2.1. Hz. İbrahim (a.s)
İbrâhim (a.s) Kur’ân-ı Kerîm’de kendisinden en çok bahsedilen ülü’l-azm peygamberlerden biridir. Allah teâlâ peygamber kıssalarını mü’minlerin ders alıp dinî ve ahlâkî bakımdan kemâle ermesi için anlatır. Önceki kitaplardaki gibi târihî ve kronolojik bilgi vermez. Bu sebeple muhtelif sûrelerde yeri geldikçe Hz. İbrahim’in inanç tarihindeki yerini, dîninin ana hatlarını ve husûsiyetlerini, tebliğ faaliyetleri ve metodlarını, şahsiyetinin dinî, ahlâkî, içtimaî ve âilevî boyutlarını tanıtmış, bu konularla ilgisi nisbetinde hayatından da bazı kesitler sunmuştur.
Bugünkü Urfa şehrinde doğup büyümüştür.
O günkü müneccimler ve kâhinler o yıl bölgelerinde doğacak İbrâhim isimli bir çocuğun insanların dinini değiştirerek Nemrûd’un saltanatını yıkacağını söylediler. Diğer bir rivayete göre bu rüyâyı Nemrud’un kendisi görmüştü. Bunun üzerine Nemrud hâmile olan kadınları bir yerde toplayarak doğan erkek çocukların öldürülmesini emretti. Bütün erkekleri de hanımlarından uzaklaştırdı. Bunun üzerine Âzer, hamile olan karısını Kûfe ile Basra arasındaki Ur şehrine veya Verkā denilen yere götürüp bir mağaraya sakladı. İşte İbrâhim (a.s) bu mağarada dünyaya geldi.[1] İbrâhim (a.s) bu mağarada 15 ay kaldı. Bir ayda diğer insanların bir yılda gösterdiği gelişmeyi göstererek on beş yaşında bir delikanlının vücut ve zekâ seviyesine ulaştı. Bir akşam vakti mağaradan dışarı çıkan İbrâhim (a.s) babasına etrafında gördüğü şeylerin ne olduğunu ve bunların bir yaratıcısının olup olmadığını sordu. Bunların bir rabbi olması gerektiğini düşündü.
Kur’ân’da onun Kâdir-i Mutlak yaratıcıya ve tevhide ulaşma tarzından bahsedilir. Bir defasında o yıldızlara bakıp “Rabbim budur” dedi, bir müddet sonra batınca “Ben böyle sönüp batanları sevmem” dedi. Ay ve güneş için de aynı şeyleri söyleyip “bu daha büyük” dedi. Onların da nihayetinde battığını görünce “Hiç şüphesiz ben, bir tevhid ehli olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’a çevirdim, ben müşriklerden değilim” dedi.[2]
Onun bu sözleri gök cisimlerini ilâh zannettiğinden değil kavminin dinî telakkisinin anlamsızlığını göstermek için uyguladığı bir tartışma metodu ve muhakeme tarzı idi. Zira ay batınca “Rabbim bana doğru yolu göstermezse…”, güneş battıktan sonra da “Ey kavmim! Ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım” demesi bu hâdisenin kavmine tevhid inancını tebliği esnasında yaşandığını göstermektedir.
Ayaşlı Muallim Şâkir bundan hareketle şöyle demiştir:
Âfitâb-ı hüsn-i hûbân âkıbet eyler ufûl
Ben muhibb-i lâ-yezâlem “Lâ-uhibbü’l-âfilîn”
Rabbi İbrâhim’e “Müslüman ol!” dediğinde “Âlemlerin Rabbine teslim oldum” diyerek bu davete icâbet etmiştir.[3] Aslında o peygamberlikten önce de doğru yoldaydı. Nitekim “Andolsun İbrâhim’e daha önce rüşdünü vermiştik, biz onu biliyorduk”[4] âyeti buna işaret etmektedir. Hz. Nûh’a verilen bilgi ve hükümler Hz. İbrâhim’e de tavsiye edilmiş[5] ve kendine sahîfeler verilmiştir.[6] Hz. İbrahim’e verilen on suhufun mesellerden ibaret olduğu söylenir.[7]
İbrâhim (a.s) kavmine peygamber olarak gönderildiğinde önce yumuşak bir üslubla babasını Hakk’a dâvet etti. “Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda vermeyen bir şeye niçin taparsın? Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki seni düz yola çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme, çünkü şeytan, Rahmân’a âsi oldu. Babacığım! Rahmân’dan sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum” dedi. Ancak babası ona çok sert muâmele etti ve kovmakla tehdit etti.[8] Buna rağmen o babası için Allah’tan af diledi, fakat Allah onun bu duasını kabul etmedi.[9] Çünkü babası îman etmemişti. Daha sonra kavmini büyük bir şefkat ve merhamet hisleriyle ve yumuşak bir lisan ile defalarca dine davet etti, ancak kabul etmediler.[10]
O zamanın kralı Nemrud, insanları kendisine tapmaya davet ediyordu. Allah ona mülk, hükümdarlık ve zenginlik vermiş, o da bununla şımarmıştı. İbrâhim (a.s) ona Rabbini tanıttı. Nemrud, Rabbi hakkında Hz. İbrahim’le tartışmaya girdi. İbrahim (a.s): “Rabbim hayat verir ve öldürür” dedi. O da: “Hayat veren ve öldüren benim” dedi. Hz. İbrahim’in delili çoktu. Anlayışsız adama sözünün saçmalığını anlatmak için uğraşmadı. Hemen bir diğer delile geçti: “Allah güneşi doğudan getirmektedir, haydi sen de onu batıdan getir” dedi. Bu fetânet karşısında kâfir susup kaldı.[11]
İbrâhim (a.s) yakından uzağa, alttan üste bütün insanlara İslâm’ı büyük bir gayretle anlatıyordu.
İbrâhim (a.s) babasının ve kavminin taptığı putlara karşı büyük bir mücadele verdi ve tevhîdi yerleştirmeye çalıştı. Yıldızlara ve putlara tapmanın anlamsız olduğunu, hiç kimseye fayda veya zarar veremeyen bu cisimlerin ilâh olamayacağını bildirdi.
İbrâhim (a.s) taptıkları putların ne kadar âciz ve boş şeyler olduğunu kavmine göstermek için fırsat kolluyordu. Bir bayram günü insanlar şenlik için şehir dışına çıkınca İbrâhim (a.s) puthâneye girerek bütün putları kırdı, sadece en büyüklerini bıraktı. Kavmi döndüğünde durumu görüp onu hesâba çektiler. İbrâhim (a.s) “Belki de şu büyükleri yapmıştır, ona sorun” dedi. Meseleyi anlayan kavmi bir an vicdanlarına döndüler, haksız olduklarını düşündüler. Şeytan ve nefis hemen devreye girip onları yine tepeleri üstü ters çevirdi. Mantıksız düşüncelerine inat ve ısrarla devam ettirdi. “Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun” dediler. İbrahim (a.s) “Öyleyse Allah’ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâla tapacak mısınız? Size de Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz akıllanmaz mısınız?” dedi.[12]
Kavmi Hz. İbrahim’e aklen cevap veremeyince zorbalığa başvurdular: “Onu yakarak ilâhlarınıza yardım edin!” diye homurdandılar. Büyük bir ateş yaktılar. İbrahim (a.s) ihlâsın da zirvesinde idi. Ateşe atılırken bile kimseden bir şey istemiyordu. Bütün mahlûkât ona yardım etmek istiyordu. Yağmur meleği, “Bana emredilir de yağmur yağdırıp ateşi söndürürüm” diye heyecanla bekliyordu. Bu varlıklar Hz. İbrahim’e yardım edebilmek için Allah’tan izin istediler. Yüce Rabbimiz onlara “Sizden yardım isterse yardımına koşun!” buyurdu. Hemen Cibrîl (a.s) gelip “Bir ihtiyacın var mı?” diye sordu. Ama o Halîl idi, cevabı da kendine yakışır şekilde oldu: “Sana yok, sadece Rabbime muhtacım” dedi. Allah’ın emri hepsinden daha hızlı geldi: “Ey Ateş İbrahim için serin ve selâmet ol!” Dünya üzerindeki bütün ateşler bir anda soğuyuverdi.[13]
Ateşten sağ sâlim çıkan İbrâhim (a.s) hanımı Sâre, yeğeni Lût ve diğer tâbîleriyle birlikte Nemrûd’un ülkesini terkederek Harran’a gitti. Orada bir müddet kaldı, ardından Ürdün’e gidip bir süre de orada kaldı. Oradan Mısır’a geçti, nihayetinde Filistin diyarına döndü.[14]
Hz. İbrâhim’in yaşı bir hayli ilerlemiş ama çocuğu olmamıştı. Allah’a dua ederek sâlih bir evlât istedi. Allah teâlâ da kendisine akıllı (halim) bir çocuk müjdeledi ve hanımı Sâre’nin hediye ettiği Hâcer’den İsmâil (a.s) doğdu.[15]
Câriyesi Hâcer’i daha önce kendi rızâsı ile Hz. İbrâhim’le evlendiren Sâre vâlidemiz İsmâil (a.s) doğunca içinde bir kıskançlık hissetti ve onlarla birlikte yaşamak istemedi. Allah teâlâ Hz. İbrâhim’e Hz. Hâcer ile oğlu İsmâil’i Mekke’nin bulunduğu yere götürmesini emretti.[16] Böylece İbrâhim (a.s) zürriyetinin bir kısmını Beytü’l-Harâm’ın yanına yerleştirdi.[17]
Hâcer vâlidemizle oğlu Hz. İsmâil’i daha sonra Mekke’nin kurulacağı yere bırakan İbrâhim (a.s) Filistin’e döndü. İlk çocuğu koşacak çağa gelince onu kurban etmekle imtihan edildi. İbrâhim (a.s), Hz. Hâcer ve Hz. İsmâil âilece bu imtihanı kazandılar. Allah’a îmân, teslîmiyet ve tevekkülün en güzel nümûnelerini sergilediler. Bunun mükâfatı olarak da geriden gelecekler arasında isimleri ebedîleştirildi.[18]
İbrâhim (a.s) zaman zaman Mekke’ye gelerek Hz. Hâcer ile Hz. İsmâil’i ziyaret ederdi.
Hz. İbrâhim’in Hacur adında bir kadınla daha evlendiği ve ondan beş oğlunun olduğu nakledilir.[19]
Kur’ân-ı Kerîm Hz. İbrâhim’in nerede ve nasıl vefat ettiğinden bahsetmez. Ancak diğer İslâmî kaynaklara göre ölüm meleği çok yaşlı bir kişi sûretinde geldiğinde İbrâhim (a.s) ona ikramda bulundu, fakat misafirin yaşlılıktan yemek yiyecek hâli yoktu. Bunu gören İbrâhim (a.s) onun hâline düşmemek için erkenden rûhunu teslim etmek istedi. Ölüm meleği de onun bu isteğini yerine getirdi. O esnâda yaşı 175 veya 200 idi. Hz. Sâre’nin Hebron’daki kabrinin yanına defnedildi.[20]
Allah tarafından birtakım kelimelerle imtihan edilen İbrâhim (a.s) imtihandan başarıyla çıkmış, bu sayede insanlara önder (imam) yapılmıştır.[21] Hz. İbrâhim’in imtihan edildiği kelimelerin ne olduğuna dair muhtelif görüşler vardır:
– “Bunlar ilâhî emir ve yasaklardır” diyenler olmuştur.
– Bir hâdîs-i şerifte sayılan on adet temizlik kâidesi olduğu da söylenmiştir.
– Bu kelimelerden onunun Tevbe (112), onunun Ahzâb (35), onunun Mü’minûn (1-9) sûrelerinde yer alan vasıflar olduğu da rivayet edilmiştir.
– Bu kelimeler kavmiyle ters düşmesi, Nemrûd ile tartışması, ateşe atılması, memleketinden hicret etmeye mecbur bırakılması, oğlunu kurban etmesinin istenmesi gibi şeylerle de tefsir edilmiştir.[22]
İbrâhim (a.s) zürriyetinden de imamlar yapması için Allah’a dua etmiş, fakat kendisine ilâhî ahdin zalimleri kapsamadığı bildirilmiştir.[23] Bu âyet Allah tarafından insanların imamı kılınan Hz. İbrâhim’in neslinden gelmeleri sebebiyle “Allah’ın seçilmiş halkı” olduklarını iddia eden İsrâiloğulları’nı yalanlamaktadır.
Allah teâlâ Beytullah’ın yerini bildirince İbrâhim (a.s) oğlu Hz. İsmâil’le birlikte Beyt’in temellerini yükseltmiş ve yeryüzünün ilk mâbedi olan Kâbe inşâ edilmiştir. Akabinde Hz. İbrâhim’e insanlara haccı îlân etmesi ve Beytullah’ı temizlemesi emredilmiştir. Böylece bu mukaddes mekân insanlar için hac yeri ve kıble kılınmıştır.[24]
İbrâhim (a.s) zürriyetinden Allah’a itaat eden bir ümmet çıkarmasını, onlara peygamber göndermesini niyaz etmiştir.[25] Hz. İbrâhim ile oğlu İsmâil’in dualarında yer alan bu peygamber onların neslinden gelen Rasûlullah (s.a.v)’dir. Nitekim o “Ben babam İbrâhim’in duası, kardeşim Îsâ’nın müjdesi ve annemin rüyasıyım” buyurmuştur.[26] Onun bu duasına teşekkür olarak namazlarda “salli ve bârik” dualarını okumamızı tavsiye etmiştir.[27]
Kur’an’da İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya‘kūb ve esbâtın yahudi veya hıristiyan oldukları iddiası reddedilir. Buna delil olarak Tevrat ve İncil’in ondan sonra indirildiği bildirilir.[28] “Yahudi yahut hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız” diyen yahudi ve hıristiyanlara karşı müslümanlardan, “Hayır, biz Hanîf olan İbrâhim’in dinine uyarız, o müşriklerden değildi” demeleri istenmiştir.[29] Hz. İbrâhim’in neslinden geldiklerini ve onun bina ettiği Kâbe’yi koruma işini üstlendiklerini söyleyerek övünen Mekke müşriklerine de onun asla müşriklerden olmadığı, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman olduğu hatırlatılmıştır.[30]
Kur’ân-ı Kerîm Hz. İbrâhim’in mânevî hâli, ahlâkı, şahsiyet ve karakteriyle ilgili bilgiler verir. Buna göre İbrâhim (a.s) Nûh’un milletindendir, îmân edenlerin babası, Allah’ın dostudur. Kendisine göklerin ve yerin melekûtu gösterilmiş ve Rabbinin gösterdiği yere hicret etmiştir. Onun nesline de peygamberlik ve kitap verilmiştir.[31]
İbrâhim (a.s) son derece ağır başlı, yumuşak huyluydu, varlığını Allah’a adamıştı.[32] Hanımı ve kendisi çok yaşlı oldukları hâlde duası kabul edilerek ona akıllı, iyi huylu ve bilgili iki oğlan müjdelendi.[33] Sadece kendisi değil âilesi de Allah’ın rahmet ve bereketine mazhar oldu.[34] İbrâhim (a.s) çok misafirperverdi, sıdkı bütün bir peygamberdi. Bu sebeple onda ve onunla beraber olanlarda mü’minler için güzel bir örneklik vardır.[35]
İbrahim (a.s) tevhid üzere, dosdoğru yoldan hiçbir tarafa meyletmeden emin adımlarla yürümüştür. Yumuşak huylu, yufka yürekli, kendisini tamamıyla Allah’a vermiş şükür ehli bir zât idi.[36] Gerek atalarına gerek zürriyetine sık sık dua ederdi. Kur’ân’da bize en çok onun duaları nakledilir.
Hz. İbrâhim’in yürüttüğü tevhid mücadelesi, Allah’a teslimiyeti, azmi, sebatı ve kararlılığı, zekâsı, sofrası, bereketi (Halil İbrâhim sofrası, Halil İbrâhim bereketi), misafirperverliği, seyahatleri, âile hayatı ve bu konudaki tavsiyeleri dillere destan olmuştur. Bunlar dinî, ahlâkî, tasavvufî ve edebî eserlerde genişçe yer almıştır. Divan edebiyatında âşık aşk ateşine yanması, aşkı uğrunda muhtelif eziyetlere katlanması ve sevdiği için canını feda etmekten çekinmemesi yönüyle Hz. İbrâhim’e benzetilmiştir.[37]
Hz. İbrâhim orta boylu, güzel yüzlü, mütebessim çehreli, açık alınlı ve elâ gözlü idi. Şekil ve şemâil olarak Peygamber Efendimiz’e en çok benzeyen kimse idi. Kâifler Makām-ı İbrâhim’deki ayak izlerinin Peygamber Efendimiz’in ayak izlerine aynen uyduğunu söylemişlerdir.[38] Tirit yemeğini ilk defa onun yaptığı, “Ebü’l-Adyâf: misafirler babası” diye anıldığı, 120 yaşında kendi kendini sünnet ettiği, 300 kölesini serbest bıraktığı, onların da müslüman oldukları nakledilir.[39]
Miraç gecesi Rasûlullah (s.a.v) ona uğrayıp ziyaret etmişti. O da bizlere gönül dolusu selamlar gönderdi:
“–Ümmetine benden selâm söyle Cennet’e fidan dikmeyi çoğaltsınlar. Çünkü Cennet’in toprağı güzel, suyu tatlı, arzı geniş ve düzlüktür”dedi. Allah Rasûlü (s.a.v):
“–Cennet’e dikilecek fidan nedir?” diye sordu. İbrahim (a.s):
“–«Sübhânallâhi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber», «Lâ havle velâ kuvvete illâ billah»tır!” buyurdu.[40]
2.2. Hz. Sâre Vâlidemiz
İbrahim (a.s) içine atıldığı ateşten sağ sâlim çıkınca bazı insanlar, Nemrud ve adamlarının zulmüne rağmen Allah’a iman ettiler. Bunlar arasında Hz. İbrahim’in kardeşinin oğlu Lût (a.s) ile amcasının kızı Hz. Sâre de vardı. Anne babası dâhil herkes Hz. İbrahim’e düşmanlık ederken o büyük bir firaset ve cesaretle ona iman etmişti.
Allah teâlâ, Hz. İbrahim’e, Nemrud’un ülkesinden ayrılıpmukaddes Şam topraklarına hicret etmesini emretti. Yanındaki birkaç mü’min de onunla birlikte hicret etmek istediler. Bu mü’minler kavimlerine meydan okuyarak hakikati haykırdılar. Öyle güzel bir davranış sergilediler ki Allah teâlâ onları bize örnek gösterdi:
“İbrâhim’de ve ona uyanlarda size güzel bir örneklik vardır, onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: Bilin ki bizim sizinle ve Allah’ı bırakıp da taptıklarınızla bir ilişiğimiz yoktur. Sizi (ve değerlerinizi) reddediyoruz. Sizinle bizim aramızda, siz bir tek Allah’a iman edinceye kadar sürüp gidecek bir düşmanlık ve nefret açıkça ortaya çıkmıştır. Ancak İbrâhim’in, babasına «Hiç şüphen olmasın bağışlanman için dua edeceğim, ama Allah’tan sana geleceklere karşı yapabileceğim bir şey de yoktur» demesi hâriç (bunu örnek almayın). Rabbimiz! Sadece sana dayanıp güvendik, sana yöneldik, dönüş de ancak sanadır.”[41]
Hz. Sâre de bu mü’minler içindeydi. O, kâfirlerle dostluğu bırakmış, onlara aslâ sevgi beslemiyordu. Bütün ilişkilerini kopararak yanlarından uzaklaşmıştı. İbrahim (a.s), Rabb’inin yolunda muhacir olarak yurdundan gizlice ayrılıyordu. Hz. Sâre de Rabb’ine rahatça ibadet edebilmek için hicreti tercih edip İbrahim (a.s) ile birlikte yola çıktı.[42]Nemrud, muhacirleri yakalamak için arkalarından adamlar koşturdu, ancak başarılı olamadı. Bir müddet sonra Allah teâlâ Hz. İbrahim’e Sâre ile evlenmesini emretti.[43]
Hz. Sâre gerçekten çok güzel ve ahlâk-ı hamîde sâhibi sâliha bir kadındı. Kocasına karşı son derece itaatli idi, ona hiç karşı gelmezdi.Bu sebeple Allah teâlâ onu şerefli kıldı.[44] O, Hz. İbrahim’le birlikte yeryüzünün iman nûruyla aydınlanması için gayret etti, bu uğurda nice çilelere katlandı. Hz. İbrahim’in tevhid mücadelesini bütün benliğiyle destekledi. Gurbete ilk çıktığı günlerde bütün menfî şartları ve bilinmezlikleri göze alarak onun yanında yer aldı.
İbrâhim (a.s) daha sonra yine Allah’ın emri ile Mısır’a hicret etti. Zorba bir melikin beldesine girdiler. Zâlim krala Hz. İbrâhim’in kadınların en güzeli ile şehre girdiği bildirildi. O da adamını göndererek Hz. İbrâhim’e yanındaki hanımın kim olduğunu sordu. Güzel gördükleri hanımın kocasını öldürüyor, kardeşine ise dokunmuyorlardı. İbrahim (a.s) da öldürülmemek için “dîn kardeşim” anlamında “kardeşim” dedi. Hz. Sâre’yi alıp saraya götürdüler.
Sâre (r.a) saraya girince hemen abdest alıp namaza durdu ve «Yâ Rabbi, ben sana ve senin peygamberine îmân etmiş, iffetimi de kocamdan başkasına karşı büyük bir titizlikle muhafaza etmiş bir kulun isem şu kâfiri bana musallat etme!» diye ilticâ etti. Zâlim melikin birden eli tutuluverdi, nefesi kesilip yere düştü ve debelenmeye başladı. Hz. Sâre’ye “Benim iyileşmem için Allah’a dua et, bir daha sana zarar vermeyeceğim” dedi. Hz. Sâre’nin duasıyla kendine gelince tekrar ona el uzatmak istedi, bu sefer daha şiddetli tutuldu. Tekrar dua istedi ve kapıcısını çağırıp “Siz bana insan değil bir şeytan getirmişsiniz” dedi. Câriyesi Hacer’i de hediye ederek onu saraydan gönderdi. Sâre (r.a) Hz. İbrahim’in yanına vardığında o da namaza durmuş Rabbine niyâz ediyordu. Hz. Sâre “Allah kâfirin tuzağını başına geçirdi, Hâcer’i de bize hizmetçi verdi” diyerek onu müjdeledi.[45]
Allah teâlâ “Ey îmân edenler, sabırla ve namaz Allah’tan yardım isteyin” buyuruyor.[46] Hz. İbrahim ile Sâre de işte böyle yaptılar ve cebbâr melikin şerrinden kurtuldular. İbrâhîm (a.s), Sâre ve Hacer ile birlikte Mısır’dan Filistin’e döndü.
Hz. İbrâhîm’in Sâre’den çocuğu olmadı. Yaşları da hayli ilerliyordu. Sâre vâlidemiz, büyük bir fedâkârlık yaptı, câriyesi Hacer’i âzâd edip kocasıyla evlendirdi. Bu izdivacdan İsmâil (a.s) dünyaya geldi.
Vefâkâr İbrahim (a.s) karısı Sâre’ye vefâsını göstermiş, çocuğu olmamasına rağmen onun üzerine başka biriyle evlenmemişti.
İbrahim (a.s) “misafir babası” diye meşhur olmuştur. Misafirsiz yemek yemediği rivayet edilir. Tabiî bu konuda en büyük destekçisi Sâre vâlidemiz idi. Misafirperver âileye hayatlarının sonlarına doğru bir grup misafir daha gelmişti. Ama bunlar biraz farklıydılar. Allah teâlâ onların hâlini bize şöyle haber verir:
“Elçilerimiz İbrâhim’e müjdeyi getirip selâm vermişlerdi. O da «selâm» dedi, çok geçmeden (konuklarına) kızartılmış bir buzağı getirdi. Ona el uzatmadıklarını görünce onları yadırgadı ve içine bir korku düştü. «Korkma! Biz Lût kavmine gönderildik» dediler. Ayakta bekleyen karısı rahatlayıp güldü, hemen ona İshak’ı, İshak’ın ardından da Ya’kūb’u müjdeledik. «Aman yâ Rabbi! Ben bir yaşlı kadın, şu da ihtiyar kocam, bu hâlde ben çocuk mu doğuracağım? Doğrusu bu şaşılacak bir şey!» dedi. Elçiler de «Allah’ın işine mi şaşıyorsun? Allah’ın rahmet ve bereketi üzerinizdedir ey hâne halkı! Şüphesiz ki O övülmeye lâyıktır, şanı yücedir» dediler.”[47]
Hz. İbrâhim’e gelen bu misafirlerin Cebrâil, İsrâfil ve Mîkâil (a.s) olduğu rivayet edilir. Bu şerefli melekler Hz. İbrahim’e genç ve yakışıklı insanlar sûretinde gelmişlerdi.
İbrâhim (a.s) misafirlerini içeri buyur ettikten sonra kaşla göz arasında dışarı çıkıp hanımı Sâre’nin yanına varmış ve çok geçmeden kızarmış iri bir buzağı ile gelmişti. Misafire ikramda kazandıkları maharet sebebiyle bunu hemen mi hazırlamışlardı yoksa Hz. Sâre önceden işe başlamış mıydı bilemiyoruz. Ama Kur’ân’da Hz. İbrahim’in hemen ehlinin yanına gittiği bildiriliyor, bu konuda Hz. Sâre’nin mühim bir role sahip olduğu anlaşılıyor.
İbrâhîm Halîlullah ile Hz. Sâre, misâfirlerine her zaman mallarının en güzelini büyük bir nezâket ve zerâfetle ikrâm ederlerdi. Nitekim İbrahim (a.s) yemeği getirip misafirleri ona çağırmadı, aksine yemeği onlara yaklaştırıp büyük bir nezâketle onları yemeye buyur etti. Misafirlerin yemeğe el uzatmadığını görünce onlardan şüphelendi ve korkuya kapıldı. Onlar da Hz. İbrâhim’i rahatlatmak için kendilerini tanıttılar ve niçin geldiklerini söylediler.
İşte bu esnada Sâre vâlidemiz misafirlere hizmet için perde arkasında ayakta bekliyordu. Misafirlerin melek olduğunu öğrenince rahatlayıp gülümsedi. Melekler de ona İshâk isminde bir evlâdı, ondan da Yaʻkub isminde bir torunu olacağını müjdelediler. O günlerde Hz. İbrâhim’in 120, hanımı Sâre’nin ise 90 yaşlarında olduğu nakledilir. Hz. Sâre yüksek bir edeb ve hayâ sâhibi olduğu için ellerini yüzüne kapattı. Birden sevinç çığlığı atarak elini alnına vurdu ve gülümsedi. Efendisinin ve kendisinin ihtiyar olması sebebiyle bu müjdeyi hayretle karşıladı.[48] Melekler bunun Allah’ın rahmeti ve bereketi sâyesinde mümkün olduğunu bildirdiler.
Sâre vâlidemiz bir ömür Hz. İbrahim’e ve onun misafirlerine büyük bir aşkla hizmet etti. Bu sebeple onun hizmeti Kur’ân’da ebedîleştirildi ve misafirler sofrada iken onun “ayakta” olduğu bildirildi. Bir rivayete göre hizmet için ayaktaydı, diğerine göre ise hizmetini bitirmiş namaza durmuş, onun kıyâmında idi.[49] Öyle anlaşılıyor ki o, güzel bir hizmet ve ibadet hayatı yaşamıştı.
2.3. Hz. Hâcer Vâlidemiz
Hâcer kelimesi Arapça’da Âcer şeklinde de kullanılır. Hâcer terkeden, hicret eden, şirkten uzaklaşan, emsalinden üstün olan mânalarına gelir.
Hz. Sâre vâlidemiz câriyesi Hâcer’i kendi rızasıyla evlendirdiği hâlde Hz. İsmâîl doğunca kıskançlığa kapıldı. Kendi çocuğunun olmayışı sebebiyle bu duygusuna hâkim olamıyordu. Allah teâlâ Hz. İbrahim’e hanımı Hâcer’le süt emmekte olan İsmâil’i Belde-i Harâm’a götürmesini vahyetti.[50] İbrâhim (a.s) da Allah’ın emrine uyarak derhal yola çıktı. Onları bugün Mekke’nin olduğu yere getirip büyük bir ağacın altına yerleştirdi. Yanlarına bir dağarcık hurma ile bir kırba su bırakıp döndü. Hâcer vâlidemiz arkasından koşarak:
“–Ey İbrâhim, hiçbir insan ve eşyanın olmadığı bu vâdiye bizi bırakıp da nereye gidiyorsun?” dedi. Cevap yoktu. Sorusunu birkaç defa tekrar etti ama İbrâhim (a.s) dönüp bakmıyordu. En sonunda:
“–Bunu sana Allah mı emretti?” deyince “evet” cevabını aldı. Bunun üzerine tevekkül ve teslîmiyet âbidesi Hâcer vâlidemiz:
“–Öyleyse O bizi yalnız bırakmaz!” dedi ve döndü.
Diğer rivayette Hâcer vâlidemiz, “Bizi kime bırakıyorsun?” deyince İbrahim (a.s) “Allah’a” demiş, o da “Allah’tan râzı oldum” diyerek geri dönmüştür.
İbrâhim (a.s) Seniyye tepesini aşıp gözden kaybolunca yüzünü Beyt’e dönerek şöyle yalvardı:
“Ey Rabbimiz! Ben zürriyetimden bir kısmını senin kutsal evinin (Kâbe) yanında ziraata elverişli olmayan bir vadiye yerleştirdim. Bunu yaptım ki Rabbim namazı kılsınlar! İnsanların bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve çeşitli ürünlerden onlara rızık ver ki şükretsinler.”[51]
Hâcer vâlidemizin Allah’tan başka kimsesi yoktu. Yapayalnız bir çölde oğlunu emziriyor ve yanındaki sudan içiyordu. Bir müddet sonra erzakları bitti, açlık ve susuzluktan kıvranmaya başladılar. Anne yüreği yavrusuna dayanamıyordu. Onun acı hâlini görmemek için yanından uzaklaştı. Bir çare bulabilme ümidiyle en yakınındaki Safâ tepesine çıkarak bir kimse görebilme ümîdiyle etrafına bakındı. Oradan hızla inerek Merve tepesine çıktı. Büyük bir çaresizlik ve telaş içinde koşuyordu. Orada da etrafa bakındı ancak yine kimseyi göremedi. İki tepe arasında gidip geliyordu. Kalbi hep yavrusunda idi, arada bir ona da uğruyor, can çekiştiğini gördükçe yanında duramayıp daha bir gayretle koşuyordu. Yedi defa böyle gidip geldi. En son Merve tepesine vardığında bir ses işitti ve kendi kendine “sus” dedi, dikkatle dinledi. Sesi tekrar işitti. “Sesini duyurdun, imkânın varsa yardım et” dedi. Bir de ne görsün Zemzem kuyusunun olduğu yerde Cibrîl (a.s) topuğuyla yeri kazıyor. Birden su kaynamaya başladı. Hâcer vâlidemiz dehşete düştü, hemen suyun çıktığı yeri kazarak etrafını havuz gibi çevirmeye başladı. Avucuyla su alarak kırbasına dolduruyordu. O avuçladıkça altından su kaynıyordu. Hemen ondan içti ve yavrusunu emzirdi. Melek:
“–Sakın helâk oluruz diye korkmayın, işte şurası Beytullah’ın yeri. O beyti şu çocuk ile babası yapacak. Allah (c.c) bu beytin ehlini zâyî etmez” dedi.
Allah Rasûlü (s.a.v) “Allah, İsmâîl’in annesi Hâcer’e rahmet eylesin! Eğer o zemzemi kendi hâline bırakıp etrafını çevirmeseydi o şimdi bir akarsu olurdu” buyurmuşlardır.[52]
Dünyanın en kıymetli suyu Zemzem muazzam bir itaat, tevekkül, sabır ve gayretin semeresi olarak fışkırmıştı. Bu sebeple kıyâmete kadar ümmete şifâ olarak devam edecek bereketli bir mucize oldu. Zemzem içerken Hz. Hâcer’in bu vasıflarını düşünmek gerekir.
Ana-oğul kurak ve ıssız vâdide hayatlarına devam ediyorlardı. Zemzem hem yiyecekleri hem de içecekleriydi. Su içmeye gelen kuşlarla dost olmuşlardı. O günlerde Cürhüm kabilesinden bir grup oradan geçerken Mekke’nin alt tarafında konakladılar. Bir yerin etrafından dönüp duran kuşları gördüler. “Bu kuşlar bir su etrafında dönüyor ama bildiğimiz kadarıyla bu vâdide su yoktu” dediler. Bir veya iki kişiyi gönderdiler. Orada suyun çıktığını öğrenince zemzemin yanında oturan Hâcer vâlidemize geldiler.
“–Yanına yerleşmemize izin verir misin?” dediler. O da:
“–Olur ancak suda bir hak iddia etmeyeceksiniz” dedi. Cürhümîler de kabilelerini getirip oraya yerleştiler. Hâcer vâlidemiz hem Allah’ın kullarına iyilik etmek istiyor, hem de ünsiyet kuracağı insanlar arıyordu.[53]
İsmâîl (a.s) yedi yaşına geldiğinde Hz. İbrahim bir rüyâ gördü. Oğlu İsmâil’i kurban ediyordu. Rüyanın hak olduğuna kanaat getirince annesinin yanında duran İsmâil’in elinden tutarak Rabbinin emrini yerine getirmek için yürüdü. Şeytan onu Hakk’a itaatten vazgeçirmeye çalıştı ancak başaramadı. Bu sefer Hâcer vâlidemizin yanına geldi:
“–İbrâhîm oğlunu nereye götürüyor biliyor musun?” dedi. O da:
“–Bir işi varmış” cevâbını verdi. Şeytan:
“–Hayır, onu kesmek istiyor” dedi. Hâcer vâlidemiz:
“–Sen hiç bir babanın oğlunu kestiğini gördün mü?” dedi. Şeytan:
“–O, Allah’ın bunu kendisine emrettiğini söylüyor” dedi. Hâcer (r.a):
“–O zaman Allah’a itaat ederek ne güzel bir şey yapmış!” dedi. Şeytan bu sefer Hz. İsmâil’e koştu. Ondan da aynı cevabı aldı.[54]
Hâcer vâlidemizin tevekkülünü ve Allah’a itaatini düşünelim… Sadece Allah’a güvenerek ıssız bir çölün ortasında ikâmet etmeye râzı oldu. Kendisi korunmaya muhtaç iken bir de yanında yavrusu vardı. Allah’a iman ve güveni o kadar kuvvetliydi ki hiçbir şeyden korkmuyordu. Ne düşman, ne açlık, ne susuzluk, ne yırtıcı hayvan… Ona bu imanı kim kazandırmıştı? Hiç şüphesiz Hz. İbrahim’in son derece açık ve tesirli anlatımının bunda katkısı büyüktü. Sonra kocası geldi ve biricik oğlunu Allah’a kurban edeceğini söyledi. O, hiç tereddüt etmeden “Allah emrediyorsa itaat ederiz” dedi. “Ben bu yavrumu ne çilelerle büyüttüm, çölde yalnız başıma neler çektim” demedi. Fuzûlî gibi âdetâ:
Cân ile bizden eğer hoşnûd ola Cânânımız
Câna minnettir O’nun kurbânı olsun cânımız, diyordu.
Bu da Allah’a muhabbet ve teslîmiyetin zirvesiydi. O, nefsinin arzu ve isteklerini hiçbir zaman Allah’ın rızâsının önüne geçirmedi. Hz. İbrâhim ve İsmâil (a.s) da aynı zirvede idiler.
Allah teâlâ onların bu itaat ve teslîmiyetinden, bu uğurda gösterdikleri sabır ve gayretten öylesine râzı olmuş ki hâtırâlarını ebedîleştirdi. Amellerini kıyamete kadar bütün mü’minlere tekrarlatıyor. Onlar gibi kurban kesmeyen, Safâ ile Merve arasında koşmayan, şeytanı taşlamayan kimseye Allah’ın lütuf ve ihsânı gelmiyor, onun hac ve umresi kabul olmuyor. Herkes onların zemzemini içmeye koşuyor.
Şunu unutmayalım ki büyük lütuflar büyük imtihanlardan sonra gelir. Allah teâlâ kulunu çaresiz bırakmaz, bazen imtihan için iyice sıktığı olur ama sonunda en güzel şekilde imdadına yetişir. Yeter ki kalbimizi O’ndan ayırmayalım.
Allah teâlâ, Hâcer vâlidemizi câriyelikten alıp peygamber hanımı ve peygamber anası makâmına yükseltti, daha da ötesi Seyyidü’l-Mürselîn olan bütün peygamberlerin en üstünü Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in büyük annesi yaptı. Hâtırası bütün ümmet tarafından canlandırılan dâsitânî bir şahsiyet hâline getirdi. Mekke’nin teşekkülünde onun sabır, sadâkat ve muhabbetinin büyük bir payı vardır. O, nice fedâkârlıklarla Mekke’yi imar etti, doksan yaşında vefat edince de Mekke’nin merkezine, hatta âlemin kalbine, Hıcr-i İsmâil’e defnedildi. Orada hergün sayısız dua alıyor. İbadet ve zikrin mânevî havâsının en kesif olduğu yerde, bereket yağmurunun altında bulunuyor.
Rasûlullah (s.a.v) Mısır’ın fethedileceğini haber verdikten sonra onun hatırını gözeterek ashâbına şu tâlimâtı vermiştir:
“Orayı fethettiğinizde halkına iyi davranın, çünkü onlarla ahdimiz, akrabalığımız ve sıhriyet bağımız vardır.”[55]
Akrabalık, Hâcer vâlidemizin, sıhriyet de Mâriye vâlidemizin Mısır’lı olması sebebiyledir.
2.4. Hz. İsmâil (a.s)
İsmâil kelimesinin Süryânîce olup “Allah’a itaatkâr” anlamına geldiği nakledilir.[56] İsmâil (a.s) Şam’da doğdu, Harem’e geldi ve Mekke’nin kuruluşuna sebep oldu. Çölün ortasında Allah’ın lütfuyla suya kavuştu. Ölümle burun buruna gelmişken tekrar hayata döndü. Bazen hayatından ümid kesilen bebekler büyür ve çok büyük işler yaparlar. Hz. İsmâil de onlardandı. Hâcer vâlidemiz onun ölümünü görmemek için yanından uzaklaşmıştı ama Allah’tan hiçbir zaman ümid kesilmez, O kullarını hiç ummadıkları yerden rızıklandırır. Onlara da Zemzem’i, “Bi’r-i İsmâil”i ikrâm etti. Bunu gören Cürhüm kabilesi, Hz. Hâcer’den izin alarak ona komşu oldu. İsmâil (a.s) onlar içinde büyüyor ve herkes tarafından seviliyordu.
İbrâhim (a.s) zaman zaman gelerek âilesini ziyaret ederdi. İsmâil (a.s) yedi yaşlarına geldiğinde Hz. İbrâhim bir rüyâ gördü. İleri yaşlarda kavuştuğu biricik oğlunu kurban ediyordu. Rüyânın hak olduğunu anlayınca oğlunu yanına alıp vâdiye doğru yöneldi. Hemen şeytan gelip onu Allah’a itaatten alıkoymak istedi. Rüyâsının şeytânî olduğunu söylüyordu. Laînin tuzaklarını iyi bilen İbrâhim (a.s):
“–Ey Allah’ın düşmanı! Vallahi ben Allah’ın emrini şu vâdide mutlaka yerine getireceğim” dedi. Şeytan ondan ümidini kesince Hz. İsmâil’in önünü kesti:
“–Ey çocuk! Baban seni nereye götürüyor biliyor musun? Vallahi o seni boğazlamaya götürüyor!” dedi. İsmâil (a.s):
“–Babam beni niçin boğazlayacakmış?” diye sordu. Şeytan:
“–Rabbinin öyle emrettiğini sanıyor” dedi. İsmâil (a.s):
“–O Rabbinin emrettiği şeyi yapsın. Allah’a itaat etmek ne güzel şeydir!Ben de emri dinler ve ona boyun eğerim” dedi.
Bu sefer şeytan Hz. Hâcer’e koştu, ondan da aynı cevabı aldı. Hepsi de Allah’a itaatte birleşmişlerdi. Şeytan, Allah’a muhabbet ve teslîmiyetin simgesi olan bu âileye bir şey yapamayınca öfkesinden çılgına döndü.
İbrâhim (a.s) Sebîr vâdisinde oğlu ile başbaşa kalınca:
“–Yavrucuğum! Ben seni kurban ettiğimi gördüm” diyerek ilâhî emri haber verdi. İsmâil (a.s):
“–Babacığım sana emrolunan şeyi yap, inşaallah beni sabredenlerden bulacaksın. Her hayır Rabbimizin emrine boyun eğmektedir” dedi. Babasına hiç zorluk çıkarmadı.
İbrâhim (a.s) bıçağı Hz. İsmâil’ın boğazına sürünce sanki bıçak bakır bir levhaya çalınmış gibi oldu. Bıçağı iki veya üç kere daha biledi ise de bir türlü kestiremedi. “Herhalde bu iş Allah’tandır” dedi.O esnâda Allah teâlâ: “Ey İbrâhim, rüyâna sadâkat gösterdin. Bu apaçık bir imtihandı. İşte oğluna bedel büyük bir kurbanlık” buyurdu.İbrâhim (a.s) Cebrail’in getirdiği koçu Mina’da kurban etti.[57]
Canımı Cânân eğer isterse minnet cânıma
Can nedir ki onu kurbân etmeyem Cânânıma (Fuzûlî)
İbrahim (a.s) evlâdını Allah’ın emrine fedâ edebildiği için Allah ona bir evlat daha müjdeledi, nesline peygamberler bereketi ihsân eyledi. Sen Allah’a bir evlât verirsen O da sana bir zürriyet bahşeder.
İsmâil (a.s) Cürhümlülerden Arapça’yı, ok atmayı, ata binmeyi ve avcılığı öğrenmişti. Mekke hareminin dışına çıkıp avlanarak geçinirlerdi. Hz. İsmâil’in davarları da vardı.[58]
Bir gün Nebiyy-i Ekrem Efendimiz Eslem kabilesinden ok atma yarışı yapan iki grubun yanına uğramıştı. Onlara:
“−Ey İsmail oğulları, ok atın! Şübhesiz sizin (büyük) babanız usta bir okçu idi. Ben de bu yarışmada filan oğulları ile beraberim” buyurdular.
Bunun üzerine karşı taraf ellerini oktan çekti. Rasûlullah (s.a.v) sebebini sorunca:
“−Yâ Rasûlallah! Siz onlarla beraberken biz o tarafa nasıl ok atarız?” dediler. Rasûlullah (s.a.v):
“−Haydi atın, ben hepinizle beraberim” buyurdular.[59]
Hz. İsmâil Cürhüm kabilesinden bir kızla evlendi. Bir müddet sonra İbrâhim (a.s) durumlarını öğrenmek için Mekke’ye gelmişti lâkin oğlunu evde bulamadı. Hanımına:
“–İsmâil nerede?” diye sordu. Kadın:
“–Rızkımızı temin etmeye, avlanmaya gitti” dedi. İbrâhim (a.s) ona geçimlerinin ve durumlarının nasıl olduğunu sordu. O da:
“–Çok kötü durumdayız, büyük bir sıkıntı ve darlık içindeyiz” diye hallerinden şikâyet etti. İbrâhim (a.s):
“–Kocan gelince selâmımı söyle, kapısının eşiğini değiştirsin” buyurdu.
İsmâil (a.s) eve gelince bir şeyler hissederek:
“–Ben yokken eve gelen oldu mu?” diye sordu. Hanımı da olanları anlattıktan sonra:
“–Sana selâm söyledi ve kapının eşiğini değiştirmeni istedi” dedi. İsmâil (a.s):
“–O gelen benim babamdır. Bana senden boşanmamı emretmiş. Haydi âilenin yanına dönebilirsin” dedi. Cürhümlüler’den bir başka kadınla evlendi.
Bir müddet sonra İbrâhim (a.s) yine oğlunu görmeye geldi fakat onu yine evde bulamadı. Hanımına:
“–Geçiminiz, hâliniz nasıl?” diye sordu. Hanım:
“–Çok iyi durumdayız, rahat ve bolluk içindeyiz” diyerek Allah’a hamd ü senâ etti. Ne yiyip ne içtiklerini sorunca “et ve su” dedi. İbrâhim (a.s) “Allah’ım, etlerine sularına bereket ver” diye dua etti.
Sözün burasında Rasûlullah (s.a.v)şöyle buyurdular: “O zamanlar Mekke’de ekin yoktu. Eğer olsaydı tahılın bereketlenmesi için de dua ederdi.”
Hz. İbrâhim’in duası bereketiyle et ile su, başka yerlere kıyasla Mekkeliler’in sağlığına çok daha faydalı olmuştur.
İbrâhim (a.s) bu sefer oğluna kapısının eşiğine sahip çıkmasını tavsiye etti.
İbrâhim (a.s)bir müddet sonra tekrar Mekke’ye geldi. O esnâda İsmâil (a.s) zemzem kuyusunun yakınındaki büyükçe bir ağacın gölgesinde oturmuş ok yontuyordu. Muhterem babacığını görür görmez hemen ayağa fırladı, hasretle kucaklaştılar. İbrâhim (a.s) Allah’ın mühim bir vazife verdiğini, onun da kendisine yardım edeceğini bildirdi. Oradaki yüksekçe bir tepeyi göstererek “Allah işte şuraya bir ev yapmamı emretti” dedi. Birlikte Kâbe’nin temellerini orada yükselttiler. Duvarlar yükselince Hz. İsmâil “Makâm-ı İbrâhim” diye bilinen taşı getirdi. İbrâhim (a.s) bu taşın üstüne çıkarak inşaata devam etti. Bu esnâda devamlı “Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur. Şüphesiz sen işitensin, bilensin” diye dua ediyorlardı.[60]
Kâbe’yi inşâ edince de “Ey Rabbimiz! Bizi sana teslim olanlardan eyle, zürriyetimizden de sana teslim olacak bir ümmet çıkar. Bize ibadet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et. Şüphesiz tevbeleri kabul eden, merhameti bol olan yalnız sensin” dediler. İbrahim (a.s) oğlu İsmâil için husûsî bir dua daha etti: Neslinden insanlara Allah’ın âyetlerini okuyacak, kitâbı ve hikmeti öğretecek ve onları tezkiye edip arındıracak bir rasûl çıkarmasını niyâz etti. Rabbinin izzetine, kudretine ve hikmetine îtimâdı tam idi. Allah teâlâ onlara ibadet edenler için Beyt’ini temiz tutmalarını emretti.[61]
Sıra insanları hacca dâvet etmeye gelmişti. Her taraftan akın akın gelen insanlara haccı öğrettiler. İsmâil (a.s), babasının vefatından sonra Kâbe hizmetlerine ve hacca devam etti. Kâbe’ye ilk örtüyü astı. Kendisine peygamberlik verildi. O rasûl ve nebî idi, hilim ve teslîmiyet sâhibiydi.[62]
Yüz otuz yedi yaşında vefat etti ve Hicr’e, annesi Hz. Hâcer’in yanına defnedildi.[63]Aleyhimü’s-selâm.
Kur’ân’da Elyesa‘, Zülkifl, İdrîs, Yûnus ve Lût gibi peygamberlerle birlikte zikredilen İsmâil (a.s) hidayete erdirilen ve âlemlere üstün kılınanlardandır.[64] Onun Kur’ân’da zikredilmesi, sözünde sâdık olması, Allah’ın dinini diğer insanlara anlatması, çevresine namazı ve zekâtı telkin etmesi, insanları ve Allah’ı râzı edecek güzel bir ahlâka sahip, sabırlı, sâlih ve hayırlı kimselerden olması sebebiyledir.[65] Her peygamber bir vasfıyla anılırken Hz. İsmâil daha çok itaat ve sabrı ile zikredilir. O, Allah’a itaat ettiği gibi babasına da en güzel şekilde itaat etmiş ve pek çok defa duasını almıştı. İslâm terbiyesinde o, ana babaya itaatin misâlini teşkil eder. Gençliğinde bu güzel vasıfları kazandığı için de Allah onun şânını bâkî kılmıştır.
Rasûlullah (s.a.v) “Allah, İbrâhim’in çocuklarından İsmâil’i, İsmâil’in çocuklarından Benî Kinâne’yi, Benî Kinâne’den Kureyş’i, Kureyş’ten Benî Hâşim’i, Benî Hâşim’den de beni seçti”[66] “Ben iki kurbanlığın oğluyum”[67] diyerek Hz. İsmâil’in soyundan geldiğini ifade etmiştir.
Mekke’nin fethinde Kâbe putlardan temizlenirken Kâbe’nin içinden ellerinde fal oklarıyla Hz. İbrâhim ve oğlu İsmâil’in heykelleri de çıkarılınca Rasûlullah (s.a.v) onların bu işi hiç yapmadıklarını söyleyerek putperestlik malzemesi haline getirilmelerinden duyduğu üzüntüyü dile getirdi.[68]
Rasûlullâh (s.a.v), Hz. Hasan ve Hüseyin’i Allah teâlâ’ya ısmarlayarak şu duâyı okurlardı:
أَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللهِ التَّامَّةِ مِنْ كُلِّ شَيْطَانٍ وَهَامَّةٍ وَمِنْ كُلِّ عَيْنٍ لَامَّةٍ
“Her türlü şeytandan, (yılan ve akrep gibi) zehirli haşerâttan ve dokunan her kötü gözden Allâh teâlâ’nın mükemmel kelimelerine (isimlerine, sıfatlarına, âyetlerine) sığınırım.”
Daha sonra da şöyle buyururlardı: “Babanız İbrâhim (a.s) da oğulları Hz. İsmâil ile İshâk’ı bu duâ ile Allâh’a sığındırır, ısmarlardı.”[69]
İsmâil (a.s) uzun boylu, güzel yüzlü, kırmızımsı tenli, kalın boyunlu, geniş omuzlu, elleri ve ayakları uzun, çok güçlü ve kuvvetli bir insandı. Ok atıcılığında olduğu gibi ata binicilikte de mâhirdi. Yabânî atları yakalayıp ehlileştirirdi.[70]
2.5. Hz. İshâk (a.s)
İshâk (a.s) Hz. İbrahim’in ikinci oğlu olup Hz. Sâre’den doğmuştur.[71] Yahudilerin Hz. İbrâhim’den sonra ikinci atasıdır ve yaklaşık olarak milâttan önce 19-18. yüzyıllarda yaşamıştır. Ancak o yahudi değildir. Allah teâlâ Hz. İbrâhim, İsmâil, İshâk, Yakub ve oğullarının yahudi ve hıristiyan olmadığını, onların bundan berî olduklarını açıkça ifade eder.[72] Zira yahudilik ve hristiyanlık onlardan çok sonra ortaya çıkmıştır.
Kur’ân, Hz. İbrâhim putperest kavminden ayrıldıktan sonra kendisine Hz. İshâk’ın bağışlandığını, peygamberlik ve kitapların onların neslinden gelenlere verildiğini ifade eder.[73] Bu ifadelerle Yüce Rabbimiz kendisine teslim olan kullarına çok büyük lütuflarda bulunduğunu hatırlatır. Aynı zamanda ilâhi lutufların, Allah için yapılan fedâkârlıkların bir neticesi olduğu görülür. Nitekim İbrâhim (a.s) maddî ve mânevî hicretlerinin neticesinde nesil bereketine nâil olmuş ve daha dünyada iken bütün dinler ve insanlar tarafından övgüyle yâd edilmiştir. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
“Bunun üzerine Lût ona iman etti. (İbrâhim) «Artık ben Rabbime hicret edeceğim. Şüphesiz O güçlüdür, hikmet sahibidir» dedi. Ona İshâk ve Ya‘kūb’u bağışladık, soyundan gelenlere peygamberlik ve kitap verdik. Ona bu dünyada mükâfatını verdik, o âhirette de iyiler arasında yer alacaktır.”[74]
İbrâhim (a.s) çocuğu olmadığı için Allah’a yalvarıp çocuk istemiş, Allah da ilerlemiş yaşına rağmen ona çocuk bahşetmişti.[75] İbrâhim (a.s) bu nimete şükrederken “İhtiyar hâlimde bana İsmâil’i ve İshak’ı lutfeden Allah’a hamdolsun” demiştir.[76] Bu ifadelerden ikinci evlâdının Hz. İshak olduğu ortaya çıkmaktadır. Hz. İbrâhim’e misafir olarak gelen melekler o sırada ayakta duran ve tebessüm eden Hz. Sâre’ye Hz. İshak’ı, ardından da Hz. Ya‘kūb’u müjdelediler. Sâre vâlidemiz “Olacak şey değil, ben bir kocakarı, kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım? Bu gerçekten şaşılacak bir şey!” deyince melekler “Allah’ın emrine şaşıyor musun? Ey hâne halkı, Allah’ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinizedir” diye cevap verdiler.[77]
İshâk (a.s), babası Hz. İbrahim’in vefatından sonra Şam’da peygamberlikle vazifelendirildi.[78] Allah teâlâ onu seçkinlerden ve hayırlı insanlardan kıldı. Kur’ân-ı Kerîm ona vahiy gönderildiğini, onun hidayete erdirildiğini, sâlihlerden olduğunu, mübarek kılındığını, doğumunun müjdelendiğini ve ilâhî bir bağış olduğunu haber verir.[79]
Allah teâlâ şöyle buyuruyor:
“Güçlü ve basîretli kullarımız İbrâhim, İshâk ve Ya’kūb’u da zikret! Âhiret yurdunu hatırda tutmadaki samimiyetleri sayesinde onları günahlardan arındırdık. Doğrusu onlar bizim katımızda gerçekten seçkin kılınmış hayırlı kimselerdendir.”[80]
Allah’ın bize örnek gösterdiği bu kahramanları devamlı gündemde tutmamız, hayatlarını okuyup ahlâkî faziletlerini dinlememiz gerekiyor. Çünkü onlar ibadette, Allah’a itaatte kuvvetli; dinde, ilimde ve hakkı görmede basiret ve fıkıh sahibi kimselerdi. Hâdiselere Allah’ın nûru ile bakarlardı. Çünkü onların en büyük derdi âhiret yurdu idi, hep orayı düşünür, orası için çalışırlardı. Âhiret korkusu içinde yaşar ve bütün insanları oraya hazırlanmaya davet ederlerdi. Kalplerinden dünya sevgisi, dillerinden dünya zikri sökülüp alınmış, onun yerine âhiret muhabbeti ve zikri yerleştirilmişti. Hayatlarını âhiret inancıyla planlamışlardı. Böylece cennetin en üst makamını elde ettiler. İki cihanda da huzurlu ve mutlu olmak isteyen herkesin tâkip etmesi gereken örnek insanlar işte bunlardır. Bugün gençlerimizin takip ettiği oyun ve filim kahramanları insanı hiçbir zaman bu hedefe ulaştıramazlar. Onlar insanın en değerli sermayesi olan imtihan vaktini zâyî etmekten başka bir şey yapmazlar.
İshâk (a.s) ve âilesi iyi insanlardan oldukları için Allah mükâfat olarak onlarıdoğru yola iletmişti.[81] Nitekim Rasûlullah (s.a.v) “Kerîm oğlu kerîm oğlu kerîm oğlu kerîm, İbrahim oğlu İshâk oğlu Yaʻkûb oğlu Yûsuf’tur (aleyhimüsselâm)” buyurmuş,[82] onların âilece güzel ahlâklı ve değerli insanlar olduğunu bildirmiştir.
Onlar aynı zamanda diğer insanlara da doğru yolu gösteriyorlardı: “İbrâhim’e İshâk’ı ve fazladan bir ihsan olarak Ya’kūb’u lütfettik, her birinin sâlih insan olmasını sağladık. Onları emrimiz uyarınca doğru yolu gösteren önderler kıldık ve kendilerine hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize hep kulluk ettiler.”[83]
Onlar Allah’ın emrine çağıran ve kendilerine uyulan hidayet imamları, hayır önderleri idi. Devamlı hayırlı işlere, sâlih amellere, nâfile ibadetlere, namaza ve zekâta koştular, hayatlarını tevhid üzere Allah’a kulluk yaparak geçirdiler.
O hâlde hayırlı fertler ve âileler sadece kendileri güzel bir hayat yaşamakla yetinmeyecek, diğer insanlara da doğru yolu göstereceklerdir. Çünkü insan eğitimiyle meşgul olmak bir peygamber mesleğidir. Ebedî hayat açısından en kârlı iş de budur. Zira bir hayra vesile olan kimse o hayrı işleyenlerin sevaplarından da bir mislini alır.[84] Bir misâl vermek gerekirse, İslâm’ın bir emrini öğrenip onunla amel eden kişiye bir ecir yazılır. Ona bu bilgiyi öğreten hocasına da bir misli yazılır. Hocasının hocasına ise bu ecrin iki katı yazılır. Üçüncü hocaya dört, dördüncü hocaya sekiz katı yazılır ve bu böyle her kademede kendisinden sonrakilerin ecirleri kadar katlanarak (x2) Peygamber Efendimiz’e kadar devam eder. Bizden sonra 10 kişi olduğunu farzetsek öğrettiğimiz bir iyilik sebebiyle bize 1024 ecir yazılır. 11. kişi de o bilgiyle amel ederse ecrimiz 2048 olur. Bu şekilde her bir kişinin artmasıyla kendinden öncekilerin ecri katlanır. Bu, kıyâmete kadar böyle devam eder. Sonrakiler ecirlerini artırdıkça otamatik olarak önceki müslümanların da ecirleri artar. Bu öyle bir durumdur ki onun keyfiyetini Allah teâlâ’dan başka kimse bilemez ve akıl bunun hakîkatini idrâkten âciz kalır. Bu durumu düşünen kimseler, bütün himmetlerini İslâmî tâlim ve terbiyeye verirler. Herhangi bir bidʻat ve zulüm ihdâs etmekten şiddetle sakınırlar. Zira bunların günahları da, aynen sevaplar gibi işlendikçe katlanarak artar.[85]
Hz. İshâk’ın en mühim vasfı alîm bir genç olması idi. O çok bilgili, engin ilim sâhibi bir delikanlı idi. İlim öğrenecek yaşa gelmiş, peygamber olarak seçilip Allah’tan vahiy almış, ilim ve hikmetle dolmuştu. Dînin ahkâmını ve kânunlarını çok iyi biliyordu. Allah teâlâ şöyle buyurur:
“(Melekler, Hz. İbrâhim’e) «Korkma» dediler, «Biz sana bilgili bir çocuk müjdeliyoruz».”[86]
“…Ona derin bilgi sahibi olacak bir oğul müjdesi verdiler. Karısı heyecanla bağırarak alnına vurdu «Benim gibi yaşlı ve kısır bir kadın ha!» dedi. «Rabbin böyle buyurdu» dediler, «Şüphesiz hikmeti sonsuz, ilmi sınırsız olan yalnız O’dur».”[87]
Bugün bizim için de ilim sâhibi olmak, Allah’ın kelâmını, onu tefsir eden Allah Rasûlü’nün sözlerini, fiillerini ve hallerini ve bunları anlamaya yardımcı olacak diğer ilimleri elde etmek çok önem arzetmektedir. Yani vahiy bilgisi ve onu anlamaya yardımcı ilimler birinci önceliğimiz olmalıdır. Bunlarla meşgul olmak hem ilim hem de ibadettir. Kur’ân’ı anlamak için târih, coğrafya, tıp, matematik, astronomi, arkeoloji gibi bütün ilimlere ihtiyaç duyulduğunu da unutmayalım.
Âyetlerde gördüğümüz gibi bilgili bir genç Allah tarafından sevilmiş, övülmüş ve özendirilmiştir. Allah teâlâ bilgili bir genci büyük bir lütuf ve nimet olarak takdim etmiştir. Çünkü bilgi insana değer kazandırır. İlim, sâhibini yüksek ahlâkî meziyetlere ulaştırır.
İshâk (a.s) vefat edince, babası Hz. İbrahim’in Mezrea’daki kabrinin yanına gömüldü.Kabirleri, Beytülmakdis’e on sekiz mil uzaklıktaki Mescid-i İbrahim’in yanındadır.[88]
֎
Şimdi dönüp bu âileye tekrar bakalım… Âl-i İbrâhim’i tek tek gözden geçirelim… Ne kadar faziletli ve bereketli bir âile! Namazda salli-bârik okurken nasıl bir âileye dua ettiğimizin farkına varalım da onların güzel vasıfları gözümüzün önünden geçsin ve bize örnek olsun.
Biz bu âile ile her gün beş vakit beraberiz. Her sene hacda ve kurbanda beraberiz. Bu beraberliği daha şuurlu hâle getirmemiz bize çok şey kazandıracaktır.
[1] Sa‘lebî, Arâ’isü’l-mecâlis: Kısasü’l-enbiyâ, Kahire 1301, 72-74; Taberî, 1/234-235; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîh (nşr. C. J. Tornberg), I-XIII, Leiden 1851-76 → Beyrut 1399/1979, 94-95.
[2] el-En‘âm 6/75-79.
[3] el-Bakara 2/131.
[4] el-Enbiyâ 21/51.
[5] eş-Şûrâ 42/13.
[6] en-Necm 53/36-37; el-A‘lâ 87/19.
[7] Taberî, Târîh, 1/313.
[8] Meryem 19/42-46.
[9] Meryem 19/41-50; et-Tevbe 9/114.
[10] Bkz. el-En‘âm 6/80-81; el-Enbiyâ 21/51-73; eş-Şuarâ 26/70-89; el-Ankebût 29/16-27; es-Sâffât 37/83-98; ez-Zuhruf 43/26-28.
[11] el-Bakara 2/258.
[12] el-Enbiyâ 21/51-67.
[13] Bkz. el-Enbiyâ 21/57-70; el-Ankebût 29/24; es-Sâffât 37/88-96; Yahyâ b. Sellâm, Tefsîr, 1/324; Taberî, Tefsîr, 16/308; İbn Asâkir, Târîhu Dımeşk, 6/182.
[14] İbn Sa‘d, et-Tabakātü’l-kübrâ, 1/46; Taberî, Târîh, 1/244-247; Sa‘lebî, Arâis, 79. Krş. Meryem 19/49; el-Enbiyâ 21/71; el-Ankebût 29/26; es-Sâffât 37/97-100.
[15] el-Enbiyâ 21/71; el-Ankebût 29/26es-Sâffât 37/99-101.
[16] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, 1/103.
[17] İbrâhîm 14/37.
[18] Bkz. es-Sâffât 37/101-112.
[19] Taberî, Târîh, I, 311.
[20] Bkz. Taberî, Târîh, 1/312; Sa‘lebî, Arâis, 98-99.
[21] el-Bakara 2/124.
[22] Bkz. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, 4/33-39; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, I, 113-114; İbn Kesîr, Tefsîr, 1/164-167.
[23] el-Bakara 2/124.
[24] el-Bakara 2/125, 127; Âl-i İmrân 3/96; el-Hac 22/26-28.
[25] el-Bakara 2/126-129; İbrâhîm 14/35, 40.
[26] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/127, 128; 5/262.
[27] Buhârî, “Tefsîr”, 33/10; “Daʻavât”, 31, 32.
[28] el-Bakara 2/135, 140; Âl-i İmrân 3/65.
[29] el-Bakara 2/135.
[30] Âl-i İmrân 3/67; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, 4/33.
[31] Bkz. en-Nisâ 4/54, 125; el-En‘âm 6/75; el-Hac 22/78; el-Ankebût 29/26; es-Sâffât 37/83, 99; el-Hadîd 57/26.
[32] et-Tevbe 9/114; Hûd 11/75.
[33] el-Hicr 15/53; es-Sâffât 37/101, 112.
[34] Hûd 11/73.
[35] el-Hicr 15/51; Meryem 19/41; el-Mümtehine 60/4. Bkz. Ömer Faruk Harman, “İbrâhim”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ibrahim–peygamber#1 (08.06.2023).
[36] Hûd 11/75; en-Nahl 16/121.
[37] Mustafa İsmet Uzun, “İbrâhim”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ibrahim–peygamber#2-turk-edebiyati (08.06.2023).
[38] Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/276, 332; Buhârî, “Libâs”, 68; Müslim, “Îmân”, 270-272, 278; Ebû Nuaym, Delâilü’n-nübüvve, Haydarâbâd 1369/1949, I, 21.
[39] İbn Sa‘d, et-Tabakātü’l-kübrâ, 1/46-48 Sa‘lebî, Arâis, 99.
[40] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/418; Tirmizî, Deavât, 59/3462.
[41] el-Mümtehine 60/4.
[42] Buhârî, Büyûʻ, 100.
[43] Taberî, Târih, I, 125; İbn Esîr, el-Kâmil, I, 100.
[44] Taberî, Târih, I, 125; Sâlebî, Arâis, 79; İbn Esîr, el-Kâmil, I, 101.
[45] Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 8, Büyûʻ, 100, Hibe, 26, 28; Müslim, Fedâil, 154.
[46] el-Bakara 2/153.
[47] Hûd 11/69-73.
[48] ez-Zâriyât 51/29.
[49] İbn Kesîr, Tefsîr, 7/451 (Hûd 11/71).
[50] İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 1/50; İbn Kuteybe, Maârif, 16; Taberî, Tarih, 1/130.
[51] İbrâhîm 14/37.
[52] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/347; Buhârî, “Enbiyâ”, 9.
[53] Buhârî, Enbiyâ, 9.
[54] Hâkim, el-Müstedrek, 2/606, no: 4040.
[55] Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/174; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 226-227.
[56] Fîrûzâbâdî, Besâir, 6/39; Zebîdî, Tâcü’l-arûs, “İsmâʻîl” md.
[57] Taberî, Târîh, 1/141; Sâlebî, Arâis, 94-95; Hâkim, el-Müstedrek, 2/555-556; İbn Esîr, el-Kâmil, 1/112; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 1/157.
[58] Ezrakî, Ahbâru Mekke, 2/128; İbn Kesîr, el-Bidâye, 1/192.
[59] Buhârî, Enbiyâ, 12.
[60] el-Bakara 2/127; Buhârî, Enbiyâ, 9.
[61] el-Bakara 2/125, 128-129.
[62] el-Bakara 2/125, 127-128, 136, 140; Âl-i İmrân 3/84; en-Nisâ 4/163; el-En‘âm 6/86; İbrâhîm 14/37, 39; es-Sâffât 37/100-113.
[63] İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 1/52; Taberî, Târîh, 1/162.
[64] el-En‘âm 6/86.
[65] Meryem 19/54-55; el-Enbiyâ 21/85-86; Sâd 38/48.
[66] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/107; Müslim, “Feżâ’il”, 1; Tirmizî, “Menâkıb”, 1.
[67] Hâkim, el-Müstedrek, 2/604; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 1/230.
[68] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/334, 365; Buhârî, “Enbiyâ’”, 8, “Meğāzî”, 48, “Hac”, 54.
[69] Buhârî, Enbiyâ, 10. Krş. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/236; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 20; İbn Mâce, “Tıb”, 36; Tirmizî, “Tıb”, 14.
[70] Ömer Faruk Harman, “İsmâil”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ismail–peygamber#1 (09.06.2023).
[71] İbn Saʻd, et-Tabakât, 1/47; Taberî, Târih, 1/160.
[72] el-Bakara 2/140; Taberî, Câmiu’l-beyân, 2/611-612.
[73] Meryem 19/49-50; el-Enbiyâ 21/72; el-Ankebût 29/27.
[74] el-Ankebût 29/26-27.
[75] Bkz. İbrâhîm 14/39; es-Sâffât 37/100.
[76] İbrâhîm 14/39.
[77] Hûd 11/69-73.
[78] Yâkubî, Târih, I, 28.
[79] en-Nisâ 4/163; el-En’âm 6/84; Hûd 11/71; İbrâhîm 14/39; Meryem 19/49; el-Enbiyâ 21/72; el-Ankebût 29/27; es-Sâffât 37/112-113.
[80] Sâd 38/45-47.
[81] el-Enʻâm 6/84.
[82] Buhârî, Enbiyâ, 19.
[83] el-Enbiyâ 21/72-73.
[84] Müslim, Zekât 69; Nesâî, Zekât 64.
[85] İmâm Sübkî, Şifâü’s-Sekâm, Beyrut: Mektebetü’l-Asrıyye, 1431, 409-410.
[86] el-Hicr 15/53.
[87] ez-Zâriyât 51/28-30.
[88] İbn Kuteybe, Maârif, 17; Mesʻûdî, Mürûcü’z-zeheb, 1/47; Sâlebî, Arâis, 102; İbn Esîr, el-Kâmil, 1/127.