Âl, âile, sülâle, akraba ve hânedan demektir. Peygamberlerin ümmeti, hükümdarların sâdık tebaa ve has adamlarına da âl denir. İnsanlık fert olarak başladıktan hemen sonra âileye dönüşmüştür. Âile insanlığın ilk müessesesidir. Daha sonra yavaş yavaş toplum oluşmuştur. Bu üç devre birbirine sıkı sıkıya bağlı bir şekilde devam etmektedir. Herhangi birinin bozulması hepsini etkileyerek neticede bütün insanlığa zarar verir. O sebeple ferdi, âileyi ve toplumu iyileştirme faaliyetlerinin kesintisiz devam etmesi gerekir. Bu faaliyetlerden biri de örnek fertleri ve âileleri insanlara takdim ederek özendirilmeleridir. Önümüzdeki en güzel örnekler Rasûlullah (s.a.v), diğer peygamberler ve ashâb-ı kiramdır. Hz. Âdem ilk insan, ilk peygamber ve ilk âile reisidir. Bu sebeple pek çok yönden evlatlarına örnektir. Âdemoğullarına ilk olarak ataları Hz. Âdem’i örnek göstererek başlayalım.
1.1. Hz. Âdem (a.s)
Hz. Âdem insanlığın atası olması sebebiyle Ebü’l-Beşer, Allah’ın seçkin kıldığı kullardan olduğu[1] için de Safiyyullah lâkabıyla anılır.
Âdem kelimesi bir şeyin dış yüzü anlamına gelen el-edîme kelimesinden müştaktır. Bu kelime daha çok edîmetü’l-arz (yeryüzü) diye kullanılır. Allah teâlâ Hz. Âdem’i yeryüzünün farklı yerlerinden alınan farklı toprakların karışımından yaratmıştır. Bundan dolayı onun nesli de farklı karakterlere sâhiptir.[2] Bu ismin “insicam, ülfet” mânâsına gelen el-üdm veya el-üdme’den gelmiş olabileceği de ifade edilmiştir.
Hz. Âdem’in yaratılışı diğer insanların yaratılışından farklıdır. Âyet-i kerîmede “Allah katında -yaratılış bakımından- Îsâ’nın durumu Âdem’e benzer, Allah onu topraktan yarattı, sonra ona ‘ol’ dedi o da oluverdi”[3] buyrularak bu iki peygamberin yaratılışındaki farklı duruma dikkat çekilmiştir.
Allah teâlâ Hz. Âdem’i mes’ûl ve mükellef bir varlık olarak yaratmış ve onu bunun için lâzım olan mânevî, ahlâkî, zihnî ve psikolojik kabiliyetlerle tezyin etmiştir.
Rasûlullah (s.a.v) onun cuma günü yaratıldığını, cuma günü cennete konulup yine bir cuma günü cennetten çıkarıldığını, tevbesinin de Cuma günü kabul edildiğini ve nihayet yine bir cuma günü vefat ettiğini haber vermiştir.[4]
Farklı âyet-i kerîmelerde Hz. Âdem’in topraktan başlayarak bedenî ve ruhî açıdan tam ve kâmil bir insan oluncaya kadar geçirdiği merhalelerden bahsedilmektedir. Bu sûretle Allah’ın kudretinin azameti de vurgulanmış olmaktadır. Bunun yanında Hz. Âdem’in mahlûkât içerisinde mevkiinin yüksekliğine de işaret edilir. Onun ve neslinin yeryüzünün halifeleri olduğu, Allah teâlâ’nın verdiği mânevî, ahlâkî, aklî ve zihnî meziyetlere sahip oldukları bildirilir. Hz. Âdem ve nesli hem kendileri Allah’a ibadet eder hem de dünya üzerinde Allah’ın koyduğu hükümlerin tatbik edilmesini sağlar. Bu sebeple de yerdeki ve göklerdeki pek çok varlıklar onlara musahhar kılınmış, hizmetlerine verilmiştir.
Allah teâlâ Hz. Âdem’i yaratıp ruh üflediğinde meleklere ona secde etmelerini emretmiş, melekler de bu emre itaat etmişlerdir.[5] Allah’tan başkasına ibadet niyetiyle secde etmek küfür olduğu için, meleklerin yaptığı bu secde saygı secdesi ve bir çeşit beyʻat olarak anlaşılmıştır. Bundan anlaşıldığı üzere Allah teâla Hz. Âdem’i meleklerden üstün ve onların hürmet edeceği bir mertebede var etmiştir. Bu kıymet ve şeref sadece Hz. Âdem’e has olmayıp onun bütün nesline âittir. Kur’an’da değişik vesilelerle insanın üstün yönlerine işaret edilir. Allah teâlâ şöyle buyurur:
وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَن۪ٓي اٰدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلٰى كَث۪يرٍ مِمَّنْ خَلَقْنَا تَفْض۪يلاً
“Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları, (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık, kendilerine güzel güzel rızıklar verdik, yine onları yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.”[6]
İnsanoğlu erkeği ve kadınıyla teşkil ettiği âile ve toplumla bir bütün olarak bu şerefini devam ettirebilir. Bu bütün parçalandığında âyette bahsedilen değere ulaşması mümkün değildir.
Âdem (a.s) ilk insan olduğu gibi aynı zamanda ilk peygamberdir. Allah teâlâ hiçbir insanı rehbersiz ve kitapsız bırakmamıştır. “Âdem (a.s) Rabbinden vahiy (kelimât) almıştır.”[7] Allah teâlâ ona hitap etmiş, mes’ûliyet ve mükellefiyetinin ne olduğunu bildirmiştir.[8] Yüce Rabbimiz onu Hz. Nûh, Hz. İbrâhim ve İmrân âileleri ile birlikte âlemlere üstün kılmıştır.[9] Bu da onun peygamber olduğuna bir işarettir. Peygamber Efendimiz’e ilk peygamberin kim olduğu sorulduğunda “Âdem’dir” cevabını vermiştir.[10]
Hz. Âdem ve evlatlarının diğer mahlûkâttan üstün ve değerli oluşu Allah’ın onlara lütfettiği ilim sebebiyledir. Melekler, insanoğlunun yeryüzünde fesat çıkaracağını ve kan dökeceğini dile getirdiklerinde Allah teâlâ Hz. Âdem’e bütün isimleri öğretmiş, sonra meleklere bunların ne olduğunu sormuş, onlar da bilememişlerdir. Bunun üzerine Allah (c.c) “Ey Âdem, onlara eşyanın isimlerini bildir” buyurmuş, Âdem (a.s) da isimleri meleklere bildirmiştir.[11] Tefsirler umumiyetle bu “isimler”in kavram bilgisi olduğunu, meleklerin bilmediği şeylerle ilgili Hz. Âdem’e bilgi verildiğini ve onun ilimde meleklerden daha üstün vasıfta yaratıldığını ifade eder. Âyette “Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti” denilerek Hz. Âdem’in ilminin vasfına dikkat çekilmiştir. İlim öyle bir meziyet ve fazilettir ki melekler bile onun sahibine tâzim göstermişlerdir. Âdemoğlu bu meziyeti sayesinde kâinattaki birçok varlığa hükmedip eşyaya istediği gibi şekil vermiş ve onları kendi faydasına kullanabilmiştir.
Melekler Hz. Âdem’e secde ettiğinde İblîs diretti, kendisinin ateşten Hz. Âdem’in ise topraktan yaratıldığını, bu sebeple ondan daha hayırlı olduğunu iddia ederek ilâhî emre karşı geldi.[12] Bunun üzerine lânete uğrayarak Allah’ın rahmetinden kovuldu.[13] Yaptığına pişman olacağı yerde Allah’tan, düşman bellediği Hz. Âdem ve neslini doğru yoldan saptırmak, kendi yandaşlarını çoğaltmak için kıyamete kadar mühlet istedi.[14] Allah teâlâ da ona istediği şeyi verdi.
Allah (c.c) Hz. Âdem’e kendi nefsinden bir eş yaratarak onu yalnızlıktan kurtardı. Ona ve eşi Havvâ’ya cennete yerleşmelerini emretti. İnsanlık âleminin ilk âilesi cennete yerleştirildikten sonra istedikleri yerde arzu ettikleri her türlü nimetten istifade edebilecekleri bildirildi, sadece bir tek ağaca yaklaşmamaları emredildi. Allah teâlâ onları şöyle uyardı: “Ey Âdem! Eşin (Havvâ) ile birlikte cennete yerleş, orada çekinmeden istediğiniz her yerde cennet nimetlerinden yiyin, sadece şu ağaca yaklaşmayın, sonra ikiniz de zâlimlerden olursunuz.”[15]
Kur’ân’da bu ağacın ne olduğuna dair herhangi bir bilgi verilmemiştir. Sadece şeytanın Hz. Âdem’le zevcesine çirkin yerlerini gösterebilmek için “Rabbiniz başka bir sebepten dolayı değil, sırf melek olursunuz yahut ebedî kalıcılardan olursunuz diye şu ağacı size yasakladı”[16] ve “Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayacak bir hükümranlığı göstereyim mi?”[17] diyerek onları yanılttığı bildirilmiştir. Bu konuda sahih hadislerde de farklı bir bilgi yoktur.
Hz. Âdem’e karşı apaçık kıskançlık ve hased duyguları besleyen şeytan Allah’ın emrine âsî gelerek Hz. Âdem’e secde etmediği gibi bir de onu aldatarak günaha sevketmiştir. Yasak ağaçtan yer yemez hemen utanılacak yerleri kendilerine göründü, onlar da cennet yapraklarıyla üzerlerini örtmeye başladılar.[18] Şeytanın iğvâsıyla Allah’ın emrini unutan Hz. Âdem’e Havvâ’ya ve şeytana “Birbirinize düşman olarak inin, yeryüzünde kalıp bir müddet orada yaşayacaksınız” buyruldu.[19] Kendilerine yasaklanan ağaçtan yemeleri sebebiyle belli bir müddet yaşamak üzere cennetten yeryüzüne indirildiler. İnsanlar arasında görülen düşmanlıkların bu mâsiyet sebebiyle verilen bir ceza olduğu söylenir.
Şeytanın en büyük hedefi ezelî düşmanı olan insanı helâke sürüklemektir. Bunu da âile içine girerek iki tarafa da vesvese vermek suretiyle yapar. Böylece nice âileler dağılır ve nice âileler topluca çöküşe geçer. Efendimiz (s.a.v) bu mühim noktaya dikkatlerimizi çekerek şöyle buyurur:
“İblis tahtını suyun/denizin üzerine kurar, orayı merkez edinir. Sonra askerlerini dünyanın her tarafına salar. Ona en yakın ve en sevimli asker, en büyük fitneyi koparandır. Askerlerinden biri gelip:
«–Bugün ben şöyle şöyle yaptım!» der. İblis:
«–Hiç bir şey yapmamışsın!» karşılığını verir. Bir diğeri gelir:
«–Ben birinin yakasına yapıştım ve hanımıyla arasını açıncaya kadar peşini bırakmadım» der. Bunun üzerine İblis onu kendine yaklaştırır, kucaklayıp boynuna sarılır ve:
«–Sen ne iyisin, ne güzelsin!» der.”[20]
Allah teâlâ yol gösterici, affedici, mağfiret sahibi ve yardım edicidir, kullarını sahipsiz bırakmamıştır. Onlara nasıl tevbe edeceklerini ve ondan sonra nasıl davranmaları gerektiğini öğretmiştir. Hz. Âdem cennetten atıldıktan sonra Rabbinden birtakım kelimeler almış, onlarla dua etmiş ve tevbesi kabul edilmiştir.[21] Hanımıyla birlikte ellerini Allah’a açarak:
قَالَا رَبَّـنَا ظَلَمْنَٓا اَنْفُسَنَا وَاِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ
“Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen mutlaka ziyan edenlerden oluruz” diye yalvarmışlardır.[22]
İbn Abbâs (r.a) çok mühim bir noktaya parmak basarak şöyle der:
“Bir adamın hatası kibir sebebiyle ise ondan ümid beslemeyin, bunun dışındaki bir günah sebebiyle ise ondan ümid besleyebilirsiniz. Hz. Âdem’in hatası günah, İblis’inki ise kibir sebebiyle idi.”[23]
Âdem (a.s) zelle işleyince hemen pişman oldu ve affedilmeyi istedi, İblis ise isyânına bahaneler aradı ve kıyamete kadar mühlet istedi. Allah teâlâ da herkese istediğini verdi.[24] Demek ki kul Allah’tan ne isteyeceğini iyi bilmelidir.
Cenâb-ı Allah, tevbelerini kabul buyurduğu Âdem (a.s) ile Hz. Havvâ’ya ve onların nesillerine kurtuluş yolunu şöyle gösterdi:
“Yalnız size benden bir hidâyet geldiği zaman kimler benim hidâyetime uyarsa artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar ise ateş ehlidir, orada ebedî kalacaklardır.”[25]
“Ey Âdemoğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi… İşte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi). Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları, inanmayanların dostları kıldık.”[26]
Bazı âlimler “Andolsun ki biz daha önce Âdem’e emir vermiştik; ancak o unuttu ve biz onu azimli bulmadık”[27] âyetinden hareketle Hz. Âdem’in yasak ağaca günah işleme azmiyle değil de gafletle yaklaştığını söylemişlerdir. Hasan-ı Basrî “Vallâhi, o unuttuğu için âsi oldu” demiştir.[28] Bir de bu hâdise Âdem (a.s) cennetteyken daha peygamber olmadan gerçekleşmiştir. Hz. Âdem’in kasıtsız bir şekilde düştüğü bu hata, tevbeye sarılması üzerine affedilmiştir. Yeryüzüne indirildikten bir süre sonra da ona peygamberlik verilmiştir. Hz. Âdem ile zevcesinin şeytanın iğvâsına kapılmaları, hemen bundan pişmanlık duyarak tevbeye sarılmaları, affedilmeleri gibi olaylar insan neslinin dünya hayatına ait macerasının bir özeti mâhiyetindedir. Bütün bunlar, yeryüzünde insanların da haramlara düştükten sonra babaları Âdem (a.s) gibi samimî bir şekilde tevbe ettikleri takdirde affedileceklerini, tevbe kapısının çok geniş olup kıyamete kadar açık olduğunu, insanın bu imtihanlarla kemale ereceğini göstermektedir.[29]
İnsanın yeryüzüne indirlmesiyle Allah’a itaat eden kullar yeryüzü süslenmiş ve güzelleştirmiştir. Süleyman Çelebi bunu Mevlid’inde şöyle ifade eder:
Hak teâlâ çün yarattı Âdem’i
Kıldı Âdem’le müzeyyen âlemi.
Hz. Âdem ile zevcesi Kur’ân-ı Kerîm’de hep meleklerle şeytan arasında zikredilir. Yaratılışları bu ikisi arasında olduğu gibi dünyadaki hayatları da yine bunlar arasında devam edecektir. Melekler insana yardımcı olup hayırları telkin eder, dua ve istiğfarda bulunurken şeytan da onu yoldan saptırıp helâke sürüklemek için çalışmaktadır. İrade ve akıl sahibi insandan beklenen de bu iki yoldan doğru olanı takip etme basîretini göstermesidir.
Âdem (a.s) ve zürriyyeti yeryüzünde halîfe kılınmıştır. Her ne kadar zürriyetinden bazıları bu şerefe lâyık olmayan davranışlarda bulunsalar da insanoğlu ilmi ve mârifetiyle bu hayatta halîfe olarak kalmaya devam edecek ve hayır üzere yaşayacaktır.
Görüldüğü üzere insana ilk olarak cinsî kâbiliyet verilerek kendisine bir zevce ihsan edilmiştir. İkinci olarak bekā sevgisi, üçüncü olarak da temellük, sâhib olma sevgisi verilmiştir. Fıtratlarındaki bu duygu sebebiyle ferdler, kabileler ve milletler birbirleriyle yarışır, kavga eder ve savaşırlar. Dördüncü olarak da insana önceki istidatlarını zapt u rapt altına alabilmesi için tedeyyün, dindarlık kâbiliyeti verilmiştir. Bu sayede insanlar birbirlerine karşı taşkınlık ve haksızlık yapmaktan çekinirler. Bu sebeple İblis insanı saptırarak kötülüklere engel olan bu dînî duyguyu zayıflatmak için hırsla çalışır. Bu husustaki hedefini açıkça şöyle îlan etmiştir:
“…«Yemin ederim ki kullarından belli bir pay edineceğim. Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar (putlar için nişanlayacaklar), şüphesiz onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler» (dedi). Kim Allah’ı bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüştür.”[30]
Bugün insanlık en büyük sıkıntıyı İblis’in bu hedefine ulaşmak için yaptığı gayretlerden çekmektedir. Şeytan onları etkisi altına almış, üzerlerine çullanarak kendilerine Allah’ın zikrini unutturmuştur.[31] Genetik mühendisliği, klonlama, cinsiyet değiştirme ameliyatı, erkeğin de çocuk doğurabilmesi için uğraşma gibi yollarla insana Allah’ın yarattığını değiştirme, fıtratı, nesli ve gıdayı bozma emri verip durmaktadır. Onun emriyle insanlar üzerinde çeşit çeşit zararlı deneyler yapılarak pek çok öldürücü hastalıklar üretilmektedir. Bu konuda şeytanın iğvâsına uyanları Allah teâlâ biri dünyevî değeri uhrevî iki cezâ ile uyarmaktadır:
“Dedi ki: Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan (cennetten) inin! Artık benden size hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa o sapmaz ve bedbaht olmaz. Kim de beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz. O ‘Rabbim, beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben hakikaten görür idim’ der. (Allah teâlâ) buyurur ki: İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun! Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Ahiret azabı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir.”[32]
Hz. Âdem kıssasının geçtiği her yerde mutlaka onun İblis’le mücâdelesi ön plana çıkar. Diğer peygamberlerin kıssalarında buna bir de kavimleriyle mücâdeleleri eklenir. Bu kavimleri kışkırtan da yine büyük oranda şeytandır. O hâlde ferdî, âilevî ve toplum hayatımızda şeytanın iğvâlarına ve vesveselerine çok dikkat etmemiz gerekmektedir.
1.2. Hz. Havvâ
Havvâ ismi Kur’ân’da zikredilmez, ondan Hz. Âdem’in zevcesi olarak bahsedilir.[33] Birkaç hadiste Hz. Havvâ’nın ismi zikredilmiş,[34] bazı hadislerde de kendisinden dolaylı olarak bahsedilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm onun yaratılışından da bahsetmez. Sâdece Âdem atamızla birlikte cennete yerleştirilmeleri ve sonra oradan çıkarılışları anlatılır. Cenâb-ı Hak “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan Rabbinizden sakının” buyurur.[35]
Müfessirler umûmiyetle âyetteki nefis kelimesiyle Hz. Âdem’in kastedildiğini söyler ve buna delil olarak da şu hadisi gösterirler: “Kadınlar hakkındaki hayır tavsiyeme uyunuz (onlara iyi davranınız); çünkü kadın eğri kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en eğri kısmı baş tarafıdır. Onu doğrultmaya çalışırsan kırarsın, hâli üzere bırakırsan öyle eğri kalır. Kadınlar hakkındaki hayır tavsiyeme uyunuz.”[36] Bu hadis-i şerife göre âlimlerimiz Hz. Havvâ vâlidemizin Hz. Âdem’in kaburga kemiğinden yaratıldığını söylerler. Bu hadis aynı zamanda kadınların hassas bir rûhî yapıya sahip olduğunu, onlara karşı daha nazik ve dikkatli davranılması gerektiğini anlatır.
Bir rivâyete göre iblîs cennetten çıkarılıp Âdem (a.s) oraya yerleştirildikten sonra, orada kendisiyle huzur bulacağı bir eşi olmaksızın yalnızca dolaşıyordu. Bu nîmetlere rağmen Rabbinden bir eş talebinde bulundu. Bir gün uykusundan uyandığında başucunda sol eğe kemiğinden yaratılmış bir hanım gördü ve ona:
“–Sen kimsin?” diye sordu. O da:
“–Bir kadınım” dedi. Âdem niçin yaratıldığını öğrenmek isteyince de:
“–Allah beni, senin benimle huzur ve sükûna ermen için yarattı” dedi. Canlı, hayat sâhibi mânâsına gelen Havvâ’ya bu isim, “hayy” yani “diri” olan Âdem’den yaratılmış olmasından dolayı verilmiştir.[37]
Kadınlardan da peygamber olabileceğini kabul eden Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî’ye göre Hz. Havvâ da nebîdir. Mâtürîdî âlimleri ise bunu kabul etmezler.[38]
Görüldüğü üzere vahdeti yalnız kendisine has kılan Allah teâlâ, bütün varlıkları çift yaratmıştır. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
وَمِنْ كُلِّ شَيْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْنِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
“Her şeyden de çift çift yarattık ki düşünüp öğüt alasınız.”[39]
Hayat ancak bu çiftlerin varlığıyla devam edebilir. Allah teâlâ çiftler arasına bir câzibe ve temâyül yerleştirmiş, bunun intizâmı için de bazı kânunlar koymuştur.
Allah teâlâ erkek ile kadını farklı mizaçlarda ama birbirlerini tamamlayacak şekilde yaratmıştır. Erkek ve kadının bu fıtratını bozmak isteyenler Hz. Âdem ve neslinin ezelî düşmanı olan ve dâimâ onlardan intikam almak için uğraşan şeytanın gönüllü askerleridir ve bindikleri dalı kesmeye çalışan ahmaklardır.
1.3. Hâbil ile Kābil
Gençlik bir şelâle gibidir. Coşar, çağlar, köpürür, önüne geleni devirir. Çünkü bilgi ve tecrübesi az, canı tez ve gücü çoktur. Kendinden başka kimseyi de pek görmek istemez. Bu coşkun devrinde insan kardeşini bile yıkıp geçme meylindedir. Nitekim ilk kardeş bu konuda maalesef başarılı bir imtihan verememiştir. Şeytan, insandaki nefsî arzuları kabartarak kardeşi kardeşe düşürmüştür. Hâlbuki Allah teâlâ insanı ilk yarattığı günden beri uyarıyor, dostunu düşmanını, iyiyi kötüyü ona gösteriyordu. Yüce Rabbimiz bu ikazlarını son kitabında bir kere daha tekrarladı. En çarpıcı örneği verdi bizlere. “Kardeşlerinizle iyi geçinin, yoksa vebâli çok ağır olur. Kardeşine kötülük eden bütün insanlığa eziyet etmiş olur” diyordu âdeta. İsim vermeden şöyle buyuruyordu:
“Onlara Âdem’in iki oğlu hakkındaki haberi gerçek olarak oku. Hani her biri birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. -Kurbanı kabul edilmeyen- ‘Seni öldüreceğim’ demişti. O da, ‘Allah sadece müttaki olanlardan kabul eder. Andolsun sen beni öldürmek için bana elini uzatsan da ben seni öldürmek için elimi uzatmam. Ben âlemlerin Rabbinden korkarım. Ben dilerim ki sen benim günahımı da kendi günahını da yüklenesin ve cehennem halkından olasın, zalimlerin cezası budur’ dedi. Nefsi kendisini kardeşini öldürmeye yöneltti ve nihayet onu öldürdü böylece ziyana uğrayanlardan oldu. O anda Allah bir karga gönderdi. Karga ona kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermek için yeri eşeliyordu. ‘Yazık bana, şu karga kadar bile olmaktan, kardeşimin cesedini gömmekten âciz miyim!’ dedi; sonunda da pişmanlık duyanlardan oldu.”[40]
“Beş parmağın beşi bir değil” demiştir atalarımız, yani kardeş kardeşe benzemez. Rivayetlere nazaran Hz. Âdem’in oğullarından Hâbil hayvancılıkla, Kâbil ise ziraatle meşgûldü. Dînî duyguları zayıf olan Kâbil, kadın veya toprakla ilgili bir meselede Allah’ın emrine uymadı, Hâbil ile karşıkarşıya geldi. Hangisinin haklı olduğunu öğrenmek için Allah’a kurban sundular. Hâbil hayvanların en iyisini kurbân etti, Kâbil ise mahsullerinin cılız ve zayıflarını takdim etti, gönül hoşluğuyla da vermemişti. Hatta buğdaylar içinde güzel bir başak olduğunu görünce onu ovalayıp kendisi yemişti. Tabiî olarak Hâbil’in kurbânı kabul edildi, Kâbil’inki edilmedi. O da kötü ahlâkına bir yenisini daha ekleyerek cinayet işledi, hem de kardeş cinayeti.[41] Böylece insanlık âleminde ilk ölüm cinayetle gerçekleşti ve kurban da kardeş oldu.
Hadis-i şeriflerde “Haksız yere öldürülen hiçbir kimse yoktur ki onun kanından Âdem’in birinci oğluna bir pay ayrılmasın, zira cinayeti âdet edenlerin ilki odur” denilerek bu hâdiseye atıfta bulunulur.[42]
Rasûlullah (s.a.v) “İleride öyle fitneler olacak ki o vakitte oturan kimse ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlı olacaktır” buyurmuştu. Saʻd b. Ebî Vakkas (r.a):
“–Yâ Rasûlallah, adam evime girip öldürmek için bana elini uzatsa ne yapmamı tavsiye buyurursunuz?” diye sordu. Rasûlullah (s.a.v):
“–Âdem’in oğlu (Hâbil) gibi ol” buyurdu.[43]
İnsan kıskançlık ve haset sebebiyle kardeşini öldürmekte bile tereddüt etmedi. Bunlar nefsin öyle kötü sıfatlarıdır ki onlar sebebiyle kardeşler birbirinin gölgesine bile kurşun sıkar oldular. Kalpteki bu kötü duygular terbiye edilmediğinde sınır tanımaz bir tahribata sebebiyet verebilir. Sonunda “Keskin sirke küpüne zarar” hükmünce sahibini yakıp helâk eder. Şeytanın lânete uğramasının sebebi de bu duygulardır.
Kâbil, başkasının hakkını gasbetmek istedi, herkesten üstün olma isteğine yenik düştü. Allah’a itaati zayıf olduğu gibi ibadetlerine de itinâ göstermediği anlaşılıyor. Bu sebeple de kurbanı kabul edilmedi.
Hâbil “Allah müttakîlerden kabul eder” diye kardeşini uyardı. Allah katında kabul görmek istiyorsan O’nun yasaklarından kaçınacak, emirlerine sarılacaksın, ibadet, muâmelât ve ahlâka önem vereceksin, diyordu. Aslında kulun en büyük derdi Allah katında kabul görüp görmediği olmalıdır. Sahabeden İbn Mes‘ûd (r.a) “Allah’ın benim bir amelimi kabul etmesi, bana dünya dolusu altınım olmasından daha sevimlidir” demiştir.[44] Ömer b. Abdülaziz bir kişiye mektup yazmış ve şöyle demiştir: “Sana takvayı tavsiye ederim. O takvâ ki Allah ondan başkasını kabul etmez, onun ehlinden başkasına rahmet etmez ve ancak ona sevap verir. Bunu tavsiye eden çoktur, ama onunla amel eden azdır.”[45]
Kâbil, takvâdan uzaklığı sebebiyle cânîleşmişti. Hâbil ise konuşmalarından anlaşıldığı kadarıyla eğitimli ve olgun bir kişiliğe sahipti. Daha gençken takvaya ermesi ve nefsinin kötü sıfatlarını terbiye edebilmesi sebebiyle kardeşine “Andolsun ki sen öldürmek için bana el uzatsan bile ben öldürmek için sana elimi kaldıracak değilim. Zira ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım” diyebildi.
Hâbil daha güçlüydü, ama kardeşine el uzatma günahından korktuğu için harekete geçmedi.[46] Kendisine yapılan düşmanlığa karşı hayrı tavsiye etti ve yumuşak davrandı, aslâ kavga taraftarı olmadı. Aklın ârızî kusurlardan temizlenmesi gerektiğine vurgu yaptı. Yanlıştan vazgeçmediği takdirde yükleneceği vebâli ve çekeceği cezayı da kardeşine hatırlattı. Kâbil’in ise gözü dönmüştü. Nefsi onu kardeşini öldürmeye cesaretlendirdi, cinâyeti güzel gösterdi.
Hâbil toprağa düşen ilk şehîd oldu. Yeryüzünde ilk defa evlat acısı yaşandı. Terbiye edilmeyen nefis yeryüzünü hüzne boğdu. Kâtil bile yaptığına üzüldü, korktu ve pişman oldu, eli ayağı birbirine karıştı, ne yapacağını bilemedi. Hayatı zindana döndü. Her yerde lânetle karşılandı. Kötülerin sonu zaten budur. Fuzûlî’nin dediği gibi:
Her kande olsa kanlıyı elbette kan tutar.
O zaman yeryüzünde hiç kabir yoktu, cenâze nedir bilinmiyordu. Allah (c.c) kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona öğretmek üzere bir karga gönderdi. Karga toprağı eşeleyerek bir çukur kazdı ve getirdiği ölü kargayı oraya gömdü. Kābil «Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten âciz mi kaldım?» dedi. Allah onu kargaya talebe yaptı. Nefsin ve şeytanın insanı sürüklediği acınası bir hâldi bu.
Allah teâlâ insan canına kıymanın kötülüğünü anlattıktan sonra şu hükmü veriyor:
“İşte bu yüzdendir ki İsrailoğulları’na şöyle yazmıştık: Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir kişiyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur. Peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler; ama bundan sonra da onlardan çoğu yine yeryüzünde aşırı gitmektedirler.”[47]
Haksız yere cana kıymak, Kâbil’in vebaline ortak olmaktır. Onun açtığı yolu devam ettirmektir. İmâm Gazzâli şu mühim tesbiti yapar:
“Öldüğünde kendisi ile birlikte günahları da ölen kimseye ne mutlu! Öldüğü hâlde günahları yüzlerce sene devam eden, onlar yüzünden kabrinde azâba uğrayan ve tesirleri tükeninceye kadar onlardan hesâba çekilen kimseye ise yazıklar olsun.”[48]
Dünyada güzel bir hayat yaşamanın şartlarından biri de gençlikte bir günahla kınanmamaktır.[49] Hâbil güzel bir hayat yaşayıp tertemiz gitti. Kâbil ise kıyamete kadar kınananlardan oldu. Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Âdem’in iki oğlu bu ümmete örnek olarak gösterildi, siz onların en hayırlısını alınız!”[50]
1.4. Hz. Şît (a.s)
Hz. Âdem’in oğlu olan Şît (a.s) Hâbil’in şehâdetinden sonra doğmuştur. Cebrâil (a.s) onun Hâbil’in karşılığında Allah’ın bir ihsanı olduğunu bildirmesi üzerine kendisine Hibetullah denilmiştir. Taberî’ye göre de Şît ismi Süryânîce olup “Allah’ın bağışı” mânasına gelir.[51] Hz. Şît’e de peygamberlik verilmiş, babası Hz. Âdem’e verilen suhufu toplamış, aynı zamanda Allah teâlâ kendisine de elli suhuf indirmiştir.[52] Bu sahîfelerde hikmet, simya, kimya, riyâzî ilimler ve bazı sanatlardan sözedilmiştir.
Şît (a.s) Hz. Âdem evlâdının en güzeli, kendisine en çok benzeyeni, en sevileni ve en faziletlisi idi.[53] Tek fark sakal idi. Hz. Âdem’in sakalının olmadığı, sakalın onun evlatlarıyla başladığı nakledilir. Âdem (a.s) oğluna birçok şeyi öğretmiş, gelecekte meydana gelecek tufanı haber vermiş ve onu kendisine vâris kılmıştır. Beşeriyetin Şît (a.s) devrinde dünya üzerine yayıldığı ve onun bin şehir inşâ ettiği nakledilir. Hz. Şît Mekke’de yaşamış, Kâbe’yi çamur ve taşla inşa etti, 912 yaşadı ve Ebû Kubeys dağına defnedildi.[54] Suriye’nin Maarretü’n-Nu‘mân şehrinde de kendisine âit olduğu söylenen bir türbe mevcuttur.
Hz. Şît (a.s) Kābil taraftarı inkârcılarla mücadele etmiştir. Hazura ile evlenmiş ve ondan Yaniş isimli bir oğlu ile Na‘mete isminde bir kızı olmuştur.[55] Nesli bu oğlu vasıtasıyla devam etmiştir. Hz. Âdem evlâdından Hâbil’in çocukları olmadı, Kābil’in çocukları inkârcı olduğundan Nûh tûfanında boğuldu, geriye Hz. Şît’in zürriyeti kaldı. Bu sebeple o insanlığın ikinci atası sayılır. Müslüman âlimler Peygamber Efendimiz’in nesebini zikrederken Hz. Şît’i de sayarlar.[56]
Hz. Âdem’in âilesi, beşeriyetin devamının ancak âile müessesesi ile mümkün olduğunu ortaya koymaktadır. Nefsinin hazlarını yaşayarak âile sorumluluğunu taşımaktan kaçan insanlar, “ben var olmuşum gerisi ne yaparsa yapsın” vurdumduymazlığıyla insanlığın sonunu hazırlayan zâlimler ve câhillerdir. Bu düşünce ise İblis’in hedefine yürüyerek hem kendisini hem de hemcinslerini helâke götürür.
[1] Âl-i İmrân 3/33.
[2] Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/400, 406; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 16; Tirmizî, “Tefsîr”, 2/1.
[3] Âl-i İmrân 3/59.
[4] Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/311; Ebû Dâvûd, “Salât”, 207; Tirmizî, “Cumʻa”, 1; İbn Mâce, “İkāmetü’s-Salât”, 79, “Cenâiz”, 65; Dârimî, “Salât”, 206.
[5] Bkz. el-Bakara 2/34; el-A‘râf 7/11; el-Hicr 15/29-31; el-İsrâ 17/61; el-Kehf 18/50; Tâhâ 20/116; Sâd 38/72-74.
[6] el-İsrâ 17/70. Krş. et-Tîn 95/4.
[7] el-Bakara 2/37.
[8] Bkz. el-Bakara 2/33, 35; el-A‘râf 7/19; Tâhâ 20/117.
[9] Âl-i İmrân 3/33.
[10] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/178, 179, 265.
[11] el-Bakara 2/30-33.
[12] Bkz. el-A‘râf 7/12; el-Hicr 15/33; el-İsrâ 17/61; Sâd 38/76.
[13] Sâd 38/74-78.
[14] Bkz. el-A‘râf 7/13-18; el-Hicr 15/34-43; el-İsrâ 17/61, 65; Sâd 38/75-83.
[15] el-Bakara 2/35.
[16] el-A‘râf 7/20.
[17] Tâhâ 20/120.
[18] el-A‘râf 7/22; Tâhâ 20/121.
[19] Bkz. el-Bakara 2/36, 38; el-A‘râf 7/24; Tâhâ 20/123.
[20] Müslim, Münâfıkîn, 67.
[21] el-Bakara 2/37.
[22] el-Aʻrâf 7/23.
[23] Taberî, Câmiu’l-beyân, 15/288 (el-Kehf 18/50).
[24] İbn Kesîr, Tefsîr, 3/398.
[25] el-Bakara 2/38-39; Tâhâ 20/123.
[26] el-Aʻrâf 7/26-27.
[27] Tâhâ 20/115.
[28] Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, 22/127.
[29] Bkz. Süleyman Hayri Bolay, “Âdem”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/adem–peygamber (06.06.2023).
[30] en-Nisâ 4/118-119.
[31] el-Mücâdele 58/19.
[32] Tâhâ 20/123-127.
[33] el-Bakara 2/35; el-A‘râf 7/19; Tâhâ 20/117.
[34] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/11; Buhârî, “Enbiyâ’”, 1; Tirmizî, “Tefsîr”, 4, 7; İbn Mâce, “Tahâret”, 77.
[35] en-Nisâ 4/1. Krş. el-A‘râf 7/189; ez-Zümer 39/6; el-Hucurât 49/13.
[36] Buhârî, “Nikâh”, 80; İbn Mâce, “Tahâret”, 77.
[37] Taberî, Tarih, 1/103-104.
[38] Bkz. DİA, 3/487; 11/446. Ömer Faruk Harman, “Havvâ”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/havva (06.06.2023).
[39] ez-Zâriyât 51/49.
[40] el-Mâide 5/27-31.
[41] Taberî, Câmiu’l-Beyân, 8/318, 322.
[42] Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/383, 430, 433; Buhârî, “Cenâiz”, 33, “Enbiyâ’”, 1, “Diyât”, 2, “İʻtisâm”, 15; Müslim, “Kasâme”, 27; İbn Mâce, “Diyât”, 1; Tirmizî, “ʻİlim”, 14; Nesâî, “Tahrîm”, 1. Ömer Faruk Harman, “Hâbil ve Kābil”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/habil-ve-kabil (06.06.2023).
[43] Tirmizî, Fiten, 29/2194.
[44] İbn Asâkir, Târîhu Dımeşk, 33/167, 169.
[45] Süyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, 5/262.
[46] Taberî, Câmiu’l-beyân, 8/334.
[47] el-Mâide 5/32.
[48] Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn, 2/74.
[49] Hûd 11/3; Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, 2/34.
[50] Abdürrazzâk, el-Musannef, 2/14.
[51] Taberî, Târîhu’r-rusül ve’l-mülûk (nşr. Muhammed Ebü’l-Fazl), I-XI, Kahire 1960-70 → Beyrut, ts. (Dâru Süveydân), 1/152.
[52] İbn Kuteybe, el-Maʻârif (Ukkâşe), 22; Taberî, Târîh, 1/153.
[53] İbn Kuteybe, el-Maʻârif (Ukkâşe), 20.
[54] Taberî, Târîh, 1/162.
[55] Taberî, Târîh, 1/163.
[56] İbn İshak, es-Sîre, 2. Şinasi Gündüz, “Şît”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/sit (06.06.2023).