İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 3/46, 530; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/299; 3/113; Buhârî, Meğâzî, 44; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 3/237.
[8] Hâkim, el-Müstedrek, 3/42, no: 4348; Heysemî, Mecmaʻu’z-zevâid, 9/273.
[9] Buhârî, Meğâzî, 44.
[10] Bkz. İbn Hişâm, Sîretü’n-Nebî, 3/436; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 25-26/3132;
[11] İbn Hişâm, Sîretü’n-Nebî, 3/434.
[12] Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 10. Krş. Buhârî, İlim, 42.
[13] Bkz. Ahmet Önkal, “Caʻfer b. Ebû Tâlib”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/cafer-b-ebu-talib (26.04.2023).
[14] İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 8/282.
[15] Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye (Özel), 2/380.
[16] İbn Kuteybe, el-Maʻârif (Ukkâşe), 555.
[17] Tirmizî, “Tıb”, 19.
[18] Bkz. M. Yaşar Kandemir, “Esmâ binti Umeys”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/esma-bint-umeys (26.04.2023).
[19] Buhârî, “Meğâzî”, 36; Müslim, “Fedâilü’s-Sahâbe”, 169.
[20] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/203-206.
[21] Ethem Ruhi Fığlalı, “Abdullah b. Caʻfer b. Ebû Tâlib”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/abdullah-b-cafer-b-ebu-talib (26.04.2023).
[22] Bkz. Vâkıdî, el-Meğāzî, 2/766; İbn Hişâm, Sîretü’n-Nebî, 3/436; İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 4/37; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/204-205; Ebû Dâvûd, Tereccül, 13/4192.
[23] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/205; Hâkim, el-Müstedrek, 3/655, no: 6411.
[24] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/203; Ebu Yaʻla, el-Müsned (Esed), 3/47, no: 1467; Heysemi, Mecmau’z-zevaid, 5/286.
[25] Bkz. M. Yaşar Kandemir, Şifâ-i Şerîf Şerhi, 2/106.
[26] Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 10.
[27] Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet, trc. A. Fâruk Meyân, İstanbul 1977, 467.
[28] Bkz. Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet, 463-464.
[29] Semhûdî, Vefâü’l-vefâ, 3/82.