19. Hz. Abbâs ve Âilesi

19.1. Hz. Abbâs (r.a)

Peygamber Efendimiz’in doğumundan iki veya üç yıl önce dünyaya geldi. Mekke’de onunla birlikte büyüdü. Küçük yaşlardan başlayarak ticaretle meşgul olduğundan maddî durumu iyi idi. Câhiliye devrinde Kâbe’yi ziyarete gelen hacılara su ve yemek ikrâm etme vazîfelerini (sikāye ve rifâde) yürüten Ebû Tâlib’in maddî durumu iyi olmayınca, bu vazifeleri kardeşi Hz. Abbâs’a devretmek zorunda kaldı. Abbâs (r.a) bu vazifeleri hayatı boyunca devam ettirdi.

İslâm’ı yaymaya başladığı günlerde Rasûlullah (s.a.v) ilk evvel ona ve diğer akrabalarına seslenerek şöyle buyurmuştu:

“–Ey Abbâs, ey Peygamber’in amcası! Ey Peygamber’in halası Safiyye! Ey Muhammed’in kızı Fâtıma! Ben Allah’tan gelen hiçbir şeyi sizden uzaklaştıramam! Benim amelim bana, sizin ameliniz sizedir.”[1]

Bir görüşe göre Abbâs (r.a) o günlerde İslâm’a girdi lâkin nüfuzunu kullanarak İslâm’a ve müslümanlara yardımcı olma niyetiyle bunu ızhar etmedi. Hicretinin gecikmesi de bu niyetledir. Diğer bir görüşe göre ise Mekke fethine veya Bedir’e kadar müslüman olmadı. Bununla birlikte daima yeğenine destek oldu, onu koruyup kolladı. İkinci Akabe Beyʻatı’nda (622) Peygamber Efendimiz’in yanında bulunup Medîne’lilerin niyetini ve vaziyetini dikkatle kontrol etti. “Himâye edemeyecekseniz boşuna dâvet etmeyin, biz burada himâye ederiz” dedi. Onlardan Peygamber Efendimiz’in hayatını tehlikeye atmayacaklarına dair söz ve teminât aldı.

Ensâr Akabe’de birer ikişer toplandığında Allah Rasûlü’nün muhterem amcası Abbâs:

“–Kardeşimin oğlu! Sana gelen bu kavim kimdir bilmiyorum! Ben Yesrib ehlini tanırım ama bunları tanımıyorum, bunlar hep genç!” dedi.[2]

Hz. Abbâs’ın bu sözü, hey’ette gençlerin gâlib olduğunu gösteriyor.

Ensâr’ın en bilgililerinden olan Ubeydullah b. Kaʻb, Akabe’de bulunup Rasûlullah’a beyʻat eden babası Kaʻb b. Mâlik’ten şöyle nakleder:

Kavmimizin müşrik hacılarının arasında (Medîne’den Mekke’ye doğru) yola çıktık. O zamana kadar namaz kılmaya başlamış ve dinimizi öğrenmiştik. Yanımızda büyüğümüz ve efendimiz Berâ bin Mârûr da vardı… Namaz vakti geldiğinde biz Şam’a doğru, o ise Kâbe’ye doğru namaz kılardı. Bu şekilde Mekke’ye vardık. Biz bu hareketi sebebiyle onu ayıpladık ancak o Kâbe’ye dönmekte ısrar etti. Mekke’ye varınca bana:

“–Kardeşimin oğlu! Haydi, Allah Rasûlü’ne gidelim ve yolda benim yaptığım şeyi soralım. Vallahi bana muhalefet ettiğinizi görünce bu hareketimden dolayı içime bir şüphe düştü” dedi.

Dışarı çıktık, Allah Rasûlü’nü sormaya başladık. Zira onu tanımıyorduk, daha evvel hiç görmemiştik. Mekke’li biriyle karşılaştık, ona sorduk. Bize:

“–Kendisini tanıyor musunuz?” dedi.

“–Hayır” dedik.

“–Amcası Abbâs b. Abdülmuttalib’i tanıyor musunuz?” dedi.

“–Evet!” dedik. Abbâs’ı tanıyorduk, çünkü ticaret için devamlı yanımıza gelirdi. Mekkeli:

“–Mescid’e girdiğinizde Abbâs ile birlikte oturan kişi odur” dedi.

Hemen Mescid’e girdik. Abbâs oturuyordu, Rasûlullah (s.a.v) de yanında oturuyordu. Onlara selâm verdik, sonra da yanlarına oturduk. Rasûlullah (s.a.v), Abbâs’a:

“–Bu iki adamı tanıyor musun ey Ebü’l-Fadl!” buyurdu. O da:

“–Evet, bu Berâ bin Mârûr, kavminin efendisi; bu da Kâ’b b. Mâlik” dedi.

Vallahi Allah Rasûlü’nün:

“–Şâir mi?” diye sormalarını hiç unutamam. Abbâs:

“–Evet” dedi.

Berâ bin Mârûr (r.a):

“–Ey Allah’ın Nebîsi! Ben bu yolculuğa çıktım. Allah Teâlâ beni İslâm’a hidayet eyledi. Şu binayı arkama almak istemedim ve ona doğru namaz kıldım. Arkadaşlarım bu hususta bana muhalefet ettiler. Böyle olunca benim de içime bir şüphe düştü. Bu hususta ne buyurursunuz ey Allah’ın Rasûlü?” dedi.

Rasûlullah (s.a.v):

“–Sen zaten bir kıble üzere idin, ona devam etseydin!” buyurdular.

Berâ (r.a), Allah Rasûlü’nün kıblesine geri döndü ve bizimle birlikte Şam’a yöneldi. Âilesi onun ölünceye kadar Kâbe’ye doğru namaz kıldığını söylüyorlar ama onların dediği gibi değil. Biz bu meseleyi onlardan daha iyi biliyoruz.

Daha sonra hac için (Mekke’den Arafat’a doğru) yola çıktık. Teşrik günlerinin ortasında Akabe’de buluşmak üzere Allah Rasûlü ile anlaştık. Haccı bitirip Efendimiz’le anlaştığımız gece geldi… Vâdide toplandık Rasûlullah’ı bekliyorduk. Çok geçmeden yanımıza geldiler. O gün yanında muhterem amcası Abbâs b. Abdülmuttalib de vardı. O zaman o hâlâ kavminin dininde idi, ancak kardeşinin oğlunun bu mühim görüşmesinde orada olmak istemişti. Onun işini sağlama almak istiyordu. Oturduğumuzda ilk konuşan Abbâsoldu ve şöyle dedi:

“–Ey Hazrec cemaati!”

Araplar, Evs olsun Hazrec olsun Ensâr’ı (Medinelileri) genel olarak “Hazrec” diye isimlendirirlerdi.

“–Muhammed (s.a.v) bizim yanımızda mâlûmunuz olduğu üzere yüce bir mevkie sahiptir. Biz onu bizimle aynı görüşte olan kavmimizden koruduk. O, kavmi içinde izzet ve şeref üzere yaşamaktadır ve beldesinde muhafaza altındadır.”

Biz Hz. Abbâs’a:

“–Söylediklerini işittik” dedikten sonra Allah Rasûlü’ne:

“–Buyurun, konuşun ey Allah’ın Rasûlü! Kendiniz ve Rabbiniz için bizden dilediğiniz sözü alınız!” dedik…[3]

֎

Bedir Savaşı’nda müşriklerin safında yer almak zorunda kalan Abbâs, müslümanlara esir düştü. Ensâr onu öldürmek istiyordu. Rasûlullah (s.a.v):

“–Bu gece ancam Abbâs sebebiyle uyuyamadım, Ensâr’ın onu öldürebileceğini düşündüm” dedi. Hz. Ömer:

“–Onlara gidip konuşayım mı yâ Rasûlallah!” dedi. Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Olur” buyurdu. Ömer (r.a) Ensâr’ın yanına vardı ve:

“–Esîriniz olan Abbâs’ı serbest bıraksanız olmaz mı?” dedi.

“–Hayır vallahi onu serbest bırakmayız!” dediler. Hz. Ömer (r.a):

“–Rasûlullah (s.a.v) râzı olsa da mı?” deyince:

“–O râzı olacaksa Abbâs’ı hemen al, serbest bırakıyoruz” cevabını verdiler.

Ömer (r.a) onu esirler arasından aldı ve şöyle dedi:

“–Ey Abbâs, müslüman ol! Vallahi senin müslüman olman beni babam Hattab’ın müslüman olmasından daha çok sevindirir. Çünkü biliyorum ki Allah Rasûlü (s.a.v) senin müslüman olmanı çok istiyor, bu durum onu çok sevindirecek.”[4]

֎

Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in amcası Abbâs, Bedir esirleri arasında Medine’ye getirilince Efendimiz ona:

“–Ey Abbâs! Kendin, kardeşinin oğlu Akîl, Nevfel b. Hâris ve anlaşmalın Utbe b. Amr için fidye öde! Sen servet sahibi bir kimsesin” buyurdu. Abbâs:

“–Yâ Rasûlallah! Ben müslümandım, Kureyş beni zorla yola çıkardı” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

“–Senin müslümanlığını Allah bilir. Dediğin doğru ise Allah elbette ecrini verir. Lâkin senin durumun görünüşte bizim aleyhimize idi. Dolayısıyla fidyeni ödemen gerekir” buyurdu ve onun yanında bulunan 800 dirhem altına da harp ganimeti olarak el koydu. Abbâs:

“–Yâ Rasûlallah! Hiç olmazsa bunu fidye yerine say” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

“–Hayır! O Allah’ın senden bize nasip ettiği ganimettir” buyurdu. Abbâs:

“–Yâ Rasûlallah, demek geri kalan ömrümde beni dilenmeye mecbûr edeceksin” dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Ey Abbâs! Zevcen Ümmü’l-Fadl’a verdiğin o altınlar ne olacak?” diye sorunca Abbâs:

“–Hangi altınlar?” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

“–Hani sen Mekke’den yola çıkacağın gün yanınızda Allah’tan başka kimsenin olmadığı bir esnâda zevcen Ümmü’l-Fadl’a; «Bu seferimde başıma ne geleceğini bilmiyorum. Eğer bir musibete uğrarsam şu kadarı senin, şu kadarı Ubeydullah’ın, şu kadarı Fadl’ın, şu kadarı Kusem’in ve şu kadarı da Abdullah’ındır!» dediğin altınlar” buyurdu. Bu sözler üzerine hayretler içinde kalan Abbâs:

“–Bunu sana kim haber verdi?” deyince Rasûlullah (s.a.v):

“–Allah haber verdi” buyurdu. Şaşkınlığı sükûnete dönen Abbâs (r.a):

“–Seni peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki bunu ben ve Ümmü’l-Fadl’dan başka hiç kimse bilmiyordu. Şüphesiz ki sen Allah’ın Rasûlü’sün” dedi.[5]

֎

Hz. Abbâs kendi fidyesi ile birlikte diğer yakınlarının fidyelerini de ödedikten sonra Mekke’ye döndü. Orada kalan fakir ve zayıf müslümanları himaye etmeye ve Kureyş’in haberlerini Peygamber Efendimiz’e ulaştırmaya devâm etti. Hayber fethedildiğinde Allah Rasûlü’nün amcası Abbâs’a müjde vermesi ikisi arasında cerayan eden gizli bir haberleşme olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde Hz. Abbâs’ın Mekke fethi için yapılan hazırlıkların tamamlanmasından sonra İslâm’a girdiğini îlân etmesi de onun gizli ve mühim bir vazife icrâ ettiğine delil olabilir.

Huneyn Savaşı’na katılan Abbâs (r.a) ilk anda bozguna uğrayan müslümanlara gür sesiyle Akabe ve Rıdvan beyʻatlarında Peygamber Efendimiz’e verdikleri sözleri hatırlattı. Büyük bir gayret sarfederek İslâm ordusunun tekrar toparlanıp zafer kazanmasına yardım etti.

Rasûlullah (s.a.v) amcası Hz. Abbâs’ı çok severdi. Kendisinden sadece iki veya üç yaş büyüktü ancak Rasûlullah (s.a.v) “İnsanın amcası babası gibidir” buyurarak ona hep hürmet ederdi.

Onu medhederken:

“Bu Abbâs b. Abdülmuttalib, Kureyş’in en cömerdi ve akrabâlık bağlarına en çok riâyet edenidir” buyurmuştu.[6]

Hz. Abbâs’ı incitenlerin kendini incitmiş olacaklarını söylerdi.[7]

Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman halifelik dönemlerinde ona büyük itibar gösterdiler.

Hz. Ömer (r.a), devr-i hi­lâ­fe­tin­de vâ­kî olan ku­rak­lık­ta Hz. Abbâs’ı ya­nı­na al­mış ve yağ­mur yağ­ma­sı için Ce­nâb-ı Hakk’a onu ve­sî­le it­ti­hâz ede­rek:

“Yâ Rabbi! Pey­gam­be­ri­miz ile sa­na te­ves­sül eder­dik de bi­ze yağ­mur ve­rir­din. (Şim­di de) Pey­gam­be­ri­miz’in am­ca­sı ile sa­na te­ves­sül edi­yo­ruz. Bi­ze yağ­mur ver!” diye dua etti. Bu­nun üze­ri­ne yağ­mur ya­ğdı ve halk su­ya ka­vuş­tu.[8]

Hz. Abbâs’ın üç hanımla evlendi, 10 erkek 3 kızı oldu. Kendi ismiyle anılan Abbâsî Devleti’nin halifeleri Abdullah b. Abbâs’ın neslinden gelmiştir.

Abbâs (r.a) beyaz tenli, uzun boylu ve gür sesli idi. Ömrünün sonuna doğru gözleri âma oldu. Köle âzat etmeyi pek sevendi. Maddî imkânlarını İslâm’a hizmette harcamaktan hoşlanırdı. 88 yaşlarında Medîne’de vefat etti. 35 hadîs rivâyet etmiştir. Kendisinden oğulları Abdullah, Ubeydullah, Kesîr ve kızı Ümmü Külsûm, sahbeden Câbir b. Abdullah ve Ahnef b. Kays gibi şahsiyetler ve tâbiînden pek çok kişi hadîs nakletmiştir.[9]

֎

Câbir b. Abdullah (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) Kureyş ile birlikte Kâ’be’nin binâsı için taş taşıyordu. İzârı (peştamal gibi olan elbisesi) de üzerinde idi. Muhterem amcası Abbâs (r.a):

«‒Kardeşimin oğlu, (insanlardan uzaktayken[10]) şu izârını çözüp omzunun üzerine koysan da taş vücudunu incitmese» dedi.

Efendimiz (s.a.v) izârını omzuna koymak istediği esnâda yere yığıldı ve gözlerini semâya dikerek amcasına:

“–Bana izârımı göster” dedi. Hemen onu alıp üzerine örttü. İşte o günden sonra Efendimiz (s.a.v) hiçbir vakit elbisesiz görülmedi. Sallallahu aleyhi ve sellem…”[11]

֎

Abduddâr Oğulları’ndan Talha b. Şeybe, Abbâs b. Abdülmuttalib ve Hz. Ali (r.a) karşılıklı olarak birbirlerine övündüler. Talha:

“–Ben Kâbe’nin anahtarına sahibim, dilersem girer Kâbe’nin içinde yatarım” dedi. Abbâs (r.a):

“–Ben hacılara su ikrâm etme vazifesi olan sikâyet’in sahibiyim. Dilersem girer Mescid-i Harâm’da geceler, orada yatarım” dedi. Hz. Ali ise:

“–Doğrusu sizin ne söylediğinizi anlamıyorum! Ben insanlardan altı ay önce kıbleye doğru namaz kıldım ve pek çok defa Allah yolunda cihad ettim” dedi.

Bunun üzerine Allah teâlâ şu âyet-i kerimeleri inzâl buyurdu:

“Siz hacılara su ikrâm etmeyi ve Mescid-i Haram’ı îmâr etmeyi, Allah’a ve âhiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerin yaptıklarıyla bir mi tutuyorsunuz? Hâlbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır. Rableri onlara, tarafından bir rahmet ve hoşnutluk ile içinde kendileri için tükenmez nimetler hazırlanmış cennetler müjdeler. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Şüphesiz ki Allah katında büyük mükâfat vardır.”[12]

Hz. Abbâs (r.a):

“–Öyle zannediyorum ki hacılara su ikrâm etme vazifesini bırakacağım” dedi. Rasûlullah (s.a.v) ona:

“–Hacılara su ikrâm etmeye devam edin, hiç şüphesiz onda sizin için hayır vardır” buyurdu.[13]

Diğer rivayete göre Hz. Ali (r.a) Mekke’yi bir ziyaretinde amcası Abbâs’a:

“–Amcacığım hicret etmeyecek misin, Peygamber Efendimiz’e katılmayacak mısın?” diye onu hicrete teşvik etmişti. Hz. Abbâs (r.a):

“–Ben hâlen hicretten daha faziletli bir iş‏ üzere değil miyim? Allah’ın evini haccetmeye gelenlere su ikrâm etmiyor muyum, Mescid-i Haram’ı îmâr edip onunla alâkalı vazifeleri yapmıyor muyum?” dedi. Bunun üzerine yukarıdaki âyet-i kerimeler nâzil oldu.

Hz. Ali hicret etmeyip Mekke’de ikameti tercih eden diğer müslümanlara da giderek:

“–Hicret etmiyor musunuz, Allah’ın Rasûlü’ne katılmıyor musunuz?” dedi. Onlar:

“–Biz burada kardeşlerimiz ve akrabalarımızla birlikte kendi meskenlerimizde ikâmet ediyoruz” dediler.

Bu hâdise üzerine de devamındaki şu âyet-i kerimeler nâzil oldu:

“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) dost edinmeyin! Sizden kim onları dost edinirse işte onlar zalimlerin tâ kendileridir. De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Rasûlü’nden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin! Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.”[14]

֎

Rasûlullah (s.a.v) Bedir günü ashâbına:

“Şunu anladım ki, Hâşimoğulları’ndan ve diğer kabilelerden bazı kişiler Bedir’e zorlanarak çıkarılmışlardır. Onlar bizimle savaşmak istemiyorlar, bizimle savaşmalarını gerektirecek bir sebep de yok. O hâlde sizden kim Hâşimoğulları’ndan herhangi birisiyle karşılaşırsa onu öldürmesin! Kim Ebu’l-Bahterî ile karşılaşırsa onu öldürmesin! Kim Rasûlullah’ın amcası Abbâs b. Abdulmuttalib’le karşılaşırsa onu öldürmesin! Zira o istemeye istemeye zorlanarak Bedir’e çıkarılmıştır” buyurdu. Bunun üzerine Ebû Huzeyfe b. Utbe b. Rebîa:

“–Biz babalarımızı, oğullarımızı, kardeşlerimizi ve aşiretimizi öldüreceğiz de Abbâs’ı mı bıraka­cağız?! Vallahi onunla karşılaşırsam muhakkak onun yüzüne kılıçla vuracağım!” dedi. Bu söz kendisine ulaşınca Rasûlullah (s.a.v) Hz. Ömer’e:

“–Ey Ebû Hafs, Rasûlullah’ın amcasının yüzüne kılıçla vurulur mu?!” buyurdu.[15] Hz. Ömer (r.a):

“–Yâ Rasûlallah! Müsâade buyurun kılıçla boynunu vurayım. Vallahi o münafıklık yapmıştır” dedi. Ebû Huzeyfe, ağzından çıkıveren bu sözden hayatı boyunca korkup durur:

“–O gün söylediğim bu sözden dolayı âkıbetimden hiç emîn olamadım. O sözden hâlâ korkup duruyorum. Buna ancak şehitlik keffaret olabilir” derdi.

Nihâyet Yemâme savaşında şehit olarak muradına erdi.[16]

Peygamber Efendimiz’in Ebu’l-Bahterî’yi öldürmekten mücahidleri nehyetmesinin sebebi, onun yüksek vefâ duygusuydu. Ebu’l-Bahterî, Mekke’deyken Peygamber Efendimiz’i en çok koruyan ve savunan bir kişiydi. Kendisi Allah Rasûlü’ne hiç eziyet etmezdi. Rasûlullah (s.a.v) onun hoş olmayan bir söz ve hareketiyle karşılaşmadı. Ebu’l-Bahterî, Kureyş müşriklerinin Hâşim ve Muttalib Oğulları aleyhinde yazdıkları ambargo sahifesini yırtıp atmak için ayaklanan kişilerdendi.[17]

Hz. Ali (r.a) şöyle anlatır:

“Abbâs b. Abdulmuttalib’i Ensâr’dan kısacık boylu bir zât esir edip Allah Rasûlü’nün yanı­na getirince, Abbâs:

«–Yâ Rasûlallah! Vallahi beni bu adam esir etmedi. Beni insanların en güzel yüzlüsü, başının saçı iki yana ayrılmış, kır bir ata binmiş, şu cemaat arasın­da göremediğim bir kimse esir etti!» dedi. Ensârî:

«–Yâ Rasûlallah, onu ben esir ettim» diye ısrar edince Allah Rasûlü (s.a.v):

«–Sus, sesini çıkarma! Allah seni şerefli bir melekle destekledi» buyurdu.”[18]

Hz. Abbâs’ı esir ettiğini söyleyen zât, Ensâr’dan Ebu’l-Yeser (r.a) olup, çelimsiz ve kısa boylu bir zât idi. Hz. Abbâs ise iri yarı bir kişiydi.

Diğer bir rivayete göre Rasûlullah (s.a.v):

“–Ebu’l-Yeser, sen Abbâs’ı nasıl esir edebildin?!” diye sordu. O da:

“–Yâ Rasûlallah, onu esir ederken daha evvel hiç görmediğim bir zât bana yardım etti. Onun şekil ve şemâili şöyle şöyle idi!” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

“–Sen Abbâs’ı esir alırken Allah sana şerefli bir melekle yardım etmiş” buyurdu.[19]

Ebu’l-Yeser Hz. Abbâs’la karşılaştığında o ayakta donup kalmış öylece duruyordu. Ebu’l-Yeser ona:

“–Rasûlullah (s.a.v) seni öldürmekten bizi nehyetti” deyince, Hz. Abbâs duygulandı:

“–Bu, onun akra­ba hakkını ilk gözetmesi, onlara yaptığı ilk iyilik değildir” dedi.[20]

֎

Abbâs (r.a) şöyle anlatır: Rasûlullah Efendimiz’in aramızda daha ne kadar kalacağını öğrenmek istedim ve:

“–Yâ Rasûlallah! Bakıyorum insanlar size eziyet ediyorlar, kaldırdıkları tozlarla sizi rahatsız ediyorlar. Husûsî bir gölgelik edinseniz de insanlara oradan konuşsanız” dedim. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz (s.a.v) ise:

“–Hayır! Allah beni içlerinden alıp huzûra kavuşturuncaya kadar aralarında bulunmaya devam edeceğim. Varsın ökçelerime bassınlar, elbisemi çekiştirsinler, kaldırdıkları tozlarla beni rahatsız etsinler” buyurdu.[21]

֎

Üsâme b. Zeyd (r.a) anlatıyor:

Rasûlullah (s.a.v)’in yanında oturuyordum. Hz. Ali ile Hz. Abbâs (r.a) gelip huzûruna girmek için izin istediler… Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Niçin geldiler biliyor musun?” diye sordu.

“–Hayır bilmiyorum” dedim.

“–Ama ben biliyorum” buyurdu. İzin verdi, onlar da içeri girdiler:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! Ehlinden Sana en sevgili kimdir sormaya geldik!” dediler. Rasûlullah (s.a.v):

“–Fâtıma binti Muhammed” buyurdu. Onlar:

“–Yâ Rasûlallah! Âilenin hâricindeki yakınlarından en fazla kimi seviyorsun?” dediler. Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Ehlimin bana en sevgili olanı Allah’ın kendisine nîmetler lutfettiği ve benim de ikramda bulunduğum Üsâme’dir” buyurdular.

“–Pekalâ sonra kimdir?” dediler.

“–Sonra Ali b. Ebî Tâlib’dir!” buyurdular. Bunun üzerine amcası Abbâs (r.a):

“–Ey Allah’ın Rasûlü! Amcanı en sona bıraktın!” dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz de:

“–Çünkü Ali hicrette seni geçti, senden önce davrandı” buyurdu.[22]

֎

İbn Abbâs (r.a) anlatıyor:

Rasûlullah (s.a.v) bir gün (babam) Hz. Abbâs’a dedi ki:

“−Amcacığım, sen ve oğlun pazartesi sabahı bana gelin, sizlere duâ edeyim. Allah bu duâ bereketiyle sana ve oğluna hayırlar ihsân eylesin.”

Babamla birlikte Allah Rasûlü’ne gittik. Bize birer elbise giydirdi ve şöyle duâ buyurdu:

“Yâ Rabbi Abbâs’ı ve oğlunu zâhir ve bâtın hiçbir günâhın hâriç kalmayacağı mağfiretinle bağışla! Yâ Rabbi, onu çocuğuyla birlikte muhâfaza buyur.”[23]

֎

Âişe (r.a) anlatıyor: “Bir gün Rasûlullah (s.a.v) ashabıyla oturuyordu. Yanı başında Hz. Ebû Bekir ile Ömer vardı. O sırada Abbâs (r.a) çıkageldi. Ebû Bekir (r.a) Hz. Abbâs’a yer açtı. O da vardı Ebû Bekir ile Allah Rasûlü’nün arasına oturdu. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v):

“–Fazilet ehlinin değerini ancak fazilet sâhipleri bilir” buyurdu.

Rasûlullah (s.a.v) amcasıyla konuşurken sesini o kadar kısmıştı ki Hz. Ebû Bekir, Ömer’e: “Rasûlallah’a bir şey oldu diye endişe duyuyorum” dedi. Abbâs (r.a) işini bitirip döndükten sonra Ebû Bekir (r.a):

“–Ya Rasûlallah biraz önce rahatsızlandınız mı?” diye sordu. Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Hayır” buyurdu.

“–Sesinizi çok kıstığınızı gördüm de endişe ettim” dedi. Rasûlallah (s.a.v):

“–Cebrail sizlere benim huzurumda yavaş konuşmanızı emrettiği gibi bana da amcamın yanında alçak sesle konuşmamı emretti” buyurdu.[24]

֎

Hz. Ebû Bekir’in, Peygamber Efendimiz’in yanında bir yeri vardı, orayı kimseye vermezdi. Ancak Abbâs (r.a) geldiğinde kalkıp yerini ona ikram ederdi. Amcasına gösterilen bu hürmet de Peygamber Efendimiz’i mesrûr ederdi.[25]

֎

Rasûlullah (s.a.v) ashâbından birini zekât toplamaya memur etmişti. O da gelip:

“–İbn Cemîl, Hâlid b. Velîd ve Abbâs b. Abdülmuttalib zekâtlarını vermediler” diye şikâyette bulundu.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“İbn Cemîl zekât vermekten niye çekiniyor ki?! Daha önce fakir iken Allah ve Rasûlü onu zenginleştirdiği için mi böyle davranıyor?

Hâlid’e gelince, siz Hâlid’den (zekât istemekle) ona zulm ediyorsunuz. Hâlid zırhlarını, bütün harb âlet ve edevâtını Allah yolunda (cihâd için) vakfetmiştir.

Abbâs’a gelince, o Allah Rasûlü’nün amcasıdır. Zekât ona vâcibdir. Abbâs’ın zekâtını bir misli fazlasıyla birlikte (zamanından evvel vermeyi ben üzerime alıyorum).” Veya “Onun iki senelik zekâtını peşin aldım.”[26]

Hz. Abbâs’ın mâlî durumu bozuk olduğu için onun zekâtının bir yıl tehir edildiğine dâir rivayetler de vardır. Rivâyetlere göre zekât memuru Hz. Abbâs’ı şikâyet edin­ce Rasûlullah (s.a.v):

“–Abbâs’ın zekâtını bir misli fazlasıyle ben üzerime alıyorum” buyurmuş ve: “Bir kişinin amcasının babası yerinde olduğunu bilmiyor musun?” diye ilâve etmiştir.[27]

֎

Rasûlullah (a.s) Mekke’yi fethetmiş, müslümanların gasp edilmiş hakkı olan Kâbe’nin anahtarını eline almıştı. Herkes Efendimiz’in anahtarı kime vereceğini merak ediyordu. Pek şerefli Kâbe anahtarını muhâfaza etme ve örtüsüyle ilgilenme (Hicâbe) vazifesini ashâbın bütün ileri gelenleri istiyorlardı. Önceden beri sikâye (hacılara su ikrâm etme) vazifesini deruhte eden amcası Abbâs (r.a) gelerek Allah Rasûlü’nden Hicâbe vazifesini de istedi. Rasûlullah (s.a.v) amcasına:

“–Ben size insanların Beytullah’a göndereceği örtü gibi şeylerden geçiminizi sağlayacağınız şeyi değil, hacıların su ihtiyaçlarını karşılamak üzere servetinizden harcayarak bu yüzden hayra nâil olacağınız zahmetli vazifeyi veriyorum” buyurdu ve hacılara su ikrâm etme vazifesine devâm etmesini söyledi.[28]

֎

Mekke’yi fethettiğinde bütün düşmanları Allah Rasûlü’nün eline geçmişti. Ancak o hepsini affetti ve “Bugün merhamet günüdür, gidebilirsiniz, serbestsiniz” buyurdu.[29] Sonra Hz. Abbâs’a:

“–Kardeşin Ebû Leheb’in iki oğlu Utbe ve Muattib nerede kaldılar, onları göremedim?” buyurdu. Abbâs (r.a):

“–Herhalde bazı Kureyş müşrikleri gibi onlar da kaçmışlar” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

“–Onları bulup bana getir” buyurdu.

Rasûlullah (s.a.v) sadece kendisine gelenleri affetmekle kalmıyor, gelmeyenlerin de peşine düşüyor, onları da huzûra kavuşturmak istiyordu.

Abbâs (r.a) Ebû Leheb’in oğullarını arayıp buldu. Onlara:

“–Rasûlullah (s.a.v) sizi çağırıyor” dedi. Onlar da derhâl Hz. Abbâs’la birlikte Allah Rasûlü’nün huzûruna geldiler. Rasûlullah (s.a.v) onları İslâm’a dâvet edince, hemen müslüman oldular. Efendimiz (s.a.v) onların İslâm’a girmesine çok sevindi. Ellerinden tutup Mültezem’e[30] götürdü ve onlar için bir müddet Allah’a dua etti. Sonra döndü. Mübârek yüzünde büyük bir sürur müşâhede ediliyordu. Abbâs (r.a):

“–Yâ Rasûlallah Allah seni dâima mesrur eylesin, mübârek yüzünde büyük bir sevinç görüyorum” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

“–Evet, Rabbimden amcamın oğullarını benim için bağışlamasını niyâz ettim, O da mağfiret eyledi” buyur­du.

Utbe ile Muattib (r.a) artık Allah Rasûlü’nden hiç ayrılmıyorlardı. Onunla birlikte Huneyn Gazvesi’ne katıldılar. Savaşın başında bir an bozgun yaşandığında dahî onlar Allah Rasûlü’nün yanından hiç ayrılmadılar. Hatta Muattib o gün Peygamber Efendimiz’i müdâfaa ederken gözünden isâbet aldı.[31]

֎

Abbâs (r.a) der ki:

“Rasûlullah (s.a.v) ile Huneyn harbinde bulundum. Ebû Süfyan b. Hâris ile ben Peygamber Efendimiz’den hiç ayrılmadık. Rasûlullah (s.a.v) beyaz katırının üzerinde idi. Düşmanla karşılaşınca müslümanlar dönüp gerilediler. Rasûlullah (s.a.v) ise katırını kâfirlere doğru mahmuzlamaya başladı. Ben katırının geminden tutuyor, koşmasına mânî oluyordum. Rasûlullah (s.a.v) bana:

«–Ey Abbâs! Ashâb-ı Semüre’ye seslen» buyurdu. Ben bütün gücümle:

«–Ey Ashâb-ı Semüre, ey Hudeybiye’de semüre ağacının altında Peygamber Efendimiz’e beyʻat etmiş olan sahabiler, neredesiniz?’ diye haykırdım. Vallahi sesimi işittikleri zaman ineğin yavrusuna dönüp geldiği gibi koşarak yanımıza geldiler. Sonra:

«–Ey Ensâr cemaati! Ey Ensâr cemaati!» dedim. Daha sonra da husûsî olarak:

«–Ey Benî Hâris cemaati! Ey Benî Hâris cemaati!» diye seslendim. Onlar hemen:

«–Buyur, buyur, buyur!» diye bindikleri develeri geri çevirmek istediler fakat durduramadılar. Hemen sırtlarındaki zırhları çıkarıp develerin başına attılar ancak develer yine durmadı, onlar da kılıç ve kalkanlarını alıp kendilerini develerden aşağı atarak Peygamber Efendimiz’in yanına koştular.[32]

Sa’d b. Ubâde (r.a):

«–Yetişin ey Hazreçliler! Yetişin ey Hazreçliler!»

Üseyd b. Hudayr da:

«–Yetişin ey Evsliler! Yetişin ey Evsliler!» diyerek seslendiğinde, arıların beylerinin başına toplandığı gibi her taraftan gelen müslümanlar Havâzinlerin üzerine öfkeyle atılmaya başladılar. Peygamber Efendimiz’in etrâfı müslümanlarla çarpışan Havâzin müşrikleri tarafından sarılmıştı. Hz. Osman, Hz. Ali, Ebû Dücâne ve Eymen b. Ubeyd, Allah Rasûlü’nün önünde çarpışıyorlardı. O gün Hz. Ali (r.a) Peygamber Efendimiz’in önünde çarpışanların en hızlısı, en hiddetli ve şiddetlisiydi.”

Ebû Süfyan b. Hâris (r.a) der ki:

“–Allah biliyor ya ben Peygamber Efendimiz’in önünde ölmek istiyordum. O esnâda Abbâs, Efendimiz’in katırının gemini tutuyordu. Ben de öbür yanına geçip katırının geminden tutunca Rasûlullah (s.a.v):

«–Kim bu?» diye sordu. Yüzümden miğferi kaldırdım. Abbâs (r.a):

«–Yâ Rasûlallah, sütkardeşin ve amcanın oğlu Ebû Süfyan, ondan râzı ol!» dedi. Rasûlullah (s.a.v):

«–Öyle yaptım, Allah onun bütün düşmanlıklarını bağışlasın» buyurdu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz’in üzengideki ayağını öptüm. Sonra bana dönüp:

«–Evet, sütkardeşimdir» buyurdu.”[33]

Allah Rasûlü’nün amcasının oğlu olan Ebû Süfyân b. Hâris yakın zamana kadar şiddetli bir düşmanlık sergilemiş, Rasûlullah (s.a.v) Mekke fethine gelirken müslüman olmuştu. Efendimiz’in gönlünü çok kırdığı için de affedilmesi biraz zaman almıştı.

Rasûlullah (s.a.v) boz katırının üzerinde üzengilere basarak dikilip müslümanların Havâzinlilere kılıçla giriştiklerini görünce:

“–İşte bu tandırın tutuştuğu (savaşın kızıştığı) vakittir” buyurdu. Sonra yerden bir avuç kum alıp düşmanların yüzlerine atarak:

“–Muhammed’in Rabbi’ne yemin olsun ki hezimete uğradılar” buyurdu.

Hz. Abbâs (r.a) şöyle anlatır:

“–Gidip baktığımda savaş gördüğüm gibi aynı şiddette devam ediyordu. Vallahi Peygamber Efendimiz’in yüzlerine kum atmasından sonra derhal düşmanların kuvvetinin azaldığını ve işlerinin tersine döndüğünü gördüm. Nihayet Allah onları hezimete uğrattı. Efendimiz’in katırını tepip onları takip ettiğini hâlâ gözlerimle görür gibiyim!”[34]

֎

Rasûlullah (s.a.v) vedâ hutbesinde “Cahiliyetten kalma ribâ (faiz) da kaldırılmıştır. İlk kaldırdığım ribâ Abbâs b. Abdülmuttalib’in ribâsıdır, onun hepsi kaldırılmıştır” buyurdu.[35]

֎

Abbâs (r.a) hacılara su ve şerbet ikrâm etmek (sikâye) için Minâ gecelerinde Mekke’de ikâmet etmek üzere Allah Rasûlü’nden izin istedi. Rasûlullah (s.a.v) de müsâade buyurdu.[36]

Hz. Abbâs’ın Tâif’te üzüm bağı vardı. İslâm’dan önce de sonra da oradan kuru üzüm getirir Zemzem’in içine katarak hacılara ikrâm ederdi. Kendisinden sonra oğulları ve torunları da hep böyle yaptılar.[37]

Hac esnâsında Rasûlullah (s.a.v) Harem-i Şerif’teki su ve şerbet ikrâm edilen sebîl mahalline gelmiş ve içecek istemişti. Abbâs (r.a) oğluna:

“–Fadl! Annene git ve yanındaki husûsî içecekten Peygamber Efendimiz’e getir” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

“–Hayır, bana herkesin içtiği bu içecekten ver” buyurdu. Hz. Abbâs:

“–Yâ Rasûlallah, buraya bazen insanların eli dokunuyor” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

“–Olsun, sen insanların içtiği yerden ver” buyurdu ve Hz. Abbâs’ın ikram ettiği meşrubatı içti. Sonra Rasûlullah (s.a.v) Zemzem kuyusuna geldi. Hz. Abbâs’ın âilesi burada kuyudan su çekiyor ve hacılara ikram ediyorlardı. Rasûlullah (s.a.v):

“–Ey Abdülmuttalib oğulları, çekin, siz sâlih bir amel üzeresiniz” diye taltîf buyurdu. Sonra da:

“–İnsanlar (ben yaptım diye) hücûm edip başınızda kalabalık etmeyecek olsalardı ben de devemden iner, kuyunun ipini (eliyle mübârek omzuna işâret ederek) şuraya koyar, sizin gibi su çekerdim” buyurdu.[38]

֎

Bekir b. Abdullah el-Müzenî şöyle anlatır:

İbn Abbâs (r.a) ile birlikte Kâʻbe’nin yanında oturuyordum. Bir bedevî gelerek ona:

“‒Bana ne oluyor ki amcanızın oğullarını hacılara bal ve süt ikrâm ederken, sizi ise nebîz (üzüm şerbeti) ikrâm ederken görüyorum? İmkânsızlığınız sebebiyle mi böyle yapıyorsunuz yoksa cimriliğinizden mi?” dedi.

İbn Abbâs şöyle cevap verdi:

“‒Elhamdülillah, ne imkânsızlığımız var ne de cimrilik yapıyoruz. Nebî (s.a.v) bineğinin üzerinde yanımıza gelmişti. Terikisinde de Üsâme vardı. Bizden içecek istedi, biz de kendisine bir kap nebîz ikrâm ettik. Efendimiz (s.a.v) onu içti ve artanını Üsâme’ye verdi. Sonra da:

«‒Çok iyi ve güzel yapmışsınız, böyle yapmaya devam edin» buyurdu.

Bu sebeple biz Peygamber Efendimiz’in emrettiği şeyi değiştirmek istemiyoruz.”[39]

֎

Hz. Ali’nin bildirdiğine göre Rasûlullah Efendimiz’in amcası Abbâs (r.a), hayırda acele etmek maksadıyla senesi dolmadan zekât verip veremeyeceği hususunu sormuştu. Rasûlullah (s.a.v) de ona bu hususta izin verdi.[40]

֎

Ebü’l-Fadl Abbâs b. Abdülmuttalib (r.a)şöyle dedi:

“–Yâ Rasûlallah, bana Allah teâlâ’dan isteyeceğim bir şey öğret” dedim.

“–Allah’dan âfiyet dileyin!” buyurdu.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra tekrar yanına geldim ve:

“–Yâ Rasûlallah! Bana Allah teâlâ’dan isteyeceğim bir şey öğret” dedim:

“–Ey Abbâs! Ey Rasûlullah’ın amcası! Allah’tan dünya ve âhirette âfiyet dileyin” buyurdu.[41]

 ֎

(Peygamber Efendimiz’in vefat ettiği hastalığında) Hz. Ebû Bekir ile Abbâs (r.a) Ensâr toplantılarından birine uğramışlardı, Ensâr orada ağlıyorlardı. Ebû Bekir veya Abbâs (r.a):

“−Niçin ağlıyorsunuz?” diye sordu. Ensâr:

“−Peygamber Efendimiz’in bizimle beraber oturduğu zamanları hatırladık, (onu kaybetme korkusuyla ağlıyoruz)” dediler.

Hz. Ebû Bekir yahut Abbâs (r.a), Peygamber Efendimiz’in yanına girip Ensâr’ın teessürünü arzetti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) mübarek başını (siyah) bir kumaş kenarıyla sarıp Mescid’e geldi, minbere çıktı. Bu günden sonra Rasûlullah (s.a.v) bir daha minbere çıkmadı. Allah’a hamd ve senâ ettikten sonra şöyle buyurdu:

“−Ashâbım, size Ensâr’ı vasiyet ederim. Çünkü onlar benim cemâatim, sırdaşlarım ve emînlerimdir. Onlar üzerlerine düşen yardım vazîfesini (Akabe gecesi söz verdikleri gibi) yerine getirdiler. Şimdi (bu vazîfe mukabilindeki) hakları kalmıştır (ki o da Cennet’tir.) Şu hâlde siz Ensâr’ın iyilik edenlerine teveccüh ve ikrâm ediniz! (Hadler hâricindeki) kusurlarından da vazgeçiniz ve affediniz!”[42]

19.2. Ümmü’l-Fadl (r.a)

Ümmü’l-Fadl Lübâbe binti Hâris b. Hazn el-Hilâliyye. Annesi Hind binti Avf’tır. Hz. Abbâs’ın hanımı olan Ümmü’l-Fadl, Meymûne vâlidemizin kız kardeşidir. Diğer kız kardeşi Lübâbe (r.a) Hâlid b. Velîd’in annesidir. İkisi aynı isimde olduklarından Ümmü’l-Fadl’a Lübâbe el-Kübrâ denilir. Ana bir kardeşleri de Peygamber Efendimiz’in hanımı Zeyneb binti Huzeyme, Hz. Hamza’nın hanımı Selmâ binti Umeys ve Caʻfer b. Ebû Tâlib’in hanımı Esmâ binti Umeys’tir.

Ümmü’l-Fadl (r.a) Hz. Hatice vâlidemizin hemen peşinden müslüman olmuştur ve İslâm’a giren ikinci kadındır. Ancak müslümanlarla birlikte hicret edememişlerdir. Abdullah b. Abbâs (r.a) annesiyle kendisinin Kur’ân’da “kadınlardan ve çocuklardan müstazʻaf olanlar”[43] diye bahsedilen ve hicretten muaf tutulan kimselerden olduklarını söylemiştir.[44]

Abbâs’la evliliğinden Fadl, Abdullah, Ubeydullah, Maʻbed, Kusem, Abdurrahman ve Ümmü Habîb doğmuştur. Evlatlarının her biri İslâm tarihinde mühim bir yere sahip olmuştur. Şâir Abdullah b. Yezîd el-Hilâlî onlar için şu şiiri söylemiştir:

Hiçbir asil kadın Ümmü’l-Fadl’ın altı oğlu gibi çocuk dünyaya getirmedi,

Kocası da peygamberlerin sonuncusu ve en hayırlısının amcasıdır.[45]

Ümmü’l-Fadl (r.a) Hz. Osman’ın hilâfeti devrinde kocası Abbâs’tan önce vefat etti.

Peygamber Efendimiz’in âzatlısı Ebû Râfiʻ henüz Hz. Abbâs’ın kölesi iken yaşadığı şu hâtırayı nakleder:

“Ben Abbas b. Abdulmuttalib’in kölesi idim. Bütün ev halkı Müslüman olduk, Abbas müslüman oldu, Ümmü’l-Fadl da müslüman oldu, ben de müslüman oldum. Abbas Kureyş kavminden korkar ve onlara aykırı davranır görünmek istemez, müslüman olduğunu gizlerdi. Kendisi çok mal sahibi idi, malları da kavmine veresiye dağılmış durumdaydı. Ebû Leheb Bedir’den geri kalmış ve yerine Âs b. Hişam b. Mugîre’yi vekil göndermişti. Çünkü Kureyşliler savaştan geri kalınca yerlerine adam tutarlardı. Kureyşlilerden Bedir seferine katılanların uğradıkları musibetin haberi Ebû Leheb’e gelince Allah onu zelil ve hakir kıldı. Biz de kendimizde kuvvet ve izzet bulduk. Ben zayıf, cılız bir kimse idim. Ok yapar, onları Zemzem’in yanındaki çadırımda yontardım. Yine bir gün orada oturup oklarımı yontuyordum, yanımda da Ümmü’l-Fadl oturuyordu. Gelen haberin bizi sevindirdiği bir sırada Ebu Leheb iki ayağını şerle sürüyerek geldi ve çadırın bir tarafına oturdu. Kendisinin sırtı benim sırtıma karşı idi. O sırada halk: ‘İşte Ebû Süfyan b. Hâris b. Abdulmuttalib geldi!’ dediler. Ebû Leheb ona: ‘Yanıma gel! Hayatıma andolsun ki haber muhakkak sendedir!’ dedi.

Ebu Süfyan gelip onun yanına oturdu. Halk da ayakta dikildiler. Ebû Leheb:

‘–Ey kardeşimin oğlu! Bana haber ver Kureyş halkının işi nasıl oldu?’ diye sordu. Ebû Süfyan:

‘–Vallahi biz karşılaştığımız kavme omuzlarımızı, arkalarımızı teslim ettik onlar bizi nasıl istedilerse öyle öldürdüler, nasıl istedilerse öyle esir ettiler. Vallahi bununla birlikte Kureyş kavmini kınamadım, gökle yer arasında alaca (kır) atlar üzerinde ak benizli adamlarla karşılaştık ki vallahi onlar hiçbir şeyi bırakmaz, onlara hiçbir şey de karşı koyamaz!’ deyince çadırımın kenarını elimle kaldırıp:

‘–İşte vallahi onlar meleklerdir!’ dedim. Ebû Leheb elini kaldırdı ve yüzüme sert bir şamar indirdi. Ben de ona doğru sıçradım. Zayıf bir adam olduğum için beni tutup yere yıktı ve dövmek için üzerime çöktü. Ümmü’l-Fadl hemen çadırın direklerinden birini alıp ona bir darbe indirdi, başını fena hâlde yardı ve:

‘–Efendisi burada olmayan bir köleyi zayıf mı buldun?!’ diye ona çıkıştı. Ebû Leheb kalkıp zelil bir hâlde gerisin geri gitti. Vallahi o ancak yedi gece yaşadı. Allah onu ‘adese’ denilen tâun gibi öldürücü bir yara ile vurdu ve onunla öldürdü.[46]

Rasûlullah (s.a.v) zaman zaman baldızı Ümmü’l-Fadl’ı ziyaret ederdi.

Ashâb-ı kirâm Arafat’ta iken Rasûlullah’ın oruç tutup tutmadığını öğrenmek istemiş, kendisine sormaktan da çekinmişlerdi. Bunun üzerine Ümmü’l-Fadl (r.a) devesinin üzerinde vakfeye duran Allah Rasûlü’ne bir bardak süt gönderdi. Rasûlullah (s.a.v) onu içince mesele kendiliğinden halledilmiş oldu.[47]

Ashâb-ı kirâmdan ve tâbiînden pek çok kişi, bilhassa da oğlu Abdullah b. Abbâs, Ümmü’l-Fadl’dan hadîs rivâyet etmişlerdir.[48]

֎

Ümmü’l-Fadl (r.a) şöyle anlatır:

“Bir gün Peygamber Efendimiz’in yanına gelip:

«−Rüyamda sizin uzuvlarınızdan birinin benim evimde olduğunu gördüm» dedi. Rasûlullah (s.a.v):

«−İnşaallah Fâtıma bir oğlan dünyaya getirecek ve sen de ona bakacaksın» buyurdu.”

Fâtıma (r.a) Hasan’ı dünyaya getirdi, onu Ümmü’l-Fadl’a verdi, o da Hz. Hasan’ı, oğlu Kusem’in sütü ile emzirdi.

Ümmü’l-Fadl (r.a) şöyle devam eder:

“Bir gün Peygamber Efendimiz’i ziyâret ederek Hz. Hasan’ı kendisine getirdim. Nebî (s.a.v) onu alıp mübârek sadırının üzerine koydu. Küçük yavrucak da Efendimiz’in sadrına bevletti. İdrar Efendimiz’in izârını ıslattı. Ben de hemen elimle çocuğun omuzlarından ittirdim.

Allah Rasûlü (s.a.v):

«‒Oğlumun canını yaktın Allah seni ıslâh etsin, sana rahmet eylesin» buyurdu. Ben:

«‒İzârınızı verin de yıkayıvereyim» dedim. Efendimiz (s.a.v):

«‒Kız çocuğunun bevli yıkanır, oğlan çocuğunun bevlinin üzerine de su dökülür» buyurdu.[49]

֎

Abdullah b. Abbâs bir gün akşam namazında Mürselât sûresini okuyunca annesi Ümmü’l-Fadl:

“‒Yavrucuğum, sen bu sûreyi okumakla vallahi benim derdimi depreştirdin. Bu sûre akşam namazında Rasûlullah’tan en son işittiğim sûredir” dedi.[50]

19.3. Fadl b. Abbâs (r.a)

Fadl Peygamber Efendimiz’le birlikte Mekke’nin fethinde ve Huneyn Gazvesi’nde bulundu. Huneyn günü müslümanlar savaşın başlarında bozulup dağıldığında Fadl (r.a) Rasûl-i Ekrem’in yanından ayrılmayıp onu koruyanlar arasında yer aldı. Vedâ haccı esnâsında Rasûlullah (s.a.v) onu devesinin terkisine bindirdi. Müzdelife’den Mina’ya kadar bu şekilde gitti. Bu sebeple ona Ridfü Rasûlillah denildi ve o günden îtibâren bu lâkapla tanındı. O sıralarda bekâr ve yakışıklı bir delikanlı olan Fadl’ın gözü Vedâ haccına katılanlar arasındaki bir kıza takıldı. Rasûlullah (s.a.v) birkaç defa eliyle onun yüzünü başka tarafa çevirerek, “Yeğenim, bu öyle bir gündür ki bu günde gözüne, kulağına ve diline hâkim olanın günahlarını Allah bağışlar” buyurdu. Fadl, babasının tavsiyesi üzerine Rasûl-i Ekrem’den zekât memurluğu istedi. Rasûlullah (s.a.v) zekâtın malın kiri olduğunu bu sebeple zekât memurluğunu Muhammed âilesine uygun görmediğini söyledi.

Rasûlullah (s.a.v) onu Mahmiye b. Cezʻin kızı Safiyye ile evlendirdi ve kızın mehrini de kendisi verdi. Fadl’ın bu evlilikten yalnız Ümmü Külsûm adında bir kızı oldu. Ümmü Külsûm önce Hz. Hasan’la evlenmiş, daha sonra ondan ayrılarak Ebû Mûsâ el-Eş’arî ile nikâhlanmıştır.

Son hastalığında Hz. Ali ile birlikte koluna girerek Rasûl-i Ekrem’i mescide çıkaran Fadl’ın vefatı sırasında onun yanında bulunduğu ve cenazesi yıkanırken suyunu döktüğü bilinmektedir. Peygamber Efendimiz’in vefatından sonra İslâm ordusuyla birlikte Suriye seferine katılmıştır.

Fadl b. Abbâs Peygamber Efendimiz’den yirmi dört hadis rivayet etmiş, kendisinden de kardeşleri Abdullah ile Kusem, kardeşinin oğlu Abbâs b. Ubeydullah, Ebû Hüreyre ve başkaları rivayette bulunmuşlardır.[51]

֎

Sehl b. Saʻd (r.a) şöyle anlattı:

Rasûlullah (s.a.v)’e içecek bir şey getirdiler. O da içti. Bu sırada sağ tarafında bir çocuk (İbn Abbâs), sol tarafında yaşlılar oturuyordu. Rasûl-i Ekrem (s.a.v) çocuğa dönerek:

“–Bunu yaşlılara verebilir miyim?” diye sordu. Çocuk:

“–Hayır, vallahi olmaz yâ Rasûlallah! Senden kazanacağım hayrı kimseye bağışlayamam” dedi.

Rasûlullah (s.a.v)de kabı çocuğun eline verdi.[52]

Bu hâdisenin birkaç defa meydana geldiği, sözü edilen çocuğun bir defasında Fadl b. Abbâs, diğerinde kardeşi Abdullah olduğu anlaşılmaktadır.

֎

Fadl b. Abbâs güzel saçlı, ak benizli ve yakışıklı bir gençti. Hac esnasında Peygamber Efendimiz’in terkisindeydi. O esnada Hasʻam kabilesinden bir kadın Peygamber Efendimiz’e fetva sormaya geldi. Fadl kadına, kadın da ona bakmaya başladı. Allah Rasûlü (s.a.v) Fadl’ın yüzünü öbür tarafa çevirdi. Fadl tekrar bakınca Efendimiz onun yüzünü tekrar çevirdi ve:

“–Kardeşimin oğlu! Bu öyle bir gündür ki kim bugünde kulağına, gözüne ve diline sahip olursa mutlaka bağışlanır” buyurdu.

Abbâs (r.a):

“–Yâ Rasûlallah, amcanın oğlunun yüzünü niçin çevirdin?” diye sorunca da:

“–Bir delikanlı ve bir genç kız gördüm de şeytanın onları (fitneye düşürmesinden) emin olamadım” buyurdu.[53]

֎

Rasûlullah (s.a.v) vefatından önceki son hitâbesinde şöyle buyurdu:

“Nihâyet ben de bir insanım, aranızdan bâzı kimselerin hakları bana geçmiş olabilir. Kimin malından sehven (bilmeyerek) bir şey almışsam işte malım gelsin alsın! İyi biliniz ki benim katımda en sevimli olanınız varsa hakkını benden alan veya hakkını bana helâl eden kişidir. Zîrâ Rabbime ancak bu sâyede helâlleşmiş olarak ve gönül rahatlığı ile kavuşmam mümkün olacaktır. Hiç kimse «Rasûlullah’ın kin ve düşmanlık beslemesinden korkarım» diyemez. İyi biliniz ki kin ve düşmanlık beslemek asla benim huyum değildir. Ben aranızda durup bu sözümü tekrarlamaktan kendimi müstağni görmüyorum” buyurdu. Bunun üzerine bir adam ayağa kalkıp:

“–Bir kişi sizden istekte bulununca ona üç dirhem vermemi emretmiştiniz, ben de vermiştim” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

Doğru söylüyorsundur. Ey Fadl bin Abbâs, buna üç dirhem ver” buyurdu.[54]

19.4. Kusem b. Abbâs (r.a)

Kusem ashâb-ı kirâm tarafından Allah Rasûlü’ne çok benzetilirdi. Bir gün Rasûlullah (s.a.v) onu arkadaşlarıyla oynarken görmüştü. “Şunu bana kaldırın” buyurarak bineğinin terkisine bindirdi.

Kusem, Peygamber Efendimiz’in cenazesini yıkayanlar arasında bulundu, Efendimiz’i sağa sola çevirme vazîfesini îfâ etti. Rasûlullah’ı kabrine yerleştirenlerden biriydi. Kabirden en son o çıktığından Peygamber Efendimiz’e en son dokunan kişi olarak bilinir.

Kuşem (r.a) Hz. Hüseyin’in sütkardeşi idi. Peygamber Efendimiz’den, babasından, kardeşi Fadl’dan ve Talha b. Ubeydullah’tan hadîsler rivayet etti. Ondan da Hânî b. Hânî, Abdülmelik b. Muhammed b. Amr ve Ebû İshak es-Sebîî rivayette bulunmuşlardır.

Hz. Ali (r.a) halîfe iken Kusem’i Mekke vâliliğine tâyin etti. Onun vefâtına kadar bu vazîfeye devam etti. Bunun yanı sıra hac emîrliği de yaptı (38/658). Fıkhî konularda fetvalar verirdi. Muâviye devrinde Horasan vâlisi Saîd b. Osman b. Affân’ın komutasında o civardaki fetihlere katıldı. Savaşta gösterdiği kahramanlık karşılığında ganimetten bin hisse ayrılması teklif edildiyse de ganimetlerin beşe taksim edilip diğer kişilerin hakları verildikten sonra kendisine pay ayrılması gerektiğini söyledi. Fazilet ve takvâ sahibi olan Kusem (r.a) bu seferler esnâsında Semerkant’ta şehîd düştü (56/675). Kabri o bölgenin en mühim ziyâretgâhı hâline geldi, etrafına cami ve medrese yapıldı. Kabri Semerkantlılar arasında “Şâh-ı Zinde” (yaşayan sultan) diye anılır. Bâbürlüler devrinde türbesine Mezarşah denilmiştir.[55]

֎

Abdullah bin Caʻfer (r.a) şöyle anlatır:

“İyi hatırlıyorum ben ve Hz. Abbâs’ın iki oğlu Kusem ile Ubeydullah çocukken bir gün sokakta oynuyorduk. Allah Rasûlü (s.a.v) bir binekle yanımıza çıkageldi. Beni göstererek:

‘−Şunu bana kaldırın’ dedi ve beni ön tarafına oturttu. Kusem’i de göstererek:

‘−Şunu da kaldırın’ dedi, onu da terikisine aldı.

Abbâs (r.a) Kusem’den çok Ubeydullah’ı severdi, buna rağmen Rasûlullah (s.a.v) amcasından çekinmedi ve terikisine Kusem’i bindirdi…”

Hadisin râvilerinden biri şöyle diyor: Abdullah bin Caʻfer’e:

“−Kusem daha sonra ne oldu?” diye sordum, o da:

“−Şehid oldu” dedi. Ben:

“−Allah ve Rasûlu daha hayırlı olanı en iyi bilendir” dedim.

“−Evet” dedi.[56]

19.5. Abdullah b. Abbâs (r.a)

İbn Abbâs diye de meşhur olan Abdullah, hicretten üç yıl kadar önce müslümanlar Kureyş’in ablukası altında iken Mekke-i Mükerreme’de dünyaya geldi. Annesi Ümmü’l-Fadl Lübâbe’dir. Doğduğu zaman babası tarafından Peygamber Efendimiz’e götürüldü ve duasına mazhar oldu. Annesiyle birlikte bir müddet hicret edemeyip Mekke’de kaldılar. Daha sonra Medine’ye hicret ettiler. Babası Hz. Abbâs ile birlikte fetih senesi (630) hicret ettiği de söylenmiştir. Peygamber Efendimiz’in sünnetini ve amellerini öğrenmek maksadıyla onun yanında kalmaya çalışırdı. Hatta bir gece teyzesi Meymûne vâlidemizin nöbetinde onlara misâfir olmuş ve Allah Rasûlü’nün gece ibadetini gözlemlemişti. Peygamber Efendimiz’e karşı olan muhabbeti, bağlılığı ve samimi hizmetleriyle onun takdîr ve taltîfine nâil olmuş ve duasını almıştır. Kendisi bunu şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) beni kucak­ladı ve:

اَللّهُمَّ عَلِّمْهُ الْكِتَابَ

«Allah’ım! Ona Kitâb’ı öğret!» diye dua etti.”[57]

İbn Abbâs (r.a) bir başka hâtırasını şöyle nakleder: “Rasûlullah (s.a.v) he­lâya girmişti. Ben de hemen onun için temizlik ve abdestte kullanacağı suyu koydum. Çıkınca:

«‒Bunu kim koydu?» diye sordu. Kendisine benim koyduğum haber verildi. Bunun üzerine:

اَللّهُمَّ فَقِّهْهُ فِي الدِّينِ

«Al­lah’ım! Onu dînde fakih kıl, ince anlayış sahibi kıl!» diye dua etti.[58]

İbn Abbâs (r.a) çok gayretli ve zekî bir çocuktu. Nitekim kendisi bir gün:

“‒Rasûlullah (s.a.v) vefat etiğinde 10 yaşında idim ve «Muhkemler»i ezberlemiştim” demişti.

“‒Muhkemler hangileridir?” diye sorulunca da:

“‒Mufassal sûrelerdir” dedi.[59]

Mufassal sûreler, Hucurât’tan Kur’ân-ı Kerim’in sonuna kadar olan sûrelerdir.

Halife Osman devrinden itibaren çeşitli vesilelerle Arap Yarımadası’nın dışına çıktı. Bu esnada Kuzey Afrika, Cürcân, Taberistan ve İstanbul gibi mühim merkezlere gitti. 656 senesinde Hz. Osman’ın hac emîri olarak vazîfe yaptı. Cemel ve Sıffîn savaşlarınd Hz. Ali’nin saflarında yer aldı. Daha sonra Basra vâliliğine tâyin edildi (39/659).

Allah Rasûlü’nün duasını aldıktan başka Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali gibi büyük sahâbîlerin dua, medih, güven ve iltifatlarını kazandı. İslâmî ilimlerde otorite olarak tam bir itimatla herkes kendisinden istifade etti.

Abdullah b. Zübeyr hilâfet ilân ederek Harem-i şerif’i karargâh edinince ona beyʻat etmeyerek Tâif’e çekildi. Herşeyden evvel müslümanların birlik ve beraberlik içinde olmasını istedi, bunun için yetkilileri îkâz etti, îcâbında da tenkîd etti. Kendisine yapılan halîfelik teklîflerine ise hiç iltifât etmedi. 70 yaşlarındayken Tâif’te vefât etti. Cenâze namazını Hz. Ali’nin oğlu Muhammed b. Hanefiyye (r.a) kıldırdı.

İbn Abbâs (r.a) Müksirûn’dandır yani çok hadîs rivâyet eden sahâbîlerdendir, 1660 hadîs nakletmiştir.[60] Bunların birazını doğrudan Peygamber Efendimiz’den, çoğunluğunu ise babası Abbâs, Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdurrahman b. Avf, Muâz, Ebû Zer, Übey b. Kâʻb, Ebû Süfyân, Zeyd b. Sâbit gibi sahâbîlerden almıştır. Ondan da 197 kişi hadîs rivâyet etmiştir. Hadîs öğretimine ehemmiyet vermiş, “Din ilmini ancak şâhitliğini kabul ettiğiniz kişilerden öğreniniz” demiştir.

Peygamber Efendimiz’in duasına mazhar olan Abdullah b. Abbâs’ın tefsîr ilmindeki otoritesi baştan beri herkes tarafından kabul edilmiş, âyetlerin sebeb-i nüzûllerini, nâsih ve mensûhlarını çok iyi bilirdi. Arap edebiyatına olan vukūfiyeti de mükemmeldi. Hâricîlerin reislerinden Nâfiʻ b. Ezrak’ın sorularına verdiği ilmî ve edebî cevaplar onun bu alandaki üstün mevkiine delâlet etmektedir. Bu sebeple ona ashâb-ı kirâm devrinden beri Hibru’l-Ümme (ümmetin âlimi) ve Tercümânü’l-Kur’ân (Kur’ân’ı tefsir edip açıklayan) unvanları verilmiştir. Hz. Ömer (r.a) Bedir ashâbının katıldığı ilim ve istişâre meclislerine, yaşının küçüklüğüne rağmen onu da çağırır ve fikirlerine değer verirdi.

Abdullah b. Abbâs (r.a) fıkıh ilminde de mühim bir mevkie sâhiptir. Abâdile denilen ve o devirde Mekke’de fıkıh otoritesi olup çokça fetva veren 4 Abdullah’tan biridir. Birçok büyük fakih yetiştirmiştir. Saîd b. Cübeyr, İkrime, Mücâhid, Saîd b. Müseyyeb, Atâ ve Tâvûs bunların bir kısmıdır. Mekke muhîtindeki fakihlerden ders alan İmam Şâfiî’yi de dolaylı olarak yetiştirmiş sayılır.

İbn Abbâs (r.a) Arap edebiyatı ve bu gün geneloji denilen ensâb ilminde de derin bilgiye sâhipti. Kudretli bir hatipti, namazlardan sonra pek tesîrli konuşmalar yapar, dinleyiciler arasında Arapça bilmeyen varsa tercüman kullanırdı.[61]

֎

Abdullah b. Abbâs (r.a) şöyle anlatır: Bir gün Allah Rasûlü’nün terkisinde bulunuyordum. Bana:

“Yavrucuğum, sana bâzı kâideler öğreteyim” dedi ve şöyle buyurdu: “Allah’ın buyruklarını gözet ki Allah da seni gözetip korusun. Allah’ın (rızâsını) her işte önde tut, Allah’ı önünde bulursun. Bir şey isteyeceksen Allah’tan iste. Yardım dileyeceksen Allah’tan dile. Ve bil ki bütün bir ümmet toplanıp sana fayda temin etmeye çalışsalar ancak Allah’ın senin için takdir ettiği faydayı temin edebilirler. Yine eğer bütün ümmet sana zarar vermeye kalksalar ancak Allah’ın senin hakkında takdir ettiği zararı verebilirler. Çünkü artık kaderi yazan kalem yazmaz olmuş, yazıları değişmeyecek şekilde kesinleşmiştir. (Bundan sonra takdirde herhangi bir değişiklik söz konusu değildir.)”[62]

Diğer bir rivâyette de şöyle buyrulmaktadır:

“Allah’ın emir ve yasaklarını gözet, O’nu önünde bulursun. Bolluk içindeyken (emirlerine bağlı kalmakla) sen Allah’ı tanı ki O da darlığa düşünce (kurtarmak suretiyle) seni tanısın. Bil ki senin hakkında yazılmamış olan şey başına gelmez. Sana takdir edilen de seni atlayıp (başkalarına) gitmez. Bil ki zafer sabırla, sevinç üzüntüyle, kolaylık da zorlukla birliktedir.”[63]

֎

Bir gün Peygamber Efendimiz’in amcası Hz. Abbâs, oğlu Abdullah ile Rasûl-i Ekrem’i ziyârete gitmişti. Yeğeninden her zaman gördüğü iltifatı göremeyince ziyâreti kısa kesip dışarı çıktı ve Abdullah’a:

“‒Amcazadenin bana nasıl davrandığını gördün mü? Sanki beni görmekten memnun olmamış gibiydi” diye dert yandı. O da:

“‒İyi ama babacığım Peygamber Efendimiz’in yanında bir adam vardı, hafif sesle onunla konuşuyordu” dedi.

Abbâs (r.a) oğluna inanmak istemedi, çünkü o içeride kimseyi görmemişti. Tekrar Peygamber Efendimiz’in yanına geldi ve:

“‒Yâ Rasûlallah! Abdullah biraz önce senin yanında fısıldaşarak konuştuğun birinden bahsetti, yanında gerçekten biri var mıydı?” diye sordu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) amcazâdesine dönerek:

“–Abdullah, sen onu gördün mü?” diye sordu. Abdullah: “Evet gördüm.” deyince Rasûlullah (s.a.v):

“–Amca o Cebrâil’di. Kendisiyle meşgul olduğum için seninle konuşamadım” buyurdu.

İbn Abbâs’ın Cebrail (a.s)’ı iki defa gördüğü, bu münasebetle Allah Rasûlü’nün amcazadesine iki defa dua ettiği rivayet edilir.[64]

֎

İbn Abbâs (r.a) anlatıyor:

Allah Rasûlü’nün geceleyin namazdan sonra şu duâyı okuduğunu işittim:

“Yâ Rabbi! Senden, katından vereceğin öyle bir rahmet istiyorum ki onunla kalbime hidâyet, işlerime nizam, dağınıklığıma düzen, içime kâmil îman, dışıma amel-i sâlih, amellerime temizlik ve ihlâs ver, rızâna uygun istikâmeti ilhâm et, ülfet edeceğim dost lutfet ve beni her türlü kötülüklerden koru.

Yâ Rabbi, bana öyle bir îman, öyle bir yakîn ver ki artık bir daha küfür (ihtimâli) kalmasın. Öyle bir rahmet ver ki onunla dünyâ ve âhirette senin nazarında kıymetli olan bir mertebeye ulaşayım.

Yâ Rabbi! Hakkımızda vereceğin hükümde lutfunla kurtuluş istiyorum, (yakınlığına mazhar olan) şühedâya has makamları niyâz ediyorum, bahtiyar kullarının yaşayışını diliyorum, düşmanlara karşı yardım talep ediyorum.

Yâ Rabbi! Anlayışım eksik, amelim az da olsa (dünyevî ve uhrevî) ihtiyaçlarımı senin kapına getiriyor (karşılanmasını senden talep ediyorum). Rahmetine muhtâcım, hâlimi arz ediyorum.

Ey işlere hükmedip yerine getiren, kalblerin ihtiyâcını görüp şifâyâb kılan Rabbim! Denizlerin aralarını ayırdığın gibi benimle cehennem azâbının arasını da ayırmanı, helâke dâvetten, kabir azâbından korumanı diliyorum.

Yâ Rabbi! Kullarından herhangi birine verdiğin bir hayır veya mahlûkâtından birine vaʻdettiğin bir lutuf var da buna idrâkim yetişmemiş, niyetim ulaşamamış ve bu sebeple de istediklerimin dışında kalmış ise ey Âlemlerin Rabbi, onun husûlü için de sana yakarıyor, bana rahmetinle onu da ihsân etmeni senden istiyorum.

Yâ Rabbi! Ey (Kur’ân gibi, dîn gibi) kuvvetli ipin ve doğru yolun sâhibi! Kâfirler için cehennem vaʻdettiğin kıyâmet gününde senden cehenneme karşı emniyet, ardından başlayacak ebediyet gününde de huzûr-i Kibriyâ’na ulaşmış mukarrabîn meleklerle, (dünyâda iken çok) rükû ve secde edenler ve ahitlerini yerine getirenlerle birlikte cennet istiyorum. Sen sınırsız rahmet sâhibisin, sen hadsiz bir muhabbet sâhibisin, sen dilediğini yaparsın. (Dilek sâhipleri ne kadar çok, ne kadar büyük şeyler isteseler bile hepsini de yerine getirmeye muktedirsin.)

Yâ Rabbi! Bizi, sapıtmayıp saptırmayan, hidâyete ermiş hidâyet rehberleri kıl. Dostlarına sulh (vesîlesi), düşmanlarına da düşman kıl. Seni seveni (sana olan) muhabbetimiz sebebiyle seviyoruz. Sana muhâlefet edene, senin ona olan adâvetin sebebiyle düşmanlık ediyoruz.

Yâ Rabbi! Bu bizim duâmızdır. Bunu fazl u kereminle kabûl etmek sana kalmıştır. Bu bizim gayretimizdir, dayanağımız sensin.

Yâ Rabbi! Kalbime bir nûr kabrime bir nûr ver, önüme bir nûr arkama bir nûr ver, sağıma bir nûr soluma bir nûr ver, üstüme bir nûr altıma bir nûr ver, kulağıma bir nûr gözüme bir nûr ver, saçıma bir nûr derime bir nûr ver, etime bir nûr kanıma bir nûr ver, kemiklerime de bir nûr ver.

Yâ Rabbi nûrumu artır, (söylediklerimin hepsine bedel olacak) bir nûr ver, (söylemediklerimi de ihâta edecek) bir nûr ver.

İzzeti bürünmüş, onu kendisine alem edinmiş olan Zât’ı tesbîh ederim. Büyüklüğü bürünmüş ve bu sebeple kullarına bol bol ikramlarda bulunmuş olan Zât’ı tesbîh ederim. Tesbîh ve takdîs sâdece kendine lâyık olan Zât’ı tesbîh ederim. Fazl u nîmetler sâhibi Zât’ı tesbîh ederim. Azamet ve kerem sâhibi Zât’ı tesbîh ederim. Celâl ve ikram sâhibi Zât’ı tesbîh ederim. O bütün noksanlardan münezzehtir.”[65]

֎

İbn Abbâs (r.a) şöyle dedi:

“Rasûlullah (s.a.v) yüzü ateşle dağlanarak damgalanmış bir merkep gördü ve bu durumu çirkin buldu, onaylamadı.”

Bunun üzerine İbn Abbâs (kendi kendine), “Allah’a yemin ederim ki ben bundan böyle hayvanın yüzünden uzak bir yerine damga vuracağım” dedi ve merkebinin uyluklarına damga vurduttu. Böylece uyluklara damga vurduran ilk kişi oldu.[66]

Yine İbn Abbâs’tan rivayet edildiğine göre Nebî (s.a.v) yüzüne damga vurulmuş bir merkebin yanından geçti. Bunun üzerine;

“Bu hayvanın yüzünü dağlayana Allah lânet etsin!” buyurdu.[67]

Bir başka rivayette de “Rasûlullah (s.a.v)yüze vurmayı ve yüzü damgalamayı yasakladı” denilmektedir.[68]

֎

İbn Abbâs (r.a) ilim yolundaki gayretlerini şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) vefat edince Ensâr’dan bir kişiye:

«–Ey filan! Gel, fırsat elimizdeyken Peygamber Efendimiz’in ashâbına gidelim, bilmediğimiz şeyleri sorup öğrenelim. Onlar bugün çok ancak ya­rın azalıp giderler» dedim. O:

«–Şaşıyorum sana ey İbn Abbâs! İnsanların arasında Peygamberimiz’in ashâbından bu kadar kişi varken halkın sana ihtiyaç duyacağını mı düşünüyorsun?!» dedi ve teklifimi kabul etmedi.

Ben ise ashab-ı kiramdan ilim öğrenmek için peşlerinde koşmaya ve onlara sorular sormaya başladım. Bir kişide bir hadisin olduğunu öğrendiğimde hemen evine giderdim. Öğle vaktiyse bazen istirahat ediyor olurdu. Ben de kapısının yanında elbisemi yastık yapıp yaslanır ve sahâbînin öğle namazına çıkmasını beklerdim. O esnâda rüzgâr yüzüme toprak savururdu. Sahabînin uyandırılmasını isteseydim hemen uyandırırlardı, lâkin o hadisleri gönül hoşluğuyla rivayet etsin, ben de gönül hoşluğuyla dinleyeyim diye kendiliğinden dışarı çıkıncaya kadar rahatsız etmezdim. Sahâbî dışarı çıkıp beni gördüğünde:

«–Ey Rasûlullah’ın amcaoğlu! Niçin zahmet ettin? Haber gönderseydin de ben sana gel­seydim ya!» derdi, ben de:

«–Benim sana gelmem daha münâsip olur» derdim.

«–Hiç değilse haber gönderseydin de seni bekletmeseydim!» derdi, ben:

«–Bütün ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra yanıma gelip bana rahatça ilim öğretmeni istediğim için böyle yaptım» der­ ve kendisine o hadisi sorardım.

Gün geldi, teklifimi kabul etmeyen kişi insanların ilim öğrenmek için benim başıma toplandığını gördü ve:

«–Bu delikanlı ben­den daha akıllıca davrandı» diyerek pişmanlığını ızhâr etti.”[69]

İbn Abbâs (r.a) ayrıntı denebilecek bir bilginin bile peşinde nasıl arzu ve iştiyakla koştuğunu şöyle anlatır:

“Tahrîm sûresinin 4. âyetinde kendilerine hitâb edilen Peygamber Efendimiz’in iki hanımı hangileriydi diye Hz. Ömer’e sormayı çok istiyor, bunun için fırsat kollayıp duruyordum. Nihayet onunla birlikte hacca gittim. Bir ara Hz. Ömer (r.a) yoldan ayrılıp bir yere saptı. Ben de elimde deriden bir su kabı olduğu hâlde onunla birlikte yoldan ayrıldım. Ben kenarda beklerken Hz. Ömer kuytu bir yerde hâcetini giderdi. Yanıma gelince kaptan su döktüm, abdest aldı. Tam fırsatını bulmuşken orada kafama takılan suali sordum…”

Hz. Ömer ona soru sormaktan çekinmemesi gerektiğini, aklına takılan bir şey olursa hemen sormasını söyleyerek âyetin nüzûlüne sebep olan hâdiseleri uzun uzun anlattı.[70]

֎

Bir kişi İbn Abbâs’a çirkin sözler söyledi, o ise sükût etti. Adam hayretler içinde ona niçin mukâbele etmediğini sordu. İbn Abbâs (r.a):

“–Bende üç haslet vardır ki bunlar sana cevap vermeme mânîdir” buyurdu ve o hasletleri şöyle sıraladı:

“–Birincisi, Allah’ın Kitâbı’ndan bir âyet okunduğunda, keşke bütün insanlar benim şu duyduğumu bilseler, diye temennî ederim.

İkincisi, müslüman bir hâkimin adâleti tevzî ettiğini duyunca çok sevinirim. Hâlbuki o hâkimle hiçbir maddî-mânevî alâkam yoktur.

Üçüncüsü, müslümanların beldesine yağmur yağınca da çok sevinirim, hâlbuki o beldede ne otlayan bir hayvanım, ne de bir arâzim vardır.”[71]

İbn Abbâs (r.a) herkesin iyiliğini isteyen müslüman bir gönle sahip olduğundan onları rahatsız edecek bir davranışta bulunmaktan çok uzaktır.

֎

İbn Abbâs (r.a) talebeleriyle birlikte oturduğunda onlara bir müddet hadîs-i şerîf nakleder sonra:

“–İştahımızı açın, yâni latîfe yapın, şiir okuyun, muhakkak ki rûh da bedenlerin yorulduğu gibi yorulur” der ve Arapların darb-ı mesellerini anlatmaya başlardı. Sonra yine derse döner ve bunu ihtiyaç duydukça defâlarca tekrarlardı.[72]

֎

Bir sâil Abdullah b. Abbâs’a gelerek bir şeyler istedi. Abdullah (r.a) ona:

“−Allah’tan başka ilâh olmadığına, Hz. Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet ediyor musun?” diye sordu. Sâil:

“−Evet!” dedi.

“−Peki Ramazan orucunu tutuyor musun?”

“−Evet!”

Bunun üzerine Abdullah (r.a):

“−Sen bir şey istedin, isteyenin hakkı vardır. Sana yardım etmek de bizim boynumuza borçtur” diyerek adama bir elbise verdi. Daha sonra da şu hadîs-i şerîfi rivâyet etti:

“Herhangi bir müslüman diğer bir müslümana bir elbise giydirirse, kardeşinin sırtında o elbiseden bir parça bulunduğu müddetçe veren kimse Allah’ın himâyesinde olur.”[73]

֎

İbn Abbâs (r.a) şu tavsiyede bulunur:

“Arkadaşının ayıplarını söylemek istediğinde hemen kendi ayıplarını hatırla!”[74]

֎

Ebû Eyyûb el-Ensârî ihtiyaçlı olduğu bir zaman Basra vâlisi Abdullah b. Abbâs’ın yanına gitti. Abdullah (r.a):

“–Ebû Eyyûb, sen Allah Rasûlü (s.a.v) için evinden çıktığın gibi ben de senin için meskenimi boşaltacağım” diyerek çoluk çocuğunu evden çıkardı. Evin içinde kalan her şeyi ona verdi. Ebû Eyyûb Basra’dan ayrılacağı zaman da:

“–Bir ihtiyacın var mı?” diye sordu. Ebû Eyyûb:

“–Dört bin dirhem ile toprağımda çalışmak üzere sekiz hizmetçiye ihtiyacım var” dedi.

Bunun üzerine Abdullah b. Abbâs ona istediklerinin beş katını yani yirmi bin dirhem ile kırk hizmetçi verdi.[75]

֎

Bir gün Zeyd b. Sâbit (r.a) hayvanına binecekti. İbn Abbâs (r.a) üzengisini tuttu. Zeyd (r.a):

“‒Böyle yapma, bırak onu ey Rasûlullah’ın amcasının oğlu” dedi.

İbn Abbâs (r.a):

“‒Biz âlimlerimize ve büyüklerimize böyle yapmakla emrolunduk” dedi. Zeyd (r.a):

“‒Eline bakabilir miyim?” dedi. İbn Abbâs (r.a) elini çıkarınca Zeyd (r.a) hemen onu öptü ve:

“‒Biz de Peygamber Efendimiz’in Ehl-i Beyt’ine böyle davranmakla emrolunduk” dedi.[76]

֎

Ebû Vâil şöyle demiştir:

“Hz. Ali (r.a), İbn Abbâs Hazretleri’ni bir hac mevsiminde vazifelendirmişti. İbn Abbâs (r.a) hacılara Bakara veya Nûr sûrelerinin tefsîrini yaparak öyle bir hitabette bulundu ki Rumlar, Türkler ve Deylemliler bunu dinleselerdi mutlaka müslüman olurlardı.”[77]

֎

Ebû Cemre anlatıyor: “İbn Abbâs’a:

«‒Ben Kur’ân-ı Kerim’i çok hızlı okuyorum, üç günde Kur’ân’ı hatmediyorum» dedim.

İbn Abbâs (r.a):

«‒Bir gecede üzerinde tefekkür ve tedebbür ederek ve hakkını vererek tertîl üzere sadece Bakara suresini okumak, bana senin şu okuyuşundan daha hoş gelir» dedi.”[78]

֎

Abdullah b. Ebî Müleyke (r.a) anlatıyor:

İbn Abbâs (r.a) ile Mekke’den Medine’ye ve Medine’den de Mekke’ye kadar yol arkadaşlığı yaptım. O namazlarını iki rekât kılıyordu. Konakladığımızda gece yarısı kalkıyor ve Kur’ân’ı harf harf, tertil üzere okuyordu. Bu esnâda hıçkıra hıçkıra yüksek sesle ağlıyor ve “Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de ‘İşte (ey insan) bu senin öteden beri kaçtığın şeydir’ denir”[79] âyetini okuyordu.[80]

֎

Abdullah b. Abbâs’ın azatlısı Küreyb şöyle anlatır:

“İbn Abbâs’ın Kudeyd’de yahut Usfân’da bir oğlu vefat etmişti. Bunun üzerine o:

«‒Ey Küreyb! Bak oğlumun cenazesine ne kadar cemâat toplanmış?» dedi.

Dışarı çıkıp baktım hayli cemâat toplanmıştı, bunu kendisine haber verdim.

«‒Bu toplananlar kırk kişi var mıdır?» dedi, «Evet» dedim.

«‒O hâlde cenazeyi çıkarın, zira ben Rasûlullah Efendimiz’i şöyle buyururken işittim:

“Bir müslüman vefât ettiğinde Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmayan kırk kişi cenâze namazını kılarsa Allah teâlâ o kişileri cenâze için şefaatçi kılar”.» dedi.[81]

֎

İbn Abbâs Hazretleri’ne bir mes’ele sorulduğunda bu hususta Kur’ân’da bir hüküm varsa onu naklederdi. Kur’ân’da yok da Rasûlullah Efendimiz’den bir bilgi nakledilmişse onunla cevap verirdi. O da yoksa Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in görüş ve tatbîkâtına mürâcaat ederdi. O da bulunmazsa sorulan meselede kendi reyine göre hüküm verirdi.[82]

֎

Bir kişi İbn Abbâs Hazretleri’ne gelerek:

“‒Ben resim yapan bir kişiyim, bu hususta bana bir fetvâ ver” dedi. İbn Abbâs (r.a) ona:

“‒Yaklaş” dedi, o da yaklaştı. Sonra yine:

“‒Yaklaş” dedi, o da yaklaştı. Nihayet elini onun başı üzerine koyarak:

“‒Sana Rasûlullah Efendimiz’den işittiğim şeyi haber vereceğim. Ben onu:

«Her ressam cehennemdedir. Allah teâlâ yaptığı her sûrete can verecek ve onlar cehennemde ressama azab edecektir» buyururken işittim” de­di. Sonra:

“‒Mutlaka yapacaksan bari ağaç ve cansız şeylerin resmini yap” dedi.[83]

Bu ifadeler el ile canlı resmi yapmanın yasaklandığını açıkça ortaya koymaktadır. Cansız şeylerin resmini yapmak ve alıp-satmakta ise âlimler bir beis görmemişlerdir. El ile canlı resmi yapmakta Allah’ın “yaratma” sıfatıyla boy ölçüşme gibi bir iddia ihtimali görülmüştür. Fotoğraf çekmek ise bir görüntüyü aksettirmek olduğundan bu iddiadan uzak olduğu düşünülmüş ve onda bir mahzur görülmemiştir.

֎

İbn Abbâs (r.a) şöyle buyurmuştur:

“Sakın abdestsiz uyuma! Zira ruhlar hangi hâlde alınırsa kıyamet günü o hâlde diriltilir.”[84]

֎

İbn Abbâs (r.a) şöyle buyurmuştur:

“Kim Allah teâlâ’yı abdestli olarak zikrederse Cenâb-ı Hak ona on hasene yazar. Kim de Allah teâlâ’yı abdestsiz zikrederse ona da bir hasene yazar.”[85]

֎

İbn Abbâs (r.a) şöyle demiştir:

“Bir adamın hatası kibir sebebiyle ise ondan ümid beslemeyin, eğer hatası günah sebebiyle ise ondan ümid besleyin. Hz. Âdem’in hatası günah, İblis’inki ise kibir sebebiyle idi.”[86]

19.6. Ubeydullah b. Abbâs (r.a)

620’de Mekke’de doğdu. Babası Hz. Abbâs, annesi Ümmü’l-Fadl’dır. Rasûlullah (s.a.v) çocukları çok sevdiğinden onları zaman zaman terkisine bindirirdi. Ubeydullah da bu bahtiyarlığa eren çocuklardan biridir. Rasûlullah (s.a.v) kardeşleri Abdullah ve Kesîr ile birlikte onlara yarış yaptırır, koşuyu tamamlayan gelip Allah Rasûlü’ne sarılır, o da her birini kucağına alıp öperdi.[87]

Ubeydullah (r.a) Hâşimîler’in önde gelenlerinden olduğu için Hz. Osman’ın hilâfetinden îtibâren hep siyasetin içinde yer aldı. Hz. Ali onu Yemen vâliliğine tâyin etti, 36 ve 37 (657-358) yıllarında hac emîri oldu.

Ubeydullah (r.a) ticâretle de uğraşıyordu, bu sebeple zengin biriydi. Malını muhtaçlara infak etmeyi sever, sık sık ziyâfet verir ve kurban keserek fakirlere dağıtırdı. Bu sebeple cömertliği darbımesel hâline gelip Teyyârü’l-Furât (Fırat akıntısı) lakabıyla meşhur oldu. Onun bu husûsiyeti şu meşhur sözde de dile getirilmiştir:

“Fıkıh, cömertlik ve güzellik isteyen Abbâs’ın oğullarının evine gitsin. Fıkıh Abdullah’ta, cömertlik Ubeydullah’ta, güzellik Fadl’dadır.”

Ubeydullah (r.a) 58 (678) yılında Medîne-i Münevvere’de vefât etti. Ondan oğlu Abdullah, İbn Sîrîn, Atâ b. Ebû Rebâh ve Süleyman b. Yesâr gibi tâbiîler rivâyette bulunmuşlardır.[88]

֎

Ubeydullah b. Abbâs (r.a) bir sefere çıkmıştı. Yanında âzâd etmiş olduğu hizmetçisi vardı. Yolda bir bedevînin evini gördüler. Ubeydullah (r.a) hizmetçisine:

“–Şu eve gitsek nasıl olur? Oraya misâfir olur, geceyi de orada geçiririz” dedi. Gittiler. Ubeydullah Hazretleri son derece güzel ve yakışıklı bir kişiydi. Bedevî onu görünce çok müteessir oldu. Hanımına:

“–Bugün bize çok şerefli bir kişi misâfir geldi” dedi. Bedevî onları ağırladı ve hanımına:

“–Misâfirlerin için akşam yemeği var mı?” dedi. Hanımı:

“–Yok, sadece sütü sebebiyle küçük kızının hayat kaynağı olan şu koyun var” dedi.

“–Onu kesmemiz lâzım”

“–Kızını öldürecek misin?”

“–Velev kızımız ölecek bile olsa koyunu kesmemiz lâzım!”

Sonra bedevî koyunu ve bıçağı alıp şu recezi söylemeye başladı:

Ey komşularım, kızımı uyandırmayın!

Eğer onu uyandırırsanız hıçkırıklarla ağlar ve bıçağı elimden çekip alır.

Sonra koyunu kesti, etiyle yemek hazırlayıp Ubeydullah Hazretleri’yle hizmetçisine ikrâm etti. Ubeydullah (r.a) bedevînin hanımına söylediklerini ve aralarında geçen konuşmayı işitmişti. Sabaha çıktığında hizmetçisine:

“–Yanında para var mı?” diye sordu. O da:

“–Evet, yol masraflarımızdan geriye kalan beş yüz dinar var” dedi.

Ubeydullah (r.a):

“–Onu bedevîye ver” dedi. Hizmetçi:

“–Sübhânellah! Ona beş yüz dinar mı veriyorsun?! Hâlbuki o senin için beş dirhemlik bir koyun kesti” deyince de şu karşılığı verdi:

“–Yazıklar olsun sana! Vallahi o bizden daha sehâvetli ve daha cömerttir. Biz ona sahip olduğumuz malın bir kısmını verdik, o ise bize malının tamamını cömertçe harcadı, bizi kendi tatlı canına ve çocuğuna tercih etti, büyük bir îsârda bulundu.”

Bu hâdise Muâviye’ye ulaştığında şöyle demiştir:

“–Helâl olsun Ubeydullah’a! O kimin oğlu olduğunu ve hangi evde yetiştiğini göstermiştir.”[89]

19.7. Ali b. Abdullah b. Abbâs (r.a)

Abdullah b. Abbâs’ın en küçük oğludur. Hz. Ali’nin şehid edildiği gün (17 Ramazan 40 / 24 Ocak 661) dünyaya geldiği için babası tarafından kendisine Ali adı ve Ebü’l-Hasan künyesi verildi. Annesi, Kinde hükümdar âilesinden Zürʻa binti Mişrah’tır. Peygamber Efendimiz’in âilesinden seçkin bir sima olduğu için büyük bir itibara sahipti. Sikāye ve rifâde vazifelerini babasından sonra o yürüttü. Suriye hac yolu üzerindeki Humeyme’ye yerleşti ve orada vefat etti. Abbâsî halifelerinin atası olan Ali b. Abdullah’ın oğlu Muhammed, Abbâsî hareketini bu şehirde başlattı.

Ali b. Abdullah babası gibi çok dindardı. Çok namaz kıldığı için es-Seccâd (çok secde eden) ve Zü’s-Sefinât (secde ettiği uzuvları nasır tutan) lakabları ile meşhur olmuştur. Faziletli ve kültürlü bir kimse idi. Simasının fevkalâde güzelliği ile de tanınırdı. Yirmi kadar oğlu ve birkaç kızı olmuştur. Babası Abdullah b. Abbâs’tan başka Ebû Hüreyre, Ebû Saîd el-Hudrî, Abdullah b. Ömer gibi sahâbîlerden hadis rivayet etmiştir.[90]

֎

İbn Abbâs Hazretleri’nin âzadlısı İkrime (r.a) şöyle anlatır:

Abdullah b. Abbâs (r.a) bana ve oğlu Ali’ye:

“–Ebû Saîd’e gidip ondaki Peygamber Efendimiz’in hadislerini dinleyin” dedi.

Ebû Saîd’in yanına vardık. O kardeşiyle birlikte bahçelerini düzeltip suluyordu. Bizi görünce elbisesini alıp yanımıza geldi, dizlerini yukarıya dikip uyluklarını karnına dayadı ve kollarıyla dizlerini tutarak oturdu. Sonra bize hadis-i şeriflerden rivâyet etmeye başladı. Nihayet Mescid’in inşâsı bahsine geldi. O hususta şunları söyledi:

“Biz Mescid’in inşaatına kerpiçleri birer birer taşırken Ammâr (r.a) ikişer ikişer taşıyordu. Rasûlullah (s.a.v) onu gördü, yanına varıp başındaki tozu toprağı silkeledi ve şöyle buyurdu «Vah Ammâr’a! Onu azgın ve isyankâr bir topluluk öldürecektir. Ammâr onları Allah’a ve Cennet’e davet eder, onlar ise Ammâr’ı Cehennem’e davet ederler.»

O esnâda Ammâr (r.a) «Fitnelerden Allah’a sığınırım» diyordu.”[91]

İbn Abbâs (r.a) kölesi İkrime’yi ayağından bağlayarak ilim öğrenmeye zorlamış, neticede onu günümüzde bile ilminden istifade edilen ender âlimler seviyesine yükseltmiştir.[92]


[1] Beyhakî, Şuabu’l-îmân, 6/32.

[2] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/339.

[3] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/460-461.

[4] İbn Kesîr, el-Bidâye, 3/333.

[5] Bkz. İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 4/13-15; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/353; Buhârî, Cihâd, 172.

[6] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/185; Hâkim, el-Müstedrek, 3/371.

[7] Bkz. Müslim, “Zekât”, 11; Tirmizî, “Menâkıb”, 28.

[8] Bu­hâ­rî, İs­tis­kâ, 3.

[9] Bkz. DİA, “Abbâs”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/Abbâs–sahabi (29.04.2023).

[10] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 3/441.

[11] Bkz. Buhârî, Salât, 8, Hac, 42.

[12] et-Tevbe 9/19-22.

[13] Taberî, Tefsîr, 10/68; Vâhıdî, Esbâbu nüzûli’l-Kur’ân, 248.

[14] et-Tevbe 9/23-24. Vâhıdî, Esbâbu nüzûli’l-Kur’ân, 248; Suyûtî, Lübâb, 124.

[15] Hz. Ömer (r.a) der ki: “Vallahi Rasûlullah (s.a.v) ilk defa o gün bana «Ebû Hafs» yani Hafsa’nın babası künyesini vermiştir.” (İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, 2/269)

[16] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, 2/269-270; İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 1/10-11; Taberî, Târîh, 2/282; Beyhakî, Delâil, 3/140-141; İbnü’l-Esîr, Kâmil, 2/128-129; Zehebî, Meğāzî, 90-91.

[17] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, 2/270; Taberî, Târih, 2/282; İbn Abdilberr, 4/1459-1460; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, 5/64-65; İbn Kesîr, Bidâye, 3/285.

[18] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/117; Zehebî, Meğāzî, 65; İbn Kesîr, Bidâye, 3/278; Heysemî, Mecmaʻu’z-zevâid, 6/76.

[19] İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 4/12; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/353; Taberî, Târih, 2/288, 289; Ebû Nuaym, Delâil, 2/471-472.

[20] İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 4/12.

[21] Bkz. İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 2/193; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 7/90; Dârimî, Mukaddime, 14; Heysemî, Mecmaʻu’z-zevâid, 9/21.

[22] Tirmizî, Menâkıb, 40/3819.

[23] Tirmizî, Menâkıb, 28/3762.

[24] Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, 13/514, no: 37321.

[25] Heysemî, Mecmaʻu’z-zevâid, 9/270.

[26] Buhârî, Zekât, 49, 33; Cihâd, 89; Müslim, Zekât, 11; Nesâî, Zekât, 15. Krş. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/322; Dârekutnî, 2/123.

[27] Ebû Dâvûd, Zekât, 22/1623.

[28] Bkz. Vâkıdî, el-Meğāzî, 2/838; İbn Hişâm, Sîretü’n-Nebî, 4/32; İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 2/137.

[29] Bkz. Vâkıdî, el-Meğāzî, 2/835; İbn Hişâm, Sîretü’n-Nebî, 4/32; İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 2/142-143.

[30] Rasûlullah (s.a.v) “Hacer-i Esved ile Makam-ı İbrâhîm arası Mültezem’dir, burada dua eden hastalar şifâ bulur” buyurmuştur (Heysemî, Mecmaʻu’z-zevâid, 3/246). Kendisi de burada durup sadrını, yüzünü, kollarını ve avuçlarını Kâbe’nin duvarına koymuş, kollarını ve ellerini iyice yayarak dua etmiştir (Ebû Dâvûd, Menâsık, 54/1899).

[31] Bkz. İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 4/60, Süyûtî, Hasâisü’l-Kübrâ, 2/82; Halebî, İnsânu’l-Uyûn, 3/48.

[32] İbn Hişâm, Sîretü’n-Nebî, 4/74; Vâkıdî, el-Meğāzî, 3/898-899; Taberî, Târih, 3/128-129.

[33] Halebî, İnsânu’l-uyûn, 3/67.

[34] Bkz. Zührî, Megâzî, 92-93; Vâkıdî, el-Meğāzî, 3/897-899, 902-904; Abdurrezzak, el-Musannef, 5/380; İbn Hişâm, Sîretü’n-Nebî, 4/74; İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 2/151; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/207; Müslim, Cihâd, 76; Taberî, Târih, 3/128-129; Beyhakî, Delâil, 5/120, 138-139; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, 2/264; İbn Seyyid, Uyûnu’l-eser, 2/192; Heysemî, Mecmaʻu’z-zevâid, 6/180.

[35] Müslim, Hacc, 147-148.

[36] Buhârî, Hac, 75.

[37] Vâkıdî, el-Meğāzî, 2/838; İbn Hişâm, Sîretü’n-Nebî, 4/32; İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 2/137.

[38] Buhârî, Hac, 75.

[39] Müslim, Hac, 347.

[40] Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/104; Dârimî, Zekât, 12; Ebû Dâvud, Zekât, 22/1624; Tirmizî, Zekât, 37/678; İbn Mâce, Zekât, 7.

[41] Tirmizî, Deavât, 84/3514. Krş. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/209.

[42] Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 11.

[43] en-Nisâ 4/98.

[44] Buhârî, “Cenâiz”, 80.

[45] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğābe (Bennâ), 7/253.

[46] İbn Hişam, es-Sîretü’n-nebeviyye, 2/301-302; İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 4/73-74; Taberî, Târîh, 2/287-288; Hâkîm, el-Müstedrek, 3/321-322; Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve, 3/145-146; İbn Seyyid, Uyûnu’l-eser, 1/266-267; Zehebî, Meğāzî, 44-45; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 3/308-309.

[47] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/217, 278, 279, 344, 359; 6/338, 340; Tirmizî, “Savm”, 47.

[48] Bkz. Abdulkadir Şenel, “Ümmü’l-Fazl”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ummul-fazl (29.04.2023).

[49] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/339-340.

[50] Buhârî, Ezân, 98.

[51] Bkz. Selman Başaran, “Fazl b. Abbâs b. Abdülmuttalib”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/fazl-b-Abbâs-b-abdulmuttalib (01.05.2023).

[52] Buhârî, Şirb ve’l-Müsâkât 1, 10, Mezâlim 12, Hibe 22, 23; Eşribe, 19; Müslim, Eşribe 127.

[53] Bkz. İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 4/54; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/75, 211-213, 329, 356; Tirmizî, Hac, 54.

[54] Bkz. İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 2/255; Taberî, Târîh, 3/189-191; Halebî, İnsânu’l-uyûn, 463-464.

[55] Bkz. Abdulhalik Bakır, “Kusem b. Abbâs”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/kusem-b-Abbâs (01.05.2023).

[56] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/205; Hâkim, el-Müstedrek, 3/655.

[57] Buhârî, İlim, 17.

[58] Buhârî, Vudû, 10.

[59] Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 25.

[60] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/214-374, 5/116-122.

[61] Bkz. İsmail Lütfi Çakan, Muhammed Eroğlu, “Abdullah b. Abbâs”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/abdullah-b-Abbâs (29.04.2023).

[62] Tirmizî, Kıyâmet, 59/2516.

[63] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/307.

[64] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/293-294; M. Yaşar Kandemir, Şifâ-i Şerîf Şerhi, 2/234-235.

[65] Tirmizî, Deavât, 30/3419.

[66] Müslim, Libâs 108. Krş. Ebû Dâvûd, Cihâd 52.

[67] Müslim, Libâs 107. Krş. Ebû Dâvûd, Libâs 52.

[68] Müslim, Libas 106.

[69] Bkz. Dârimî, Mukaddime, 47/573-576.

[70] Buhârî, Mezâlim, 25.

[71] Heysemî, Mecmaʻu’z-zevâid, 9/284.

[72] Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye, 2/237.

[73] Tirmizî, Kıyâmet, 41/2484.

[74] Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 328.

[75] Heysemî, Mecmaʻu’z-zevâid, 9/323.

[76] Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, XIII, 396/37061.

[77] İbn Kesîr, Tefsîr, 1/8.

[78] Abdurrezzak, el-Musannef, 2/489; Beyhakî, Şuab, 5/7.

[79] Kâf 50/19.

[80] Ebû Nuaym, Hilye, 1/327. Krş. İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, XIV, 61; Beyhakî, Şuab, 5/23.

[81] Müslim, Cenâiz, 59.

[82] Dârimî, Mukaddime, 20/168. Krş. İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 4/544/22994.

[83] Müslim, Libâs, 99.

[84] Beyhakî, Şuabu’l-îmân, 6/391/4386. Krş. Şuab, 11/191/8388.

[85] Kâsım b. Sellâm, et-Tuhûr, Mektebetü’s-Sahâbe, 1414, 155.

[86] Taberî, Câmi’u’l-beyân, 15/288, el-Kehf 18/50.

[87] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/214.

[88] Bkz. Abdullah Karahan, “Ubeydullah b. Abbas”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ubeydullah-b-abbas (17.05.2023).

[89] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, Beyrut 1417, 3/543; İbn Asâkir, Târîhu Dımeşk, 37/ 483-484.

[90] Hakkı Dursun Yıldız, “Ali b. Abdullah b. Abbâs”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ali-b-abdullah-b-Abbâs (29.04.2023).

[91] Bkz. Buhârî, Salât, 63; Cihâd, 17.

[92] Buhârî, Husûmât, 7; Dârimî, Mukaddime, 46.