Hz. Âişe (r.a) ilmiyle temayüz etmiş, çok sayıda hadis rivayet etmiş (2210) ve pek çok fetvalar vermiştir. İbn Şihâb ez-Zührî: “Eğer zamanının bütün âlimlerinin ve Hz. Peygamber’in diğer eşlerinin ilmi bir araya toplansa Hz. Âişe’nin ilmi yine de ağır basardı” demiştir.[1]
Ebû Mûsâ el-Eşʻarî şöyle der: “Biz Rasûlullah’ın ashâbına herhangi bir hadisle ilgili bir müşkil ârız olup da Hz. Âişe’ye sorduğumuzda mutlaka onun yanında bu hadisle ilgili bir bilgi bulurduk.”[2]
Hz. Âişe vâlidemiz sözlü sorulara cevap verdiği gibi muhtelif şehirlerden gelen mektuplara da cevap yazardı. Bu vesileyle birçok hadislerin ve fıkhî meselelerin yazılmasını da sağlamış olurdu.
Mûsâ b. Talha (r.a): “Hz. Âişe’den daha fasih (düzgün) konuşan kimse görmedim” demiştir.[3]
Mü’minlerin annelerinden Hz. Âişe, Hafsa ve Ümmü Seleme’den tefsire dair rivayetler de gelmiştir.[4]
Urve b. Zübeyr (r.a) teyzesi Hz. Âişe’ye:
“‒Anneciğim! Senin kuvvetli anlayışına ve fıkhına şaşmıyorum, ‘Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in zevcesi ve Hz. Ebû Bekir’in kızı’ diyorum. Şiir, Arap kültür ve târihi ile alâkalı ilmine de şaşmıyorum, ‘Hz. Ebû Bekir’in kızıdır, o bu hususta insanların en âlimi veya en âlimlerinden biriydi’ diyorum. Ancak Tıb ilmine şaşıyorum! O ilmi nasıl elde ettin, bu ilim sana nereden geldi?”
Hz. Âişe vâlidemiz Urve’nin omzuna vurarak şöyle buyurdu:
“‒Ey Urvecik! Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) ömrünün son zamanlarında hastalanırdı. Ona her yönden Arap kabilelerinin heyetleri gelirdi. Bunlar Efendimiz’in hastalığı için ilaçlar tarif ederlerdi. Ben de o ilaçları Allah Rasûlü (s.a.v) için yapardım. İşte Tıp ilmim oradan geliyor.”[5]
Hz. Âişe’ye, Allah katındaki makamının yüceliği ve Peygamber Efendimiz’e sadakati sebebiyle “Âişe-i Sıddîka” denilmiştir. Kendisine “Halîletü Rasûlilleh”, “Habîbetü Rasûlilleh” de denir.
Rasûlullah (s.a.v) Hz. Hatîce’den sonra en çok onu severdi. Ona “Ayşe”, “ʻUveyş”, “Âiş” ve yüzünün pembemsi rengi sebebiyle “Hümeyrâ” diye hitap ederdi.
6.1. Rüyada Görülen Eş
Babası Hz. Ebû Bekir, annesi Ümmü Rûmân binti Âmir’dir. Nübüvvetin 4. (614) yılında Mekke’de doğduğu kanaati ağırlıklıdır. Anne ve babası tarafından Hz. Peygamber’in soyu ile birleşmektedir. Mekke’de Peygamber Efendimiz’le nişanlanmış, Medîne’ye hicret ettikten sonra evlenmiştir. Rasûlullah (s.a.v) bir gün Hz. Âişe validemize şöyle demiştir:
“Evlenmeden önce sen bana rüyamda iki kere gösterildin. Melek seni ipek bir kumaş içinde getirip ‘Bu senin hanımın olacak’ dedi ve yüzünden elbiseyi açtı. Baktım o sendin. Kendi kendime:‘Eğer bu rüya Allah katından ise onu gerçekleştirir’ dedim.”[6]
Bu hadisle birlikte Ahzâb sûresindeki Efendimiz’in âile hayatıyla ilgili âyetleri de düşündüğümüzde Allah Rasûlü’nün âile hayatının tamamen Allah’ın emirleriyle şekillendiğini ve ilâhî kontrol altında olduğunu görürüz. Allah teâlâ Peygamber Efendimiz’in kimlerle ne zaman ve ne kadar evlenebileceğini hep kendisi tayin etmiş, Rasûlullah (s.a.v) kendi arzusuna göre hareket etmemiştir.
6.2. Âiledeki Muhabbet
Hz. Âişe (r.a): “Rasûlullah (s.a.v) hanımlarıyla baş başa kalınca insanların en yumuşağı ve en güler yüzlüsü olurdu” demiştir.[7]
Allah Rasûlü’nün şu sözü, onun hanımlarına ne kadar derin bir muhabbet beslediğini ve onlara karşı ne derece vefâlı olduğunu göstermektedir:
“Rabbimden evlendiğim her kadını cennette benimle kılmasını istedim, O da bunu bana ihsân etti.”[8]
Şureyh bin Hâni bir gün Hz. Âişe vâlidemize:
“–Bir kadın hayızlı iken kocası ile birlikte yemek yiyebilir mi?” diye sordu. Zira o zamanlar gayr-i müslimlerde, hayızlı kadını hayattan tecrîd eden bazı inanışlar mevcuttu. Âişe vâlidemiz şöyle cevap verdi:
“–Evet, ben hayızlı iken Rasûlullah (s.a.v) beni çağırır, birlikte yemek yerdik. Bu sırada etli kemiği alır, bana uzatır, önce benim başlamam için yemin ederdi. Ben de onu alır ve bir miktar ısırır sonra Allah Rasûlü’ne uzatırdım. O da ağzını, tam benim ağzımı koyduğum yere koyarak yerdi. İçecek bir şey istediği olur, getirince ondan önce benim içmem için yemin ederdi. Bunun üzerine ben de kabı alır bir miktar içer, sonra bırakırdım. Rasûlullah (s.a.v) onu alır, tam benim ağzımı koyduğum yere ağzını koyarak içerdi.”[9]
Hz. Âişe vâlidemize, Peygamber Efendimiz’in evinde ne iş yaptığı sorulduğunda:
“–Âilesinin hizmetinde bulunurdu. Namaz vakti gelince de namaza giderdi” demiştir.[10]
6.3. Temizlik ve Namaz
Âilede her şeyden önce ferdî ve umûmî temizliğe önem vermek gerekir. Âişe vâlidemize:
“–Peygamber Efendimiz eve girdiği zaman ilk önce ne yapardı?” diye sorulduğunda:
“–Dişlerini misvaklardı” cevâbını vermiştir.[11]
Devamlı abdestli duran Rasûlullah (s.a.v) elbiselerinin ve evinin temizliğine de çok dikkat ederdi. Çünkü o temizliği ve temizlenenleri seven Allah’ın elçisiydi ve devamlı ona ibadet hâlinde idi.
Âilenin temeli ve harcı namazdır. Namaz dinin direği olduğu gibi âilenin de direğidir. Âile namaz üzerine kurulmalı, bütün programı namaz üzerine olmalıdır. İşte Peygamber Efendimiz’in âilesi de öyleydi. Hz. Âişe (r.a) vâlidemiz şöyle der:
“Rasûlullah (s.a.v), namazı son vaktine kadar iki defâ bile tehir etmeden Allâh teâlâ onu katına aldı.”[12]
Hz. Âişe vâlidemiz şöyle haber verir: Rasûlullâh (s.a.v) ne Ramazan’da ne başka zamanda gece on bir rekâttan fazla namaz kılmazdı. Önce dört rekât kılardı ki onların güzelliği ve uzunluğu anlatılacak gibi değildi. Sonra dört rekât daha kılardı. Onların da güzelliğini ve uzunluğunu hiç sormayın. Sonra üç rekât daha kılardı. Bir defasında ben:
“–Yâ Rasûlallâh! Vitri kılmadan mı uyuyorsunuz?” diye sordum.
“–Âişe! Benim gözlerim uyur ama kalbim uyumaz.” buyurdu.[13]
Âilede Allah’a ibadetle birlikte kullara yani âile efrâdına karşı da büyük bir incelik ve nezâket yer alır. Atâ (r.a) şöyle anlatıyor: Hz. Âişevâlidemize:
“–Allah Rasûlü’nde gördüğün en şaşırtıcı hâli bana haber verir misin?” dedim. Âişe (r.a):
“–Onun hangi hâli şaşırtıcı değildi ki!” dedi ve şöyle devam etti; “Bir gece yanıma geldi, yatağa girdi, sonra:
«–Müsâade edersen kalkıp Rabbime ibadet edeyim» buyurdu. Ben:
«–Vallâhi seninle beraber olmayı çok severim, ancak seni sevindiren şeyi daha çok severim» dedim. Bunun üzerine kalktı, abdest aldı, sonra namaza durdu ve ağladı. O kadar ağladı ki gözyaşları göğsüne aktı. Sonra rükûya vardı, yine ağladı, sonra secdeye vardı, secdede iken de ağladı, sonra secdeden başını kaldırdı yine ağladı. Bu durum ta Bilâl gelip sabah ezanını okuyuncaya kadar devam etti. Bilâl (r.a), Habîb-i Ekrem’in ağladığını görünce:
«–Ey Allah’ın Rasûlü, geçmiş ve gelecek bütün günâhların affedildiği hâlde seni ağlatan nedir?» diye sordu. Efendimiz:
«–Allah’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle bir âyet indirildi ki onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!» buyurdu ve şu âyet-i kerîmeleri okudu:
«Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sâhipleri için (Allah’ın birliğini gösteren) kesin deliller vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her ân) Allah’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve “Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz, bizi cehennem azabından koru!” (derler)».”[14]
Hz. Âişe vâlidemizden rivâyet edildiğine göre Nebiyyullah (s.a.v), geceleri ayakları şişip çatlayıncaya kadar namaz kılardı.
Âişe (r.a):
“–Niçin böyle yapıyorsunuz (neden bu kadar meşakkate katlanıyorsunuz) ey Allah’ın Rasûlü? Oysa Allah sizin geçmiş ve gelecek hatalarınızı[15] bağışlamıştır” dedi.
Rasûlullah (s.a.v):
“–Çok şükreden bir kul olmayı istemeyeyim mi?” buyurdu.[16]
Alkame şöyle der: Hz. Âişe (r.a) vâlidemize:
“–Rasûlullah (s.a.v), herhangi bir günü bir ibadete tahsis eder miydi?” diye sordum.
Hz. Âişe şöyle cevap verdi:
“–Hayır! Allah Rasûlü’nün ameli hafif ve devamlı yağan yağmur gibiydi. Hanginiz Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yaptığına güç yetirebilir ki?!”[17]
6.4. Âilede Güven
Âilede emânetin yani güvenilir olmanın çok önemli bir yeri vardır. Hz. Âişe vâlidemiz ve Hz. Ömer (r.a) şöyle buyurmuşlardır: “Dileyen oruç tutar ve namaz kılar. Ancak emânet duygusu (güvenilirliği) olmayanın dîni yoktur!”[18]
Hz. Âişe (r.a) vâlidemiz şöyle der: “Rasûlullah (s.a.v) Allah yolunda savaşma hâli dışında, ne bir kadına ne de bir hizmetçiye, kısacası hiç kimseye el kaldırmadı. Kendisine fenâlık yapan kimseden de intikam almadı. Yalnız Allâh’ın yasak ettiği şeyler çiğnenince, o yasağı çiğneyenden Allâh adına intikam alırdı.”[19]
Yine şöyle anlatır: Bir gece Rasûlullâh Efendimiz’in uykusu kaçtı. Ben:
“–Ne oldu ey Allâh’ın Rasûlü?” dedim.
“–Bu gece bizi muhâfaza edecek sâlih bir zât yok mu?” buyurdu. Biz bunları konuşurken dışarıdan kılıç şakırtısı geldi. Rasûlullâh (s.a.v):
“–Kim o?” dedi. Bir ses:
“–Saʻd ve Huzeyfe, ey Allâh’ın Rasûlü! Sen’i korumak üzere geldik” dedi. Daha sonra Rasûlullah (s.a.v) uyudu. Hattâ düzenli bir şekilde nefes alışını işittim. Bunun üzerine; ‘…Allâh Sen’i insanlardan korur…’[20] âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Hz. Peygamber çadırdan başını çıkarıp:
“–Ey insanlar, artık gidebilirsiniz, çünkü beni Allâh korumaktadır” buyurdu.[21]
6.5. İfk (İftira) Hadisesi
Benî Müstalik seferinde Hz. Âişe vâlidemiz de vardı ve hicâb âyeti nâzil olduğu için bir hevdecin[22] içinde gidiyordu. Dönüşte Medîne’ye yaklaştıklarında bir iş için hevdecinden inmişti. Döndüğünde kolyesini kaybettiğini anladı. Geri dönüp aramaya başladı. Bu esnâda ordu hareket etti. Hz. Âişe validemizin hevdecin içinde olduğunu zannettiler. Kolyeyi bulup geldiğinde ordu uzaklaşmış, gözden kaybolmuştu. Geride kaldığını fark edip kendisini bulsunlar diye orada bekledi. Ashâb-ı kiramın en hayırlılarından olan ve ordunun artçısı olan Safvân b. Muattal es-Sülemî onu görüp devesine bindirdi ve Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) girdikten sonra Medîne’ye ulaştı. Münâfıklar bunu fırsat bilerek konuşmaya ve muhtereme vâlidemize iftirâ atmaya başladılar.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bu durumdan çok bunaldılar. Hz. Âişe (r.a) vâlidemiz de hasta oldu. Cenab-ı Hakk’ın kendisini temize çıkarmasını bekliyordu. Allah Rasûlü (s.a.v) ona, âilesinin yanına gitmesi için izin verdiler. Vahiy tam bir ay sonra geldi:
“O iftirayı atanlar içinizden bir gruptur. Bunun sizin için kötü olduğunu sanmayın, aksine bu hakkınızda hayırlıdır. Onların her biri işlediği günahı yüklenecektir. İçlerinden günahın büyüğünü üstlenen için ise büyük bir azap vardır. Bunu işittiğiniz zaman mümin erkekler ve kadınların birbiri hakkında hüsn-i zan beslemeleri ve ‘Bu apaçık bir iftiradır’ demeleri gerekmez miydi? Bu iddialarına dört şahit getirseler ya! Bu sayıda şahit getiremiyorlarsa onlar, Allah nezdinde yalancıların ta kendileridir. Eğer dünyada ve âhirette Allah’ın lütfu ve rahmeti hep sizinle olmasaydı içine daldığınız günah yüzünden size büyük bir azap gelecekti. Çünkü siz, iftirayı dilden dile yayıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız bir şeyi ağızlarınızla söylüyorsunuz; bunu da önemsiz sanıyorsunuz hâlbuki Allah katında o büyük bir şeydir. O kulağınıza geldiğinde ‘Bunu konuşmak bize yakışmaz, fesübhânallah, bu apaçık bir iftiradır’ deseydiniz ya! Eğer gerçek müminlerseniz Allah size, bir daha asla böyle bir şey yapmamanızı öğütlüyor. Allah size âyetleri açıklıyor; Allah ilim ve hikmet sahibidir. Müminler arasında ahlâksızlığın yaygınlaşmasını isteyenlere dünyada ve âhirette can yakıcı bir ceza vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Ya Allah’ın size lütfu ve rahmeti ulaşmasaydı, ya Allah çok şefkatli, çok merhametli olmasaydı!”[23]
Vahiy gelmeden önce Rasûlullah (s.a.v) insanlara bir hutbe îrâd etmişlerdi. Allah’a hamd ve senâdan sonra:
“‒Kendileri hakkında asla bir kötülük bilmediğim ehlime sövmekte olan bir topluluk hakkında görüşünüz nedir?” diye ashâbıyla istişâre ettiler.
Bu esnâda Ensâr’dan bir zât (Ebû Eyyûb r.a):
“‒Sübhâneke! Seni tenzîh ederiz Allah’ım! Bu iftirayı konuşmak bizlere yakışmaz. Seni tenzîh ederiz! Bu büyük bir iftiradır!” dedi.[24]
İfk hâdisesinde iffet timsâli Hz. Âişe annemize atılan iftirâyı dillendirenler arasına Hassân b. Sâbit de düşmüştü. Ancak muhtereme vâlidemiz onu, Rasûlullâh’a duyduğu muhabbet sebebiyle affetti. Yeğeni Urve b. Zübeyr şöyle anlatır:
Teyzem Âişe (r.a)’nın yanında Hassân’a kızmaya ve hakkında ağır konuşmaya başladım. Hz. Âişe beni durdurarak şöyle dedi:
“–Ona hakâret etme, çünkü o şiirleriyle Rasûlullah (s.a.v)’i müdâfaa ederdi.”[25]
6.6. Sadelik Esastır
Enes (r.a) şöyle buyurur:
“Hz. Âişe (r.a)’nın, üzerinde resim ve nakışlar bulunan renkli bir örtüsü vardı. Onu odasının bir duvarına asmıştı. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz:
‘‒Şu nakışlı perdeni karşımdan al! Üzerindeki resimler namazda gözüme takılıp duruyor’ buyurdular.”[26]
Hz. Âişe validemizin perdesinin üzerinde kuş ve kanatlı at tasvirleri vardı. Efendimiz (s.a.v) onu görünce rengi değişti ve:
“‒Ey Âişe, onu kaldır, zîrâ her eve girip onu gördüğümde dünya hatırıma geliyor!” buyurdular.[27]
Bir rivâyete göre Efendimiz (s.a.v) o perdeyi kendi mübârek elleriyle çekip indirdiler ve:
“‒Allah teâlâ bize taşı toprağı giydirmemizi emretmedi” buyurdular. Sonra da şöyle devam ettiler:
“‒Kıyâmet günü insanların en şiddetli azâb görenleri, Allah teâlâ’nın yarattığı canlı varlıklara benzeterek resim ve heykel yapanlardır.”
Hz. Âişe vâlidemiz, duvardan indirdikleri bu örtüden iki yastık yaptı, Allah Rasûlü (s.a.v) onlara yaslanırlardı.[28]
Yine Efendimiz (s.a.v):
“İçinde sûret (canlı resmi ve heykeli) bulunan eve melekler girmez!” buyurmuşlardır.[29]
Bir gün Ebû Cehm (r.a), Fahr-i Kâinât Efendimiz’e işlemeli, zarif bir elbise hediye etmişti. Allah Rasûlü (s.a.v), o elbise ile namaz kıldı. Namazı bitirince Âişe vâlidemize:
“–Bu elbiseyi Ebû Cehm’e geri ver, namazda gözüm nakışlarına takıldı. Neredeyse namazda huzûrumu bozacaktı” buyurdu.[30]
6.7. “Ben Nelerle Meşgulüm Sen Nelerle…”
Hz. Âişe (r.a) şöyle anlatır:
“Bir gece Rasûlullâh (s.a.v)’i yanımda göremedim. Hanımlarından birinin yanına gittiğini zannettim. Aramaya başladım, sonra dönüp geldim, baktım ki o rükûda veya secdede şöyle diyordu:
سُبْحَانَكَ وَبِحَمْدِكَ، لَا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ
Sübhâneke ve bihamdik. Lâilahe illa ente.
Dedim ki:
‘–Babam anam sana fedâ olsun, ben nelerle meşgûlüm sen nelerle!…’.”[31]
Hz. Âişe vâlidemiz der ki:
“Bir gece uyandığımda Allâh Rasûlü’nü yanımda göremedim. Aklıma, diğer hanımlarından birinin yanına gitmiş olabileceği ihtimâli geldi. El yordamıyla etrâfı yokladım. Elim ayaklarına dokundu. O zaman Allâh Rasûlü’nün secdede olduğunu anladım. Kulak verdim, hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve şöyle münâcâtta bulunuyordu:
اللّٰهُمَّ أَعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكَ وَبِمُعَافَاتِكَ مِنْ عُقُوبَتِكَ وَأَعُوذُ بِكَ مِنْكَ، لَا أُحْصِي ثَنَاءً عَلَيْكَ أَنْتَ كَمَا أَثْنَيْتَ عَلَى نَفْسِكَ
‘Yâ Rabbî! Sen’in gazabından Sen’in rızâna sığınırım. Cezâlandırmandan affına sığınırım! Sen’den yine Sana sığınırım. Sen’i senâ etmekten âcizim, Sen zâtını nasıl senâ ettiysen öylesin!’”[32]
Bir gün Hz. Âişe vâlidemiz, Allah Rasûlü’nün yanına gitmekte geç kaldığında, Efendimiz, kendisine bunun sebebini sormuştu. O da:
“–Ey Allah’ın Rasûlü! Mescidde bir adam vardı ki, ondan daha güzel Kur’ân okuyan kimse görmedim” diyerek gecikme sebebinin Kur’ân dinlemekten kaynaklandığını ifâde etti.
Bunun üzerine Efendimiz mescide giderek o zâtın Sâlim (r.a) olduğunu gördü. Buna çok memnun oldu ve şöyle hamd etti:
“Ümmetimin arasında böyle birini bulunduran Allâh’a hamd olsun!”[33]
Hz. Âişe (r.a) şöyle anlatıyor: Bir gün:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Safiyye’nin kısa boylu oluşu sana yeter” diyerek onu küçümsedim.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):
“–Ey Âişe! Öyle bir söz söyledin ki, eğer denize karışsaydı suyunu bozardı” buyurdu.
Başka bir gün de kendisine bir insanın durumunu takliden hikâye etmiştim. Allah Rasûlü (s.a.v):
“–Bana dünyanın en kıymetli şeylerini verseler, ben yine de bir insanı hoşlanmayacağı bir şekilde taklid edip anmayı kesinlikle istemem” buyurdu.[34]
6.8. Rasûlullah’ın Duası
Hz. Âişe (r.a) şöyle der:
Rasûlullah (s.a.v)’i neşeli gördüğüm bir gün:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, benim için Allah’a dua ediver!” dedim. Efendimiz:
“Allah’ım, Âişe’nin geçmiş, gelecek, gizli ve açık bütün günahlarını mağfiret eyle!” diye dua etti.
Hz. Âişe vâlidemiz o kadar tebessüm etti ki, gülmekten başı önüne düştü. Rasûlullah (s.a.v):
“–Dua etmem seni sevindirdi mi?” diye sordu. O da:
“–Senin duan beni neden sevindirmesin ki?” dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):
“–Vallâhî bu, benim ümmetim için her namazda yaptığım duamdır” buyurdu.[35]
Hz. Âişe vâlidemiz şöyle der:
“Efendimiz’e:
‘–Yâ Rasûlallâh! Biz de sizinle birlikte gazâya çıkıp cihâd etsek olmaz mı?’ diye sordum. Rasûlullah (s.a.v):
‘–Sizin için cihâdın en iyisi ve en güzeli hacdır, hacc-ı mebrûrdur’ buyurdu.
Bu sözü Rasûlullah (s.a.v)’den işittiğimden beri haccı hiç bırakmadım!”[36]
Hz. Âişe (r.a) hac dönüşü:
“–Yâ Rasûlallâh! İnsanlar hac ve umrenin ikisini de yapmış olarak dönüyorlar; ben ise sadece hac ile dönüyorum” dedi.
Rasûlullah (s.a.v) ona:
“–Bekle, temizlendiğin zaman (kardeşin Abdurrahman ile birlikte) Tenʻim’e kadar çıkın, oradan umre niyetiyle ihrama girip telbiye getirin! (Umrenizi tamamladıktan sonra) filan yere bizim yanımıza gelin! Lâkin şunu bil ki, yapacağın umrenin sevâbı, senin bu uğurda yapacağın harcamalar veya katlanacağın zorluk ve meşakkatler nisbetindedir” buyurdu.[37]
6.9. Kendi Yemediğinizi Vermeyin
Hz. Âişe vâlidemizden rivâyet edildiğine göre Peygamber Efendimiz’in âilesi bir koyun kesmişti. Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) bir ara:
“–Ondan geriye ne kaldı?” diye sordu. Hz. Âişe (r.a):
“–Sadece bir kürek kemiği kaldı” cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v):
“–Hakikatte bir kürek kemiği hariç, hepsi duruyor!” buyurdu.[38]
Bir gün Âişe (r.a), kokusu biraz değişmiş bir eti sadaka olarak vermek istemişti. Efendimiz (s.a.v) ona:
“Kendin yemediğin bir şeyi mi tasadduk edeceksin?!” buyurdu.[39]
Yine Âişe vâlidemiz, Allah Rasûlü’nün hoşlanmadığı bir yiyecek hakkında:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, onu yoksullara verelim mi?” diye sormuştu. Nebiyy-i Ekrem (s.a.v):
“–Onlara kendi yemediğiniz şeyleri vermeyiniz” buyurdular.[40]
Hz. Âişe (r.a) şöyle anlatır:
Rasûlullah (s.a.v) bir gün eve girdi ve yere düşmüş bir ekmek parçası gördü. Hemen onu alıp sildi ve yedi. Sonra şöyle buyurdu:
يَا عَائِشَةُ، أَكْرِمِي كَرِيمَكِ فَإِنَّهَا مَا نَفَرَتْ عَنْ قَوْمٍ قَطُّ فَعَادَتْ إِلَيْهِمْ
“–Ey Âişe! Nimete saygı göster. Eğer o bir kavmi terkedip giderse bir daha onlara geri dönmez.”[41]
6.10. Kıyamet Günü Peygamberimizi Kim Göremeyecek?
Hz. Âişe vâlidemiz bir seher vakti bir şey dikiyordu. İğnesini kaybetti. Kandil de sönüverdi. O esnâda Rasûlullah (s.a.v) içeri girdi ve ev O’nun nûruyla aydınlanıverdi, Hz. Âişe de iğnesini buldu. Bunun üzerine:
“–Yâ Rasûlallah, yüzünüz ne kadar da nurlu ve aydınlık!” dedi.
Allah Rasûlü (s.a.v):
“–Kıyamet günü beni göremeyen kimseye yazıklar olsun” buyurdu.
Hz. Âişe (r.a):
“–O gün sizi kim göremez?” diye sordu.
Rasûlullah (s.a.v):
“–Cimri” buyurdu.
Hz. Âişe (r.a):
“–Cimri kimdir?” diye sordu.
Efendimiz (s.a.v):
“–İsmimi duyduğunda bana salavat getirmeyen” buyurdu.[42]
6.11. En Güzel Huy
Rıfk, lügatte yumuşak ve faydalı olmak, yardım etmek demektir. Istılahta ise iyi huyluluk, uyumlu, geçimli ve nâzik olma, yumuşak davranma mânalarına gelir.
Bir keresinde Hz. Âişe vâlidemiz hırçın bir deveye binmişti. Hayvanı sâkinleştirmek için onu sert bir şekilde ileri geri sürmeye başladı. Allâh Rasûlü (s.a.v) ona:
عَلَيْكِ بِالرِّفْقِ، إِنَّ الرِّفْقَ لَا يَكُونُ فِي شَيْءٍ إِلَّا زَانَهُ وَلَا يُنْزَعُ مِنْ شَيْءٍ إِلَّا شَانَهُ
“–Hayvana yumuşak davran! Çünkü yumuşaklık nerede bulunursa orayı muhakkak güzelleştirir, yumuşaklığın bulunmadığı bir şey de kesinlikle çirkinleşir” buyurdu.[43]
Rasûlullah (s.a.v) âilesini en güzel şekilde terbiye eder, hatalarını yumuşak bir üslupla düzeltir ve en güzel davranışı öğretirdi. Bir grup yahûdî, Peygamber Efendimiz’in yanına gelmişlerdi. (Müslümanların “es-Selâmu aleyküm” şeklindeki selâmına benzeterek):
“‒es-Sâmu aleyküm (Ölüm üzerine olsun)” dediler. Bu hileyi anlayan Hz. Âişe (r.a):
“‒O sizin üzerinize olsun, Allâh sizlere lânet etsin, Allâh sizlere gadab etsin!” diye seslendi.
Güzel ahlâkı kemâle erdirmek için gönderilmiş olan Rasûlullâh (s.a.v) ona müdâhale ederek:
مَهْلًا يَا عَائِشَةُ، عَلَيْكِ بِالرِّفْقِ، وَإِيَّاكِ وَالْعُنْفَ وَالْفُحْشَ
“‒Yavaş ol ey Âişe, yumuşak ve nâzik davran! Şiddetten ve çirkinlikten sakın!” buyurdu.
Hz. Âişe vâlidemiz:
“‒(Yâ Rasûlallâh!) Onların ne dediğini işitmediniz mi?” dedi. Rasûlullâh (s.a.v) şöyle buyurdu:
“‒Sen de benim onlara ne dediğimi işitmedin mi? Sâdece ‘Ve aleyküm: Asıl sizin üzerinize olsun!’ diye sözlerini onlara iâde ettim. Benim onlar hakkındaki duam kabul olunur, fakat onların benim hakkımdaki duaları kabul olunmaz!”[44]
Rasûlullah (s.a.v) âilesine karşı dâimâ şefkât, muhabbet ve vefâ ile muâmele etmiştir. Bunun en güzel örneklerinden biri şudur:
Enes (r.a) şöyle anlatır:
Peygamber Efendimiz’in çok güzel çorba yapan fârisî bir komşusu vardı. Bir gün Rasûlullah (s.a.v) için çorba yaptı ve onu davet etmeye geldi. Allah Rasûlü (s.a.v) Hz. Âişe’yi kastederek:
“–Bunu da davet ediyor musun?” diye sordu. Komşu “Hayır” dedi. Rasûlullah (s.a.v):
“–O zaman ben de gelmiyorum” buyurdu. Komşu döndü tekrar davet etti. Rasûlullah (s.a.v) yine:
“–Bunu da davet ediyor musun?” diye sordu. Komşu yine “Hayır” dedi. Peygamberimiz de:
“–O zaman ben de gelmiyorum” buyurdu. Komşu döndü tekrar davet etti. Allah Rasûlü (s.a.v) aynı şekilde:
“–Bunu da davet ediyor musun?” diye sordu. Üçüncüde komşu “Evet” deyince kalktılar peş peşe yürüyerek komşunun evine vardılar.[45]
Komşu, belki yemeği az olduğu için Efendimiz’e yetmez korkusuyla davet etmek istemiyordu ama Rasûlullah (s.a.v) de kendi doyup muhtereme validemizin aç kalmasına gönlü râzı olmuyordu.
6.12. Dikkatli Bir Eş
Hz. Âişe (r.a) kıymetli refikini çok dikkatle takip eder, onunla yakından ilgilenirdi. Şu rivayette bunun bir örneğini görüyoruz: Allah Rasûlü (s.a.v) son zamanlarında:
سُبْحَانَ اللهِ وَبِحَمْدِهِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ وَأَتُوبُ إِلَيْهِ
“Ben Allâh’ı ulûhiyet makâmına yakışmayan sıfatlardan tenzîh eder ve O’na hamd ederim. Allah’tan beni affetmesini diler ve O’na tevbe ederim” sözlerini sık sık söyler olmuştu. Hz. Âişe vâlidemiz:
“–Yâ Rasûlallâh! سُبْحَانَ اللهِ وَبِحَمْدِهِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ وَأَتُوبُ إِلَيْهِ sözlerini pek sık söylediğinizi görüyorum, bunun sebebi nedir?” diye sordu. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
“–Rabbim bana ümmetim içinde bir alâmet göreceğimi haber verdi. Ben onu görünce سُبْحَانَ اللهِ وَبِحَمْدِهِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ وَأَتُوبُ إِلَيْهِ sözünü söylemeyi çoğalttım. O alâmet Allah’ın şu sözünde haber verdiği şeydir:
اِذَا جَٓاءَ نَصْرُ اللّٰهِ وَالْفَتْحُ (فَتْحُ مَكَّةَ) وَرَاَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ ف۪ي د۪ينِ اللّٰهِ اَفْوَاجاً، فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ، اِنَّهُ كَانَ تَوَّاباً
‘Allâh’ın yardımı ulaşıp fetih (Mekke’nin fethi) gerçekleşince ve insanların grup grup Allâh’ın dinine girdiklerini gördüğünde Rabbini hamd ile tesbîh et ve O’ndan mağfiret dile! Çünkü Allâh tevbeleri çok çok kabûl edendir’.”[46]
Onun şu sözü de bu konuda iyi bir örnektir. Hz. Âişe (r.a) şöyle anlatır:
Allah’ın bana olan nimetlerinden biri Peygamber Efendimiz’in benim odamda, benim günümde ve benim kucağımda vefat etmiş olması ve Allah teâlâ’nın, vefatı esnasında benim tükrüğümle onun tükrüğünü bir araya getirmesidir. Son anlarında kardeşim Abdurrahman yanıma geldi, elinde bir misvak vardı. Ben de Allah Rasûlü’nü göğsüme yaslamıştım. Baktım Rasûlullah (s.a.v) ona bakıyordu, misvağı istediğini anladım.
“–Onu senin için alayım mı?” dedim. Başıyla “evet” diye işaret etti. Abdurrahman’dan misvağı aldım ama Efendimiz’e sert geldi, o esnada ağrısı da arttı.
“–Onu senin için yumuşatayım mı?” dedim. Başıyla “evet” diye işaret etti. Misvağı onun için yumuşattım, onunla dişlerini misvakladı. Önünde içinde su olan bir leğen vardı. Ellerini suya sokup yüzüne sürmeye başladı. Bir taraftan da “Lâ ilâhe illallah, muhakkak ki ölümün sekerâtı (şiddetleri) var” buyuruyordu. Sonra elini kaldırıp “fi’r-Refîki’l-Aʻlâ: En Yüce Dost’un yakınlığına garkolmak istiyorum” demeye başladı. Mübarek rûhu kabzolununcaya kadar böyle devam etti. Nihayetinde rûhu kabzolundu ve eli yana düştü.[47]
Hz. Âişe vâlidemiz şöyle anlatır:
“Allah Rasûlü (s.a.v) son anlarını yaşarken, mübârek başı benim göğsüme yaslı bulunuyordu. Ben; ‘Ey insanların Rabbi! Hastalığı gider! Gerçek hekim, hakîki şifâ verici, ancak Sen’sin!’ diyerek şifâ diliyordum. Peygamber Efendimiz ise:
‘–Hayır! Allâh’ım beni Refîk-ı A’lâ’ya kavuştur. Ey Allâh’ım! Bana mağfiret et! Bana rahmetini ihsân et! Beni Refîk-ı A’lâ’ya (en yüce Dost’a) kavuştur!’ diyerek duâya devâm ediyordu.”[48]
Hz. Âişe (r.a) diğer rivayette hâdiseyi şöyle anlatmıştır:
Rasûlullah (s.a.v) bizden bir insan rahatsız olduğu vakit onu sağ eliyle mesheder, sonra şöyle derdi:
أَذْهِبِ الْبَاسَ رَبَّ النَّاسِ وَاشْفِ أَنْتَ الشَّافِي لَا شِفَاءَ إِلَّا شِفَاؤُكَ شِفَاءً لَا يُغَادِرُ سَقَمًا
“Sıkıntıyı gider ey insanların Rabbi! Şifâ ver, sen Şâfî’sin, senden başka kimse şifâ veremez, hiçbir hastalık bırakmayacak şekilde şifâ ver.”
Vaktâ ki Rasûlullah (s.a.v) hastalandı ve ağırlaştı, sağ elini tuttum, onun yaptığını yapmak istedim, elini elimden çekti ve
اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِي وَاجْعَلْنِي مَعَ الرَّفِيقِ الْأَعْلَى
“Yâ Rabbi, beni mağfiret eyle ve Refîk-i Aʻlâ ile beraber eyle” dedi, ben bakakaldım, bir de ne göreyim emir tamam olmuştu.[49]
6.13. Kanaatkâr Bir Âile
Genellikle kabilelerinin önde gelenlerinin kızları olan Ümmehât-ı mü’minîn, kendi âilelerinin yanında daha müreffeh bir hayat yaşarken Allah’ı, Rasûlü’nü ve âhireti tercih ederek Efendimiz’in yanında sade bir hayata râzı olmuşlardır. Nitekim Hz. Âişe’nin odasında eşya olarak sadece bir hasır bulunuyordu.
Hz. Âişe (r.a) bir defasında:
“–Babam Ebû Bekir’in âilesi bize bir gece koyun paçası göndermişti. Allah Rasûlü (s.a.v) eti tuttu ben kestim veya ben tutmuştum da o kesmişti” dedi. Dinleyenlerden birisi:
“–Bunu lâmbasız olarak karanlıkta mı yapıyordunuz?” diye sordu. Hz. Âişe vâlidemiz şöyle cevap verdi:
“–Yanımızda lâmbaya koyacak kadar yağımız olsaydı şüphesiz onu katık yapar yerdik. Bir ay geçerdi de Hz. Muhammed’in âilesi yiyecek bir ekmek bulamaz, ocaklarında tencere kaynamazdı.”[50]
Hz. Âişe vâlidemiz şöyle nakleder:
“Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e bir bardak getirildi. İçinde süt ve bal vardı. Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurdu:
‘–Bir içecek içinde iki nimet, bir bardak içinde iki katık! Benim buna ihtiyacım yok. Ancak bunun haram olduğunu düşünmüyorum. Sadece kıyâmet günü Cenâb-ı Hakk’ın, dünyadaki fazlalıklardan hesaba çekmesinden korkuyorum. Allah için tevâzu gösteriyorum. Kim Allah için tevâzu gösterirse Allah onu yükseltir, kim de kibirlenirse Allah onu alçaltır. Kim iktisatlı davranırsa Allah onu zengin kılar, kim ölümü çokça hatırlarsa Allah onu sever’.”[51]
Hz. Âişe vâlidemiz şöyle buyurur:
“Rasûlullah (s.a.v) hiçbir zaman sabahtan kalan yiyecekleri akşam için, akşamdan kalanları da sabah için saklamadı. Bir elbiseden iki adet edinmedi. Ne iki gömleği ne iki ridâsı ne iki izârı ne de iki çift ayakkabısı oldu. Evdeyken boş durduğu da hiç görülmemiştir. Ya bir yoksulun ayakkabısını tâmir ederdi veya bir kimsesizin elbisesini dikerdi.”[52]
Fahr-i Kâinât (s.a.v), Nüseybe el-Ensâriye’ye zekât mallarından bir koyun tasadduk etmişti. O da bu koyundan Hz. Âişe vâlidemize bir miktar et gönderdi. Rasûlullah (s.a.v) o esnâda Hz. Âişe’ye:
«–Yanınızda yiyecek birşeyler var mı?» diye sordu. Hz. Âişe de:
«–Hayır! Ancak Nüseybe’nin, kendisine tasadduk ettiğin koyundan gönderdiği bir miktar et var» cevabını verdi. Allah Rasûlü (s.a.v):
«–Getir, o koyun yerini buldu. (Ona zekât olarak verildi, ondan bize ise hediye olarak geldi)» buyurdu.”[53]
6.14. Eskiyi Giymeyenin Yenisi Olmaz
Peygamber Efendimiz’le infak üzere cömertçe bir hayat yaşamış ve ondan cömertliği öğrenmişti. Daha sonraki hayatında oruçlu olduğu bir gün kapısına bir yoksul gelip kendisinden bir şeyler istedi. Âişe vâlidemizin evinde bir somundan başka bir şey yoktu. Hizmetçisine:
“−Ekmeği ona ver!” buyurdu. Hizmetçi:
“−Efendim, akşam iftar edeceğiniz başka birşey yok!” dedi. Hz. Âişe vâlidemiz:
“−Sen ekmeği ona ver” buyurdu.
Hizmetçi hâdisenin devamını şöyle anlatıyor:
Hz. Âişe’nin emri üzerine ekmeği o fakire verdim. Akşam olunca birisi bize pişmiş koyun küreği gönderdi. Hz. Âişe beni çağırdı ve:
“−Ye, bu senin ekmeğinden daha iyidir!” dedi.[54]
Tâbiînin fakîhlerinden Mesrûk (r.a) şöyle anlatır:
“Hz. Âişe vâlidemizi ziyaret ettim, bana yemek ikrâm ettirdi ve:
‘−Bir yemekten doyduğum zaman içimden ağlamak gelir ve kendimi tutamam’ dedi. Ben de:
‘−Neden?’ diye sordum. Şöyle cevap verdi:
‘−Rasûlullah (s.a.v)’in dünyadan ayrılıp gittiği anı hatırlarım, vallahi o et ve ekmekten günde iki defa karnını doyurmamıştı’.”[55]
Şu rivayet de onun âilesindeki kanaata bir örnektir. Hz. Ebû Bekir’in âzâdlısı ve Hz. Âişe vâlidemizin de sütkardeşi Kesîr b. Ubeyd şöyle der:
Mü’minlerin annesi Âişe’nin yanına gittim. Bana:
“–Dışarıda biraz bekle de elbisemi dikeyim” dedi. Ben de:
“–Ey Mü’minlerin Annesi! Şayet çıkıp senin bu yaptığını insanlara haber verirsem sana cimri derler” dedim.
“–Sen işine bak! Eskiyi giymeyenin yenisi olmaz” cevâbını verdi.[56]
Bir gün Âişe vâlidemiz kızkardeşi Esmâ ile birlikte oturuyorlardı. Peygamberimiz içeri girdi. Esmâ’nın üzerinde geniş kollu Şâmî bir elbise mevcuttu. Efendimiz Esmâ’yı görür görmez derhal dışarı çıktı. Hz. Âişe, kardeşine:
“−Uzaklaş, Rasûlullah (s.a.v) sende hoşlanmadığı bir şey gördü” dedi.
Esmâ çıkınca Allah Rasûlü (s.a.v) içeri girdi. Âişe vâlidemiz bu davranışının sebebini sorduğunda:
“−Görmüyor musun durumu? Müslüman bir kadının ancak şu kadarı görünebilir” buyurdu ve elleriyle kendi yenlerini tutup parmaklarına kadar örttü, sonra da elleriyle şakaklarını örterek sadece yüzünü açık bıraktı.[57]
6.15. Sizin Hanenizin İlk Bereketi Değil
Âişe (r.a) şöyle anlatır: Rasûlullah (s.a.v) bir gün:
“–Yâ Âiş (Ey Âişe)! İşte Cibrîl, sana selâm söylüyor” buyurdu. Ben de:
“–Ve aleyhi’s-selâm ve rahmetullâhi ve berakâtühû, sen benim görmediğim şeyleri görüyorsun” dedim.[58]
Urve b. Zübeyr (r.a) şöyle anlatır: İnsanlar Peygamber Efendimiz’e takdim edecekleri hediyeleri Hz. Âişe’nin gününde vermeyi isterlerdi. Âişe (r.a) bu konuyla ilgili şunları anlattı: Kadın arkadaşlarım (bundan gayrete gelerek) Ümmü Seleme’nin yanında toplandılar ve:
“–Ey Ümmü Seleme, biliyorsun insanlar hediyelerini Hz. Âişe’nin gününde getirmeye çalışıyorlar. Hâlbuki bizler de Âişe gibi hayır istemekteyiz. Binâenaleyh sen Rasûlullah’a söyle de o insanlara hediyelerini kadınlarından kimin yanında bulunuyorsa orada vermelerini emretsin!” dediler.
Ümmü Seleme diğer kadınların kendisine söylediklerini nöbeti geldiğinde Peygamberimiz’e zikretti. Kendisi hâdisenin devamını şöyle anlatır:
“–Ben bunu Peygamber Efendimiz’e zikrettim, o benden yüz çevirdi. Sonra diğer nöbetimde tekrar zikrettim, benden yine yüz çevirdi. Üçüncü nöbetim de de söyleyince bana:
‘–Ey Ümme Seleme, Âişe hakkında bana ezâ verme. Çünkü şu bir hakikattir ki vallahi Âişe’den başka sizden hiçbir kadının örtüsü altında bulunduğum hâlde bana vahiy inmedi’ buyurdu.”[59]
Ümmü’l-mü’minîn Âişe(r.a) şöyle anlatır:
“Seferlerinin birinde Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’le birlikte yola çıkmıştık. Beydâ veya Zâtü’l-Ceyş’e vardığımızda, (kardeşim Esmâ’dan ödünç aldığım) gerdanlığım kopup kayboldu. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) gerdanlığın aranması için o mahalde beklediler. İnsanlar da O’nunla beraber beklediler. Hâlbuki bir su başında değillerdi. Bazı insanlar, Hz. Ebû Bekir Sıddîk’a gelip:
‘‒Âişe’nin yaptığını gördün mü? Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i de, diğer insanları da yollarından alıkoydu. Onlar bir su başında değiller, kimsenin yanında da su yok!’ dediler.
Babam Ebû Bekir (r.a) benim yanıma geldi. O esnâda Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) de uyumuş, mübârek başını dizime koymuştu. Ebû Bekir (r.a) bana:
‘‒Sen, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i de, diğer insanları da yollarından alıkoydun. Onlar bir su başında değiller, kimsenin yanında da su yok!’ dedi.
Ebû Bekir (r.a) beni azarladı ve bunun yanında bazı şeyler de söyledi. Eli ile de böğrüme vurmaya başladı. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in mübârek başı dizimde olduğu için hiç kıpırdamadım. Sabah olunca Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) kalktılar. Hiç su yoktu. Allâh -azze ve celle- Hazretleri teyemmüm âyetini inzâl buyurdu. Herkes teyemmüm etti. Üseyd b. Hudayr (r.a):
‘‒Ey Ebû Bekir hânedânı, bu sizin ilk bereketiniz değildir!’ dedi.
Üzerine bindiğim deveyi kaldırdığımızda gerdanlığı altında bulduk.”[60]
Üseyd b. Hudayr (r.a), Hz. Âişe vâlidemize dua ederek şu hakîkati de beyân etmiştir:
“Allah Teâlâ seni hayırla mükâfatlandırsın! Vallâhi senin başına hoşlanmadığın hangi iş gelse, Allah (c.c) mutlaka onda senin ve bütün mü’minler için bir hayır ve ferahlık yaratmıştır.”[61]
Üseyd (r.a), İkinci Akabe gecesi Peygamber Efendimiz (s.a.v) tarafından Evs kabilesi üzerine nakîb (temsilci) tâyîn edilen sahâbîdir. Gerdanlığı yollarda aramaya giden sahâbîlerin başında idi.[62]
Ebû Bekir (r.a) de kızının yanına varıp: “Sen mübarek bir insansın! Senin vesilenle ruhsat indi!” demiştir.[63]
6.16. Efendimiz’in Vefâtından Sonra
Çocuğu olmayan Hz. Âişe, Allah Rasûlü’nün vefatından sonra kendisini tamamen ibadete, ilme ve eğitim faaliyetlerine verdi. Bayram günleri dışında günlerinin çoğunu oruçla geçirirdi. Emniyet eksikliği olan birkaç yıl hâriç her yıl hacca gitti. Çünkü Rasûlullah (s.a.v) “Siz kadınların cihâdı hacdır” buyurmuşlardı.[64]
Âile bir barınaktır, sıcacık bir yuvadır. Bu yuvadan eş, dost, akraba istifade eder. Hz. Âişe validemizin âilesi de öyleydi. Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdurrahman, uyku esnâsında âniden vefât edivermişti. Âişe vâlidemiz, bu kardeşinin hayrına pek çok köleler âzâd etti.[65] Diğer kardeşi Muhammed’in de yetim kızlarını terbiyesine aldı ve onları güzelce himâye etti.[66] Hz. Aişe Validemiz 65 veya 66 yaşındayken 17 Ramazan 58 / 14 Temmuz 678’te Çarşamba gecesi vefat edip Cennetü’l-Bakîʻe defnedilmiştir.[67] Allah şefaatlerine nail eylesin.
[1] TİA, “Âişe”, Temel İslam Ansiklopedisi, 1/188.
[2] Tirmizî, “Menâkıb”, 63.
[3] Tirmizî, “Menâkıb”, 63.
[4] Buhârî, “Meğâzî”, 29.
[5] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1992, 6/67.
[6] Buhârî, “Nikâh”, 36, “Taʻbîr”, 21; Müslim, “Fedâilü’s-Sahâbe”, 79.
[7] Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, VII, 222.
[8] Hâkim, el-Müstedrek, 3/148; Ebü’l-Hasen Nureddin Ali b. Ebî Bekr Heysemî, Mecmaʻu’z-zevâid ve menbaʻu’l-fevâid, thk. Hüsâmüddîn el-Kudsî (Kahire: Mektebetü’l-Kudsî, 1414), 10/17.
[9] Nesâî, Taharet, 177.
[10] Buhârî, Ezân, 44, Nefekât, 8; Tirmizî, Kıyâmet, 45.
[11] Müslim, “Tahâret”, 43-44.
[12] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1992, 6/92; Tirmizî, “Salât”, 13, hadis no: 174.
[13] Buhârî, “Teheccüd”, 16, “Terâvih”, 1; Müslim, “Müsâfirîn” 125.
[14] Âl-i İmrân 3/190-191; İbn Belbân, el-İhsân fî takrîbi Sahîhi İbn Hibbân, thk. Şuʻayb Arnaût (Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 1408), 2/386-387.
[15] Peygamberler mâsumdur, günah işlemezler. Onlardan nâdiren sâdır olan hatalar ya evlâ (daha iyi) olanı terketmek veya “zelle” denilen küçük sürçmelerdir. Ancak Cenâb-ı Hak peygamberlerini hata üzere bırakmaz, derhal düzeltir. Peygamberlerden zaman zaman zellenin sâdır olmasının da pek çok hikmetleri vardır.
[16] Buhârî, Tefsîr, 48/2; Müslim, Münâfikîn, 81. Ayrıca bkz. Buhârî, Teheccüd, 6; Rikak, 20; Müslim, Münâfikîn, 79-80; Tirmizî, Salât, 187/412; Nesâî, Kıyâmü’l-leyl, 17/1642; İbn-i Mâce, İkâmet, 200.
[17] Buhârî, Savm, 64; Rikâk, 18; Müslim, Müsâfirin, 217.
[18] Beyhakī, Şuʻabu’l-îmân, 7/217-218, no: 4896.
[19] Müslim, “Fedâil”, 79; Ebû Dâvûd Süleymân b. el-Eşʻas b. İshâk b. Beşîr b. Şeddâd b. ʻAmr el-Ezdî es-Sicistânî, Sünen-i Ebî Dâvûd, thk. Şuʻayb Arnavut-Muhammed Kâmil Karh Belelî (Beyrut: Dâru’r-Risâleti’l-Âlemiyye, ts.), “Edeb”, 4; Ebû Abdillâh Muhammed İbn Mâce, es-Sünen, thk. Muhammed Fuad Abdülbaki (Kahire: Dâru İhyâi Kütübi’l-Arabiyye, ts.), “Nikâh”, 51.
[20] el-Mâide 5/67.
[21] Vâhidî, Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, thk: Kemâl Besyûnî Zağlûl, Beyrut 1990, 204-205.
[22] Hevdec: Devenin sırtına konan, kadınlara mahsus, üstü kubbeli bir çeşit sepet, mahfe.
[23] en-Nûr 24/11-20.
[24] Buhârî, “İʻtisâm”, 28.
[25] Buhârî, “Edeb” 91, “Menâkıb”, 16.
[26] Buhârî, “Salât”, 15.
[27] Müslim, “Libâs”, 88-91; Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb Nesâî, Sünen, thk. Abdülfettâh Ebû Gudde (Haleb: Mektebetü’l-Matbuâti’l-İslamiyye, 1406), “Zînet”, 111; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1992, 6/49.
[28] Müslim, “Libâs”, 87-91; Nesâî, “Zînet”, 111.
[29] Müslim, “Libâs”, 96.
[30] Muvatta’, Salât, 67. Krş. Buhârî, Salât, 14.
[31] Müslim, “Salât”, 221.
[32] Müslim, “Salât”, 222; Tirmizî, “Deʻavât”, 75/3493.
[33] Ebû ʻAbdillâh b. Yezîd el-Kazvînî İbn Mâce, Sünenü İbn Mâce, thk. Muhammed Fu’âd b. ʻAbdilbâkī (Beyrut: Dâru İhyâi’l-Kütübi’l-ʻArabiyye, ts.), “İkāmet”, 176; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1992, 6/165; Hâkim, el-Müstedrek, 3/250, no: 5001.
[34] Süleyman b. el-Eş’as es-Sicistânî Ebû Dâvûd, Sünenu Ebî Dâvûd, thk. Muhammed Muhyiddin Abdülhamid (Beyrut: el-Mektebetu’l-Asriyye, 1992), “Edeb”, 35/4875; Tirmizî, “Kıyâmet”, 51.
[35] İbn Belbân, Sahîh, 16/47, no: 7111; Heysemî, Mecmaʻu’z-zevâid, 9/243.
[36] Buhârî, “Cezâü’s-Sayd”, 26.
[37] Buhârî, “Umre”, 8.
[38] Tirmizî, Kıyâmet, 33/2470.
[39] Heysemî, Mecmaʻu’z-zevâid, 3/113.
[40] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/105, 113; Heysemî, Mecmaʻu’z-zevâid, 3/113, 4/37.
[41] Ebû Abdillâh Muhammed İbn Mâce, es-Sünen, thk. Muhammed Fuad Abdülbaki, 2 Cilt (Kahire: Dâru İhyai Kütübi’l-Arabiyye, ts.) “Etʻime”, 52.
[42] Şemsüddîn Ebü’l-Hayr Muhammed b. Abdurrahman es-Sehâvî, el-Kavlü’l-bedîʻ fi’s-salâti ale’l-Habîbi’ş-Şefîʻ (Dâru’r-Reyyân li’t-Türâs, ts.), 153.
[43] Müslim, “Birr”, 78, 79.
[44] Buhârî, “Edeb”, 38.
[45] Müslim, Eşribe, 139. Krş. Ebû Yaʻlâ, Müsnedü Ebî Yaʻlâ, thk. Hüseyin Selim Esed (Dımaşk: Dâru’l-Me’mûn li’t-Türâs, 1404), VI, 95.
[46] Müslim, “Salât”, 220.
[47] Buhârî, Megâzî, 78.
[48] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/108, 231.
[49] Müslim, “Selâm”, 46.
[50] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1992, 6/217. Krş. İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 1/405.
[51] Heysemî, Mecmaʻu’z-zevâid, 10/325.
[52] İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, Beyrut 1979, I, 200.
[53] Buhârî, Zekât, 31, 62; Hibe, 5; Müslim, Zekât, 174.
[54] Muvatta’, “Sadaka”, 5.
[55] Tirmizî, “Zühd”, 38/2356. Krş. Müslim, “Zühd”, 1.
[56] Ebû ʻAbdullah Muhammed b. İsmâʻîl b. İbrâhîm el-Buhârî, el-Edebu’l-mufred, thk. Muhammed Fu’âd ʻAbdulbâkî (Beyrut: Daru’l-Beşa’iri’l-İslamiyye, 1989), no: 471; İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 8/50.
[57] Heysemî, Mecmaʻu’z-zevâid, 5/137.
[58] Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 30.
[59] Buhârî, “Ashâbu’n-Nebî”, 30.
[60] Buhârî, “Teyemmüm”, 1, 2.
[61] Buhârî, “Teyemmüm”, 2; Ebû Dâvûd, “Tahâret”, 121/317; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/57.
[62] Ebû Dâvûd, “Tahâret”, 121/317; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/57.
[63] Taberî, Tefsîr, 8/418; İbn Kesîr, Tefsîr, 2/322. Krş. Mukâtil b. Süleyman, Tefsîr, 1/456.
[64] Buhârî, “Cihâd”, 62.
[65] Muvatta’, “Itk”, 14.
[66] Muvatta’, “Zekât”, 10.
[67] Bkz. TİA, “Âişe”, Temel İslam Ansiklopedisi, 1/184-190.