9. Mıkdâd b. Esved ve Âilesi

9.1. Mıkdâd b. Esved (r.a)

İsmi Mikdâd b. Amr b. Sa’lebe el-Kindî el-Behrânî, künyesi Ebû Ma’bed’dir. Babası bir cinayet işlemiş ve bu sebeple mensup olduğu Behrâ kabilesinden kaçıp Kinde kabilesine sığınmıştı. Mikdâd (r.a) burada doğdu. Daha sonra o da bu kabileden Ebû Şemr b. Hucr’ü yaralayarak Mekke’ye kaçtı, orada himayesine girdiği Esved b. Abdüyegūs onu evlât edindi, bu sebeple kendisine Mikdâd b. Esved denildi.

Mikdâd (r.a) ilk Müslümanlardandır, ikinci Habeşistan hicretine katılmış, ardından Mekke’ye geri dönmüştür. Hicretten sonra müşriklerin Medîne-i Münevvere’ye bir sefer düzenleyeceğini öğrenen Mikdâd (r.a) bunu bir mektupla Peygamber Efendimiz’e haber verdi ve kendisi de Mekkelilerle birlikte sefere çıktı. Allah Rasûlü de Ubeyde b. Hâris kumandasındaki bir seriyyeyi müşriklere karşı gönderdi. İki grup Seniyyetülmerre’de karşılaştı, Mikdâd ile Utbe b. Gazvân (r.a) müslümanların safına geçtiler.

Medîne-i Münevvere’ye geldiğinde Mikdâd (r.a) bir müddet Külsûm b. Hidm’in evinde misafir oldu. Rasûlullah (s.a.v) onu Cebbâr b. Sahr veya Cebr b. Atîk ile kardeş yaptı.

Bir gün Abdurrahman b. Avf (r.a) Mikdâd’a niçin evlenmediğini sormuştu. Mikdâd da onun kızıyla evlenmek istediğini söyledi. Abdurrahman (r.a) bu teklife öfkelenip ağır sözler söyledi. Durumu öğrenen Rasûlullah (s.a.v) Mikdâd’ı tesellî etti, onu amcası Zübeyr’in kızı Dubâa ile evlendirdi.

9.1.1. Hizmetleri

Bedir, Uhud, Hendek, Hayber gazvelerine ve diğer savaşlara katılan Mikdâd (r.a) Rasûlullah’ın okçularından idi.

Hicrî 1. senenin Zilkade ayında (Mayıs 623) gerçekleşen Harrâr Seferi’ne çıkılırken Rasûlullah (s.a.v) beyaz bayrağı ona vermişti.

Bedir’e Sebha isimli atıyla katılıp bir elini kaybetti. Bu savaştaki çok az süvariden biri idi ve bu sebeple ilk İslâm süvarisi kabul edilip “fârisü Rasûlillah” lakabıyla anıldı. Rasûlullah (s.a.v) ganimetten hem kendisine hem de atına pay verdi.

Uhud’da ordunun ana kanadının kumandasını Hz. Hamza ile birlikte yürüttüler.

Hâtıb b. Ebî Beltea’nın Rasûlullah’ın Mekke’ye sefer yapacağını haber vermek üzere gönderdiği kadını yakalamak için Hz. Ali’nin kumandasında sevkedilen seriyyede o da vardı.

Recî’ Vak’ası’ndan sonra yakalanıp bir ağaç dalına asılarak şehid edilen Hubeyb b. Adî’nin cesedini getirmek için gönderilenler arasında yer aldı.

Tebük Seferi’nin ardından müslüman olup İslâm’ı öğrenmek üzere Medîne’ye gelen Behrâ kabilesine mensup 13 hemşerisi Mikdâd’ın evinde misafir oldu.

Yermük Savaşı’na katıldı ve Peygamber Efendimiz’in Bedir Gazvesi’nden sonra başlattığı, düşmanla karşılaşınca Enfâl sûresini okuma sünnetini bu muharebede o yerine getirdi.

Hz. Ömer’in halifeliği döneminde onunla birlikte Câbiye ziyaretinde bulundu ve yine aynı dönemde Mısır’ın fethine katıldı.

Hz. Osman’ın halîfeliğinde Abdullah b. Saʻd b. Ebî Serh kumandasında gerçekleştirilen İfrîkıye fethine katıldı (27/647).

Bir sene sonra Şam vâlisi Muâviye tarafından Kıbrıs’a gönderilen orduda yer aldı.

Mikdâd (r.a) Rasûlullah (s.a.v) zamanında verilen ölüm cezalarını infaz edenlerden biriydi. Hz. Ömer (r.a) kendisinden sonraki halifeyi seçmesini teklif ettiği heyetin bir yerde toplanmasını sağlama vazîfesini Mikdâd’a vermişti. Hz. Osman’ın seçildiği bu toplantıda Mikdâd (r.a) Hz. Ali’nin halife olmasının daha uygun olacağını savunanlar arasında yer aldı.

el-Mâide 5/87 ve el-Enʻâm 6/52 âyetlerinin nüzûlüne sebep olduğu bildirilen sahâbîler arasında Mikdâd da vardır.

Allah’ın Peygamber Efendimiz’e sevmesini emrettiği ve onun da kendilerini sevdiğini bildirdiği birkaç sahâbî içinde o da zikredilir.[1]

100 dinar borç verdiği birinden alacağını vadesinden önce 10 dinar eksik olarak tahsil eden Mikdâd’a Rasûlullah (s.a.v) “Hem faiz yedin hem yedirdin” buyurmuştur.[2]

Mikdâd b. Amr (r.a) vefatından evvel Peygamber Efendimiz’in hayattaki her bir hanımına 7000, torunları Hasan ile Hüseyin’e 18.000’er dirhem verilmesi için vasiyette bulunmuş ve bu vasiyeti yerine getirilmiştir.

Çok kilolu olduğu belirtilen Mikdâd (r.a) Rum asıllı kölesi tarafından yağlarının bir kısmının alınması için karnının yarılmasından veya “hırva’” isimli bir bitkiden elde edilen yağı içtikten sonra 33 (653) yılında 70 yaşlarında Medîne’nin kuzeybatısındaki Cürf’te vefat etti. Medîne-i Münevvere’ye getirildi, namazını Hz. Osman kıldırdı ve Cennetü’l-Bakīʻa defnedildi.

Peygamber Efendimiz’den 42 hadîs nakletmiştir.[3] Kendisinden hanımı, kızı Kerîme, Hz. Ali, Abdullah b. Mesʻûd, Abdullah b. Abbâs gibi zâtlar hadîs rivâyet etmiştir.[4]

9.1.2. Rivâyetleri

Mikdad b. Esved (r.a) şöyle anlatıyor: Ben ve iki arkadaşım açlıktan neredeyse kulaklarımızı ve gözlerimizi kaybedecektik. Bizi yanlarına almayı Rasûlullah’ın ashabına teklif ediyorduk, fakat kimse bizi kabul etmiyordu. Nihayet Rasûlullah (s.a.v) bizi yanına aldı. Peygamber Efendimiz’in üç keçisi vardı, onları sağarlardı. Peygamber Efendimiz o sütü aramızda taksim ediyordu. Biz Peygamber Efendimiz’in payını bırakıyorduk. Allah Rasûlü (s.a.v) geliyor, uykuda olanı uyandırmayacak uyanık olanın ise işitebileceği şekilde selam veriyordu.

Şeytan bir gün bana vesvese verdi: “Sen Rasûlullah’ın payına düşen sütü de içsen olmaz mı? Rasûlullah (s.a.v) nasıl olsa Ensâr’a gider, onlar da kendisine ikramda bulunurlar” dedi.

Böylece o sütü içinceye kadar bu vesvese benden gitmedi. Sütü içtikten sonra pişman oldum. “Ben ne yaptım, Rasûlullah (s.a.v) gelecek, sütünü bulamayınca benim aleyhimde bedduâ edecek ve ben helak olacağım” diye düşündüm. İki arkadaşım ise paylarına düşeni içtiler ve uyudular. Beni uyku tutmuyordu. Sırtımda bir abam vardı, başıma doğru çektiğimde ayaklarım, ayaklarıma çektiğimde ise başım dışarıda kalıyordu. Rasûlullah (s.a.v) her zamanki gibi eve geldi. Allah’ın dilediği kadar namaz kıldı. Sonra sütüne baktı. Onu göremeyince elini kaldırdı. Ben:

“İşte Rasûlullah (s.a.v) şimdi benim aleyhimde bedduâ edecek ve ben helak olacağım” diye düşündüm. Fakat gördüm ki Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Ey Rabbim! Kim bana yedirirse ona yedir, kim bana içirirse ona içir” diye duâ ediyordu. Hemen bıçağı aldım, abamı sırtıma attım ve keçilerin yanına gittim. “Hangisi daha cüsseli, hangisi daha semiz ise onu Rasûlullah’a keseyim” dedim. Baktım ki hepsinin memeleri süt dolu, kesmekten vazgeçtim. Peygamberimiz’in âilesinin süt sağdığı kabı alıp doluncaya kadar keçiyi sağdım ve Rasûlullah’a götürdüm. Peygamber (a.s) sütü içti. Sonra bana verdi, ben içtim, sonra tekrar Allah Rasûlü’ne verdim, içti, o da bana verdi ve ben tekrar içtim.

Sonra o kadar güldüm ki neredeyse yere düşecektim. Rasûlullah (s.a.v) latife yaparak:

“–Ey Mikdâd! Bu senin kötülüklerinden biridir ama bakalım ne yaptın?” dedi. Ben de başladım yaptıklarımı Rasûlullah’a anlatmaya. Rasûlullah (s.a.v):

“–Bu, Allah’tan bir rahmettir. Keşke iki arkadaşını da uyandırsaydın. Onlar da bu sütten içseydi” buyurdu. Ben de:

“–Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki sen bu sütü içtikten ve ben de senin artığını içtikten sonra bu sütten kim mahrum olursa olsun o beni ilgilendirmez” dedim.[5]

Diğer rivayete göre Mikdad b. Esved (r.a) şöyle demiştir:

“Medîne-i Münevvere’ye geldiğimizde, Rasûlullah (s.a.v) bizi onar kişilik gruplara ayırdı. Yani her haneye on kişi verdi. Ben Rasûlullah’ın da içinde bulunduğu on kişi arasındaydım. Bizim bir tek koyunumuz vardı, onun sütünü paylaşıyorduk.”[6]

֎

Bedir Gazvesi öncesinde Allah Rasûlü (s.a.v) ashâbının fikrini öğrenmek istedi. O zaman cesaretiyle ünlü Mikdâd b. Esved (r.a) ayağa kalkarak şu konuşmayı yaptı:

“Yâ Rasûlallah! Ne ile emrolunduysan onu yap, biz seninle beraberiz. Allah’a yemin ederim ki biz sana İsrâîloğulları’nın Hz. Mûsâ’ya dediği gibi demeyiz. Onlar Hz. Mûsâ’ya: «Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada oturacağız» demişlerdi.[7] Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki şâyet sen bizi Birkü’l-Gımâd’a[8] kadar yürütsen seninle birlikte olduktan sonra daha fazla güçlüğe bile katlanırız. Senin sağında, solunda, önünde ve ardında düşman ile sonuna kadar çarpışmaya her an hazırız!..”[9]

İbn Mesʻûd (r.a) şöyle der:

“Mikdâd b. Esved’in öyle katʻî bir söz söylediğine şâhid oldum ki o sözün sâhibi olmak bana, ona denk olabilecek bütün kıymetli sözlerden daha sevimlidir…”[10]

֎

Ebû Eyyûb el-Ensârî şöyle anlatıyor:

“Biz Medîne’de iken Allah Rasûlü (s.a.v):

«–Bana, Ebû Süfyan’ın kervanınının gelmekte olduğu haber verildi. Ne dersiniz ona karşı çıkalım mı? Umulur ki Allah onu bize ganimet olarak verir» buyurdu. Biz:

«–Evet ey Allah’ın Rasûlü» dedik. Rasûlullah (s.a.v) çıktı, biz de onunla birlikte çıktık. Bir veya iki gün yürüdükten sonra:

«–Kureyş ile savaşma konusunda ne dersiniz? Çünkü onlar sizin kervanlarına karşı çıkışınızdan haberdar oldular» diye sordu. Biz:

«–Allah’a yemin ederiz ki bizim onlarla savaşacak gücümüz yok. Çünkü biz kervan için çıkmıştık» dedik. Sonra tekrar sordu:

«–Kavimle savaşmaya ne dersiniz?»

Biz aynı cevabı verdik. Mikdâd b. Amr ise:

«–O hâlde ey Allah’ın elçisi biz sana İsrail oğullarının Hz. Mûsâ’ya “Sen ve Rabbin gidip savaşın, biz burada oturacağız” dedikleri gibi demeyeceğiz» dedi.

Biz Ensâr «Mikdâd’ın söylediği gibi bir söz söyleyebilseydik bu bizim için çokça malımızın bulunmasından daha sevimli olurdu!» diye temennîde bulunduk. İşte bu hâdise üzerine Allah teâlâ:

«Nitekim Rabbın seni evinden hak uğruna çıkarmıştı da mü’minlerden bir zümre bundan hoşlanmamışlardı»[11] âyet-i kerimesini indirdi.[12]

֎

Ebû Maʻbed Mikdâd b. Esved (r.a)şöyle demiştir:

Ben Rasûlullah Efendimiz’e:

“–Kâfirlerden bir adamla karşılaşsam ve onunla vuruşsak, o benim ellerimden birini kılıçla vurup koparsa, sonra da benim elimden kurtulmak için bir ağacın arkasına sığınarak «Ben Allah için müslüman oldum» dese, onu böyle dedikten sonra öldürebilir miyim yâ Rasûlallah, ne buyurursunuz?” diye sordum.

Rasûlullah (s.a.v):

“–Sakın onu öldürme” buyurdu. Ben:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! Adam benim iki elimden birini kopardı, ondan sonra bu sözü söyledi” dedim. Rasûlullah (s.a.v):

“–Sakın öldürme, eğer onu öldürürsen, o, senin kendisini öldürmezden önceki durumundadır, sen de, onun o sözü söylemeden önceki durumuna düşersin” buyurdu.[13]

֎

İçlerinde Mikdad b. Esved’in de bulunduğu bir askerî birlik düşmanlar tarafından kuşatılmıştı. Birliğin başındaki emîr hiç kimsenin bineğini otlatmaya çıkarmamasını emretti. Ancak bu emri duymayan bir asker bineğini otlatmaya çıkardı; emîr de haber aldığında onu dövdü. Adam:

“Hayatımda hiç bu kadar dayak yememiştim” diye söylenerek yerine dönüyordu. Yolda Mikdad b. Esved’le karşılaştı. Onun perişan hâlini gören Mikdad (r.a) ne olduğunu sordu. Adam da başına gelenleri anlattı. Bunun üzerine Mikdad (r.a) kılıcını kuşanıp adamı da yanına alarak emîrin yanına gitti ve:

“–Bu adamı dövmeye hakkın yoktu, kısas yapılması gerekiyor” dedi. Emîr de bunu kabul ederek adama kendisini dövebileceğini söyledi. Ancak adam onu affetti. Bu olanlar üzerine Mikdad (r.a):

“Yemin ederim ki artık İslâm’ın hâkim olduğunu görebileceğim” diyerek emîrin yanından çıktı.[14]

Hak dîni İslâm’ın getirdiği şu adâlet yaşatılabilse, bütün insanlar huzûr ve emniyet içinde olur. Ancak insanlar maalesef haktan saparak kendi kendilerini sıkıntı ve çilenin içine atıyorlar.

֎

Tâbiînin büyüklerinden Cübeyr b. Nüfeyr (r.a) anlatıyor:

“Bir gün Mikdâd b. Esved’in yanına oturduk. Yanına bir kişi geldi ve:

«–Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i gören şu gözlere ne mutlu! Vallahi biz de senin gördüklerini görmek ve senin şâhit olduğun şeylere şâhit olmak isterdik!» dedi.

Mikdâd (r.a) kızdı. Ben bu duruma şaşırdım. Zira adam hayır söylüyordu. Mikdâd (r.a) ona döndü ve şöyle îzâh etti:

«–Bir insan neden Allah teâlâ’nın kendisini bulundurmadığı bir yerde olmak ister ki? Şâyet orada bulunsaydı ne hâlde olacağını bilemez ki! Vallahi Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in zaman-ı saâdetlerine o kadar insan yetişti ki Allah teâlâ onları yüzüstü Cehennem’e atıverdi. Zira onlar Efendimiz’in dâvetine icâbet edemediler ve onu tasdik edemediler.

Allah teâlâ’ya hamd etsenize! O sizi dünyaya getirdiğinde siz Rabbinizi tanıyor, Peygamberinizin getirdiği esasları tasdik ediyor vaziyette idiniz. Başkası sizin yerinize o büyük imtihanı yaşadı ve siz ondan kurtuldunuz.

Vallahi Allah teâlâ Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’i bir peygamberin gönderilebileceği en zor şartlar içinde, fetret ve câhiliye devrinde gönderdi. İnsanlar dînin, putlara kulluk etmekten daha üstün olduğunu düşünmüyorlardı. Allah Rasûlü (s.a.v) furkân ile geldi, onunla hak ile bâtılın, baba ile oğulun arasını ayırdı. Öyle oluyordu ki kişi babasının ve oğlunun veya kardeşinin kâfir olduğunu görüyordu, Allah teâlâ onun kalbinin kilitlerini ise îmâna açmıştı. Bu kişi biliyordu ki babası, oğlu veya kardeşi bu hâl üzere ölürlerse Cehennem’e girecekler. Sevdiği insanların Cehennem’e gideceğini bilip dururken bu insanın gözünün aydın olması mümkün değildi.»

Cenâb-ı Hakk’ın şu sözü bu hâle işâret etmektedir:

«Ve o kullar: “Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla…” derler».[15][16]

Mikdâd b. Esved hazretlerinin açıklamaları gerçekten çok önemli. İnsan rızâ hâlinde olmalı ve içinde bulunduğu imkânları en iyi şekilde değerlendirmeye çalışmalıdır. Allah’ın kendisini bulundurmadığı bir yerde olmayı istememelidir.

֎

Bir gün Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Allah teâlâ bana dört kişiyi sevmeyi emretti ve kendisinin onları sevdiğini haber verdi” buyurmuştu. Ashâb-ı kirâm:

“–Yâ Rasûlallah! Bize onların isimlerini bildir” dediler. Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Ali onlardan” buyurdu ve bunu üç defâ tekrar etti. Sonra da şöyle devâm etti:

“–Ebû Zer, Mikdâd, Selmân… Allah teâlâ bana onları sevmemi emretti ve kendisinin onları sevdiğini haber verdi.”[17]

֎

Hemmâm b. Hâris’in Mikdâd’dan rivâyet ettiğine göre bir adam Hz. Osman’ı övmeye başlayınca Mikdâd (r.a) da dizleri üstüne çökerek metheden kişinin yüzüne çakıl taşları atmaya başladı. Bunun üzerine Hz. Osman ona:

“–Ne yapıyorsun öyle?” deyince Mikdâd (r.a):

“–Rasûlullah (s.a.v) «Meddahları gördüğünüz zaman yüzlerine toprak serpiniz» buyurdu” diye cevap verdi.[18]

9.2. Dubâa binti Zübeyr

Dubâa (r.a) Mekkelidir, Kureyş kabîlesinin Hâşimoğulları koluna mensuptur. Babası, Peygamber Efendimiz’in amcası Zübeyr b. Abdülmuttalibannesi Âtike binti Ebû Vehb idi.

Rasûlullah (s.a.v) Dubâa’yı Mikdâd b. Amr (r.a) ile evlendirdi. Bu evlilikten Abdullah ve Kerîme isminde iki çocukları oldu.[19]

Dubâa (r.a) ilim meclislerini çok severdi. Peygamber Efendimiz’in amcakızı olması sebebiyle Hâne-i Saadet’e rahatça girip çıkabilir ve Allah Rasûlü’nün sohbetlerinden bolca istifade ederdi. Bir gün yine Allah Rasûlü’nü ziyarete gelmişti. Onun hayvanın kürek kısmından yedikten sonra abdest almadan namaz kıldığını gördü. Daha sonraları, ateşte pişen yemeği yemenin abdesti bozup bozmadığı konusunda tereddüt edenlere, şâhit olduğu bu hâdiseyi anlatırdı.[20]

Bir seferinde Dubâa (r.a) evinde koyun kesmişti. Rasûlullah (s.a.v) ona haber gönderdi. Misafirlerine ikram etmek üzere bir parça et göndermesini istedi. O da:

“Vallahi yanımda boyun kısmından başka bir yeri kalmadı. Onu da Rasûlullah’a göndermeye utanıyorum” dedi.

Elçi bu sözü Allah Rasûlü’ne nakledince Rasûlullah (s.a.v):

“Tekrar Dubâa’ya dön ve ona şöyle de: Boyun, kol ve kürek kısmı koyunun mideye en hafif gelen yeridir, hazmı kolaydır” buyurdu.[21]

Dubâa (r.a) 15 kadar hadîs-i şerif rivâyet etmiştir. Hac için ihrama girerken şart koşma, şartlı ihrama girme konusunda rivâyet ettiği hadîs-i şerif ile meşhur olmuştur:

İbn Abbâs’tan rivâyet edildiğine göre Dubâa binti Zübeyr (r.a) Peygamber Efendimiz’e gelip:

“–Ya Rasûlallah! Ben Hacca gitmek istiyorum. İhrama girerken şart koşabilir miyim?” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

“–Evet” cevabını verdi. Dubâa (r.a):

“–Şartı nasıl koşayım?” deyince Rasûlullah (s.a.v):

“–Ey Rabbim, emrine âmâdeyim. Ey Rabbim, beni engellediğin yerde ihramdan çıkmam şartıyla emrine âmâdeyim, de” buyurdu.[22]

Bu hadîs-i şerifin şerhinde âlimler, böyle bir şartın câiz olup olmayacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir. İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel câiz olduğunu söylemişlerdir. Hanefîlerle Mâlikîlerin bir kısmı böyle bir şartın câiz olmayacağı, hacc tamamlanmadan ihramdan çıkılamayacağı görüşündedirler. Onlar bu hükmün Dubâa’ya mahsus bir ruhsat olduğu kanaatindedirler.[23]


[1] İbn Mâce, Mukaddime, 11; Tirmizî, Menâkıb, 21.

[2] Beyhakī, es-Sünenü’l-kübrâ, Haydarâbâd 1344, 6/28.

[3] Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/79; 6/2-6, 8.

[4] Bkz. Mustafa Ertürk, “Mikdâd b. Amr”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/mikdad-b-amr (09.05.2023).

[5] Müslim, Eşribe, 174; Ebû Nuaym, Hilye, 1/173. Metin Hilye’ye âittir.

[6] Ebû Nuaym, Hilye, 1/174.

[7] el-Mâide 5/24.

[8] Birkü’l-Gımâd, Mekke-i Mükerreme’ye beş günlük mesâfede, Kızıldeniz yakınlarında bir yerin ismidir. Yemen’de bir şehrin ismi olduğu da rivâyet edilir.

[9] Buhârî, Meğâzî, 4, Tefsîr, 5/4. Krş. Vâkıdî, el-Meğāzî, 1/48.

[10] Buhârî, Meğâzî, 4, Tefsîr, 5/4.

[11] el-Enfâl 8/5.

[12] İbn Kesîr, Tefsîr, 2/299.

[13] Buhârî, Meğâzî, 12; Müslim, Îmân, 155. Ayrıca bkz. Ebû Dâvud, Cihâd, 95.

[14] Ebû Nuaym, Hilye, 1/176.

[15] el-Furkān 25/74.

[16] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/2; Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, 44, no: 87; İbn Ebî Hâtim, Tefsîr, 8/2659; Ebû Hâtim Muhammed b. Hibbân b. Ahmed el-Büstî (v. 354/965), Sahîhu İbn Hibbân bi-tertîbi İbn Belbân, thk. Şuayb Arnaût (Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 1414), 14/489.

[17] Tirmizî, Menâkıb, 20/3718.

[18] Müslim, Zühd, 69. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb, 9; Tirmizî, Zühd, 55; İbn Mâce, Edeb, 36.

[19] Hâkim, el-Müstedrek, 4/72.

[20] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/351.

[21] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/360.

[22] Ebû Dâvûd, Menâsik, 21/1776.

[23] Bkz. Mustafa Eriş, Altınoluk Dergisi, Sayı: 274, Aralık 2008.