4. Yâsir Âilesi

4.1. Yâsir b. Âmir (r.a)

Ebû Ammâr Yâsir b. Âmir b. Mâlik el-Ansî (r.a) Yemen’de doğmuştur. Mezhic kabilesinin Ans boyuna mensuptur. Gençliğini Yemen’de geçirdi. İslâm’dan önce bir kardeşlerini kaybetmişlerdi. Onu aramak için diğer kardeşleri Hâris ve Mâlik ile birlikte Mekke’ye geldiler. Hâris ve Mâlik Yemen’e geri dönerken Yâsir Mekke’ye yerleşmeye karar verdi. Bunun için Mekkeli bir âilenin himayesine girmesi gerekiyordu. Bu konuda Mahzûmoğulları’ndan Ebû Cehil’in amcası Ebû Huzeyfe b. Mugīre ile anlaştı.

Bir müddet sonra Ebû Huzeyfe onu câriyesi Sümeyye binti Hubbât ile evlendirdi. Bu evlilikten Ammâr doğdu. Ancak annesi köle olduğundan o da köle statüsünde idi. Ebû Huzeyfe onu âzat etti. Yâsir ve âilesi, bu iyilikleri sebebiyle vefatına kadar Ebû Huzeyfe’nin yanından ayrılmadılar.

Yâsir’in Câhiliye döneminde öldürülen Hureys adlı bir oğlu vardı. Ammâr’dan sonra Abdullah isimli bir oğlu daha oldu.

Bu âilede İslâm’a ilk giren Ammâr (r.a) oldu. İslâm’ı işiten Ammâr, bir gün Suheyb b. Sinân ile birlikte Dâru’l-Erkam’a gidip Peygamber Efendimiz’i dinledi ve îmân etti. Eve gidip babası, annesi ve kardeşi Abdullah’ın İslâm’a girmelerine vesile oldu. Böylece ilk kırk müslüman arasında yer aldılar.

Ancak fakir ve korumasız bir âile oldukları için Mekkeli müşriklerin sözlü saldırılarına ve fiilî müdahalelerine mâruz kaldılar. Hz. Yâsir’in himâye anlaşması yaptığı Ebû Huzeyfe’nin kabilesi Mahzûmoğulları onlara işkence etmeye başladılar. Ebû Cehil ve diğer bazıları Hz. Yâsir ve âilesini Mekke’nin dışına götürüyor, kızgın kumların ve kayaların üzerine yatırıp işkence ediyorlardı. Uzun süre devam eden bu işkencelerden Rasûlullah (s.a.v) haberdar oluyordu ancak kendisi de müşrikler karşısında çaresiz kaldığı için bir şey yapamıyor, sadece yanlarına gidip onları teselli edebiliyordu.

Rasûlullah (s.a.v) bir gün Hz. Osman’la birlikte Ebtah’a gelince, kızgın kumlar üzerinde yatan Yâsir (r.a) “Ey Allah’ın Rasûlü bu hep böyle mi gidecek?” diye sordu. Rasûl-i Ekrem “Sabret” diyerek onu teselli etti ve “Allahım, Yâsir âilesini bağışla! Sen onları zaten bağışlamışsındır” diye duâ etti.[1]

Bir başka gelişinde ise “Sabredin ey Yâsir âilesi, şüphesiz sizin buluşma yeriniz cennettir” diyerek onları cennetle müjdeledi.[2]

Bazı âlimlere göre “İnsanlardan öylesi vardır ki sırf Allah’ın rızasını kazanmak için kendisini feda eder. Şüphesiz Allah bu tür kullarına son derece merhametlidir”[3] âyetinde kastedilenler arasında Yâsir ve âilesi de vardır.[4]

O kadar işkencelere rağmen îmânından tâviz vermeyen Yâsir (r.a), muhtemelen milâdî 615 yılında, Ebû Cehil tarafından hunharca şehîd edildi. İslâm’ın ilk erkek şehidi olma şerefine nâil oldu. Hanımı da kendinden önce şehîd edilmişti. Ancak Hz. Yâsir’in Sümeyye’den önce şehid edildiği de nakledilir.[5]

4.2. Sümeyye binti Hubbât (r.a)

Ümmü Ammâr Sümeyye binti Hubbât, Ebû Huzeyfe b. Mugīre’nin câriyesi idi. Ondan önce bir Fars melikinin ve Yemen meliklerinden Ebû Cebr’in kölesi olduğu söylenmektedir.[6] 

Sümeyye (r.a) ile oğlu Ammâr (r.a) Mekke’de müslümanlığını açıkça ilân eden ilk yedi kişi arasındadır: Rasûlullah (s.a.v), Hz. Ebû Bekir, Bilâl-i Habeşî, Habbâb b. Eret (veya Mikdâd b. Amr), Suheyb b. Sinân, Ammâr ve annesi Sümeyye. Rasûl-i Ekrem ile Ebû Bekir dışındakiler kendilerini koruyacak kimseleri olmadığından ağır işkencelere mâruz kaldılar, üzerlerine demir zırh giydirilip güneş altında saatlerce bekletildiler.[7]

Ebû Huzeyfe, Sümeyye’yi yeğeni Ebû Cehil’e verdi ve böylece Sümeyye artık onun kölesi oldu. Yâsir ve Ammâr da Ebû Cehil’in sülâlesinin emri altında bulunduğundan hakarete uğruyor ve işkenceye mâruz kalıyorlardı. Bir gün Mekke’deki Ebtah bölgesinde kızgın güneşin altında işkence gördükleri sırada Rasûlullah (s.a.v) yanına gelerek, “Ey Yâsir âilesi, dayanın! Müjdeler olsun ki yeriniz elbette cennettir” buyurmuş,[8] onlar da bu müjdenin sevinciyle zulümlere sabretmişlerdi.

Sümeyye (r.a) yaşlı olmasına rağmen işkenceler karşısında direndi ve müşriklerin isteklerini kabul etmedi. Ebû Cehil fizîkî işkence yanında sözlü hakaretlerde de bulunuyordu. İman etme maksadının başka şeyler olduğunu söyleyerek namusuna dil uzattı ve sonunda onu edep yerinden mızraklayarak şehid etti. Böylece Sümeyye (r.a) İslâm tarihinde şehitlik mertebesine erişen ilk kadın müslüman oldu.[9] Bu hâdise muhtemelen 615 yılında vuku bulmuştu.

Rasûlullah (s.a.v) Sümeyye’nin yiğitliğini unutmadı, Ebû Cehil Bedir Gazvesi’nde öldürülünce Ammâr b. Yâsir’e, “Allah anneni öldürenin hakkından geldi” buyurdu.[10] Ammâr’ın ileride şehid olacağını haber verirken de ona “Sümeyye’nin oğlu” diye hitap etti.[11]

4.3. Ammâr b. Yâsir (r.a)

Ammâr b. Yâsir b. Âmir el-Ansî (r.a). Künyesi Ebü’l-Yakzân’dır. Rasûlullah (s.a.v) Dâru’l-Erkam’da iken müslüman olan ve bunu ilân eden ilk yedi kişiden biridir.

Ammâr (r.a) uzun boylu, kara yağız, elâ gözlü ve geniş omuzluydu. Sade ve nezih bir hayatı vardı. Hiçbir namazını kazaya bırakmadığı rivâyet edilir.

Hz. Ammâr (r.a) nice işkence ve ezâlara dûçâr olmuştu. Kureyş müşrikleri birgün onu yakaladılar, başını kuyunun içine batırarak:

“−Muhammed’e hakâret edip Lât ve Uzzâ’yı medhedinceye kadar seni bırakmayacağız” dediler ve bunu zorla söylettiler. Bunu öğrenen bazı kimseler Allah Rasûlü’ne:

“−Yâ Rasûlallah, Ammâr kâfir olmuş” diye haber verdiler. Rasûlullah (s.a.v):

“−Hayır, Ammâr tepeden tırnağa kadar îmanla doludur, îman onun etine ve kanına işlemiştir” buyurdu.

O esnâda Ammâr (r.a) Peygamber Efendimiz’in yanına geldi, ağlıyordu. Rasûlullah (s.a.v) onun gözyaşlarını eliyle silerken:

“−Sana ne oldu?” diye sordu. Ammâr (r.a):

“−Yâ Rasûlallah, beni sana hakâret ettirmedikçe, putların da senin dîninden daha iyi olduğunu söyletmedikçe bırakmadılar” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

“−Sen bunları söylerken kalbin nasıldı?” diye sordu. Ammâr:

“−Kalbim Allah’a ve Rasûlü’ne îmânın ferahlığı içinde, dînime bağlılığım da demirden daha sağlam idi” dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) bir taraftan onun gözyaşlarını silerken diğer taraftan da:

“−Ey Ammâr! Eğer onlar bir daha bu söylediklerini tekrarlatmak için seni zorlarlarsa tekrar söyleyebilirsin” buyuruyordu.

Bu hâdise üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Kalbi îmân ile mutmain olduğu hâlde (dinden dönmeye) zorlananlar dışında her kim îmânından sonra küfre kalbini açarsa mutlakâ onların üzerine Allah’tan bir gazap gelir ve kendilerine çok büyük bir azap vardır.”[12]

Habbâb (r.a) şöyle anlatır:

Mütekebbir müşriklerden bazıları Allah Rasûlü’nün yanına geldiler. Onu Bilâl, Suheyb, Ammâr, Habbâb gibi fakir ve kimsesiz müslümanlar arasında otururken buldular. Çevresindeki bu zayıf müslümanları hor ve hakîr görerek Efendimiz’e:

“–Bizim için bunlardan farklı bir meclis tahsîs etmeni isteriz. Böylece Araplar bizim bunlardan üstün olduğumuzu anlasınlar. Biliyorsun ki bize Arap kabîlelerinden birtakım elçiler ve heyetler gelir. Onların bizi bu kölelerle birlikte görmelerinden utanırız. Dolayısıyla biz gelince onları yanından uzaklaştır, seninle işimiz bittikten sonra yine istersen onlarla oturabilirsin” dediler.

Allah Rasûlü (s.a.v) o müşriklerin hidâyetle şereflenmelerini ümîd ederek:

“−Olur” buyurdu. Onlar:

“–Olur demen yetmez, bizim için bunu yazılı hâle getir” dediler.

Bunun üzerine Allah Rasûlü (a.s) Hz. Ali’yi çağırdı, bir de yazdırmak için sayfa istedi. Biz bir köşede oturuyorduk. O esnâda Cebrâîl (a.s) şu âyet-i kerîmeleri getirdi:

“Sabah-akşam Allah’ın rızâsını dileyerek Rablerine duâ edenleri sakın yanından uzaklaştırma! Onların hesâbından sana hiçbir sorumluluk yoktur, senin hesâbından da hiçbir şey onlara âit değildir. Eğer onları uzaklaştırırsan zâlimlerden olursun. Biz onların bir kısmını diğerleri ile «Allah aramızdan bunlara mı lutfunu lâyık gördü?» desinler diye işte böyle imtihân ettik. Allah şükredenleri en iyi bilen değil mi? Âyetlerimize îmân edenler sana geldiklerinde onlara: «Selâm sizlere! Rabbiniz rahmet ve merhamet etmeyi vaʻdetmiştir» de…”[13]

Rasûlullah (s.a.v) andlaşmayı yazdırmak üzere eline aldığı sayfayı derhâl bir kenara bıraktı ve bizi yanına çağırdı. Huzûruna çıktığımızda bize “Selâm sizlere! Rabbiniz, rahmet ve merhamet etmeyi vaʻdetmiştir” diyordu. Ona yaklaştık hattâ o kadar yaklaştık ki dizlerimizi onun dizlerine dayadık.

Bu âyetlerin nüzûlünden sonra biz eskiden olduğu gibi Efendimiz’in yanında oturmaya devâm ettik, o da istediği zaman yanımızdan kalkıp giderdi. Ne zaman ki:

“Sabah-akşam rızâsını dileyerek Rablerine duâ edenlerle birlikte candan sabret! Dünyâ hayâtının süslerini arzu edip de gözlerini onlardan ayırma!..”[14] âyet-i kerîmesi nâzil oldu artık böyle davranmadı. Biz kalkmadan kalkmıyordu. Bunu farkedince biz de daha titiz davranmaya başladık. Birlikte otururken vakit bir hayli geçince Rasûlullah (s.a.v)’in rahatça kalkıp gidebilmesi için erken davranır ve kalkıp onun yanından ayrılırdık.”[15]

Bu son âyet-i kerîme nâzil olunca Rasûlullah (s.a.v) hemen kalkıp o fakir sahâbîlerini aramaya koyuldu ve onları mescidin arka tarafında Allah’ı zikrederken buldu. Bunun üzerine:

“Canımı almadan evvel ümmetimden bu insanlarla berâber sabretmemi emreden Allah’a hamd olsun. Artık hayâtım da ölümüm de sizinle berâberdir” buyurdu.[16]

Hicretten sonra Rasûlullah (s.a.v) Hz. Ammâr’ı Huzeyfe b. Yemân ile kardeş yaptı (muâhât).

4.3.1. Hizmetleri

Ammâr (r.a) Mescid-i Nebevî’nin inşasında büyük gayret sarfetti. Herkes bir kerpiç taşırken onun iki kerpiç getirdiğini gören Rasûlullah (s.a.v) üzerindeki tozları silkeleyerek:

“Vah Ammâr! Kendisini âsi (bâgī) bir topluluk öldürecek. Ammâr onları cennete, onlar ise onu cehenneme davet ederler” buyurdu.[17]

Bir defasında Hz. Ömer’le birlikte gittikleri bir seferde Ammâr (r.a) ihtilâm olmuş fakat yıkanacak su bulamadığı için toprakta yuvarlandıktan sonra namazını kılmıştı. Medîne-i Münevvere’ye döndüklerinde bu durumu Peygamber Efendimiz’e anlattı. Rasûlullah (s.a.v) ona teyemmümü tarif ederek bu durumda teyemmüm etmenin yeterli olacağını söyledi.[18]

Ammâr (r.a) Peygamber Efendimiz’in bulunduğu bütün savaşlara katıldı. Hz. Ebû Bekir devrinde ise Müseylimetü’l-Kezzâb ile yapılan Yemâme Savaşı’nda bir kulağını kaybettiği hâlde yiğitçe savaştı ve dağılmak üzere olan İslâm ordusunu yeniden toparladı.

Hz. Ömer, Ammar b. Yâsir’i Kufeye vâli tayin etti (21/641).

Hz. Osman’ın şehid edilmesi üzerine Hz. Ali’ye beyʻat etti. Cemel ve Sıffîn’de onun saflarında yer aldı. 37/657 senesinde Sıffîn’de doksan üç yaşlarında olmasına rağmen Hz. Ali’nin yaya birliklerinin kumandanı olarak savaşırken şehid edildi. Cenaze namazını Hz. Ali kıldırdı ve oraya defnedildi. Ammâr’ın şehîd edilmesi üzerine Muâviye b. Ebû Süfyân’ın ordusunda büyük bir karışıklık çıktı.

Ammâr (r.a) 62 hadîs rivâyet etmiştir. Hz. Ali, Abdullah b. Abbâs, Ebû Mûsâ el-Eş’arî, Câbir b. Abdullah, Muhammed b. Hanefiyye ve diğer bazı kişiler ondan hadîs rivâyet etmişlerdir.

İslâm tarihinde evinin bir bölümünü mescid olarak ayıran ilk şahıs odur.[19]

4.3.2. Rivâyetleri

Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Cennet üç kişiye kavuşmayı arzu eder: Ali, Ammâr ve Selmân.”

“Ammâr, dâimâ kendisine arz edilen şeyin en doğrusunu seçer.”[20]

֎

Berâ b. Âzib (r.a) şöyle anlatır: “Peygamber Efendimiz’in ashâbından bize (Medîne’ye) ilk hicret edenler Musʻab b. Umeyr ile İbnü Ümmi Mektûm idi. Bunlar geldiler ve bize Kur’ân okutmaya başladılar. Sonra Ammâr b. Yâsir, Bilâl ve Saʻd b. Ebî Vakkâs geldiler. Daha sonra yirmi kişi ile birlikte Ömer b. Hattâb geldi. Bunlardan sonra Nebî (s.a.v) geldi. Medîne ahâlîsinin Peygamber Efendimiz’in gelişine sevindiği kadar hiçbir şeye sevindiğini görmedim. Hattâ genç kızları ve çocukları gördüm ‘İşte bu Rasûlullah’tır, bizim şehrimize geldi’ diye seviniyorlardı. Rasûlullah (s.a.v) geldiğinde ben سَبِّحِ اسْمَ رَبِّكَ الْاَعْلٰى sûresini ve onun gibi birkaç sûreyi ezberlemiştim.”[21]

֎

Ebû Saîd (r.a) şöyle anlatır: “Biz Mescid’in inşaatına kerpiçleri birer birer taşırken Ammâr (r.a) ikişer ikişer taşıyordu. Rasûlullah (s.a.v) onu gördü, yanına varıp başındaki tozu toprağı silkeledi ve şöyle buyurdu:

«Vah Ammâr’a! Kendisini azgın ve isyankâr bir topluluk öldürecektir. Ammâr onları Allah’a ve Cennet’e davet eder, onlar ise Ammâr’ı Cehennem’e davet ederler.»

O esnâda Ammâr (r.a) «Fitnelerden Allah’a sığınırım!» diyordu.”[22]

Bu konuda diğer rivayet de şöyledir: Mescid-i Nebevî yapılırken herkes kerpiçleri birer birer taşıyor, Ammar b. Yâsir (r.a) ise biri kendisi diğeri de Peygamber Efendimiz için olmak üzere ikişer ikişer taşıyordu. Allah Rasûlü (s.a.v) onu gördü, tozlarını silkeledi ve:

“−Ey Ammar! Sen kerpiçleri niçin arkadaşların gibi birer birer taşımıyorsun?” diye sordu. O da:

“−Allah’tan bunun ecrini bekliyorum” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) onun sırtını sıvazladı ve:

“−Ey Sümeyye’nin oğlu! Diğer insanlar için bir ecir var, senin için ise iki ecir var” buyurdu.[23]

Demek ki tüm bu fedakârlıkları ona yaptıran gönlündeki Allah ve Peygamber muhabbeti idi.

֎

Allah Rasûlü (s.a.v) bir seferden Medîne’ye dönerken bir yerde konaklamıştı. Ashâbına dönerek:

“–Bu gece bizi kim bekleyecek?” diye sordu. Muhâcirlerden Ammâr b. Yâsir ve Ensâr’dan Abbâd b. Bişr (r.a) hemen:

“–Biz bekleriz yâ Rasûlâllah” dediler. Abbâd (r.a) Hz. Ammâr’a:

“–Sen gecenin hangi kısmında, başında mı yoksa sonunda mı nöbet tutmak istersin?” diye sordu. Ammâr (r.a):

“–Son kısmında beklemek isterim” dedi ve yanı üzerine uzanıp uyuyuverdi. Abbâd (r.a) da namaz kılmaya başladı. Kehf Sûresi’ni okuyordu. O sırada bir müşrik geldi, ayakta duran bir karaltı görünce gözcü olduğunu anlayıp hemen bir ok attı. Ok Abbâd’a isâbet etti. Abbâd (r.a) oku çıkardı ve namazına devam etti. Adam ikinci ve üçüncü kez ok atıp isâbet ettirdi. Her defasında da Abbâd (r.a) ayakta sâbit durarak okları çekip çıkarıyor ve namazına devam ediyordu. Derken rükû ve secdeye varıp selâm verdikten sonra arkadaşını uyandırdı:

“–Kalk, ben yaralandım” dedi. Ammâr (r.a) sıçrayıp kalktı. Müşrik onları görünce kendisini fark ettiklerini anlayarak kaçtı. Hz. Ammâr, Abbâd’ın kanlar içinde olduğunu görünce:

“–Sübhânallah! İlk ok atıldığında beni neden uyandırmadın?” dedi. Abbâd (r.a) şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Bir sûre okuyordum, onu bitirmeden namazımı bozmak istemedim. Ama oklar peş peşe gelince okumayı kesip rükûya vardım. Allah’a yemin ederim ki Allah Rasûlü’nün korunmasını emrettiği bu kritik mevkii kaybetme endişem olmasaydı sûreyi yarıda bırakıp namazı kesmektense ölmeyi tercih ederdim.”[24]

Namaz sevgisinin ashâb-ı kirâmda ulaştığı seviyeye bakınız! Bu muhabbet sebebiyle onlar buldukları her fırsatta namaza duruyorlardı. Nöbet tutarken, hurmaların kurumasını beklerken, yolda giderken boş durmuyor, hemen namaza koşuyor, hem Rablerine münâcâtta bulunuyor hem vazifelerini yapıyorlardı. Tabiî bu ikisi arasındaki dengeyi de kaybetmiyorlardı.

֎

Cerîr b. Abdullah (r.a) anlatıyor:

Rasûlullah (s.a.v) ile sefere çıkmıştık. Medîne-i Münevvere’den biraz uzaklaşınca bineğini bize doğru koşturan bir yolcu gördük. Efendimiz “Bu kişi sanki sizinle görüşmek istiyor” buyurdu. Yolcu bize yaklaştı ve selam verdi, biz de selâmına mukâbele ettik. Allah Rasûlü (s.a.v) sordu:

“–Nereden geliyorsun?”

“–Ehlim, çocuğum ve kabilemden geliyorum.”

“–Nereye gitmek istiyorsun?”

“–Rasûlullah’a gidiyorum.”

“–İşte Rasûlullah’ı buldun.”

“–Ey Allah’ın Rasûlü! Îman nedir, bana öğret.”

“–Îman, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in de O’nun peygamberi olduğuna şehâdet etmen, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan orucunu tutman ve Beytullah’ı haccetmendir.”

“–Kabul ettim.”

Bu esnâda yeni Müslümanın devesinin ayağı büyük bir fare deliğine uçtu ve hayvanı yıkıldı. O sahâbî de kafasının üzerine düşerek vefât etti.

Rasûlullah (s.a.v) “Onu bana getirin” buyurdu. Hemen Ammâr b. Yâsir ile Huzeyfe (r.a) yerlerinden fırlayıp ona doğru koştular ve tutup kaldırdılar. Sonra da:

“–Ey Allah’ın Rasûlü, vefât etmiş!” dediler.

Rasûlullah (s.a.v) başka tarafa döndü. Sonra şu açıklamayı yaptı:

“–Öbür tarafa döndüğümü gördünüz. Bunun sebebi şu idi: İki melek gördüm, vefât eden zâtın ağzına Cennet meyvelerinden veriyorlardı, anladım ki aç olarak vefât etmiş.”

Sonra şöyle devâm etti:

“–Vallahi bu kişi Allah teâlâ’nın haklarında şöyle buyurduğu insanlardandır: «İnanıp da îmanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya işte emniyet onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.»[25] Haydi kardeşinizi kaldırınız!”

O kişiyi su olan bir yere taşıdık, orada yıkadık, kokular sürdük, kefenledik ve kabire getirdik. Rasûlullah (s.a.v) de geldi ve kabrin kenarına oturdu. Şöyle buyurdu:

“–Mezarı lahd şeklinde yapın, şakk yapmayın, lahid bizim, şakk ise başkalarınındır…”[26]

Kabir kazıldıktan sonra kıble tarafındaki duvarın dibine ve uzunlamasına ölünün sığacağı kadar girinti şeklinde bir oyuk kazılır. Buna “lahd” denir. Böyle hazırlanan kabre de lahd denir.

Böyle bir girinti yapmadan ortasına uzunlamasına bir çukur açılarak yapılan kabre de “şakk” denir.

֎

İlim sahibi olup da onunla amel etmeyen bir toplum büyük bir hüsrân içindedir. İlminden âhiret saâdeti istikâmetinde faydalanmayan böyle bir toplumun kötü hâlini Ammâr b. Yâsir’in anlattığı şu hâdise ne güzel ortaya koymaktadır:

Rasûlullah (s.a.v) beni Kays kabîlesinin bir mahallesine göndermişti. Onlara İslâm’ın esaslarını öğretiyordum. Ancak insanlar vahşî deve sürüsü gibiydiler. Hepsi de gözleri havada olan kibirli kimselerdi. Bütün dertleri koyun ve deve idi. Allah Rasûlü’nün yanına geldim. Bana:

“–Ammâr ne yaptın?” buyurdu. Ben de kavmin durumunu anlattım. İçinde bulundukları gaflet ve yanılgıyı haber verdim. Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“–Ammâr, sana bu kavimden daha hayret verici olan kimseleri bildireyim mi? Onlar bu kavmin bilmediği şeyleri bildikleri hâlde aynen bunlar gibi gâfilâne bir hayat yaşarlar.”[27]

Ammâr (r.a) zor şartlarda İslâm’ı tebliğ etmiş, insanların hidayeti için gayret göstermiştir. Biz de onlar gibi İslâm’a hizmet etmeli ve -Allah korusun- Peygamber Efendimiz’in bahsettiği bile bile gaflet içinde yaşayan ve vahşî deve sürülerinden daha kötü olan insanlardan olmamalıyız.

֎

Ammar b. Yâsir (r.a) bir savaşa iştirâk etmek için Fırat nehrinin kenarında yürüyordu. Allah’a olan muhabbeti birden cûş u hurûşa geldi ve şöyle münâcâtta bulundu:

“Allah’ım! Kendimi şu dağdan atarak aşağıya yuvarlandığımda benden daha fazla râzı olacağını bilsem bunu hemen yaparım. Büyük bir ateş yakarak içine atlamamın Sen’i benden daha çok râzı edeceğini bilsem onu derhâl yaparım. Yâ Rabbi! Kendimi suya atıp boğulmamın rızanı daha fazla celbedeceğini bilsem onu da hemen yaparım. Ey Allah’ım! Ben sırf Sen’in rızân için savaşıyorum, beni zarara uğratmamanı diliyorum. Ben Sen’i istiyorum!”[28]

“Ben Sen’i istiyorum!…” İşte Hz. Ammâr’ı bu kadar çileler içinde ayakta tutan hedef…

֎

Ebû Vâil’in anlattığına göre Ammâr b. Yâsir (r.a) bir gün özlü bir hutbe okumuştu. Konuşmadan çok müteessir olan müslümanlar ona künyesiyle hitâb ederek:

“–Ebü’l-Yakzân! Çok güzel konuştun. Hutbeyi biraz daha uzatsaydın iyi olurdu” dediler. Ammâr (r.a) konuşmayı neden fazla uzatmadığını şöyle açıkladı:

“–Ben Allah Rasûlü’nü şöyle buyururken dinledim:

‘Bir adamın namazı uzun kıldırıp hutbeyi kısa kesmesi dini iyi bildiğini gösterir. Bu sebeple namazı uzun kıldırıp hutbeyi kısa kesiniz. Çünkü öyle sözler vardır ki insanı âdeta büyüler.”[29]

֎

Ammâr b. Yâsir (r.a) şöyle demiştir:

“Ramazandan olup olmadığı belli olmayan günde (yevmü’ş-şek) oruç tutan kişi Ebü’l-Kâsım Hazretleri’ne isyân etmiş olur.”[30]

Yani Peygamber Efendimiz’in sünnetine muhâlif davranmış, onun emrini dinlememiş olur.

֎

Ammâr b. Yâsir (r.a) şöyle demiştir:

“Üç şeyi her kim bir araya getirebilirse imanın tamamını elde etmiş olur:

– Kendi aleyhine de olsa insafı elden bırakmamak,

– Herkese selâm vermek,

– Fakir iken bile sadaka vermek.”[31]


[1] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/62.

[2] İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 4/137.

[3] el-Bakara 2/207.

[4] Süyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî), Kahire 1424/2003, 2/487.

[5] Bkz. Belâzürî, Ensâbu’l-eşrâf, 1/160; Mehmet Efendioğlu, “Yâsir b. Âmir”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/yasir-b-amir (02.05.2023).

[6] Süheylî, er-Ravdu’l-ünf, 4/264.

[7] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/404; İbn Hacer, el-İsâbe, 4/335.

[8] Hâkim, el-Müstedrek, 3/388.

[9] İbn Ebû Şeybe, el-Musannef (nşr. Saîd el-Lahhâm), Beyrut 1414/1994, 8/42.

[10] İbn Hacer, el-İsâbe, 4/335.

[11] Bkz. Müslim, Fiten, 70, 71; Aynur Uraler, “Sümeyye binti Hubbât”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/sumeyye-bint-hubbat (02.05.2023).

[12] en-Nahl 16/106. Bkz. İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 3/249; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, 2/67; Heysemî, Mecmaʻu’z-zevâid, 9/295; Vahidî, Esbâbu nüzûli’l-Kur’ân, 288-289.

[13] el-Enʻâm 6/52-54.

[14] el-Kehf 18/28.

[15] İbn Mâce, Zühd, 7; Taberî, Tefsîr, 7/262-263.

[16] Vâhidî, Esbâbu nüzûli’l-Kur’ân, 306.

[17] Buhârî, Salât, 63.

[18] Buhârî, Teyemmüm, 8.

[19] Bkz. Mustafa Fayda, “Ammâr b. Yâsir”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ammar-b-yasir (02.05.2023).

[20] Tirmizî, Menâkıb, 32, 34; İbn Mâce, Mukaddime, 11.

[21] Buhârî, Tefsîr, 87/1.

[22] Bkz. Buhârî, Salât, 63; Cihâd, 17.

[23] Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/91; İbn Kesîr, el-Bidâye, 3/256.

[24] Bkz. Vâkıdî, el-Meğāzî, 1/397; İbn Hişâm, Sîretü’n-Nebî, 3/219; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/344; Ebû Dâvûd, Tahâret, 78/198; Beyhâkî, Delâil, 3/459.

[25] el-Enʻâm 6/82.

[26] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/359.

[27] Heysemî, Mecmaʻu’z-zevâid, 1/185.

[28] İbn Saʻd, et-Tabakātü’l-kübrâ, 3/258.

[29] Müslim, Cumʻa, 47.

[30] Ebû Dâvûd, Savm, 10; Tirmizî, Savm, 3. Krş. İbn Mâce, Sıyâm, 3.

[31] Buhârî Îmân, 20.