12. Ebû Süfyan ve Âilesi

12.1. Ebû Süfyan (r.a)

Ebû Süfyân’ın ismi Sahr b. Harb b. Ümeyye’dir. Hicretten 57 sene önce Mekke’de doğmuştur. Bedir Gazvesi’nde öldürülen oğlu Hanzala sebebiyle Ebû Hanzala künyesiyle de anılırdı. Annesi, Peygamber Efendimiz’in hanımı Hz. Meymûne’nin halası olan Safiyye binti Hazn el-Hilâliyyedir. Babası Kureyş’in ileri gelenlerinden Harb b. Ümeyye’dir. Çocukluğu Mekke’de refah içinde geçmişti. Peygamber Efendimiz’in amcası Hz. Abbâs’ın en samimi çocukluk arkadaşı idi.

Ebû Süfyân babası gibi tüccâr idi. Okuma yazma bilirdi. O günlerde Mekke’de okuma yazma bilenlerin sayısı çok azdı. Kısa sürede topluma kendini kabul ettirmişti. Görüşlerine müracaat edilir ve sözüne güvenilirdi. Genç yaşta kabilenin ticaret işlerini yönetmeye başlamıştı.

Rasûlullah (s.a.v) peygamberliğini îlân edince Kureyş ileri gelenleri gibi o da Efendimiz’le mücadeleye girişti. İslâm Mekke’de hızla yayılıp Hz. Hamza ile Hz. Ömer müslüman olunca Kureyş endişeye kapılmış, yeğenini davasından vazgeçirmek üzere Ebû Tâlib’e heyetler göndermişlerdi. Bu heyetlerde ve Dâru’n-Nedve’de toplanıp Peygamber Efendimiz’i öldürmeye karar veren müşrikler arasında Ebû Süfyân da vardı. Fakat hicretten önce Peygamber Efendimiz’e ve müslümanlara fiilî olarak herhangi bir eziyette bulunmadı.

Hicretten 2 sene sonra Ebû Süfyân’ın başkanlığında Suriye’den gelmekte olan bir ticaret kervanı Rasûlullah (s.a.v) tarafından ele geçirilmek istendi. Ebû Süfyân bunu haber alınca kervanın yolunu değiştirip müslümanların takibinden kurtuldu. Bunun üzerine meydana gelen Bedir Harbi’nde Ebû Cehil öldürüldü. Bunun üzerine Ebû Süfyan Mekke’nin reisi oldu. Kureyşliler Bedr’in intikamını bir an önce alma vazifesini ona vererek kurtarılan kervandaki malları da ordunun teçhizine tahsis ettiler.

Ebû Süfyân Bedir’in intikamını almadıkça yıkanmamaya yemin etmişti. Hazırlamış olduğu ordunun başında kumandan olarak Uhud Savaşı’na gitti. Karısı Hind binti Utbe de yanındaydı. Beraberindeki Kureyşli kadınlarla birlikte defler çalıp şarkılar söyleyerek orduyu savaşa teşvik ediyorlardı. Bu savaşta Mekkeliler tam bir zafer kazanamamakla birlikte Peygamber Efendimiz’in amcası Hz. Hamza’yı vahşîce şehid etmeleri sebebiyle nisbeten intikam almış oldular.

Ebû Süfyân Hendek Gazvesi’nde de Kureyş’in kumandanı idi. Onun liderliği Mekke fethine kadar devam etti ve o müslümanlara karşı yapılan her harekette başrolde yer aldı.

Rasûlullah (s.a.v) Bizans İmparatoru Herakliyus’a davet mektubu gönderdiği günlerde Ebû Süfyân da otuz kişilik bir ticaret kafilesiyle Suriye’de bulunuyordu (Muharrem 7 / Mayıs 628). Herakliyus Kudüs’te iken Rasûlullah’ın mektubunu alınca onun kavmine mensup birilerinin olup olmadığını sordu. O esnâda Gazze’de bulunan Ebû Süfyân ile arkadaşları imparatorun huzuruna getirildiler. Herakliyus, soyunun Rasûl-i Ekrem’e yakınlığı sebebiyle Ebû Süfyân’la görüştü ve ona bazı sorular sordu.

Kızı Ümmü Habîbe daha önce müslüman olmuş ve Habeşistan’a hicret etmişti. Orada dul kalınca Rasûlullah (s.a.v) onunla evlendi. Maksadı Ebû Süfyan’la daha yakından akrabalık kurarak gönlünü İslâm’a ısındırmaktı.

Hudeybiye Sulhü’nden 2 sene sonra Mekkeliler, kendileriyle ittifaka giren Benî Bekr kabilesine yardım ederek müslümanlara saldırttılar. Rasûlullah (s.a.v) de müttefiki olan ve saldırıya uğrayan Huzâa kabilesine yardım edeceğini söyledi. Sulhü bozmuş olmak Kureyşlileri telâşa düşürdü. Reisleri Ebû Süfyân’ı Medîne-i Münevvere’ye anlaşmayı yenilemek üzere gönderdiler. Fakat Medîne’de hiç kimse Ebû Süfyân’ın yüzüne bakmadı. En son kızı Ümmü Habîbe vâlidemizin odasına vardı, o da babasına iltifat etmedi. Bu durum onun Kureyşliler nezdindeki itibarını sarstı.

Mekke’yi fethetmek üzere harekete geçen İslâm ordusu Mekke yakınlarında karargâh kurunca Abbâs b. Abdülmuttalib (r.a) çocukluk arkadaşı Ebû Süfyân’ı Peygamber Efendimiz’in huzuruna getirdi ve müslüman olması için ısrar etti. Rasûlullah (s.a.v) de Ebû Süfyân’ın evine sığınanların emniyette olacağını îlân ettirerek onu taltif etti.

Huneyn Gazvesi’nin ilk safhasında müslüman öncü birlikleri bir ara bozguna uğrayınca Ebû Süfyan buna sevinmişti.[1] Bu durum onun İslâm’ı o günlerde henüz gönülden kabullenemediğine işarettir. Rasûlullah (s.a.v) Huneyn ganimetlerini paylaştırırken müellefe-i kulûbdan olan Ebû Süfyân’a 100 deve ile 40 ukıyye gümüş verdi. Oğulları Yezîd ile Muâviye’yi de bu sınıfa dâhil ederek kendilerine 100’er deve verdi. Bir şehir devletinin liderliğinden normal bir vatandaş seviyesine düşen Ebû Süfyân’a ve oğullarına gösterilen bu alâka onları çok memnun etti ve îmanlarını kuvvetlendirdi.

12.1.1. Hizmetleri

Ebû Süfyân (r.a) Huneyn’den sonra gerçekleşen Tâif Muhasarası esnasında bir gözünü kaybetti.

Hicrî 9. senede Necranlılar’la yapılan anlaşmanın şahitleri arasında yer aldı. Şartsız teslim olan Cüreş şehrine vâli tayin edildi.[2]

Peygamber Efendimiz’in vefatı esnâsında Ebû Süfyân Mekke’de idi. Rasûlullah (s.a.v) onu Mekke yakınlarındaki Kudeyd’de yer alan Menât putunu yıkmakla vazîfelendirmişti. Ebû Süfyân, Allah Rasûlü’nün vefatı üzerine de bir sarsıntı geçirdi.

Başta Hz. Ebû Bekir’in halifeliğine karşı çıktı ancak daha sonra ona beyʻat etti. Bu dönemde Necran’a âmil tâyin edildi.

70 yaşlarında iken Suriye’nin fethine gönderilen orduya katıldı.

Yermük Savaşı’nda oğlu Yezîd’in kumandasında askerleri cesaretlendirmek için gayret sarfetti. Onun gözünü bu savaşta kaybettiği de söylenir. Gözlerinin birini Tâif Muhasarası’nda, diğerini de Yermük’te kaybettiği de söylenmiştir.[3]

Hicrî 31 senesinde (651-52) Medîne-i Münevvere’de vefat etti.

Peygamber Efendimiz’in kâtiplerinden biri olduğu söylenir. Allah Rasûlü’nden bazı hadîsler rivâyet etmiştir. Kendisinden de oğlu Muâviye, İbn Abbâs ve Kays b. Ebû Hâzim rivâyette bulunmuşlardır.[4]

12.1.2. Rivâyetleri

İslâm’ın ilk yıllarında Ebû Süfyan, Ebû Cehil ve Ahnes b. Şerîk geceleyin birbirlerinden habersiz ve gizlice, evinde namaz kılarken Kur’ân okuyan Peygamber Efendimiz’i dinlemeye gelmişlerdi. Kur’ân’ın emsâlsiz üslûbuna meftun oluyorlardı. Hiç beklemedikleri bir anda birbirleriyle karşılaştılar. Önce şaşırdılar daha sonra yaptıkları şeyi düşünerek kendilerini ayıpladılar. Bir daha böyle bir şey yapmamak üzere sözleştiler. Ancak ertesi gece yine aynı şey yaşandı. Üçüncü gece de Kur’ân dinlerken birbirlerini görünce:

“–Aman kimse fark etmesin! Halk bizim bu hâlimizi duyarsa vallahi son derece rezîl oluruz, bundan sonra da hiç kimseye bu hususta söz geçiremeyiz!..” diyerek yaptıklarını kınadılar, sonra da bir daha böyle bir şey yapmamak üzere birbirlerine söz verdiler.[5]

Pekçok müşriğin inkârı, inadı sebebiyle devam etmektedir. Vicdânı hakikati gördüğü hâlde nefsi onu bastırmakta ve helâke doğru sürüklenmektedir.

֎

İbn Mesʻûd (r.a) şöyle anlatır:

Kureyş kavmi İslâm’a girmekte ağır davranmıştı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) onların aleyhine duâ ettiler de onları bir kıtlık yakaladı. Öyle ki o yıl helak oldular, lâşe yediler, kemik kemirdiler. Ebu Süfyan, Peygamber Efendimiz’in huzûr-u âlîlerine geldi ve:

“–Ey Muhammed, senin getirdiklerin arasında sıla-i rahim (akrabayla ilgilenmek) de var. Hâlbuki senin kavmin helak olmuş vaziyettedir. Artık Yüce Allah’a duâ et!” dedi.

Rasûlullah (s.a.v) veya İbn Mesʻûd burada:

“O hâlde semanın apâşikar bir duman getireceği günü gözetle!”[6] âyetini okudu.

Yani bu âyette bahsedilen dumanın Mekkeliler üzerine çöken açlık ve kıtlık olduğuna işaret etti.

Sonra Kureyşliler tekrar kâfirliklerine döndüler. Bu dönüşlerinin cezası da Yüce Allah’ın şu buyruğunda ifadesini bulmaktadır:

“Çok büyük bir şiddet ve dehşetle çarpacağımız gün muhakkak ki biz intikam alırız.”[7]

Bu da Bedir günü gerçekleşmiştir.

Hadîsin râvîlerinden biri olan Mansûr şunu ilâve etmiştir: Rasûlullah (s.a.v) duâ etti de onlara yağmur ihsan olundu. Yedi gün yedi gece bol miktarda yağmura nâil oldular. Bu kez insanlar yağmurun çokluğundan şikâyet ettiler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) “Allah’ım etrafımıza yağdır; üzerimize değil” diye duâ etti. Başlarının üzerindeki bulutlar derhal açılıverdi ve civâr bölgelerdeki insanların üzerine yağmur yağdı.[8]

Allah teâlâ Peygamber Efendimiz’e yaptıkları yüzünden Kureyş’e kıtlık vermiş, açlıktan dolayı gökyüzünü dumanlıymış gibi görmeye başlamışlar. Sıkıntıları büyüyünce de Allah Rasûlü’ne koşarak dua istemişler. Allah sıkıntılarını giderince ise tekrar küfürlerine dönmüşler. İnsan nefsi genelde böyle davranır. Başı dara girince Allah’a boyun eğer, rahatlayınca isyân eder. Ama o böyle yapmakta ısrar ederse Allah onu daha büyük bir belâ ile cezâlandırır. İşte Kureyş başta kıtlıkla cezâlandırıldı. Boyun eğit tevbe edince affedildiler, ancak tekrar küfre dönünce Bedir’de ileri gelenlerinden yetmiş kişinin öldürülmesi ve yetmişinin de esir edilmesiyle cezalandırıldılar.

֎

Berâ b. Âzib (r.a) anlatıyor:

Uhud’da müşriklerle karşılaştık. Rasûlullah (s.a.v) elli okçuyu ayırıp başlarına Abdullah b. Cübeyr’i tayin etti. Onlara şu tenbihte bulundu:

“–Hiç bir sûrette yerinizden ayrılmayın! Hatta bizim kâfirlere gâlip geldiğimizi görseniz bile yerinizden ayrılmayın. Onların bize galebe çaldıklarını (ve kuşların cesetlerimize üşüştüklerini) görseniz dahi bize yardıma gelmeyin!”

Müşriklerle karşılaştığımızda kısa sürede hezîmete uğrayıp kaçtılar… Bizimkiler, “Ganimet, ganimet!” demeye başladılar. Abdullah b. Cübeyr (r.a):

“–Peygamber Efendimiz’in size ne söylediğini unuttunuz mu? «Yerlerinizi terk etmeyin!» diye tenbih etmedi mi?!” dedi ise de dinlemediler. “Vallahi, biz de arkadaşlarımızın yanına gidip, ganimet toplayacağız” dediler. Onlar bu emre itiraz edince, yüzleri ters çevrildi, ne yapacağını bilemeyen şaşkınlara döndüler ve mağlup oldular. Yetmiş şehîd verildi.

Ebû Süfyan ortaya çıkıp:

“–Aranızda Muhammed var mı?” diye sordu. Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Ona cevap vermeyin!” buyurdu. Ebu Süfyan tekrar sordu:

“–Aranızda Ebû Kuhâfe’nin oğlu Ebû Bekir var mı?” Rasûlullah (s.a.v) yine:

“–Cevap vermeyin!” buyurdu. Ebû Süfyan:

“–Aranızda Ömer b. Hattab var mı?” diye sordu. Hiç kimse ona cevap vermedi. O zaman Ebû Süfyan:

“–Bunların hepsi öldürüldüler. Eğer sağ olsalardı cevap verirlerdi!” dedi. Bu söz karşısında Hz. Ömer (r.a) kendini tutamadı ve:

“–Ey Allah’ın düşmanı, yalan söyledin. Sana üzüntü verecek şeyleri Allah dâim kılsın!” dedi. Ebû Süfyan:

“–Yüce ol ey Hübel!” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

“–Buna cevap verin!” buyurdu. Ashab-ı kiram:

“–Ne diyelim?” diye sordular.

“–Allah bizim Mevlâ’mızdır, sizin mevlânız yoktur, deyin” buyurdu. Ebû Süfyan:

“–Güne gün, Bedir’e karşılık Uhud! Harp tâlihi sıra iledir, kuyunun iki kovası gibi, biri iner biri çıkar. Müsle yapılarak uzuvları kesilmiş kimseler bulacaksınız. Bunu ben emretmedim. Bundan memnun olmadığım gibi yapılanlara da kızmadım, ne yasakladım ne de emrettim, beni kötülemeyin” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

“–Buna cevap verin!” buyurdular. Ashab:

“–Ne söyleyelim?” diye sordu.

“–Hayır eşitlik yok! Bizim ölülerimiz cennette, sizinkiler cehennemde, deyin!” buyurdu.[9]

Ebû Süfyan:

“–Ey Ömer! Sen biraz bana doğru gelsene!” dedi.

Peygamber Efendimiz, Hz. Ömer’e:

“–Git, bak bakalım nedir onun derdi?” buyurdu. Hz. Ömer (r.a) ona doğru varınca, Ebû Süfyan:

“–Ey Ömer! Sana Allah adına and veriyorum, biz Muhammed’i öldürdük mü?” diye sordu. Hz. Ömer (r.a):

“–Vallahi, hayır! Öldürmediniz! Şimdi o senin söylediklerini dinliyor!” dedi. Ebû Süfyan:

“–Sen bana göre Muhammed’i öldürdüğünü söyleyen kendi adamımız İbn Kamia’dan daha doğru sözlü ve daha iyisindir” dedi.[10]

Burada da yine vicdânın hakikati gördüğü ama nefsin hevâsının onu bürüyüp bastırdığı görülmektedir. Ebû Süfyân kimin daha doğru ve daha iyi olduğunu biliyor ama nefsini hevâsının peşinde koşturduğu için azgın bir atın üstünde uçuruma doğru dört nala gidiyor.

֎

Allah Rasûlü (s.a.v) İslâm’ı öğretmek üzere etraftaki kabîlelere muallimler gönderirdi. Adal ve Kâre Kabîleleri de Allah Rasûlü’nden kendilerine muallim göndermesini istemişlerdi. Bu kabîleler için on kişilik bir heyet yola çıktı. Fakat bu kâfile tuzağa düşürüldü. Muallimlerin sekizi şehîd, ikisi de esir edildi. Esir edilen Zeyd b. Desine (r.a) ile Hubeyb (r.a) Mekke müşriklerine teslim edilmişlerdi. Onlar da bu iki sahâbîyi Bedr’in intikâmını almak için işkenceyle şehit ediyorlardı. Rûhlarını teslim etmeden evvel her birine:

“–Hayatının kurtulmasına mukâbil senin yerinde Peygamber’inin olmasını ister miydin?” diye sordular. İkisi de bu tâlihsiz sorunun sahibine acıyarak baktılar ve:

“–Benim çoluk-çocuğumun arasında olup Peygamber’imin burada olmasını istemek şöyle dursun, şu an bulunduğu yerde ayağına diken batmasına bile aslâ gönlüm râzı olmaz” cevabını verdiler. Bu eşsiz muhabbet manzarası karşısında hayretten donakalan Ebû Süfyan:

“–Hayret doğrusu! Ben, dünyada Muhammed’in ashâbının onu sevdiği kadar önderlerini seven başka bir topluluk asla görmedim!” dedi.[11]

֎

İbn Abbâs (r.a) şöyle anlatır:

“Ebû Süfyân b. Harb bana şöyle haber verdi: Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Hudeybiye’de kendisiyle ve Kureyş kâfirleriyle akdeylediği sulh esnasında ticaret için Şam’a giden bir Kureyş kâfilesi içinde bulunuyormuş. O günlerde Rûm Kayseri Hirakl tarafından davet edilmişler. Ebû Süfyân ile arkadaşları Hirakl’in yanına gelmişler. O zaman Hirakl ile adamları İlyâ yani Beytü’l-Makdis’te imiş. Rûm ileri gelenleri yanında iken Kayser bunları meclisine çağırmış. Huzûruna getirtip tercümânın gelmesini emretmiş. Tercüman:

«‒Peygamberim diyen bu zâta neseben en yakın olan hanginizdir?» diye sormuş.”

Ebû Süfyân hâdisenin devamını şöyle anlattı:

“–Neseben en yakınları benim” dedim. Bunun üzerine Hirakl:

“–Onu benim yakınıma getiriniz. Arkadaşlarını da yakına getiriniz. Lâkin onlar bunun arkasında dursunlar” dedi. Ondan sonra tercümânına dönüp:

“–Bunlara söyle, ben peygamber olduğunu söyleyen o zât hakkında bu adama bazı şeyler soracağım. Bana yalan söylerse onu tekzip etsinler” dedi.

Vallahi arkadaşlarım yalanımı ötede beride söylerler diye utanmasaydım onun hakkında yalan uydururdum. Ondan sonra bana ilk sorduğu şu oldu:

“‒Sizin içinizde nesebi nasıldır?”

“‒Onun içimizde nesebi pek büyüktür” dedim.

“‒Sizden bu sözü, ondan evvel söylemiş (yani ondan evvel peygamberlik iddiasında bulunmuş) biri var mıydı?” dedi.

“‒Yoktu” dedim.

“‒Ataları ve ecdâdı içinde hiç melik gelmiş midir?” dedi.

“‒Hayır” dedim.

“‒Ona tâbi olanlar halkın eşrâfı mı, yoksa zayıfları mıdır?” dedi.

“‒Halkın (eşrâfı değil) zayıflarıdır. İçimizden zayıf, yoksul ve genç olanlar ona tâbi oldular. Nesep ve şeref sahiplerine gelince onlardan hiçbiri ona tâbî olmadılar” dedim.

“‒Ona tâbi olanlar artıyor mu, yoksa eksiliyor mu?” dedi.

“‒Artıyorlar” dedim.

“‒İçlerinde onun dînine girdikten sonra beğenmeyip irtidâd eden (dinden dönen) var mı?” dedi.

“‒Yok” dedim.

“‒Peygamber olduğunu söylemeden evvel hiç onu yalan ile itham ettiğiniz oldu mu?” dedi.

“‒Hayır” dedim.

“‒Hiç gadreder mi, yani ahdini bozar mı?” dedi.

“‒Hayır, gadretmez, ancak biz şimdi onunla bir müddete kadar mütâreke hâlindeyiz. Bu müddet içinde ne yapacağını bilmiyoruz” dedim. Onu kötülemek için bu sözden başka bir şey söylemeye imkân bulamadım.

“‒Onunla hiç muhârebe ettiniz mi?” dedi.

“‒Evet, ettik” dedim.

“‒Onunla yaptığınız muhârebelerin neticeleri ne oldu?” dedi.

“‒Aramızda harb tâlihi nöbet iledir. Kâh o bize zarar verir, kâh biz ona zarar veririz” dedim.

“‒Peki, size ne emrediyor?” dedi.

“‒Bize «Yalnız Allah’a ibâdet ediniz, hiçbir şeyi ona ortak koşmayınız, dedelerinizin ibâdet ettiği putları terkediniz!» diyor. Bize namazı, sadakayı, zekâtı, sıdk ve iffeti, sıla-i rahimi emrediyor” dedim.

Bunun üzerine tercümana dedi ki:

“‒Ona söyle: Nesebini sordum. İçinizde nesebinin yüksek olduğunu beyân ettin. Peygamberler de zaten böyle kavimlerinin nesebi yüksek olanları içinden gönderilir.

«İçinizden bu sözü ondan evvel söylemiş biri var mıydı?» diye sordum. «Hayır» dedin. Ondan evvel bu sözü söylemiş bir kimse olaydı «Bu da kendisinden evvel söylenmiş bir söze uyup onu taklit etmek isteyen bir kimsedir» derdim.

«Ataları ve ecdâdı içinde hiç melik gelmiş midir?» diye sordum. «Hayır» dedin. Ataları ve ecdâdından bir melik olaydı «Bu da babasının mülkünü geri almaya çalışan bir kimsedir» diye hükmederdim.

«Bu dâvâsına kıyam etmeden evvel onun bir yalanını yakalamış mıydınız?» diye sordum. «Hayır» dedin. Ben bilirim ki önceden insanlara yalan söylemediyse sonradan Allah’a karşı yalan söylemesi mümkün değildir.

«Ona tâbi olanlar halkın eşrâfı mı yoksa zayıfları mı?» diye sordum. Ona tâbi olanların zayıflar olduğunu söyledin. Târih boyunca peygamberlerin tâbîleri de zâten hep bu zayıf insanlar olmuştur.

«Ona tâbî olanlar artıyor mu yoksa eksiliyor mu?» diye sordum. «Artıyorlar» dedin. Îmânın durumu da böyledir zâten, tamam oluncaya kadar hep bu minvâl üzere gider.

«İçlerinde onun dinine girdikten sonra beğenmeyip irtidâd eden (dinden dönen) var mı?» dedim. «Hayır» dedin. Îmânın getirdiği inşirâh ve ferahlık hâli kalbe girip kökleşince böyle olur.

«Hiç gadreder mi?» diye sordum. «Hayır» dedin. Peygamberler de böyledir, aslâ gadretmezler, sözlerinden dönmezler.

«Size ne emrediyor?» diye sordum. Yalnız Allah’a ibadet edip ona hiçbir şeyi şirk koşmamayı emrettiğini, putlara ibadetten nehyettiğini, aynı şekilde namazı, sadakayı, zekâtı, sıdkı, iffeti emrettiğini söyledin. Eğer bu dediklerin doğru ise şu ayaklarımın bastığı yerlere yakında o mâlik olacaktır. Zaten bu Peygamber’in zuhûr edeceğini biliyordum. Lâkin sizden olacağını tahmin etmezdim. Onun huzûruna varabileceğimi bilsem kendisini görmek için her türlü zahmete katlanırdım. Yanında olaydım kendisine hizmet ederek ayaklarını yıkardım.”

Ondan sonra Hirakl, Dihye (r.a)[12] ile Busrâ emiri Haris b. Ebî Şemr el-Gassânî’ye gönderilen ve onun tarafından da Kayser’e ulaştırılan Peygamber Efendimiz’in mektubunu istedi. Getiren kişi[13] onu Hirakl’e verdi, o da okudu. Mektûb şöyle idi:

“Bismillahi’r-Rahmâni’r-Rahîm.

Allah’ın kulu ve Rasûlü Muhammed’den (s.a.v) Rûm’un büyüğü Hirakl’e…

Hidâyete tâbî olanlara selam olsun!

Bundan sonra: Seni İslâm’a davet ediyorum. İslâm’a gir ki selamette kalasın! Allah teâlâ da sana ecrini iki kat versin. Eğer kabul etmezsen fakir çiftçilerin günahı senin boynunadır.

«De ki: “Ey ehl-i kitâb! Gelin hem bizce, hem sizce aynı seviyede makbul olan bir hak söz üzerinde ittifak edelim. Gelin Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim.” Buna aldırmazlarsa onlara; “Öyle ise şâhid olun biz Müslümanız!” deyin!»[14]

Hirakl diyeceğini dedikten ve mektubu okuyup bitirdikten sonra yanında gürültü çoğaldı, sesler yükseldi, biz de yanından çıkarıldık. Arkadaşlarımla yalnız kalınca onlara:

“‒İbn Ebî Kebşe’nin[15] işi hakikaten azamet peydâ ediyor, iyice büyüyor. Baksanıza Benî Asfar Melik’i[16] bile ondan korkuyor” dedim. O günden tâ Cenâb-ı Hak İslâm ve inkıyâdı kalbime koyuncaya kadar hep Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in gâlip geleceğine inandım durdum.”[17]

Demek ki Ebû Süfyân sonucu bildiği hâlde nefsine söz geçiremiyor, Peygamber Efendimiz’le mücâdele etmeye devam ediyordu.

Herakliyus da peygamberlerin tarihini ve karakterini çok iyi kavramış biri olarak hakikati gördüğü hâlde içinde bulunduğu menfaatleri bırakamamıştır.

֎

Bozulan Hudeybiye sulhünü tekrar tesis etmek için uğraşıp başarısız olan ve çâresiz bir şekilde dönmek zorunda kalan Ebû Süfyân, etrafını çeviren Mekkelilere başarısızlığının sebebini şu cümleyle ifade ediyordu:

جِئْتُكُمْ مِنْ عِنْدِ قَوْمٍ قُلُوبُهُمْ عَلَى قَلْبٍ وَاحِدٍ

“–Ben, kalpleri tek bir kalp üzere olan bir kavmin yanından geliyorum. Vallahi, onlardan fayda umduğum küçük-büyük, kadın-erkek herkesle konuştum ancak bir netice alamadım!”[18]

Ebû Süfyân müslümanların her hâline şaşıyordu. Bu sefer de birlik ve beraberlikleri onu büyülemişti. O da bunu çok güzel bir teşbihle ifade etmişti.

֎

İslâm ordusu Mekke fethine giderken, Ebû Süfyân, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’le görüşmek üzere gelmişti. Namaz vakti gelince müslümanlar hep birden ayağa kalktılar. Bundan endişelenen Ebû Süfyân, Hz. Abbâs’a:

“‒Bu insanlara ne oluyor, yoksa onlara bir şey mi emredildi?” diye sordu. Abbâs (r.a):

“‒Hayır, onlar namaz için kalktılar!” dedi. Rasûlullah (s.a.v) namaz için tekbir alınca bütün insanlar tekbir aldı. O rükûya varınca bütün insanlar rükûya vardı. O kalkınca bütün insanlar kalktı. Bu manzarayı gören Ebû Süfyan:

“‒Sağdan soldan toplanmış bir topluluğun böylesine itaatkâr olduğunu bugüne kadar hiç görmemiştim! Ne seçkin Farslar, ne de asırlardır büyük devlet olarak yaşayan Rumlar bunlardan daha itaatkâr değildir” dedi.[19]

Zâten korku ve endişe içinde olan Ebû Süfyân, müslümanlar hep birlikte ayağa kalkınca kendisini öldürmek için emir aldıklarını zannederek korktu. Sonra onların namazdaki saf düzenini ve birlikte büyük bir nizâm içinde hareket ettiklerini görünce hayran kaldı. Çok farklı kültür ve özelliklere sahip insanların kısa sürede bu insicâmı sağlayabilmelerine şaşırdı. Gerçekten bunun sırrı ne idi? Üzerinde düşünmek ve bugün onu yeniden canlandırmak gerekir.

֎

Hz. Abbâs sabahleyin Ebû Süfyân’ı alıp Peygamber Efendimiz’in huzûruna getirdi. Rasûlullah (s.a.v) onu görünce:

“‒Yazıklar olsun sana ey Ebû Süfyân! Allah’tan başka ilah olmadığını öğrenme zamanın hâlâ gelmedi mi?! Yazıklar olsun sana ey Ebû Süfyân! Ben size hem dünya hem de âhiret saâdetini sağlay­acak bir din getirdim. Müslüman olunuz da, selamete eriniz!” buyurdu. Ebû Süfyân:

“‒İyi ama, Uzzâ’yı ne yapayım?!” dedi. Çadırın arkasında duran Hz. Ömer:

“‒Üzerine pisleyeceksin” dedi. Ebû Süfyân:

“‒Senin baban sert ve kaba sözlü idi, sen de sert ve kaba sözlüsün. Ey Hattab’ın oğlu! Ben sana gelmedim, ben amcamın oğluna geldim, onunla konuşuyorum. Beni bırak da amcamın oğlu ile konuşayım” dedi. Sonra da, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e:

“‒Babam, anam sana feda olsun! Usluluk ve yumuşak huylulukta, şereflilikte, akrabalık hakkını göze­tmede… senden daha üstünü yoktur. Vallahi, öyle zannediyorum ki Allah’tan başka ilah olmasa gerek! Çünkü Allah ile birlikte başka ilah bulunmuş olsaydı elbette beni zararlardan korur, faydalı şeylerden istifâde ettirirdi. Ey Muhammed! Ben ilahımdan yardım diledim, sen de Allah’ından yardım diledin. Vallahi, ben ne zaman seninle karşılaştımsa, senin bana galip geldiğini gördüm. Eğer benim ilahım gerçek, senin Allah’ın bâtıl ve boş olsaydı, ben sana gâlip gelirdim” dedi ve şehadet getirip müslüman oldu.[20]

Elhamdülillâh!

֎

Müslümanlar, Mekke’yi fethettikleri gün, sabaha kadar tekbîr ve tehlîl getirdiler, devamlı olarak Kâbe’yi tavâf ettiler. Bunu gören Ebû Süfyân, zevcesi Hind’e:

“–Sen bunun Allah’tan olduğu kanaatinde misin?” diye sordu. Hind:

“–Evet, bu Allah tarafından olan bir iştir” dedi.

Ertesi gün Ebû Süfyân, erkenden Rasûlullah (s.a.v)’in yanına gitti. Allah Rasûlü ona akşam hanımıyla arasında cereyân eden konuşmayı nakletti. Ebû Süfyân:

“–Şehâdet ederim ki sen Allah’ın Rasûlü’sün! Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki bu sözümü Allah ile Hind’den başkası işitmemiştir” dedi.[21]

İslâmî ibadetlerin karakteri onun hak din olduğunu açıkça göstermektedir. Ebû Süfyân ile Hind, kendi ibadetlerine göre müslümanların ibadetlerindeki ciddiyeti ve derinliği görünce bunları emreden dinin hak olduğunu idrak ettiler.

֎

Ebû Süfyân b. Harb, Mescid-i Harâm’da oturmuş düşünüyordu. Peygamber Efendimiz önde, müslümanlar da onun arkasında yürüdüklerini görünce:

“−Acabâ Muhammed’e karşı asker toplasam mı, şu adamla yine çarpışmaya dönsem mi, ne yapsam acabâ?” diye içinden geçirdi. O esnâda Allah Rasûlü (s.a.v) gelip onun baş ucunda durdu ve iki kürek kemiği arasına eliyle vurarak:

“–Allah o zaman da seni hor ve hakîr kılar” buyurdu. Ebû Süfyân, başını kaldırıp Allah Rasûlü’nü görünce:

“–Şu âna kadar Sen’in peygamber olduğuna tam kanaat getirememiştim. İçimden geçirdiğim düşünceler sebebiyle Allah’a tevbe ediyor, O’ndan mağfiret diliyorum” dedi.[22]

Devamlı önde olan kimselerin iyice sağlamlaşan gururlarını kırarak tâbî olmayı kabullenmeleri elbette zordur. İşte Ebû Süfyân (r.a) bu zor işi başaranlardan biridir.

֎

Huneyn ganimetleri Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in önünde toplanmıştı. Ebû Süfyân gelerek:

“‒Ya Rasûlallah! Mal bakımından Kureyş’in en zengini oldun” dedi. Rasûlullah (s.a.v) tebessüm ettiler. Ebû Süfyan:

“‒Bu maldan bana da ver ey Allah’ın Rasûlü” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

“‒Ey Bilâl, Ebû Süfyân’a kırk ukıyye gümüş tart, yüz de deve ver” buyurdu. Ebû Süfyan:

“‒Oğlum Yezid’e de ver” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

“‒Yezid’e de kırk ukiyye tartın ve yüz deve verin” buyurdu. Ebû Süfyân:

“‒Oğlum Muâviye yâ Rasûlallah” dedi.

“‒Onun için de kırk ukıyye tart ve yüz deve ver ey Bilâl” buyurdu. Ebû Süfyân:

“‒Vallahi sen hakikaten cömertsin, anam babam sana fedâ olsun. Seninle harp ettim, ne iyi rakiptin sen, sonra seninle barış yaptım, ne iyi bir barış ortağısın sen. Allah seni hayırla mükâfatlandırsın” dedi.[23]

Rasûlullah (s.a.v) zekât ve ganimetlerin bir kısmını insanların gönlünü İslâm’a ısındırmak için kullanmıştır.

֎

Hz. Ömer (r.a) hilâfeti zamanında Yezit b. Abdullah’ı merkezden uzakta yaşayan bedevilere Kur’ân öğretmek için gönderdi. Ebû Süfyan’ı da bu bedevî kabilelere giderek öğrenim derecelerini tespit için müfettiş tayin etti.[24]

֎

Zeyneb binti Ebû Seleme (r.a) şöyle anlatır:

Ebû Süfyân b. Harb (r.a) vefat ettiğinde kızı Ümmü Habîbe vâlidemizin yanına gitmiştim. Ümmü Habîbe (r.a) içinde safran veya başka bir şey bulunan güzel bir koku istedi. Bu kokudan önce bir câriyeye sonra kendi yanaklarına sürdü. Daha sonra şöyle dedi:

“–Allah’a yemin ederim ki benim kokuya hiç ihtiyacım yok ancak ben Rasûlullah (s.a.v)’in minberde şöyle buyurduğunu işittim: «Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir kadının ölü için üç günden fazla yas tutması helâl değildir. Sadece kocası için dört ay on gün yas tutabilir».

Daha sonra ben, kardeşi vefat ettiğinde Zeyneb binti Cahş’ın yanına da gitmiştim. O da koku isteyip süründü ve aynı şeyleri söyledi.[25]

Dinin hükümleri umum içindir. Bazı insanları bir an ilgilendirmiyor olması bir şey değiştirmez. Bu sebeple Ümmü Habîbe vâlidemiz koku sürünmeye ihtiyacı olmadığı hâlde dînin hükmünü yaşamak ve diğer insanlara öğretmek için kokulanmıştır. Ama kıyamete kadar gelecek insanların çoğu bir yakınının vefatından bir müddet sonra kokulanıp süslenmeye ihtiyaç duyacaktır.

12.2. Hind binti Utbe (r.a)

Hind, babası Utbe b. Rebîa ve annesi Safiyye binti Ümeyye tarafından Rasûlullah (s.a.v) ile aynı soydan gelir. Kardeşi Ebû Huzeyfe (r.a) İslâm’ı ilk kabul edenlerden biri olduğu hâlde kendisi Mekke fethine kadar azılı İslâm düşmanlarından biriydi. Önce Hâlid b. Velîd’in amcaoğlu Hafs (Fâkih) b. Mugīre ile evlendi. Ondan Ebân isminde bir oğlu oldu. Bir ara kendisini aldattığından şüphelenen kocası onu babasının evine gönderdi. Böyle olmadığı anlaşıldığında ise Hind onu kabul etmedi.[26]

Bundan sonra Hind, eş seçiminde daha titiz davrandı. Babasına, kendisiyle evlenmek isteyenlerin isimlerini değil vasıflarını söylemesini istedi.[27] Adaylar arasından İslâm aleyhinde faaliyet gösteren Ebû Süfyân’ı seçti. Ondan da Muâviye ve Utbe isimli oğulları ile Cüveyriye ve Ümmü’l-Hakem adlı kızları doğdu.

Hind’in kardeşi Ebû Huzeyfe, Bedir Gazvesi’nde müslüman saflarındaydı. Müşrik saflarında yer alan babasını mübârezeye davet etti. Bunu öğrenen Hind, kardeşine çok sinirlenerek onu bir şiirle hicvetti. Babası Utbe, kardeşi Velîd ve amcası Şeybe’nin bu savaşta öldürülmesi üzerine onların intikamı alınıncaya kadar ağlamayacağına, koku sürünmeyeceğine ve kocasıyla beraber olmayacağına yemin etti. Kureyşlileri durmadan intikama teşvik ediyordu.

Bazı Kureyşli kadınlarla birlikte Uhud harbine katıldı. Def çalıp şiir okuyarak orduyu savaşa teşvik ediyorlardı. Bedir’de yakınlarını öldüren Hz. Hamza’yı şehîd etmesi için Vahşî b. Harb’e mükâfat vaad eden Mekkeliler’den biri de o idi. Hz. Hamza’yı şehîd ettiği takdirde bütün takılarını ve mallarını, bir de 10 altın vereceğini vaad etti. Hz. Hamza’nın da ciğerini çiğneyeceğini ve uzuvlarından gerdanlık yapıp boynuna takacağını söylediği. Vahşî pusuya yatarak Hz. Hamza’yı uzaktan mızrağıyla şehid ederek karnını yardı ve ciğerini Hind’e götürdü. Hind, Hz. Hamza’nın ciğerini çiğnediği için “Âkiletü’l-ekbâd: ciğer yiyen kadın” diye anılmıştır. Savaş meydanında diğer Mekkeli kadınları da şehidlerin uzuvlarını kesip gerdanlık yapmaya teşvik etmiştir.

Peygamber Efendimiz’in kızı Zeyneb (r.a) Mekke’den Medîne-i Münevvere’ye hicret etmek üzere hazırlık yaptığı sırada Hind yanına gelip “amcamın kızı” diye hitap ederek kendisine yardıma hazır olduğunu söyledi. Ancak Zeyneb (r.a) hicretine mâni olunacağından korktuğu için ona Medîne-i Münevvere’ye gitmeyi düşünmediğini söyledi.[28]

İslâm ordusu Mekke’ye yaklaştığı sırada müslüman olan Ebû Süfyân, kendi evine sığınanlara Peygamber Efendimiz’in eman verdiğini Mekkeliler’e söyleyince ona herkesten önce Hind karşı çıktı. Kocasının sakalından tutarak öldürülmesini istedi. Ancak kocasından bir gün sonra o da müslüman oldu. O gece Rüyasında putların kendisini ateşe ittiğini, Rasûlullah’ın ise onu kurtardığını görmüştü.

Ayrıca Ebû Süfyân ona, bir gün önceki fikrini değiştirerek neden müslüman olduğunu sorunca, Mekke’nin fethedildiği gün müslümanların Kâbe’de sabaha kadar nasıl ibadet ettiklerini seyrettiğini, o güne kadar Kâbe’de Allah’a bu şekilde ibadet edildiğini hiç görmediğini ve bu durumun kararını değiştirmesine sebep olduğunu söylemiştir.

Ebû Süfyân, karısının henüz Rasûlullah’ın yanına varmadan yolda öldürülebileceğini düşünerek Peygamber Efendimiz’in huzuruna itibarlı biriyle gitmesini tavsiye etti. Hind de kıyafet değiştirerek itibarlı biriyle Rasûl-i Ekrem’in yanına geldi. Ona beyʻat etmek isteyen kadınların arasına karışarak huzûruna çıktı.

Rasûlullah (s.a.v) kadınlardan Allah’a şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, iftirada bulunmamak ve dîne ve akla uygun hiçbir konuda Peygamber’e karşı gelmemek üzere[29] kendisine beyʻat etmelerini isteyeceğini söyleyince Hind erkeklerden istemediği şeyleri kadınlardan istediğini, bununla beraber beyʻat edeceklerini söyledi. Yüzü kapalı olduğu için Rasûlullah (s.a.v) onu tanıyamamıştı. Beyʻat konularından biri olan hırsızlık yapmama meselesi üzerinde durulurken Hind kocasının cimri olduğunu, kendisinin ve çocuklarının bütün ihtiyaçlarını karşılamadığını, bu sebeple ona sormadan malından harcama yaptığını söyleyerek buna hakkı olup olmadığını sordu. Rasûlullah (s.a.v) de aşırı gitmemek şartıyla onun malından kendisine ve çocuklarına yetecek kadar bir miktarı alabileceğini ifade etti.[30] Orada bulunan Ebû Süfyân daha önce aldıklarını kendisine helâl ettiğini söyleyince Rasûlullah (s.a.v) Hind’i tanıdı.

Kadınların zina etmemesi üzerinde konuşulurken Hind söze karışarak hür kadının zaten zina edemeyeceğini söyledi.

Sıra çocukları öldürmeme maddesine gelince, “Onları siz öldürdünüz” veya “Biz onları küçükken yetiştirdik, büyüdükleri zaman sen onları Bedir’de öldürdün” dedi.

İftira üzerinde durulurken Hind tekrar söze karışarak şunları söyledi: “İftira çirkin şeydir, sen bize güzel ahlâkı emrediyorsun.”

Peygamber’e karşı gelmeme teklifi üzerine de, “Biz bu yüce divana sonradan isyan etmemek niyetiyle geldik” dedi.

Rasûlullah (s.a.v) beyʻat sırasında kadınların eline dokunmazdı. Buna rağmen Hind’in Peygamber Efendimiz’e elini uzattığı, muhtemelen kınasız olması yüzünden Rasûlullah’ın onun avucunu yırtıcı hayvan pençesine benzettiği ve onun görünüşünü kınayla değiştirmedikçe beyʻatını kabul etmeyeceğini söylediği rivâyet edilir.[31]

Allah Rasûlü’nün kendisini iyi karşılaması ve daha önce yaptıkları üzerinde durmaması Hind’i son derece memnun ettiği için ona, bir zamanlar yeryüzünde perişan olmasını en çok istediği âilenin Peygamber âilesi olduğunu, fakat artık gözünde bu âile fertlerinden daha değerli bir kimse bulunmadığını ifade etti.[32]

Hind oradan ayrıldıktan sonra evine gitti ve bütün putları kırdı. Hemen iki tane oğlak kızartarak onları bir câriyesiyle Peygamber Efendimiz’e takdim etti. Koyunları çok az kuzuladığı için daha fazlasını gönderemediğini söyleyerek özür beyan etti. Rasûlullah (s.a.v) de onların bereketlenmesi için duâ etti. Bir müddet sonra sürüleri çoğaldı. Hind (r.a) zaman zaman bu hâdiseyi zikrederek kendilerini İslâm ile şereflendiren Allah’a hamdederdi.

12.2.1. Hizmetleri

Yermük Savaşı’na Ebû Süfyân’la birlikte katılan Hind (r.a) heyecanlı konuşmalarıyla müslümanları savaşa teşvik etti. Bozgun alâmetleri görüldüğü zaman diğer kadınlarla birlikte onların derlenip toparlanmasında büyük katkıları oldu.

Hind’in daha sonra Ebû Süfyân’dan boşandığı, ticaret yaparak geçimini temin etmek amacıyla hilâfeti döneminde Hz. Ömer’e başvurup beytülmâlden 4000 dirhem borç aldığı, fakat ticarette zarar ettiği nakledilir. Yine Hz. Ömer devrinde oğlu Muâviye Şam vâlisi olduğu zaman Hind onu görmeye gitmiş, halifenin Allah rızâsını ön planda tutan bir insan olduğunu hatırlatarak her konuda halifeyi dinlemesini, kendi yakınlarına gereğinden fazla bir şey vermemesini tavsiye etmiş, aksi hâlde Hz. Ömer’in kendisini azledebileceğini hatırlatmıştır.

Hind, Muharrem 14’te (Mart 635) Hz. Ebû Bekir’in babası Ebû Kuhâfe ile aynı günde vefat etmiştir.

Hind (r.a) çok güzel konuşan, akıllı, cesur ve gururlu bir kadındı. Savaşlarda askerleri coşturmak için söylediği şiirler, bazı kimseler için yazdığı hicviyeler ve savaşlarda kaybettiği yakınları için söylediği mersiyelerden bazı bölümler günümüze kadar gelmiştir. Meşhur şâir ve sahâbî Hansâ’nın, kabileler arasında yapılan savaşlarda kardeşlerini kaybettiğinden kendisini “en büyük felâkete uğrayan Arap kadını” diye tanıttığını ve onlar için mersiyeler söylediğini duymuştu. Bir panayırda onunla özellikle karşılaşarak Bedir’de kaybettiği yakınlarından dolayı en büyük musibete uğrayan kadının asıl kendisi olduğunu söyledi ve Hansâ ile karşılıklı mersiyeler okudular.[33]

12.2.2. Rivâyetleri

Âişe (r.a) anlatır: “Hind binti Utbe, Rasûlullah (s.a.v)’e geldi ve:

«–Ey Allahın Rasûlü, Allah’a yemin olsun ki dün yeryüzünde senin hanenin zelil olmasını istediğim kadar hiçbir hanenin zelil olmasını istemiyordum. Bugün ise yeryüzünde senin hanenin değerli ve üstün olmasını istediğim kadar hiçbir hanenin değerli ve üstün olmasını istemiyorum » dedi. Rasûlullah (s.a.v):

 “–Senin bu hâlin daha da artacak, imanın kuvvetlenecek, Allah ve Rasûlü’ne muhabbetin daha da ziyadeleşecek” buyurdu. Hind:

«–Ey Allahın Rasûlü, Ebu Süfyan eli sıkı bir kimsedir, acaba onun malından onun izni olmaksızın âile halkına harcama yapmamda bir sakınca var mıdır?» dedi, o da:

«–Mâruf bir şekilde onlara harcama yapmanda sana bir sakınca yoktur» buyurdu.”[34]

Allah’a ve Rasûlüne îmân eden bir kişinin nasıl bir dönüşüm ve arınma yaşadığını Hz. Hind’de müşâhede etmekteyiz. Azılı ve vahşî bir insan iken gönül ehli ve fedâkâr bir mü’min hâline gelmiştir.

12.3. Yezîd b. Ebû Süfyân (r.a)

Babası Ebû Süfyân, annesi Ümmü’l-Hakem Zeyneb binti Nevfel el-Kinânî’dir. İslâm öncesinde okuma yazma bilen, zekâsı ve cesaretiyle meşhur olan Yezîd, babası ve âilenin diğer fertleriyle birlikte Mekke’nin fethinde müslüman oldu. Ardından Huneyn Savaşı’na katıldı. Ebû Süfyân evlâdının en hayırlılarından sayılır ve “Yezîdü’l-Hayr” diye anılırdı.

Yezîd (r.a), Rasûlullah (s.a.v) tarafından annesinin kabilesi Kinâne’nin Benî Mâlik kolundan Benî Firâs’ın zekâtını toplamakla vazîfelendirildi.

Hz. Ebû Bekir, Yezîd (r.a) kumandasındaki bir birliği Belkā (Ürdün) istikametine gönderdi (13/634). Ordusunda babası Ebû Süfyân, üvey annesi Hind ve kardeşi Muâviye de vardı. Muâviye ordunun sancağını taşıyordu.

Bunun ardından daha pekçok cihada katıldı ve başarılar elde etti. İlerlemiş yaşlarına rağmen savaşa katılan Yezîd’in babası ile üvey annesi de çatışmalar esnasında müslüman askerleri cesaretlendirdiler ve bozgun alâmetleri görüldüğünde onların derlenip toparlanmasında etkili oldular.

Hz. Ömer devrinde Dımaşk vâliliğine tayin edildi. Halkın eğitim ve öğretimine önem veren Yezîd (r.a) Hz. Ömer’e bir mektup yazarak nüfusun büyük ölçüde arttığını bildirdi ve halka Kur’ân okumayı ve İslâm’ı öğretecek muallimler göndermesini istediği. Halife de bölgeye âlim sahâbîler gönderdi.[35]

Amvâs’ta çıkan ve Suriye’nin çeşitli yerlerinde yayılan veba salgınında 18 (639) yılında vefat etti.

Peygamber Efendimiz’in vahiy kâtipleri arasında yer alan Yezîd b. Ebû Süfyân, Rasûl-i Ekrem’den ve Hz. Ebû Bekir’den hadîs rivâyet etmiş, kendisinden de Cünâde b. Ebû Ümeyye el-Ezdî, Ebû Abdullah el-Eş’arî ve İyâz el-Eş’arî rivâyette bulunmuştur.[36]

12.3.1. Rivâyetleri

Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a) Şam tarafına ordu gönderiyordu. Bu ordunun dört kolundan birinin başına Yezid b. Ebî Süfyan’ı kumandan tayin etmişti. Orduyu uğurlamak için çıktı ve Yezîd’in yanında yürümeye başladı. Yezid (r.a), Hz. Ebû Bekir’e:

“‒Ya sen de ata binersin ya da ben de inerim” dedi. Ebû Bekir (r.a):

“‒Sen inmeyeceksin ben de binmeyeceğim. Zîrâ ben bu adımlarımın Allah yolunda atılan adımlar olmasını ümid ediyorum ve Allah’tan bunların karşılığında bana ecir lûtfetmesini istiyorum” dedi. Daha sonra ona şu tavsiyelerde bulundu:

“‒Sen kendilerini Allah’a adadıklarını iddia eden bir takım ruhbanlar göreceksin, onları bu îtikâdlarıyla başbaşa bırak. Başlarının ortalarını tıraş etmiş başka bir grup (keşişler) daha görecek­sin, onların o tıraş ettikleri kafalarını kılıçtan geçir. Sana on şey tavsiye ediyorum: Kadın­ları, çocukları ve çok yaşlı ihtiyarları öldürme, meyveli ağaçla­rı kesme, mamur yerleri tahrip etme, koyun ve develeri sadece yemek için kes, arıları yakma ve onları dağıtma, ganimete iha­net etme, korkaklık gösterme!”[37]

Bu Yezîd (r.a)’ı, yeğeni Yezîd b. Muâviye ile karıştırmamak gerekir. Zira karakterleri birbirinden çok farklıdır.

12.4. Muâviye b. Ebû Süfyân

Muâviye b. Ebî Süfyân (r.a) 602 veya 603 yılında Mekke’de doğmuştur. Künyesi Ebû Abdurrahmân’dır. Ebû Süfyân ile Hind binti Utbe’nin oğludur. Babasıyla birlikte Mekke fethinde müslüman oldu. Peygamber Efendimiz’e kâtiplik yaptı. Hz. Ebû Bekir devrinde Suriye üzerine gönderilen dört ordudan birinde kumandan yardımcılığı yaptı.

17/638 yılında Hz. Ömer tarafından önce Ürdün, ertesi yıl Dımaşk vâliliğine tayin edildi.

Hz. Osman devrinde Suriye genel vâliliğine tâyin edildi. Benî Kelb kabilesinden bir kadınla evlenerek bölgenin en büyük kabilesinin desteğini almış oldu. Kendisine çok bağlı disiplinli bir ordu kurdu. Başarılı idaresiyle halkının gönlünü kazandı.

Daha sonra halife olan Muâviye 60 yılının Receb ayında Dımaşk’ta vefat etti ve Bâbüssagīr Mezarlığı’na defnedildi (Nisan 680).

Nâdir yetişen bir diplomat, çevresini iyi tanıyan ve ileriyi gören bir idareci olarak hilim ve teennîyi esas edinmişti. Mecbur kalmadıkça kuvvete başvurmazdı. Düşmanlarının en ağır hakaretleri karşısında dahi kendini tutar ve soğukkanlılığını muhafaza ederdi. İhsanlarının fazlalığı dolayısıyla hayrete düşenlere bir savaşın bundan çok daha fazlasına mal olacağını söylerdi.

“Paranın iş gördüğü yerde konuşmaya, konuşmanın iş gördüğü yerde kırbaca, kırbacın iş gördüğü yerde kılıca ihtiyaç duymam.” “Dilimle, Ziyâd’ın kılıcıyla kazandığı başarıdan daha fazlasını elde ettim” derdi ancak vâlilerinin sert davranışlarına göz yummayı tercih ederdi.

İnsanlarla bağlarını koparmamak için âzami gayret gösterir ve bilhassa kabile reislerine büyük ehemmiyet verirdi. Kabilesinin tesiri altında kalmamaya dikkat eder, bunun için eyaletlere başka kabilelerden, bilhassa Sakīf kabilesinden vâliler tayin ederdi. Tâif, Mekke ve Medîne vâlilikleriyle hac emirliğine ise akrabalarını vazîfelendirirdi.

Âlimler, edipler ve şâirlerle sohbeti sever, onlardan istifade etmeye çalışırdı. Tarihe de büyük bir merakı vardı. Yemenli tarihçi Ubeyd b. Şeriyye’yi Dımaşk’a çağırarak kendisinden Arap ve Acem meliklerinin hayatlarını anlatan bir kitap yazmasını istemişti. Peygamber Efendimiz’den 163 hadîs rivâyet etmiştir.[38]

12.4.1. Rivâyetleri

Hilâfeti Hz. Hasan’dan devralan Muaviye, bir gün Medîne-i Münevvere halkından birine Hz. Hasan’ın ne durumda olduğunu sordu. O da şöyle anlattı:

“‒Ey mü’minlerin emiri! Hasan (r.a), sabah namazını kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar Mescid’de kalır. Mescid’de bulunan ne kadar şerefli, saygıdeğer insan varsa onun yanına gelir ve güneş yükselinceye kadar sohbet eder, konuşurlar. Güneş yükselince iki rekât namaz kılar, ardından mü’minlerin annelerinin yanlarına uğrar ve onlara selam verir, hal hatırlarını sorar. Onlar da ona yanlarında bulunan yiyeceklerden ikram ederler. İşte Hasan b. Ali’nin günleri böyle geçer.”

Bunları dinleyen Muaviye teessürle:

“‒Biz onun gibi olamadık” dedi.[39]

֎

Şüfey el-Asbahî (r.a) şöyle anlatır:

“Medîne-i Münevvere’ye girdiğim zaman bir kişi gördüm, insanlar etrafında toplanmışlardı. «Bu zât kimdir?» diye sordum. «Ebû Hüreyre» dediler. O, insanlarla konuşmasına devam ederken kendisine yaklaşıp önüne oturdum. Konuşmasını bitirip yalnız kalınca ona:

«‒Sana yeminle söylüyorum ki şu ve şunun hakkı için bana Rasûlullah (s.a.v)’den işittiğin, anladığın ve öğrendiğin bir hadîsi nakledeceksin!» dedim. Ebû Hüreyre (r.a):

«‒İstediğini yapacağım. Rasûlullah (s.a.v)’in bana söylediği, anladığım ve öğrendiğim bir hadîsi sana anlatacağım» dedi. Sonra öylesine derin bir iç çekti ki neredeyse korku ve üzüntüsü sebebiyle bayılacak gibi oldu. Bir müddet öylece kaldıktan sonra kendine geldi ve şöyle buyurdu:

 «‒Rasûlullah (s.a.v)’in bu evde benden ve kendisinden başka kimse yokken bana söylediği bir hadîsi sana anlatacağım» dedi. Sonra yine derin bir iç çekti ve neredeyse korku ve üzüntüsü sebebiyle bayılacak gibi oldu. Sonra kendine geldi, yüzünü sildi ve:

«‒Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in bu evde benden ve kendisinden başka kimse yokken bana söylediği bir hadîsi sana anlatacağım» dedi.

Sonra yine derin bir iç çekti ve neredeyse korku ve üzüntüsü sebebiyle bayılacak gibi oldu. Sonra kendine geldi, yüzünü sildi ve:

«‒Yapacağım. Ben yanındayken ve beraberimizde başka kimse yokken Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in bu evde bana söylediği bir hadîsi sana nakledeceğim» dedi.

Sonra Ebû Hüreyre şiddetli bir iç çekti, sonra yüz üstü yere düştü. Onu uzun müddet kendime yasladım. Sonra ayıldı ve şöyle dedi:

«‒Rasûlullah (s.a.v) bana anlattı ki kıyamet günü Allah -tebâreke ve teâlâ- kulları arasında hüküm vermek üzere onların yanına inecektir. Bütün ümmetler o gün dizüstü çökmüş durumdadırlar. Allah’ın ilk hesâba çağıracağı kişiler; Kur’ân’ı ezberleyen, Allah yolunda savaşan ve mal varlığı çok olan kimse olacaktır. O gün Allah teâlâ Kur’ân okuyan kişiye:

“‒Rasûlüme indirdiğim kitabı sana öğretmedim mi?” buyurur. O kişi de:

“‒Evet ya Rabbi!” der. Allah teâlâ:

“‒Sana öğretilen Kur’ân ile hangi sâlih amelleri işledin?” buyurur. Adam:

“‒Gece gündüz hep Kur’ân’la meşgul oldum” diye cevap verir. Bunun üzerine Allah teâlâ:

“‒Yalan söylüyorsun!” buyurur. Melekler de: “Yalan söylüyorsun!” derler. Allah teâlâ:

“‒Sen insanların «Falan kişi ne kadar güzel Kur’ân okuyor!» demelerini istedin, onlar da istediğin sözü söylediler” buyurur.

Sonra mal mülk sahibi kimse getirilir ve Allah teâlâ ona:

“‒Senin rızkını genişletip kimseye muhtaç olmayacak hâle getirmedim mi?” buyurur. Zengin:

“‒Evet ya Rabbî” der. Allah (c.c):

“‒Sana verdiğim mal mülk ile hangi amel-i sâlihleri işledin?” buyurur. Zengin:

“‒Sıla-i rahimde bulunarak yakınlarımı kolladım ve fakirlere tasaddukta bulundum” der. Allah teâlâ:

“‒Yalan söylüyorsun!” buyurur. Melekler de: “Yalan söylüyorsun!” derler. Allah (c.c):

“‒Sen insanların «Falan kimse ne kadar cömert!» demelerini istedin, onlar da bu sözü söylediler!” buyurur.

Sonra Allah yolunda öldürülen kişi getirilir. Allah teâlâ ona:

“‒Ne uğruna öldürüldün?” buyurur. O kişi:

“‒Senin yolunda cihâd etmekle emrolundum, ben de savaştım ve nihayet öldürüldüm” der. Allah teâlâ:

“‒Yalan söylüyorsun!” buyurur. Melekler de “Yalan söylüyorsun!” derler. Allah teâlâ:

“‒Sen insanların «Falan kimse ne kadar cesur!» demelerini istedin, bu söz de söylendi” buyurur. Sonra Rasûlullah (s.a.v) dizime vurdu ve:

“‒Ey Ebû Hüreyre, bu üç kişi kıyamet günü kendileriyle cehennemin kızıştırılacağı ilk yaratıklardır” buyurdu».”

Bu hadîsi öğrenen Şüfeyy (r.a) bir müddet sonra halîfe Muaviye’yi ziyaret ettiğinde bu hadîsi ona nakletti. Bunun üzerine Muaviye (r.a):

“‒Bunlara böyle yapılırsa geri kalan insanlara nasıl muâmele edilir?!” dedi ve şiddetle ağlamaya başladı. Öyle ağlıyordu ki çevresindekiler öleceğini zannettiler ve Şüfeyy için “Bu adam bizim başımıza felaket getirdi” dediler.

Sonra Muaviye (r.a) kendine geldi, yüzünü sildi, “Allah ve Rasûlü daima doğru söyler” dedikten sonra şu âyet-i kerimeyi okudu: “Kim, (yalnız) dünya hayatını ve zinetini istemekte ise, işlerinin karşılığını orada onlara tam olarak veririz ve onlar orada hiçbir zarara uğratılmazlar. İşte onlar, âhirette kendileri için ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir; (dünyada) yaptıkları da boşa gitmiştir; yapmakta oldukları şeyler (zaten) bâtıldır.[40]

Kıyâmet ve âhiretle ilgili Allah ve Rasûlü’nün verdiği haberleri ciddîye almak ve gerekli hazırlıkları yapmak gerekir. Zira o haber verilen şeyler mutlaka gerçekleşecektir.

֎

Muaviye b. Ebu Süfyan halifeliği devrinde Vâdi’l-Kurâ’ya uğradığında “Siz burada, bahçelerin, pınarların içinde; ekinlerin, salkımları sarkmış hurmalıkların arasında güven içinde bırakılacağınızı mı zannediyorsunuz?”[41] âyetlerini okuduktan sonra:

“–Bu âyetler, bu memleket halkı hakkında inmiştir. Burası da Semûd kavminin memleketlerindendir. Âyetlerde haber verilen su kaynakları nerededir?” diye sordu. Bir kişi ona:

“–Allah sözünde doğrudur. Su kaynaklarının ortaya çıkarılmasını istiyor musun?” dedi. Muaviye “Evet!” deyince hemen kazıya başlandı ve seksen tane su kaynağı ortaya çıkarıldı. Bunun üzerine Muaviye “Allah, Muaviye’den daha doğrudur” dedi.[42]

Müslümanlar Kur’ân-ı Kerîm’in haber ve işaretlerini derinlemesine inceleyerek yeni keşifler yapabilirler. Bunun üzerinde durup çalışmak gerekir. Hz. Muâviye’nin buna inancı tam olduğu için 80 tane su kaynağı bulmuştur.

֎

Ebû Meryem Amr b. Mürre el-Ezdî şöyle anlatır: Bir gün Muâviye’nin yanına girdim. Muâviye:

“–Bizi ziyaret etme lütfunuzu neye borçluyuz?” dedi. Ben de:

“–Rasûlullah (s.a.v)’den duyduğum bir hadîsi sana söylemek için geldim” dedim. Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Allah teâlâ bir kimseyi müslümanların başına idareci yapar, o da halkın işlerinin bitirilmesine, ihtiyaç ve sıkıntılarının giderilmesine mâni olmaya kalkarsa, Allah teâlâ da onun işlerinin bitirilmesine, ihtiyaç ve sıkıntılarının giderilmesine mâni olur.”

Bunun üzerine Muâviye, halkın ihtiyaçlarını tesbit etmek için bir adam görevlendirdi.[43]

Hadîsin Tirmizî’deki rivâyeti şöyledir: “Bir devlet başkanı kapısını ihtiyaç ve sıkıntı içinde olanların, yoksulların yüzüne kapatırsa, Allah teâlâ da göklerin kapısını onun sıkıntılarına, ihtiyaçlarına ve arzularına kapatır.”[44]

֎

Sâib b. Yezîd şöyle anlatır: “Muâviye ile birlikte maksûrede cuma namazı kıldım. İmam selâm verince ben olduğum yerde ayağa kalkıp cumanın sünnetini kıldım. Muâviye evine gidince bana haber gönderdi ve şunları söyledi:

‘Bir daha öyle yapma. Cuma namazını kıldıktan sonra biriyle konuşmadıkça veya mescidden çıkmadıkça cuma namazına bir başka namaz ekleme. Zira Rasûlullah (s.a.v) bize, konuşmadıkça veya mescidden çıkmadıkça farz namaza bir başka namazı eklememeyi emretti.”[45]

Farz ile nâfile namazın birbirine karışmayıp iyice ayrılmaları ve farklı oldukları rahatça anlaşılması için arada bir müddet zikretmek, biriyle konuşmak, yer değiştirmek veya camiden çıkıp nâfileyi evde kılmak gerekir.

֎

Muâviye (r.a)’den rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Allah, hakkında hayır dilediği kimseyi dinde fakîh kılar.”[46]

Yani ona din hususunda büyük bir anlayış verir.

֎

Muâviye (r.a) bir gün mescidde halka hâlinde oturan bir cemaatin yanına gelerek:

“–Burada niçin toplandınız?” diye sordu.

“–Allah’ı zikretmek için toplandık” diye cevap verdiler. O tekrar:

“–Allah aşkına doğru söyleyin. Siz burada sadece Allah’ı zikretmek için mi oturdunuz?” diye sordu.

“–Evet, sadece bu maksatla oturduk” dediler. Bunun üzerine Muâviye (r.a) şöyle dedi:

“–Ben sizin sözünüze inanmadığım için yemin vermiş değilim. Allah Rasûlü’ne benim kadar yakın olup da benden daha az hadîs rivâyet eden yoktur. Birgün Rasûlullah (s.a.v) halka hâlinde oturan bir grup ashâbının yanına geldi ve onlara:

«–Burada niçin oturuyorsunuz?» diye sordu.

«–Bizi İslâm’a hidâyet ederek onunla bize çok büyük bir lutufta bulunması sebebiyle Allah’ı zikretmek ve ona hamdetmek için oturuyoruz» diye cevap verdiler. Rasûl-i Ekrem (s.a.v):

«–Allah adına doğru söyleyin. Gerçekten siz burada sadece Allah’ı zikretmek için mi oturdunuz?» diye sordu.

«–Evet, vallahi sadece bu maksatla oturduk» dediler. Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü (s.a.v):

«–Ben size inanmadığım için yemin ettirmiş değilim. Fakat bana Cebrâil gelerek Allah teâlâ’nın meleklere sizinle iftihar ettiğini haber verdi de onun için böyle söyledim» buyurdu.”[47]

Kur’ân-ı Kerîm okumak ve Allah’ı zikretmek için toplanmanın ne kadar kazançlı bir amel-i sâlih olduğunu gösteren bu rivayet bize çok büyük bir müjde vermektedir. Allah teâlâ bu insanlarla meleklerine karşı övünmektedir. Sonra da o kullarının üzerine sekînetini indirmekte, rahmetiyle onları bürümekte ve melekleri de onları kuşatmaktadır.[48]

֎

Humeyd b. Abdurrahman’dan nakledilmiştir ki Muâviye (r.a)hac yaptığı sene Medîne-i Münevvere’de bir zâbıta memurunun elinde bulunan bir tutam takma saçı alıp Medîne Mescidi Minberinden halka şöyle hitabetmiştir:

“–Ey Medîneliler! Âlimleriniz nerede? (Niçin bunları önlemezler?) Ben Allah Rasûlü’nün bu tür saçlardan halkı menederek şöyle buyurduğunu duymuşumdur:

“–İsrailoğulları, kadınları bu tür şeyleri kullanmaya başladıkları zaman helâk olmuşlardır.”[49]

İslâm’ın hükümlerine uymayan davranışlar görüldüğünde düzeltilmesi başta idâreciler ve âlimler olmak üzere bütün insanlar üzerine vazifedir.

֎

Muâviye (r.a) Mugîre b. Şûʻbe’ye “Bana Rasûlullah (s.a.v)’den işittiğin hadîsleri yazabilir misin?” diye mektub yazdı. O da şunları yazdı:

Nebî (s.a.v)her farz namazın ardından şöyle duâ ederdi:

لَا إِلٰهَ إِلَّا اللهُ وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَهُ، لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ، اَللّٰهُمَّ ‌لَا ‌مَانِعَ ‌لِمَا ‌أَعْطَيْتَ وَلَا مُعْطِيَ لِمَا مَنَعْتَ وَلَا يَنْفَعُ ذَا الْجَدِّ مِنْكَ الْجَدُّ

“Bir olan Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun ortağı da yoktur. Mülk O’nundur. Hamd O’na mahsustur. O’nun her şeye gücü yeter. Yâ Rabbi, Sen’in verdiğine mâni olacak hiçbir güç yoktur. Sen’in vermediğini verecek de yoktur. Servet sahibi olanın serveti, senin yardımın yerine geçip kendisine bir fayda sağlamaz.”

Mugîre (r.a) Hz. Muâviye’ye şunu da yazdı:

Rasûl-i Ekrem, dedikodudan, malı telef etmekten, gereksiz yere çok soru sormaktan nehyederdi. Ayrıca Peygamberimiz, analara itaatsizlikten, kız çocuklarını diri diri toprağa gömmekten, verilmesi gerekeni vermemekten ve hakkı olmayan bir şeyi istemekten de nehyederdi.[50]

֎

Muâviye (r.a) vefat edeceği esnâda hayatta yaptığı bazı işler sebebiyle endişelendiğini, bilhassa oğlu Yezid’i zorla halîfe yaptığı için Allah’tan korktuğunu söylemiştir. Ümitli olduğu şeyler de şunlardır:

– Vaktiyle Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte bulundukları bir seferde gömleğinin yırtılması üzerine Allah Rasûlü (s.a.v) kendisine bir gömlek hediye etmişti. Bir defa giydiği bu gömleği saklamış ve kefeninin altına koymalarını vasiyet etmiştir.

– Peygamber Efendimiz’in saçından ve tırnağından bir miktar saklamış, bunları da gözlerinin ve burnunun üzerine koymalarını vasiyet etmiştir.

Daha sonra da kendisine bir şey fayda verecekse ancak bunların fayda vereceğine inandığını söylemiştir.[51]

Ölüm ânında şöyle demiştir:

“Ah keşke Kureyş’ten Zî Tuvâ vâdisinde (kendi hâlinde yaşayan) bir kimse olsaydım! Şu (idârecilik) işine hiç girmeseydim.”[52]


[1] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, 2/443.

[2] Belâzürî, Fütûhu’l-büldân, 84, 150.

[3] Taberî, Târîh, 1/2101; Zehebî Aʻlâmü’n-nübelâ, 2/106.

[4] İrfan Aycan, “Ebû Süfyân”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ebu-sufyan (07.05.2023).

[5] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, 1/337-338; Taberî, Târih, 2/218-219, İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, 2/63-64; İbn Seyyid, 1/99; Zehebî, Târîhu’l-İslâm, 160-161; İbn Kesîr, el-Bidâye, 3/47; Halebî, 1/462.

[6] ed-Duhân 44/10.

[7] ed-Duhân 44/16.

[8] Buhârî, İstiskâ, 13. Krş. Buhârî, Tefsîr, 44/2; Müslim, Münâfıkîn, 39, 40.

[9] Bkz. Buhârî, Meğazî, 17, 20, Cihâd 164, Tefsir, 3/10; Ebû Dâvûd, Cihâd, 106/2662.

[10] Bkz. İbn Hişam, es-Sîretü’n-nebeviyye, 3/45; Vâkıdî, el-Meğāzî, 1/296-297; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/288; Heysemî, Mecmaʻu’z-zevâid, 6/111; İbnü’l-Esîr, 2/160; İbn Seyyid, 2/29.

[11] Vâkıdî, el-Meğāzî, 1/360-362; İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 2/56.

[12] Dıhye b. Halîfe el-Kelbî (r.a) ashab-ı kiramın büyüklerinden pek yakışıklı ve güzel yüzlü kıymetli bir kişiydi. Çok kereler Cibrîl (a.s) onun sûretine temessül edip vahiy getirirdi.

[13] Mektubu Busrâ emirinden alıp Hirakl’e götüren şahıs, meşhur Hâtem-i Tâî’nin oğlu Adiyy idi. Dıhye (r.a) ile birlikte Kayser’in nezdine gitmişlerdi. Müsned-i Bezzâr’da mervî olduğu üzere mektubu Kayser’in eline sunan Dıhye’dir.

[14] Âl-i İmrân 3/64.

[15] Müşrikler Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i “Ebû Kebşe” nâmındaki kimseye nisbet ederlerdi. Huzâa kabilesinden olan bu adam putlara tapma hususunda Kureyş’e muhâlefet ederek “Şiʻra’l-Abûr” isimli yıldıza tapmış bir Huzâa’lı idi. Allah Rasûlü (s.a.v) de putlara ibadet hususunda Kureyş’e muhâlefet edince ona benzeterek “İbnü Ebî Kebşe: Ebû Kebşe’nin oğlu” dediler. Bir rivâyete göre de Ebû Kebşe, Peygamber Efendimiz’in anne tarafından olan büyük dedelerinden biridir. Efendimiz (s.a.v)’i ona nisbet ederek gûyâ ona çekmiş olduğunu kastetmek isterlerdi. Sütbabasının künyesi olduğu da söylenmiştir. (Bedrüddin el-Aynî, Umdetü’l-kârî şerhu Sahîhi’l-Buhârî, Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, ts., 1/80)

[16] Araplar Romalılara “Benü’l-Asfar” derlerdi.

[17] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 6.

[18] Abdürrezzâk, el-Musannef, Beyrut 1970, 5/375.

[19] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 7/400; Tahâvî, Şerhu meâni’l-âsâr, 3/312.

[20] Bkz. Vâkıdî, el-Meğāzî, 2/816-818; İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, Mısır 1375, 2/403; Abdurrezzak, el-Musannef, 5/376; Beyhakî, Delâlilü’n-Nübüvve, 5/34, 37, 40; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, 6/170; Halebî, İnsânu’l-uyûn, Beyrut 1427, 3/115.

[21] İbn Kesîr, el-Bidâye, 4/296.

[22] İbn Kesîr, el-Bidâye, 4/296.

[23] Vâkıdî, el-Meğâzî, 3/944-945.

[24] Muhammed Mustafa el-A‘zamî, Kur’an Tarihi, çev. Ömer Türker – Fatih Serenli (İstanbul: İz Yayıncılık, 2006), 127.

[25] Buhârî, Cenâiz, 31, Talâk, 46; Müslim, Talâk, 58. Krş. Ebû Dâvûd, Talâk, 43, 46; Tirmizî, Talâk, 18; Nesâî, Talâk, 55, 58, 59; İbn Mâce, Talâk, 35.

[26] Heysemî, Mecmaʻu’z-zevâid, 9/264-265.

[27] İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 8/235-236.

[28] Taberî, Târîh, 2/469.

[29] el-Mümtehine 60/12.

[30] Buhârî, Büyûʻ, 95; Müslim, Akdıye, 7-9.

[31] Ebû Dâvûd, Tereccül, 4.

[32] Buhârî, Eymân, 3, Ahkâm, 14; Müslim, Akdıye, 8.

[33] M. Yaşar Kandemir, “Hind binti Utbe”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/hind-bint-utbe (07.05.2023).

[34] Müslim, Akdıye, 8. Krş. Buhârî, Büyû’ 95, Nafakât, 4, Menâkıbü’l-Ensâr, 23; Müslim, Akdiye, 7, 9; Nesâî, Kudât, 31; İbn Mâce, Cihâd, 13.

[35] İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 2/357.

[36] İrfan Aycan, “Yezîd b. Ebû Süfyân”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/yezid-b-ebu-sufyan (08.05.2023).

[37] Muvatta’, Cihâd, 10.

[38] İrfan Aycan, “Muâviye b. Ebû Süfyân”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/muaviye-b-ebu-sufyan (08.05.2023).

[39] İbn Manzûr, Muhtasaru Tarîhi Dımeşk, 7/23.

[40] Hûd 11/15-16. Tirmizî, Zühd, 48/2382; Hâkim, el-Müstedrek, 1/579, no: 1527. Krş. Müs­lim, İmâ­re, 152; Nesâî, Cihâd, 86.

[41] eş-Şuʻarâ 26/146-148.

[42] Yâkūt el-Hamevî, Mu’cemü’l-büldân (Beyrut: Dâru Sâdır, 1995), 4/238.

[43] Bkz. Ebû Dâvûd, Harâc, 12-13/2948, İmâre, 13; Tirmizî, Ahkâm, 6.

[44] Tirmizî, Ahkâm, 6/1332.

[45] Müslim, Cumʻa, 73.

[46] Buhârî, İlim, 10, Humus, 7, İ’tisâm, 10; Müslim, İmâre, 175, Zekât, 98, 100.

[47] Müslim, Zikir, 40. Krş. İbn Ebî Şeybe, Musannef, 6/59; Nesâî, Kudât, 37.

[48] Müslim, Zikir, 38-39.

[49] Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Libâs, 122-124. Krş. Ebû Dâvûd, Tereccül, 5; Tirmizî, Edeb, 32; Nesâî, Zînet, 66.

[50] Buhârî, İʻtisâm, 3, Rikāk, 22; Müslim, Akdiye, 12-14.Krş. Buhârî, İstikrâz, 19, Edeb, 6.

[51] Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, 3/156-158.

[52] İbn Kesîr, el-Bidâye, 8/135.