18.1. Mâlik b. Sinan (r.a)
Mâlik b. Sinân (r.a) Ebû Said el-Hudrî’nin babasıdır. İffetli ve müstağnî bir insandı, bir defasında üç gün aç kalmış kimseden bir şey istememişti. Nebî (s.a.v):
“Kimseden bir şey istememe husûsunda son derece iffetli birine bakmak isteyen Mâlik b. Sinan’a baksın” buyurdular.[1]
Uhud savaşı öncesi ashâb-ı kirâm Medîne dışına çıkıp meydan muharebesi yapmak istediklerini söylüyorlardı. Allah Rasûlü’nün onların bu ısrarından hoşnut olmadığı belli oluyordu. O esnâda Mâlik b. Sinan (r.a) da şöyle dedi:
“–Yâ Rasûlallah! Vallahi biz iki güzellik arasındayız. Ya Allah bizi onlara karşı muzaffer kılar -ki istediğimiz budur-, onları zelil kılarak bize boyun eğdirir ve bu Bedir vakʻasıyla birlikte diğer bir mühim vakʻa olur, onlardan ancak kaçan yersiz yurtsuz birkaç kişi kalır veya yâ Rasûlallah Allah teâlâ bizi şeâdetle rızıklandırır. Vallahi yâ Rasûlallah bunların hangisi olsa aldırmam, zira hepsinde de hayır vardır” dedi.
Rasûlullah (s.a.v) sükût etti, ona cevap vermedi.[2]
Mâlik b. Sinân (r.a) Uhud’a katıldı ve orada şehîd oldu. Onu Gurâb b. Süfyân şehid etti.[3] Medîne-i Münevvere’ye getirilip Dâru Nahle’deki Ashâb-ı Abâ’nın olduğu yere defnedildi. Rasûlullah (s.a.v)’in münâdîsi şehitlerin Uhud’a vurulup düştükleri yerlere götürülmesi gerektiğini bildirdi ama artık şehidler defnedilmişti, sadece defnetmeden evvel münâdiyi duyan bir kişi şehidini geri götürebildi.[4]
18.1.1. Rivâyetleri
Ümmü Abdurrahman, babası Ebû Saîd el-Hudrî’den şöyle nakleder: Uhud’da Peygamber Efendimiz’in mübarek yüzü yaralanmıştı, Mâlik b. Sinân (r.a) Efendimiz’in yüzünden kanı emdi ve hemen yutuverdi. Rasûlullah (s.a.v):
“Kanımın kanına karıştığı kimseye bakmak isteyen Mâlik b. Sinan’a baksın” buyurdu.[5]
O zaman insanlar Mâlik’e
“–Kan mı içiyorsun?” dediler.
“–Evet, Rasûlullah’ın kanını içiyorum” dedi. Rasûlullah (s.a.v) de
“–Kimin kanı benim kanıma değerse ona ateş dokunmaz” buyurdu.[6]
Bu konudaki diğer rivayet şöyledir: Allâh Rasûlü (s.a.v) Uhud’da mübarek yüzünden yaralandığı zaman, Ebû Said el-Hudrî’nin babası Mâlik bin Sinan (r.a), kan iyice temizlenip beyazı açığa çıkana dek yarayı emdi. Allah Rasûlü (s.a.v):
“−Tükür onu!” buyurdu. Mâlik (r.a):
“−Hayır vallâhi, onu asla tükürmem!” deyip yutuverdi. Sonra dönüp savaşa devam etti. Nebi (s.a.v):
“−Kim cennet ehlinden bir kişi görmek isterse ona baksın!” buyurdu.
Mâlik (r.a) bu savaşta şehit oldu.[7]
Diğer rivayette Rasûlullâh (s.a.v) “Kanım kanına karıştı, ona cehennem ateşi dokunmaz!” buyurdu.[8]
Rasûlullah (s.a.v) kanının içilmesini istemezdi.[9] Ancak kanı kanına karışan kimsenin âkıbetini bildirmekten de geri durmamıştır.
֎
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şöyle anlatır:
Biz Uhud günü yaşımızın küçüklüğü sebebiyle Şeyhayn’den geri çevrilenlerdendik. Savaşçılarla birlikte ordan öte geçmemize izin verilmedi. Gündüz olup Allah Rasûlü’nün yaralandığı ve insanların etrafından dağıldığı haberi ulaşınca Benî Hudre çocuklarıyla birlikte Allah Rasûlü’nü karşılamak için çıktık. Efendimiz’in sağ sâlim geldiğini görüp âilelerimize haber verecektik. Kanât vâdisinden gelen insanlarla karşılaştık. Bütün istek ve gayretimiz Peygamber Efendimiz’i görmekti. Ona bakıyorduk. Rasûlullah (s.a.v) beni görünce:
“–Saʻd b. Mâlik” buyurdu.
“–Buyurun, anam-babam size fedâ olsun” dedim ve yaklaşıp dizinden öptüm. O atının üzerinde idi. Bana:
“–Baban konusunda Allah sana ecirler ihsân eylesin” buyurdu.
Mübarek yüzüne baktım elmacık kemikleri üzerinde dirhem yeri kadar izler vardı, alnında saçlarının dibinde yara vardı, alt dudağı kanıyordu, sağ azı dişi yarılmıştı, yarasının üzerinde siyah bir şey vardı.
“–Efendimiz’in yüzündeki bu şey nedir?” diye sordum,
“–Hasır yanığı” dediler.
“–Yanaklarını kim kanattı?” dedim,
“–İbn Kamîe” dediler.
“–Alnını kim yaraladı?” dedim,
“–İbn Şihâb” dediler.
“–Dudağını kim yaraladı?” dedim,
“–Utbe” dediler.
Peygamber Efendimiz’in önünde koşmaya başladım, nihayet kapısının önünde indi. Bineğinden ancak insanların yardımıyla inebildi. Dizlerine bakıyordum, yaralanmışlardı, iki Saʻd’a (Saʻd b. Ubâde ve Saʻd b. Muâz’a) dayanıyordu, evine girdi.
Güneş batıp Bilâl ezan okuyunca Rasûlullah (s.a.v) aynı hâl üzere çıktı, iki Saʻd’a dayanıyordu, sonra evine gitti. İnsanlar ateş yakıyor yaralarını tedavi ediyorlardı. Sonra şafak kaybolunca Bilâl yatsı ezanını okudu, Rasûlullah (s.a.v) çıkmadı, Bilâl kapısının yanına oturdu, gecenin üçte biri geçince “es-Salâh yâ Rasûlallah!” diye nidâ etti. Rasûlullah (s.a.v) çıktı. Uyuyormuş meğer. Göz ucuyla takip ettim evine girerkenki yürüyüşünden daha hafifti. Onunla birlikte yatsı namazını kıldım, sonra o evine döndü, insanlar onun için evi ile namaz kıldığı yer arasında saf olmuşlardı, tek başına yürüyordu, o şekilde evine girdi, ben de âileme döndüm. Onlara Allah Rasûlü’nün selâmette olduğunu haber verdim, bunun için Allah’a çok hamdettiler ve uyudular. Evs ve Hazrec’in ileri gelenleri Kureyş’in geri dönüp gelmesinden korktukları için Mescid’de Peygamberimizin kapısı önünde onu koruyorlardı…[10]
Ebû Saîd el-Hudrî hazretlerinin Peygamber Efendimiz’e muhabbeti ve bağlılığı gerçekten zirvelerde yer alıyor. Babası şehîd olduğu hâlde Allah Rasûlü’nden ayrılmıyor, onun iyi olduğunu görebilmek için can atıyor, üzerindeki en ufak bir noktaya kadar dikkat ederek ne olduğunu soruyor, onunla ilgili bütün detayları öğreniyor, en son yatsı namazında biraz rahatladığını görünce sevinçle âilesine gidip müjde veriyor. Uhud dönüşündeki bu hâli ve aşağıda zikredilecek hâlleri onun Allah Rasûlü’nü ne kadar çok sevdiğini göstermektedir.
18.2. Üneyse binti Amr (r.a)
Ebû Hârice Amr b. Kays’ın kızı, Bedir’e katılan Ebû Selît Üseyre b. Amr’ın ana-baba bir kardeşidir. Üneyse önce Numan b. Âmir ile evlendi, ondan Katâde ve Ümmü Sehl isminde çocukları oldu. Katâde b. Numan (r.a)Bedir’e katıldı.
Üneyse (r.a) Numan’dan sonra Mâlik b. Sinân ile evlendi. Bu evlilikten Ebû Saîd ve Füreyʻa isimli çocukları dünyaya geldi.[11]
Üneyse (r.a) müslüman oldu ve Peygamber Efendimiz’e beyʻat etti.[12]
18.3. Ebû Saîd el-Hudrî (r.a)
Ebû Saîd el-Hudrî’nin ismi Saʻd b. Mâlik b. Sinân idi. Medîne’deki Hazrec kabilesine mensuptu. Künyesiyle meşhur olmuştur. Dedelerinden Hudre’ye nisbetle Hudrî nisbesini almıştır. Annesi Üneyse binti Amr’dır.
Ebû Saîd (r.a) Uhud Gazvesi’ne katılmayı çok istiyordu ancak henüz 13 yaşındaydı. Babası Mâlik, onun yeterince gelişmiş olduğunu ifade ederek gazâya çıkmasını istediyse de Rasûlullah (s.a.v) izin vermedi.
Mâlik (r.a) Uhud’da âilesi için herhangi bir gelir bırakmadan şehid oldu. İyice ihtiyaç içinde kaldıkları zaman annesi Ebû Saîd’i Peygamber Efendimiz’den yardım istemesi için gönderdi. Rasûlullah (s.a.v) o esnâda ashâbına sohbet ediyor ve istemekten sakınanı Allah’ın iffetli kılacağını, insanlardan bir şey beklemeden elinde olanla iktifâ edeni zengin kılacağını ve sabretmek isteyene de sabır ihsan edeceğini söylüyordu. Ebû Saîd (r.a) bir şey istemeden geri döndü ve o günden sonra kimseden bir şey talep etmedi. Allah onları zengin kıldı.
Ebû Saîd (r.a) Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte ilk defa Hendek Gazvesi’ne, ondan sonra da 12 gazveye katıldı. Beyʻatü’r-Rıdvân’da bulundu ve Peygamber Efendimiz’e ilk beyʻat eden kimse oldu.
18.3.1. İlmi
Genç sahâbîlerin en fakihi olan Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) “imam” ve “Medîne müftüsü” lakaplarıyla anılmış, pek çok ictihadda bulunmuş ve fetvalar vermiştir. 1170 hadîs rivâyet ederek müksirûn (çok hadîs rivâyet eden yedi sahâbî) arasına katılmıştır. Peygamber Efendimiz’in hadîslerin yazılmasını yasakladığını naklederek yazmak isteyenlere izin vermemiş, hadîslerin Kur’ân hâline getirilmemesi gerektiğini söyleyerek onları ezberlemelerini tavsiye etmiştir. Bununla birlikte hadisleri yazan ve yazdıran sahâbîler de vardır.
Kendisinden karısı Zeyneb binti Kâʻb b. Ucre, oğulları Âmir ve Abdurrahman, Abdullah b. Ömer, Câbir b. Abdullah, Enes b. Mâlik, Ebû Seleme b. Abdurrahman, Nâfi’, Saîd b. Müseyyeb, Atâ b. Yesâr, Saîd b. Cübeyr ve Hasan Basrî gibi âlim sahâbî ve tâbiîler hadis rivâyet etmişlerdir.
Ebû Saîd el-Hudrî’nin naklettiği hadisler, Rasûlullah (s.a.v) ve ashâb-ı kirâm dönemine açıklık getiren söz ve yorumlar ihtiva etmesi yönüyle çok mühimdir. Meselâ şu rivayet buna bir misaldir:
Ebû Mûsâ el-Eşʻarî (r.a) Hz. Ömer’in kapısına gelip üç defa çalarak izin istedi, kapının açılmaması üzerine geri döndü. Hemen ardından kapıya çıkan Ömer (r.a) ona niçin daha fazla izin istemeyip geri döndüğünü sordu. Ebû Mûsâ (r.a) da:
“–Ben Peygamber Efendimiz’in «Sizden biriniz üç defa izin istediği hâlde kendisine izin verilmezse geri dönsün” buyurduklarını işittim” dedi.
Bu sefer Ömer (r.a):
“–Bu söylediğin sözü Allah Rasûlü’nden işittiğine ve Peygamber Efendimiz’in böyle buyurduğuna dâir bana şâhit getir” dedi.
Telaşa kapılan Ebû Mûsâ (r.a) sahâbîlerin bulunduğu meclise gelerek durumu anlattı. Orada bulunanlar şaşırarak:
“–Bunu yaşça en küçüğümüz bile bilir” dediler. Yaşça en küçükleri olan Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) Ebû Mûsâ el-Eşʻarî ile birlikte giderek Hz. Ömer’in huzurunda şâhitlik etti.[13]
Ardından Übeyy b. Kaʻb (r.a):
“–Allah Rasûlü’nün böyle buyurduklarını ben işitim ey İbnü’l-Hattâb, Peygamber Efendimiz’in ashâbına azâb olma!” dedi.
Ömer (r.a):
“–Sübhânallâh! Ben bir şey işittim ve onu tahkik etmek, kesinleştirmek istedim” dedi.[14]
Hz. Ömer’in bu tavrı Allah Rasûlü’nün hadîs-i şerîflerinin ve Sünnet-i Seniyye’sinin bizlere ne kadar sağlam bir metodla geldiğini göstermektedir. Ashâb-ı kirâm ve onları güzellikle tâkip eden İslâm âlimeri, rivâyetlerin naklinde çok titiz davranmış, hadîs öğrendikleri hocaların ilim ve ahlâkına son derece dikkat etmişlerdir.
18.3.2. Tebliğ Gayreti
Ebû Saîd (r.a) idarecilerde gördüğü hataları düzeltmekten de çekinmezdi. Nitekim Mervan b. Hakem’in bayram hutbesini bayram namazından önceye almasına karşı çıkmış, bunun sünnete uymadığını hatırlatmıştı.[15]
Dımaşk’ta halîfe Hz. Muâviye’nin yanına vararak beğenmediği davranışlarını tenkit etmiş ve bu uyarıyı Peygamber Efendimiz’in, doğruyu bilen kişinin onu söylemekten geri durmaması gerektiğini bildiren hadîsine istinâden yaptığını söylemişti.
Ebû Saîd (r.a) öğüt isteyen bir şahsa şu nasihatte bulunmuştur:
“Allah’tan kork, çünkü her işin başı Allah korkusudur. Cihâda sarıl, çünkü cihâd İslâm’ın ruhbanlığı, dünya zevk ve lezzetlerine kapılmama hissidir. Allah’ı zikretmeye ve Kur’ân okumaya devam et ki seni semâda melekler, yerde insanlar arasında yaşatacak olan budur. Doğruyu söyle, bunun dışında da sükûtu tercih et. Bunları yaparsan şeytanı yenersin.”[16]
Ebû Saîd (r.a) kendisine bir şey sorulduğunda buna Peygamber Efendimiz’den duyduğu bir hadîsle veya onun bir fiiliyle cevap verirdi. Böylece Peygamber Efendimiz’in sünnetinin ümmet arasında hem bilgi hem de tatbîkat olarak yayılmasını sağlardı.
Ebû Saîd (r.a) hak yanlısı, cesur, pek sabırlı ve fedâkar bir zât idi. Yoksullara, yetimlere dâima yardım eder, bakıma muhtaç çocukları evine alarak besler, büyütür ve terbiye ederdi.
Ebû Saîd (r.a) vefatı yaklaşınca oğlu Abdurrahman’ı yanına alıp Cennetü’l-Bakī’a gitti. Uzak bir köşeyi göstererek vefat ettiğinde kendisini oraya defnetmelerini, üzerine türbe yapmamalarını ve arkasından yas tutmamalarını vasiyet etti. Hicrî 74 (693-94) yılında Medîne-i Münevvere’de vefat etti ve gösterdiği yere defnedildi. Bugün kabri hâlâ mâlumdur.
18.3.3. Rivâyetleri
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) bir gün ihtiyaç içinde olduğunu söyleyerek Peygamber Efendimiz’e şikâyette bulunmuştu. Âlemlerin Efendisi:
“–Sabret Ebû Saîd! Fakirlik, beni seven bir kimseye vâdinin veya dağın zirvesinden aşağıya inen selden daha hızlı ulaşır” buyurdu.[17]
Benzer bir rivayet de şöyledir: Abdullah b. Mugaffel (r.a) şöyle anlatır:
Bir kişi Peygamber Efendimiz’e:
“–Ey Allah’ın Rasûlü! Allah’a yemin ederim ki ben seni seviyorum” dedi. Rasûlullah (s.a.v):
“–Sen ne söylediğini iyi düşün” buyurdu. O kişi:
“–Allah’a yemin ederim ki ben seni seviyorum” dedi ve bu sözünü üç defa tekrarladı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):
“–Eğer beni seviyorsan o hâlde fakirliğe karşı kendine bir zırh hazırla. Çünkü fakirlik beni seven kişiye yüksekten inen bir selden daha çabuk ulaşır” buyurdu.[18]
Benzer rivâyetlerden hareketle Peygamber Efendimiz’i sevdiğini söyleyen sahâbînin Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) olduğu söylenmiştir.
֎
Ebû Saîd (r.a) mâruz kaldığı açlık yüzünden karnına taş bağlayan sahâbîlerdendi. Bir gün vâlidesi ona:
“–Kalk, Rasûl-i Ekrem’e gidip kendisinden bir şeyler iste. Falan adam Rasûl-i Ekrem’e gitmiş, o da onun imdâdına yetişmiş, filân da gitmiş, o da nîmete nâil olmuş. Haydi sen de git, belki bir hayırla dönersin” dedi.
Ebû Saîd (r.a):
“–Hele dur bakalım, bir şeyler arayalım, bulamazsak öyle gidelim” dedi. Fakat bütün aramaları ve gayretleri boşa çıktı. Bunun üzerine çâresiz Peygamber Efendimiz’e gitmeye karar verdi. Allah Rasûlü’nün huzûruna girdiğinde, onu hutbe îrâd ederken buldu ve hutbeyi dinlemeye koyuldu. Rasûlullah (s.a.v) hutbesinde şunları söylüyordu:
“Kim iffetli olmak isterse Allah onu iffetli kılar. Kim istiğnâ gösterir kimseden bir şey istemezse Allah onu bütün âlemden müstağnî kılar, zenginleştirir. Kim bizden bir şey isterse ona ya bolca veririz veya kendisini tesellî ederiz. Kim de bize karşı iffetli davranır bir şey istemezse o bize, isteyenden daha sevimlidir.”
Ebû Saîd (r.a) bu sözü işitince hemen geri döndü. Peygamber Efendimiz’den hiç birşey istemedi. Kendisi bundan sonraki hâlini şu şekilde anlatıyor:
“Allah teâlâ bize rızkımızı hep gönderdi, öyle ki Ensâr içinde malı bizden daha çok olan kimse bilmiyorum.”[19]
Ebû Saîd hazretlerinin Allah ve Rasûlü’ne muhabbeti ve tevekkülü tam idi. Bu sebeple denileni gönülden kabul edip uyguladı, Allah da onu Medîne’nin en zengini yaptı.
֎
Ebû Said el-Hudrî (r.a) şöyle anlatır:
“Rasûlullah (s.a.v) Medîne’ye yeni geldiği sıralarda bizden biri ölüm döşeğinde iken varıp kendisine haber verirdik. O da gelir hastanın başında durur, istiğfarda bulunurdu. Ölünce de yanındakilerle beraber geri dönerdi. Bâzen de cenâze gömülünceye kadar beklerdi.
Kendisine zahmet vermekten endişe duyarak aramızda şöyle konuştuk:
“Hastamız ölünceye kadar Allah Rasûlü’ne bir şey söylemeyelim. Vefât edince kendisine söyleriz. Böylece o ne yorulur ne de zaman kaybetmiş olur.”
Böyle yapmaya başladık. Hastamız ölünce kendisine haber verirdik. O da gelir namazını kılar, istiğfarda bulunur, geri dönerdi. Bâzen de cenâze gömülünceye kadar beklerdi. Bir süre de bu şekilde yaptık. Daha sonra:
“Vallahi böyle de yapmayalım, bu da Rasûlullah’ı yoruyor. Cenâzemiz olduğunda onu Efendimiz’in kapısına götürelim, orada namaz kıldırsın, bu onun için daha kolay olur” dedik ve öyle yaptık.
Hadîsin râvisi Muhammed b. Ömer (r.a) diyor ki:
“Bu sebepten Allah Rasûlü’nün kapısının önü «cenâze namazının kılındığı yer» mânâsında «musallâ» ismiyle anılır oldu. Cenâzeler hep oraya götürülüyordu. Allah Rasûlü’nün vefâtından sonra da aynı usûl devâm etti.”[20]
֎
Ebû Saîd (r.a) anlatıyor:
“Muhâcirlerin fakirlerinden bir grupla birlikte oturmuştum. Bunlardan bir kısmı, bütün vücûdunu örten bir elbisesi olmadığı için diğerlerinin karaltısından istifâde ile iyice örtünmeye çalışıyorlardı. O esnâda bir kişi de bize Kur’ân okuyordu. Derken Rasûlullah (s.a.v) çıkageldi ve yanımızda durdu. Allah Rasûlü’nün gelmesi üzerine Kur’ân okuyan kimse okumayı bıraktı. Efendimiz de selâm verdi ve:
«–Ne yapıyorsunuz?» diye sordu.
«–Ey Allah’ın Rasûlü! O hocamızdır, bize Kur’ân okuyor. Biz de Allah teâlâ’nın kitâbını dinliyoruz» dedik.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):
«–Ümmetim arasında, kendileriyle birlikte sabretmem emredilen kimseleri yaratan Allah’a hamd olsun» buyurdu.[21]
Sonra Rasûlullah (s.a.v), kendisini bizimle aynı seviyede tutarak ortamıza oturdu. Eliyle işâret edip:
«–Şöyle (halka yapın!)» buyurdu.
Cemaat hemen etrâfında halka oldu ve yüzlerini ona doğru çevirdi. Rasûlullah (s.a.v) bize şu müjdeyi verdi:
«–Ey yoksul Muhâcirler, müjdeler olsun! Sizlere kıyâmet gününde tam bir nûr müjdeliyorum. Sizler cennete, zenginlerden yarım gün önce gireceksiniz. Bu yarım gün, (dünyâ günleriyle) beş yüz sene eder».”[22]
֎
Ebû Saîd b. Mâlik el-Hudrî (r.a) bir seferden gelmişti. Âilesi kendisine kurban etlerinden takdîm ettiler. Ebû Saîd (r.a):
“‒Ben bunun hükmünü sormadıkça yemeyeceğim” dedi.
Akabinde Bedir’de hazır bulunmuş olan ana-bir kardeşi Katâde b. Numan’a gidip ona bu mes’eleyi sordu. O da:
“‒Sen gittikten sonra kurban etlerini üç günden sonra yemeyi yasaklayan hüküm kaldırıldı” dedi.[23]
Burada mübarek sahâbînin Allah ve Rasûlü’nün emirleri karşısındaki hassasiyetini görüyoruz. Üç günden fazla evde kalan kurban etlerine dokunmuyor. Zira o sefere gitmeden önce Rasûlullah (s.a.v) kurban etlerinin üç günden fazla evde durdurulmasını yasaklamış, bir an evvel fakirlere dağıtılmasını emretmişti. Ancak ihtiyaç ortadan kalkınca “Artık dilediğiniz kadar saklayabilirsiniz” buyurmuştu. Ebû Saîd (r.a) da seferde olduğu için bu son hükümden haberi olmamıştı.
֎
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şöyle der:
“Nebiyy-i zî-şân Efendimiz, örtünme çağına girmiş bir genç kızdan daha hayâlı idi. Hoşlanmadığı bir şey gördüğünde bu durum mübârek vech-i pâkinden hemen anlaşılırdı.”[24]
֎
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şöyle anlatır:
“Bir defâsında Allah Rasûlü (s.a.v) ile bir seferde bulunuyorduk. Bu esnâda devesine binmiş bir adam çıkageldi. Bir şeyler umarak sağa sola bakınmaya başladı. Onu gören Allah Rasûlü (s.a.v):
«–Yanında ihtiyacından fazla binek hayvanı olanlar olmayanlara versin, fazla azığı olanlar azığı olmayanlara versin» buyurdu.
Rasûlullah (s.a.v) daha birçok mal çeşidi saydı. İşte o zaman kimsenin ihtiyacından fazla bir şey bulundurmaya hakkı olmadığını anladık.”[25]
֎
Ebû Saîd el-Hudrî şöyle anlatır:
Rasûlullah (s.a.v) ashabına namaz kıldırırken nalinlerini/sandaletlerini çıkarıp sol tarafına koydu. Bütün sahabiler de aynı şeyi yaptılar. Namaz bitince Efendimiz (s.a.v):
“–Ayakkabılarınızı niçin çıkardınız?” diye sordu. Onlar da:
“–Sizin çıkardığınızı gördük biz de çıkardık!” dediler. Rasûlullah (s.a.v):
“–Cibrîl gelip benim ayakkabılarımın üzerinde pislik olduğunu haber verdi. Sizden biri mescide gelince ayakkabılarını çevirip baksın. Onlarda bir pislik görürse yere sürterek temizlesin ve onlarla namaz kılsın” buyurdu.[26]
Burada ashâb-ı kirâmın Peygamber Efendimiz’i nasıl yakından takip ettiklerini ve ona birebir uymaya çalıştıklarını görüyoruz.
Bir de ayakkabı ile namaz kıldıkları anlaşılıyor. Onlar kum ve çakıl üzerinde namaz kıldıklarından o bölgede sıcak kuma çıplak ayakla basmak mümkün değildir. O sebeple temiz ayakkabılarıyla namaz kılıyorlardı.
֎
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şöyle demiştir:
Rasûlullah (s.a.v) ganimet taksim ederken bir adam gelip üzerine abandı. Allah Rasûlü (s.a.v) yanındaki hurma dalıyla adama dokundu, adamın yüzü hafifçe yaralandı.
Rasûlullah (s.a.v) ona:
“–Gel, kısas yap” buyurdu. Adam:
“–Hayır, affettim yâ Rasûlallah” dedi.[27]
Peygamber Efendimiz’in bu davranışı karşısında söylenecek bir şey yok, sükût her şeyi anlatıyor.
֎
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şöyle buyurur: Rasûlullah (s.a.v) minber üzerinde ayağa kalkıp:
“Ben ancak benden sonra size açılacak olan dünyâ bereketlerinden dolayı sizin için korkuyorum” buyurdu.
Sonra dünyanın süsüne dalmaktan bahsetti. Önce dünyanın bereketlerinden bahsedip daha sonra dünyanın zînetleriyle meşgul olmayı zikretti. Bunun üzerine sahâbîlerden bir zât ayağa kalktı ve:
«‒Yâ Rasûlallah, hiç hayır şer getirir mi?» diye sordu. Rasûlullah (s.a.v) bu soruya cevap vermeyip bir müddet sükût etti.
Biz «Peygamber Efendimiz’e vahiy indiriliyor» dedik. İnsanlar sanki başları üzerinde kuşlar varmışçasına sükût ettiler. Sonra Rasûlullah (s.a.v) dökmekte olduğu teri yüzünden sildi ve:
«‒Biraz önce suâl soran nerede? Mal (hakîkaten) hayır mıdır?» (buyurup bunu üç defa tekrarladı ve devamla) “Hakîkî hayır ve nimet, hayırdan başka bir şey getirmez (fakat dünyâ malı hakîkî hayır değildir, şöyle ki):
Muhakkak ki bahar, yeşilliklerini bitirince çok yiyeni öldüren veya ölüme yaklaştıran şeyler de bitirir. Lâkin yeşil otları şu şekilde yavaş yavaş yiyen hayvan böyle değildir. O ölüm tehlikesinden korunmuştur. Bu hayvan o yeşil otu yiyip iki böğrünü doldurunca bahar güneşinin karşısına geçip biraz istirahat eder, kolayca tersler ve bevleder. Sonra yine yayılır. İşte bu dünyâ malı da yeşil ot gibi çekicidir, tatlıdır. Bu dünyâ malını hakkıyla alan ve onu Allah yoluna, yetimlere, fakirlere tahsis eden zengin müslümân ne hayırlı kişidir! Dünyâ malını hakkıyla almayan (haram mal toplayan hırslı) kişi de dâima yiyen, bir türlü doymayan obur gibidir. Kıyamet gününde bu mal kendi sahibinin cimriliğine bir şâhid olacaktır».”[28]
Dünya malına hırsla saldırmak Allah korusun insanı zehirleyip öldürebilir. İnsan malı hakkıyla almalı ve gereli yerlere vermelidir ki zehirlenmesin.
֎
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) rüyâda kendisini Sâd suresini yazarken gördü. Secde âyetine gelince önündeki divit, kalem ve yanındaki her şey secde vaziyetine geçmişti. Bu rüyâsını Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e anlattı. O hâdiseden sonra bu âyette secde etmeyi hiç terk etmedi.[29]
Her şey Allah’a secde etmekte ve O’nu hamd ile tesbih etmektedir. İnsan ise secde ve tesbihe cansız varlıklardan daha fazla hak sâhibidir, daha lâyıktır ve daha çok muhtaçtır.
֎
Ebû Saîd (r.a) şöyle anlatır:
“Peygamber Efendimiz’in zamanında bir adam aldığı meyvelerde büyük bir âfete uğradı, bu yüzden çok borçlandı ve iflas etti. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v):
“–Ona sadaka verip yardım edin” buyurdu. Herkes sadaka verip yardım etti, fakat borcunu yine de kapatamadı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) alacaklılarına:
“−Onda bulduğunuzu alın, bundan başka herhangi bir hakkınız yoktur” buyurdu.[30]
֎
Tâbiînden Ebû Seleme (r.a) şöyle demiştir:
“Ebû Saîd el-Hudrî’ye varıp:
«Bizimle hurmalığa doğru çıkmaz mısın, orada sohbet ederiz» dedim. Çıktı. Ben ona:
«Kadir Gecesi hakkında Peygamber Efendimiz’den işittiğin şeyleri bana anlatabilir misin» dedim. Şöyle anlattı:
«Rasûlullah (s.a.v) Ramazan’ın ilk on gününde îtikâfa girdi. Biz de onunla birlikte îtikâf yaptık. Cebrâil (a.s) ona gelip:
“Aradığın şey önündedir” dedi. Rasûlullah (s.a.v) ortadaki on günde de îtikâfa girdi. Bizler de onunla birlikte îtikâf yaptık. Yine Cebrâil (a.s) ona gelip:
“‒Aradığın şey önündedir” dedi. Rasûlullah (s.a.v) Ramazan’ın yirminci gününün sabahında ayağa kalkıp bir hutbe îrâd ederek şöyle buyurdu:
“‒Allah’ın Nebîsi ile birlikte kim îtikâf yaptıysa yerine dönüp îtikâfa devam etsin! Zira bana Kadir Gecesi gösterildi fakat sonra unutturuldu. Kadir Gecesi son on gün içindeki tek sayılı gecelerdedir. Ben rüyâda kendimi sanki çamur ve su içinde secde eder hâlde gördüm.”
Mescid’in tavanı hurma dallarıyla örtülmüştü. Biz gökte bir şey görmüyorduk, birden bir bulut parçası geldi ve yağmur yağdı. Nebî (s.a.v) bize namaz kıldırdı. Peygamber Efendimiz’in mübarek alnında ve burnunun ucunda çamur ve suyun izini gördüm. Bu hâl onun gördüğü rüyânın tasdiki idi».”[31]
Hayatı Peygamber Efendimiz’le birlikte yaşamak ne güzel! Ebû Saîd (r.a) Allah Rasûlü’nden hiç ayrılmamış, hayatın bütün hâllerini onunla birlikte yaşamış bir bahtiyardır.
֎
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şöyle anlatır:
Rasûlullah (s.a.v) Kurban ve Ramazan bayramı günleri namazgâha çıkar ve evvelâ namazla işe başlardı. Namazı kılıp selâm verdiğinde ayağa kalkarak cemaate dönerdi. Cemâat namaz kıldıkları yerde otururdu. Eğer herhangi bir yere müfreze gönderme ihtiyacı olursa onu cemaate söyler veya bundan başka yapılacak bir iş olursa onu kendilerine emrederdi. Hutbe esnâsında:
“Sadaka verin, sadaka verin, sadaka verin!” buyururdu.
En ziyâde sadaka verenler de kadınlar olurdu. Ondan sonra Rasûlullah (s.a.v) namazgâhtan ayrılırdı.[32]
֎
Ebû Hârun el-Abdî (r.a) şöyle demiştir: Biz (gençler) Ebû Saîd’den bazı şeyler öğrenebilmek için onun yanına giderdik. O bizi görünce şöyle derdi:
“Peygamber Efendimiz’in bize vasiyet ve emanet ettiği kişiler, merhaba hoş geldiniz! Rasûlullah (s.a.v) bize şöyle buyurdu:
«–İnsanlar size tâbî olacaklar. Dünyanın dört bir yanından size insanlar gelip dini iyice öğrenmek ve onda derinleşmek isteyecekler. Onlar size geldiğinde kendilerine îtinâ gösterin ve hayırla muâmele edin!».”[33]
Rasûlullah (s.a.v) ashâbını bunun için yetiştirmişti. Dini diğer insanlara ve nesillere ulaştırmaları için. Bu konuda en fazla ihtimam gösterilecek kimseler de gençlerdi. Bugün de en önemli görevimiz dini en güzel şekilde öğrenip bizden sonraki insanlara aktarmaktır.
֎
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şöyle der:
“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in ashâbı bir araya gelip oturduklarında öncelikle Kur’ân-ı Kerîm ile meşgul olur, onu okur ve anlamaya çalışırlardı. Ya içlerinden biri bir sûre okur veya birinden bir sûre okumasını talep ederlerdi.”[34]
֎
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şöyle anlatır:
“Bir gün Rasûlullah (s.a.v) bize ikindi namazını gün akşama iyice meyletmeden kıldırdı. Sonra ayağa kalkıp bir konuşma yaptı. Bu hitâbesinde kıyâmet kopuncaya kadar olacak her şeyi bize haber verdi. Bunları hâfızasında tutan tuttu, unutan da unuttu. Söyledikleri arasında şu da vardı:
«Dünya tatlıdır, caziptir. Allah sizi dünyaya hâkim kılacak, onun nimetlerini emrinize verecek ve nasıl amel edeceğinize bakacak.
Aman uyanık olun! Dünyaya karşı çok dikkatli olun, haramları ve dünyaya dalmayı terk ederek kendinizi onun şerrinden muhafaza edin! Aynı şekilde kadınlara karşı da dikkatli davranıp kendinizi şerlerinden koruyun!»
Efendimiz’in sözleri arasında şu da vardı:
«Aman uyanık olun! Kimse, insanlardan korkarak, bildiği bir hakikati söylemekten geri durmasın!»”
Ebû Saîd (r.a) bunu söyleyince ağladı ve şöyle dedi: “Vallahi öyle günler geldi ki bazı şeyler gördük ve hakkı söylemekten korktuk.
Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in sözleri arasında şunlar da vardı:
«Haberiniz olsun! Kıyâmet günü, her bir vefâsız için vefâsızlığı ve ihâneti nisbetinde bir bayrak dikilecektir. Devlet başkanının hâinliğinden daha büyük bir ihânet olmayacaktır. Onun bayrağı beline dikilir.»
O gün ezberlediğimiz sözlerin bir kısmı da şöyleydi:
«‒Haberiniz olsun! İnsanoğlu çok çeşitli tabakalar hâlinde yaratılmıştır:
Kimisi vardır, mü’min olarak doğar, mü’min olarak yaşar, mü’min olarak ölür.
Kimisi vardır, kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar, kâfir olarak ölür.
Kimisi vardır, mü’min olarak doğar, mü’min olarak yaşar, kâfir olarak ölür.
Kimisi vardır, kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar, mü’min olarak ölür.
Dikkat edin! İnsanların kimisi vardır yavaş öfkelenir, öfkesinden çabuk döner.
Kimisi vardır çabuk öfkelenir, çabuk sakinleşir; bu iki haslet birbirini dengeler, (dolayısıyla medih veya zem sözkonusu değildir).
Dikkat edin! Kimisi vardır, çabuk öfkelenir, geç sakinleşir.
Dikkat edin! Bunların en hayırlısı geç öfkelenip, çabuk sakinleşendir; dikkat edin, bunların en şerlisi de çabuk öfkelenip geç sakinleşendir.
Dikkat edin! İnsanlardan kimisi borcunu güzelce öder ve başkasındaki alacağını da güzelce talep eder. Kimisi de borcunu güzelce ödemez, ancak alacağını isterken güzel davranır. Kimi de kötü talep eder, iyi öder, bunlar birbirlerini dengeler. Dikkat edin! Bir kısmı da kötü öder, kötü talep eder.
Dikkat edin! Bunların en hayırlısı borcunu öderken de alacağını isterken de güzel davranandır. Dikkat edin! Bunların en kötüsü de kötü ödeyen, kötü talep edendir.
Dikkat edin! Öfke Âdemoğlunun kalbinde bir kordur. Öfkelenen kişinin gözlerinin kızardığını, boyun damarlarının şiştiğini görmez misiniz? Kim, öfkelenmeye başladığını hissederse, hemen yere yapışsın (otursun veya yatsın)!»
Biz bu esnâda gündüzün aydınlığı devam ediyor mu diye güneşe bakmaya başladık. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):
“‒Haberiniz olsun! Dünyanın ömründen geçen kısma nisbetle kalan kısım, şu gününüzün geçen kısmına nazaran kalanı gibidir.”[35]
֎
Ebû Saîd Hudrî (r.a) şöyle der:
“Peygamber Efendimiz’in pekçok defa namazını bitirip ayrılırken şu âyet-i kerîmeleri okuduğunu işittim:
سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ. وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَل۪ينَ. وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ
«Mutlak izzet sahibi olan Rabbin, onların isnat etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir. Gönderilen bütün peygamberlere selam olsun! Âlemlerin Rabbi olan Allah’a da hamd olsun!»” (es-Sâffât 37/180-182)[36]
֎
Ebû Saîd el-Hudrî’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) Hüzeyl kabilesinin Lihyânoğulları üzerine ordu sevketmek istedi. Bu sebeple şöyle buyurdu:
“İki kişiden biri cihada gitsin. Kazanılacak sevap ikisi arasında ortaktır.”[37]
Çünkü iki kişinin biri cihâda çıktığında diğeri de geride kalan iki âileye bakardı. Bu durumda mücâhid rahat bir şekilde gönül huzuruyla savaşır, gözü arkada kalmazdı.
Bu iki kişi de Peygamber Efendimiz’in hicretin akabinde gerçekleştirdiği muâhât yani kardeşleştirme ile birbirine kardeş yaptığı ensârî ile muhâcirdir. Bu kardeşler hayat boyu devamlı birbirlerini kollamışlardır.
֎
Ebû Saîd el-Hudrî’nin naklettiğine göre Nebî (s.a.v):
“–Yol ve sokaklara oturmaktan sakınınız” buyurdu. Sahâbîler:
“–Ya Rasûlallah! Bizim yol ve sokaklara oturmaktan vazgeçmemiz mümkün değil, çünkü lüzumlu işlerimizi orada konuşuyoruz” dediler. Rasûlullah (s.a.v):
“–Vazgeçemiyorsanız ve mutlaka oturmak zorunda kalıyorsanız o hâlde yolun hakkını veriniz” buyurdu. Bunun üzerine ashâb-ı kirâm:
“–Yolun hakkı nedir ki ya Rasûlallah?” diye sordular. Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurdu:
“–Gözü haramlardan korumak, gelip geçene eziyet vermemek, verilen selâma mukabelede bulunmak, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırma vazifesini yerine getirmek.”[38]
֎
Ebû Said el-Hudrî (r.a) Peygamber Efendimiz’in şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:
“Mü’minden başkasını dost tutma, yemeğini ancak müttakî olanlar yesin!”[39]
Hadîsin bir rivâyetinde “Sen de ancak müttakîlerin yemeğini ye” tavsiyesi geçmektedir.
֎
Ebû Saîd el-Hudrî’nin rivâyetine göre Rasûlullah(s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet gününde Allah teâlâ’ya göre en fena insan, karısıyla mahremiyetini paylaştıktan sonra onun sırrını ifşâ eden kimsedir.”[40]
֎
Ebû Saîd (r.a) şöyle demiştir:
“Rasûlullah (s.a.v) ağzı kırık su tulumlarından su içmeyi yasakladı.”[41]
֎
Ebû Saîd el-Hudrî’nin haber verdiğine göre Rasûlullah (s.a.v) içilecek şeylere üflemeyi yasaklamıştı. Bunun üzerine bir adam:
“–Kaba çerçöp düştüğünü görürsem ne yapayım?” deyince:
“–Kaba düşen şeyi dök” buyurdu.
Bu defa adam:
“–Bir nefeste içince suya kanmıyorum” dedi.
Allah Rasûlü (s.a.v) de:
“–O takdirde su kabını ağzından çek” buyurdu.[42]
Rasûlullah (s.a.v) hayatın bütün teferruatını ümmetine öğretmiştir.
֎
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şöyle anlatır:
Rasûlullah (s.a.v) yeni bir elbise giydiği zaman, “gömlek” veya “sarık” diye o şeyin ismini anarak şöyle duâ ederdi:
اَللّٰهُمَّ لَكَ الْحَمْدُ أَنْتَ كَسَوْتَنِيهِ أَسْأَلُكَ مِنْ خَيْرِهِ وَخَيْرِ مَا صُنِعَ لَهُ وَأَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّهِ وَشَرِّ مَا صُنِعَ لَهُ
“Yâ İlâhî! Hamd sana mahsustur. Onu bana sen giydirdin. Senden onu hayırlı kılmanı ve yapılış gâyesinin hayrını nasip etmeni dilerim. Şerrinden ve yaratılış gayesi dışında kullanılmasının şerrinden de sana sığınırım.”[43]
Bütün eşyanın Allah’a itaat ve ibadet yolunda kullanılması, insana bu yolda yardımcı olması, günahta ve Allah’ın emrine muhâlif bir şekilde kullanılmaması gerekir.
Allah’ın nimetleri karşısında yapılması gereken dil ve kalb ile şükürdür, nankörlük değildir. Dolayısıyla yeni bir nimete kavuştuğumuzda Allah’tan ona şükredebilmeyi ve nankörlükten korunmayı istemelidir.
֎
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a): Peygamber Efendimiz’i:
“Meclislerin en hayırlısı en geniş olanıdır” buyururken işittim, demiştir.[44]
֎
Ebû Sa’îd el-Hudrî’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v):
“Ölmek üzere olanlarınıza «Lâ ilâhe illallah» demeyi telkin ediniz” buyurmuştur.[45]
֎
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a)şöyle der:
Rasûlullah(s.a.v)bazı dualarla cinlerden ve göz değmesinden Allah’a sığınırdı. Nihayet Muavvizeteyn (Kul eûzü birabbi’l-felak ve kul eûzü birabbi’n-nâs sûreleri) nâzil oldu. Ondan sonra Muavvizeteyn ile Allah’a sığınmaya başladı ve diğer duâları bıraktı.[46]
֎
Ebû Hüreyre ve Ebû Saîd el-Hudrî’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse geceleyin karısını uyandırır da beraberce veya her biri kendi başına iki rekʻat namaz kılarlarsa Allah’ı çok zikreden erkekler ve Allah’ı çok zikreden kadınlar arasına yazılırlar.”[47]
֎
Ebû Saîd el-Hudrî’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v):
“Rab olarak Allah’a, din olarak İslâm’a, rasûl olarak Muhammed (s.a.v)’e inanıp razı olan kimse cenneti hak eder” buyurmuştu. Bu söz Ebû Saîd’in çok hoşuna gitti ve:
“–Yâ Rasûlallah! Bu sözü bana tekrarlasanız” dedi. Peygamber Efendimiz sözünü tekrarladı, sonra da:
“–Bir başka haslet daha vardır ki onun sayesinde Allah kulunu cennette yüz derece yükseltir. Her bir derecenin arası da yerle gök arası kadardır” buyurdu. Ebû Saîd (r.a):
“–O haslet nedir yâ Rasûlallah?” diye sordu. Rasûlullah (s.a.v):
“Allah yolunda cihad, Allah yolunda cihaddır” buyurdu.[48]
֎
Ebû Saîd’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Erkek erkeğin avret yerine, kadın da kadının avret yerine bakamaz. Bir erkek başka bir erkekle, bir kadın da başka bir kadınla bir örtü altında yatamaz.”[49]
֎
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şöyle buyurur:
“Kim Kur’ân’ı okur da (samîmiyetle istediği hâlde) ezberleyemeden vefat ederse, ona bir melek gelerek kabrinde öğretir ve o kul Allah’ın huzûruna Kur’ân’ı ezberlemiş olarak çıkar.”[50]
Hasan Basrî Hazretleri de bu konuda şöyle demiştir:
“Bana ulaşan habere göre bir mü’min (çok arzu ettiği hâlde) Kur’ân’ı ezberleyemeden vefat ederse, hafaza meleklerine emredilir de Kur’ân’ı ona kabrinde öğretirler. Böylece kıyamet günü Allah Teâlâ onu Kur’ân ehli ile birlikte haşreder.”[51]
֎
Tüm bu rivayetleri okuyunca Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) hazretlerinin ne kadar büyük bir lütfa mazhar olduğunu görüyoruz. Hayatını devamlı Peygamber Efendimiz’le birlikte yaşamış, mübarek ağzından paha biçilmez ilimler almış, aklına gelen her şeyi ona sorabilmiş, husûsî iltifatlarına ve dualarına mazhar olmuştur. Bu lütfa mazhar olabilmek için tabiî ki kendisi de büyük fedakârlıklar yapmış, her şeyi bırakarak kendini Allah Rasûlü’ne adamış, ne pahasına olursa olsun ondan hiç ayrılmamıştır.
[1] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe, 5/24.
[2] Vâkıdî, el-Megâzî, 1/210-211.
[3] Vâkıdî, el-Megâzî, 1/302.
[4] Vâkıdî, el-Megâzî, 1/312.
[5] İbn Hacer, el-İsâbe, 5/538.
[6] Vâkıdî, el-Megâzî, 1/247. Krş. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye, 2/80.
[7] Beyhakî, Delâil, 3/303, no: 1135; Saîd bin Mansûr, Sünen, 2/221, no: 2573.
[8] Heysemî, 8/270.
[9] Bkz. Dârekutnî, 1/228 [Hayz, 5]; Hâkim, 3/638, no: 6343; Ebû Nuaym, Hilye, 1/330; Heysemî, 8/270.
[10] Vâkıdî, el-Megâzî, 1/247-249.
[11] Muvatta’, Talâk, 87.
[12] İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 8/421.
[13] Bkz. Buhârî, İsti’zân, 13; Müslim, Âdâb, 33-37; Ebû Dâvud, Edeb, 127, 130.
[14] Müslim, Âdâb, 37.
[15] Müslim, Salâtül’-Îdeyn, 9.
[16] Bkz. Raşit Küçük, “Ebû Saîd el-Hudrî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ebu-said-el-hudri (08.05.2023).
[17] Heysemî, Mecmaʻu’z-zevâid, 10/274.
[18] Tirmizî, Zühd, 36.
[19] Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/44.
[20] İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 1/257, Hâkim, el-Müstedrek, 1/519, no: 1349.
[21] Bkz. el-Kehf 18/28.
[22] Ebû Dâvûd, İlim, 13/3666.
[23] Buhârî, Meğâzî, 12.
[24] Buhârî, Menâkıb, 23; Ebû Dâvûd, Harâc, 34-36.
[25] Müslim, Lukata, 18; Ebû Dâvûd, Zekât, 32.
[26] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/20, 92; Ebû Dâvûd, Salât, 89/650.
[27] Ebû Dâvûd, Diyât, 14/4536.
[28] Buhârî, Cihâd, 37, Rikâk, 7.
[29] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/78.
[30] Müslim, Müsâkât, 18. Krş. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/36, 58
[31] Buhârî, Ezân, 135.
[32] Müslim, Iydeyn, 9.
[33] Tirmizî, İlim, 4/2650; İbn Mâce, Mukaddime, 17, 22; Dârimî, Mukaddime, 26; Hâkim, el-Müstedrek, 1/164, no: 298.
[34] Hâkim, el-Müstedrek, 1/172, no: 322.
[35] Tirmizî, Fiten, 26/2191; İbn Mâce, Fiten, 18; Hâkim, el-Müstedrek, 4/551, no: 8543; Beyhakî, Şuab, 6/309.
[36] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 1/269.
[37] Müslim, İmâre, 137.
[38] Buhârî, Mezâlim, 22, İsti’zân, 2; Müslim, Libâs, 114. Krş. Ebû Dâvûd, Edeb, 12.
[39] Ebû Dâvûd, Edeb, 16; Tirmizî, Zühd, 56.
[40] Müslim, Nikâh, 123, 124. Krş. Ebû Dâvûd, Edeb, 32.
[41] Buhârî, Eşribe, 23; Müslim, Eşribe, 110, 111.
[42] Tirmizî, Eşribe, 15.
[43] Ebû Dâvûd, Libâs, 1; Tirmizî, Libâs, 28
[44] Ebû Dâvûd, Edeb, 12. Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/18, 69.
[45] Müslim, Cenâiz, 1, 2.
[46] Tirmizî, Tıb, 16. Krş. İbn Mâce, Tıb, 33.
[47] Ebû Dâvûd, Tatavvuʻ 18, Vitir, 13. Krş. İbn Mâce, İkâmet, 175.
[48] Müslim, İmâre, 116. Krş. Nesâî, Cihâd, 18.
[49] Müslim, Hayz, 74. Krş. Tirmizî, Edeb, 38; İbn Mâce, Tahâret, 137.
[50] Süyûtî, Büşra’l-keîb bi-likâi’l-Habîb, Dımeşk 1425, s. 48.
[51] Süyûtî, Büşra’l-keîb bi-likâi’l-Habîb, s. 48; Bursevî, Rûhu’l-Beyân, (Nisâ, 100).