16. Abdullah b. Amr b. Harâm ve Âilesi

16.1. Abdullah b. Amr b. Harâm (r.a)

Abdullah b. Amr b. Harâm (r.a) Ensâr’ın Benî Selime kabilesine mensubdur. Künyesi Ebû Câbir’dir. Kabilenin ileri gelenlerindendi. O sebeple İkinci Akabe Beyʻatı’nda Berâ b. Maʻrûr ile birlikte kabilesini temsil etti.

Hicretten sonra Bedir Gazvesi’ne katıldı. Uhud’a çıkarken oğlu Câbir b. Abdullah’ı yanına çağırarak savaşta ilk şehid edilecek kişinin kendisi olacağını ümit ettiğini söyleyerek geride bıraktığı altı kızına bakmasını ve borçlarını ödemesini vasiyet etti.

Uhud’a giderken münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl adamlarıyla birlikte geri dönmek istedi. Ordunun üçte birini teşkil ediyorlardı. Abdullah b. Harâm (r.a) onlara nasihat etti, Peygamber Efendimiz’den ayrılmamalarını söyledi, ancak münafıklar onu dinlemediler. Abdullah (r.a) da onlara bedduâ ederek Peygamber Efendimiz’in yanına döndü.

Düşmanla karşı karşıya geldikten biraz sonra şehid oldu. Müşrikler ona müsle yaparak burnunu, kulaklarını ve diğer uzuvlarını kestiler.

Uhud’da şehîd çok olduğu için müslümanlar herkese ayrı kabir kazamadılar. Abdullah’ı da eniştesi Amr b. Cemûh ile birlikte aynı kabre koydular. 46 sene sonra sel yatağına yakın olan kabirleri başka bir yere nakledilmek üzere açıldığında cesetlerinin hiçbir değişikliğe uğramadan gömüldükleri gibi taptaze durdukları görüldü.[1]

16.1.1. Rivâyetleri

Câbir (r.a) şöyle anlatır:

“Babam (Abdullah b. Amr) bir gün Hazîre[2] yemeği hazırlattı ve benimle Peygamber Efendimiz’e gönderdi. Rasûlullah (s.a.v) hâne-i saâdetlerindeyken huzûr-i âlîlerine vardım. Bana:

«‒Yanında ne var ey Câbir? Bu getirdiğin et mi yoksa?» buyurdu. Ben de:

«‒Hayır yâ Rasûlallah!» dedim. Babamın yanına geldiğimde bana:

«‒Rasûlullah (s.a.v)’i gördün mü?» diye sordu, «evet» dedim.

«‒Herhangi bir şey söylediğini işittin mi?» dedi.

«‒Evet, bana “Yanında ne var ey Câbir? Bu getirdiğin et mi yoksa?” buyurdu» dedim. Babam:

«‒Herhâlde Efendimiz’in canı et istemiş» diyerek hemen evimizdeki bir koyunu kestirip kızarttırdı ve benimle gönderdi. Peygamberimiz’in huzûr-i âlîlerine varınca:

«‒Yanında ne var ey Câbir?» buyurdu.

Ben de getirdiğim şeyin ne olduğunu kendisine haber verdim. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v):

«‒Allah teâlâ bize yaptıkları iyilikler sebebiyle Ensâr’ı, bilhassa da Abdullah b. Amr b. Harâm’ı ve Saʻd b. Ubâde’yi hayırla mükâfatlandırsın!» diye duâ etti.”[3]

16.2. Câbir b. Abdullah

Câbir (r.a) hicretten on altı yıl önce Medîne’de dünyaya geldi. Hazrecoğulları’nın Benî Selime kabilesindendir. Künyesi Ebû Abdullah’tır. Annesi, Rasûlullah’a beyʻat eden kadın sahâbîlerden Enîse (Üneyse) binti Aneme’dir.

Nübüvvetin on üçüncü yılında (622) yapılan İkinci Akabe Beyʻatı’na babası ile birlikte katılan Câbir yetmiş kişilik heyetin en küçüğü idi. Kendi ifadesiyle o zaman henüz taş bile atamayacak kadar küçük bir çocuktu.

16.2.1. Hizmetleri

Bedir Gazvesi’nde suların azlığı sebebiyle kuyuya inerek kovaları doldurduğu rivâyet edilir.[4]

Babasının şehadetinden sonra hiçbir gazveyi kaçırmadı. Babası Uhud’da şehîd olduğu hâlde ertesi gün düşmanları kovalamak üzere yapılan Hamrâülesed Gazvesi’ne bile katıldı.

Hudeybiye’de Beyʻatü’r-Rıdvân’da bulundu ve Peygamber Efendimiz’in orada bulunan 1400 kişiye hitaben, “Bugün sizler yeryüzünün en hayırlı insanlarısınız” müjdesini verdiğini rivâyet etti.[5]

Allah Rasûlü’nün vefatından sonra muhtelif savaşlara katıldı. Şam’ın fethinde bulundu.

16.2.2. Allah Rasûlü’nün İltifatlarına Mazhar Olması

 Câbir b. Abdullah (r.a) Rasûl-i Ekrem’in husûsî iltifat ve alâkasına mazhar olan sahâbîlerden biridir. Rasûlullah (s.a.v) bir defasında onu devesinin terkisine bindirmiş, hastalandığında ziyaret etmiş, babası şehîd olunca tesellî etmiş, onun Allah teâlâ’nın husûsî iltifatına nâil olduğunu bildirmiştir.

Bir gazveden dönerken Câbir’le sohbet eden Rasûlullah (s.a.v) onun evlendiğini öğrenince kızla mı, yoksa dul bir hanımla mı evlendiğini sordu. Dul bir kadınla evlendiğini öğrenen Rasûlullah (s.a.v) bir kızla evlenmesinin daha iyi olacağını söyledi. Câbir (r.a) de küçük yaşta yetim kalan kardeşlerini toplayıp onlarla meşgul olabilecek bir kadını bilerek tercih ettiğini, onların arasına kendi yaşlarında birini getirmeyi doğru bulmadığını söyledi. Rasûlullah (s.a.v) ona hak verdi ve duâ etti.

16.2.3. İlmi

Câbir b. Abdullah Peygamber Efendimiz’den, Hz. Ebû Bekir, Ömer, Ali, Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Muâz b. Cebel, Zübeyr b. Avvâm ve diğer sahâbîlerden pek çok hadîs rivâyet etmiştir. Çok hadîs nakleden altı sahâbîden (müksirûn) biri olarak 1540 rivâyeti hadîs külliyatında yer almıştır.[6]

Hz. Câbir’in hacca dair rivâyetlerini ihtiva eden Kitâbü’l-Mensek adlı bir sahîfesinden bahsedilmektedir. Medîne-i Münevvere’de fetva veren sahâbîler arasında bulunan Hz. Câbir’in verdiği fetvalar bir küçük cüz tutacak hacimdedir.

Ayrıca talebelerinden Süleyman b. Kays el-Yeşkürî’nin kendisinden bir sahîfe yazıp rivâyet ettiği kaydedilmektedir.[7]

Câbir (r.a) Mescid-i Nebevî’de bir ilim meclisi oluşturmuştu. Ondan faydalanan tâbiîler arasında oğulları Abdurrahman, Akīl ve Muhammed ile Saîd b. Müseyyeb, Atâ b. Ebû Rebâh, Hasan-ı Basrî, Muhammed b. Münkedir, Bilâl b. Sa’d, Mücâhid, Şaʻbî, Tâvûs b. Keysân ve Muhammed el-Bâkır gibi âlimler vardır.[8]

Hayatının sonlarına doğru gözlerini kaybeden Câbir (r.a) 78/697 yılında Medîne-i Münevvere’de vefat etti. Doksan dört yıl yaşadığı, bu sebeple muammerûndan olduğu söylenmektedir. Akabe Beyʻatı’nda bulunanlardan en son vefat eden odur.

16.2.4. Rivâyetleri

Câbir b. Abdullah (r.a) anlatıyor:

Benim kabîlem olan Selime Oğulları mahallesi, mescide bir hayli uzaktı. Mescid-i Nebevî’nin etrafında ise boş yerler vardı. Evlerimizi satıp mescidin yakınına taşınmak istedik. O sırada şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Şu bir gerçektir: Biz ölüleri yeniden dirilteceğiz. Onların yaptıkları iyi-kötü her işi, geride bıraktıkları iyi-kötü her izi kayda geçireceğiz.”[9]

Niyetimizi öğrenen Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Selime Oğulları’na:

“–Duyduğuma göre Mescid’in yakınına taşınmak istiyormuşsunuz, öyle mi?” diye sordu. Onlar da:

“–Evet, ey Allah’ın Rasûlü! Bunu gerçekten istiyoruz” dediler. O zaman Rasûlullah (s.a.v):

“–Selime Oğulları! Yerinizde kalınız da Mescid’e gelirken attığınız her adıma sevap yazılsın. Evet, yerinizde kalınız Mescid’e gelirken attığınız her adıma sevap yazılsın” buyurdu.[10]

Camiye yakın olmak güzel bir şeydir ancak Medîne’nin sınırlarını korumak gibi cihâdî bir vazife olunca uzakta kalmak daha önemli hâle gelir. Cihâd İslâm’ın zirvesi ve kubbesidir. İbadetlerin selâmeti, vatanı korumaya bağlıdır.

֎

Câbir b. Abdullah (r.a) şöyle anlatır:

“Uhud Harbi’nden önceki gece babam beni yanına çağırdı ve:

«–Peygamberimizin sahâbîlerinden ilk şehîd edilecek kişinin ben olacağımı sanıyorum. Rasûlullah (s.a.v)’den sonra benim için geride bırakacağım en kıymetli kişi sensin. Borçlarım var, onları öde. Kardeşlerine dâimâ iyi muâmelede bulun» dedi. Sonra:

«­–Ey Câbir, evde himâyeye muhtaç kızlar olmasaydı senin de şehîd olmanı isterdim!..» diye ilave etti.

Gerçekten de sabahleyin babam ilk şehîd düşen kişi oldu. Bir başka şehîd ile birlikte onu bir kabre defnettim. Sonra onu müstakil bir yere defnetmek istedim. Altı ay sonra onu mezarından çıkardım. Bir de ne göreyim, kulağının bir kısmı hâriç, bütün vücûdu kabre defnettiğim günkü gibiydi. Onu alıp yalnız başına bir mezara defnettim.”[11]

Abdullah (r.a) o günlerde Bedir şehidlerinden Mübeşşir b. Abdülmünzir’i rüyâsında görmüş, Mübeşşir ona “Sen bugünlerde bize kavuşacaksın” diye müjde vermişti. O da rüyasını Peygamber Efendimiz’e anlattı. Rasûlullah (s.a.v) “Bu şehidlik demektir” buyurdu.[12] Muhtemelen Abdullah (r.a) bu rüyâ üzerine veya düşmanla savaşmayı çok arzu ettiği için kendisinin ilk şehid olacağını söylemişti.

{

Câbir b. Abdullah (r.a) şöyle anlatır:

Babamın müsle[13] yapılmış cesedi getirilip Peygamber Efendimiz’in önüne konuldu. Yüzünü açmak üzere gittim, fakat oradaki topluluk bana mâni oldu. Bunun üzerine Nebî (s.a.v) “Melekler ara vermeksizin onu kanatlarıyla gölgelendiriyorlar” buyurdu.[14]

Abdullah’ın bu hâlini gören kız kardeşi Fâtıma binti Amr feryad ederek ağlamaya başlamış, bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (s.a.v) “Ona niçin ağlıyorsun? Melekler ara vermeksizin onu gölgelendiriyorlar” buyurmuştur.

֎

Câbir (r.a) şöyle anlatır:

Bir defâsında ben mahzun bir hâlde iken Rasûlullah (s.a.v) ile karşılaşmıştım. Bana:

“–Seni niye böyle üzgün görüyorum?” buyurdu.

“–Babam Uhud’da şehîd oldu. Geriye bakıma muhtaç kalabalık bir âile ve bir hayli de borç bıraktı” dedim. Bunun üzerine:

“–Allah’ın babanı nasıl karşıladığını sana haber vereyim mi?” buyurdu. Ben “Evet!” deyince şöyle devâm etti:

“–Allah, hiç kimse ile yüz yüze konuşmaz, dâimâ perde arkasından konuşur. Ancak babanı diriltti ve onunla perdesiz yüzyüze konuştu:

«–Ey kulum, ne dilersen benden iste vereyim!» buyurdu. Baban:

«–Ey Rabbim beni dirilt, senin yolunda tekrar şehîd olayım» dedi. Allah teâlâ Hazretleri:

«–Ama ben daha önce ölenlerin artık dünyâya geri dönmeyeceklerine hükmettim» buyurdu.[15] Baban da:

«–Ey Rabbim, öyleyse (benim hâlimi) arkamda kalanlara bildir» dedi. Bu talep üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilâkis onlar diridirler; Allah’ın, lutuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile mesrûr bir hâlde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehîd kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesini vermek isterler.”[16]

֎

Câbir b. Abdullah’ın anlattığına göre, babası şehîd olduğu zaman bir yahudiye otuz vesk borcu vardı. Cabir (r.a) yahudiden borcu için biraz mühlet istedi ancak yahudi kabul etmedi. Cabir (r.a) Peygamber Efendimiz’e gelerek yahudi nezdinde şefaatçi olmasını talep etti. Rasûlullah (s.a.v) alacağına karşılık bir hurmalığın meyvesini kabul etmesi için onunla konuştu ama yahudi kabul etmedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v) hurmalığa girdi, içinde biraz yürüdü, sonra Cabir’e “Hurmayı topla ve ona borcunu öde” buyurdu.

Câbir (r.a) otuz vesk olan borcun tamamını ödedi, geriye on yedi vesk hurma da arttı. Durumu haber vermek üzere Efendimiz’e gitti. Rasûlullah (s.a.v) ikindiyi kılıyorlardı. Namazı bitince fazlalığı haber verdi. Efendimiz (s.a.v):

“Bunu Ömer ibnü’l-Hattâb’a haber ver” buyurdu. Câbir (r.a) gidip durumu Hz. Ömer’e söyledi. Ömer (r.a):

“Ben, Rasûlullah (s.a.v) bahçenin içinde yürüdüğünde hurmanın bereketleneceğini anlamıştım zâten” dedi.[17]

Babasının vasiyetine sâdık kalarak borçlarını ödemeye çalışan Câbir (r.a)’a Cenâb-ı Hak böyle bir mucize yaşamayı nasîb etmiştir.

֎

Birgün Allah Rasûlü (s.a.v) genç sahâbîsi Câbir b. Abdullah’ın evine uğramıştı. Çok sevdiği bu sahâbîsine bir ikramda bulunmak istedi. Onu elinden tutarak evine götürdü ve âilesinden yiyecek bir şeyler istedi. Hizmetçi, önlerine hurma yaprağından yapılmış bir sofra serdikten sonra üç parça ekmek getirdi. Efendimiz ekmeğin birini kendi önüne, diğerini Câbir’in önüne koydu. Üçüncü parçayı da aralarında taksim ettikten sonra:

“–Ekmekle yiyeceğimiz bir katık yok mu?” diye sordu.

“–Hayır ama biraz sirke var” dediler. O zaman Rasûlullah (s.a.v):

“–Getirin onu, sirke ne güzel katıktır” buyurdu.

Câbir (r.a) “Nebî (s.a.v)’den bu sözü duyduğumdan beri sirke yemeyi severim” derdi. Hadîsin râvîsi Talha da “Câbir (r.a)’den bu sözü duyduğumdan beri ben de sirke yemeyi severim” demiştir.[18]

֎

Câbir ibn Abdillah (r.a) şöyle buyurur:

“Hasta olduğum zaman Peygamber (s.a.v) Efendimiz, Ebû Bekir (r.a) ile birlikte yürüyerek Benî Selime yurdundaki evime beni ziyarete gelmişlerdi. Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz beni birşey düşünemez dere­cede baygın bulmuştu. Bunun üzerine biraz su iste­yip ondan abdest aldı, sonra abdest suyundan birazını benim üzerime serpti. Ben derhal ayılıp kendime geldim. Bir de baktım ki Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz yanımda. Hemen:

«–Yâ Rasûlallah! Malımda (verâset hususunda) nasıl tasarrufta bulunmamı emredersin?» diye sordum.

Bana bir cevap vermedi. Bir müddet sonra şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

«Allah teâlâ size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder. (Çocuklar) ikiden fazla kadın iseler, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız bir kadınsa yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, ana-babasından her birinin mirastan altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da ana-babası ona vâris olmuş ise, anasına üçte bir (düşer). Eğer ölenin kardeşleri varsa, anasına altıda bir (düşer. Bütün bu paylar ölenin) yapacağı vasiyetten ve borçtan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin size, fayda bakımından daha yakın olduğunu bilemezsiniz. Bunlar Allah tarafından konmuş farzlardır (paylardır). Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir.» (en-Nisâ, 11)”[19]

֎

Câbir (r.a) şöyle demiştir:

“Hastaydım, Rasûlullah beni ziyâret etti. Ne katıra ne de ata binmiş, yürüyerek gelmişti.”[20]

Bu hâdisede Peygamber Efendimiz’in tevâzuunu ve ashâbına ne kadar değer verdiğini görüyoruz.

֎

Câbir (r.a) şöyle anlatır:

Peygamber Efendimiz’e geldim ve kapısını çaldım. Rasûlullah (s.a.v):

“–Kim o?” dedi.

“–Benim” diye cevap verdim.

Rasûlullah (s.a.v):

“–Benim benim” diye tekrar etti. Galiba bu cevaptan hoşlanmamıştı.[21]

Kapı çalan kişiye kim olduğu sorulduğunda ismini açıkça söylemelidir. Zira sesler birbirine benzeyebilir.

֎

Yeni evlenen Câbir (r.a) Zâtürrikā’ Gazvesi’ne gidildiğini duyunca Peygamber Efendimiz’le birlikte savaşa katılmıştı. Dönüşte, devesi zayıf olduğu için arkadaşlarından geri kalıyordu. Rasûlullah (s.a.v) onun yanına yaklaştı ve:

“–Ey Câbir! Sana ne oldu da geride kaldın?” diye sordu.

Câbir (r.a) durumu anlatınca Rasûlullah (s.a.v) bir değnek alarak deveye birkaç defâ hafifçe dokundu. Deve, Allah Rasûlü’nün devesiyle yarışır hâle geldi.

Rasûlullah (s.a.v) yolda Hz. Câbir’le sohbet etmeye başladı. Onun yeni evlendiğini, bu sebeple pek çok borcu olduğunu öğrenen Allah Rasûlü (r.a) Câbir’e elinde mal olarak ne bulunduğunu sordu. O da yalnız bir devesinin olduğunu söyledi. Bunun üzerine Âlemlerin Efendisi onu borçtan kurtarmak için devesini kendisine satmasını istedi. O da Medîne’ye varıncaya kadar binmek şartıyla sattı. Medîne’ye ulaşınca deveyi teslim etmek için Allah Rasûlü’nün yanına gitti. O sırada kendisini çok sevindiren ve diğer insanları da şaşırtan ulvî bir davranışla karşılaştı. Rasûlullah (s.a.v) devenin ücretini ödediği gibi deveyi de ona hediye etti.[22]

Câbir (r.a) şöyle anlatır: “Allah Rasûlü (s.a.v) devemin ücretini verip deveyi de bana hediye ettiği zaman tanıdık bir yahûdîye rastladım, hâdiseyi ona anlattım. Yahûdî hayretler içinde:

«–Demek devenin parasını verdi, sonra da onu sana hibe etti ha?!» dedi ve bu sözü tekrar edip durdu. Ben de her seferinde «Evet!» dedim.”[23]

Efendimiz (s.a.v) devenin ücretini öderken bir kırat da fazla verdirmişti. Câbir (r.a):

 “Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in verdiği fazlalık benden hiç ayrılmasın!” dedi ve artık o kırat Câbir b. Abdullah’ın kesesinden hiç ayrılmadı. Tâ ki Harre günü Şam ehli alıncaya kadar![24]

Bu hâdisenin yaşandığı gün “Leyletü’l-baʻîr: deve günü” diye anılır. Câbir (r.a) o gün Rasûl-i Ekrem’in kendisi için yirmi beş defa istiğfar ettiğini söyler.

Câbir (r.a) şöyle der: “Rasûlullah (s.a.v) yolculuk esnâsında arkadan yürür, güçlük çeken zayıflara yardımcı olur, onları terkisine bindirir ve onlara duâ ederdi.”[25] İşte Hz. Câbir’in geri kaldığı gün de Rasûlullah (s.a.v) onunla ilgilenmiş, bu şekilde kimseyi arkada bırakmayıp bütün ümmetine sahip çıkmıştır.

֎

Câbir (r.a) şöyle anlatır:

Biz Hendek Savaşı gününde siper kazıyorduk. Önümüze son derece sert bir kaya çıktı. Sahâbîler Efendimiz’e gelip “Siperde önümüze bir kaya çıktı” dediler. Rasûlullah (s.a.v):

“–Hendeğe ben ineceğim” buyurdu. Sonra ayağa kalktı. Açlıktan karnına taş bağlamıştı. Biz üç gün müddetle yiyecek hiçbir şey tatmaksızın orada kalmıştık. Rasûlullah (s.a.v) kazmayı eline aldı ve sert kayaya vurdu, o kaya un ufak olup kum yığınına dönüverdi. Ben:

“–Yâ Rasûlallah, eve gitmeme izin veriniz” dedim. Evde hanımıma:

“–Ben Allah Rasûlü’nü dayanılmayacak bir hâlde gördüm, yanında yiyecek bir şey var mı?” diye sordum. Zevcem:

“–Biraz arpa ile bir de oğlak var” dedi. Ben oğlağı kestim, arpayı da öğüttüm. Eti tencereye koyduk. Sonra, ekmek pişmekte, tencere de taşlar üzerinde kaynamakta iken Rasûlullah (s.a.v)’in yanına gittim:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! Birazcık yemeğim var, bir-iki kişiyle birlikte bize buyrun” dedim. Rasûlullah (s.a.v)

“–Yemeğin ne kadar?” diye sordu. Ben de olanı söyledim. Bunun üzerine:

“–Ooo, hem çok hem de güzel! Hanımına söyle, ben gelinceye kadar tencereyi ateşten indirmesin, ekmeği de fırından çıkarmasın” buyurdu. Sonra ashâbına “Kalkınız!” buyurdu. Muhâcirler ve Ensâr hep birlikte kalktılar. Ben telâşla zevcemin yanına varıp:

“–Vay başımıza gelenlere! Rasûlullah (s.a.v) yanında Muhâcirler, Ensâr ve beraberlerinde olanlarla birlikte geliyor” dedim. Hanımım:

“–Sana ne kadar yemeğimiz olduğunu sordu mu?” dedi. Ben “Evet.” dedim.

“–O hâlde telâşlanma, o senden daha iyi bilir” dedi.

Bir müddet sonra geldiklerinde, Rasûl-i Ekrem Efendimiz sahâbîlere “Giriniz, birbirinizi sıkıştırmayınız” buyuruyordu. Rasûlullah (s.a.v) ekmeği koparıp üzerine et koyuyor ve her defâsında tencereyi ve fırını kapatıyor, elindekini ashâbına veriyordu. Sonra yine aynısını yapıyordu. Onların hepsi doyuncaya kadar ekmeği koparıp üzerine et koymaya devâm etti. Neticede bir miktar yiyecek de arttı. Allah Rasûlü (s.a.v) zevceme:

“–Bunu ye, komşularına da ikrâm et, çünkü açlık insanları perişan etti!” buyurdu.[26]

Diğer rivâyette Câbir (r.a) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v) karıma:

“–Bir ekmekçi hanım çağır da seninle beraber ekmek yapsın. Tencerenizden yemeği kepçe ile al, onu ateşten de indirmeyiniz” buyurdu. Gelenler bin kişi idiler. Allah’a yemin ederim böyle. Güzelce yediler, hatta kalanı bırakıp gittiler. Tenceremiz eksilmeden kaynıyor, azalmayan hamurumuzdan da iki hanım tarafından sürekli ekmek yapılıyordu.[27]

֎

Câbir b. Abdullah (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) Hendek Harbi’nin yapıldığı yerdeki Fetih Mescidi’nde üç defa duâ etti. Pazartesi, Salı ve Çarşamba günleri… Çarşamba günü iki namaz arasında duâsına icâbet edildi. Hissettiği sevinç yüzünden anlaşılıyordu. Ben de ne zaman mühim ve zor bir işle karşılaşsam Efendimiz’in duâ ettiği o vakti gözlerim. O vakitte duâ eder ve duâma icâbet edildiğini görürüm.”[28]

Dua her zaman yapılır ancak bazı zaman ve mekânların hususiyeti vardır. İşte Câbir (r.a) bu zaman ve mekânlardan birini tespit edip ondan istifade etmiştir.

֎

Hz. Câbir’in rivâyet ettiğine göre Rasûlullah (s.a.v) yemek yenilen parmakları yalamayı ve yemek kabını tertemiz sıyırmayı emretmiş ve “Zîrâ siz bereketin hangisinde olduğunu bilemezsiniz” buyurmuştur.[29]

Rasûlullah (s.a.v) diğer rivâyetlerde şöyle buyurmuşlardır:

“Sizden birinizin lokması düştüğünde hemen onu alsın ve üzerine yapışanları temizleyip yesin, onu şeytana bırakmasın. Parmaklarını yalamadıkça da elini mendile silmesin. Çünkü o kimse bereketin yemeğin neresinde olduğunu bilemez.”

“Şüphesiz şeytan sizden birinizin her işinde hazır olur. Hatta yemeği esnasında bile yanında bulunur. Sizin birinizin lokması düşerse, üzerine yapışanları temizleyip yesin. Lokmasını şeytana bırakmasın.”[30]

֎

Câbir (r.a) der ki: “Bir gün Rasûlullah (s.a.v) gazveye çıkacaktı. Bize:

«–Ey Muhâcirler ve Ensâr topluluğu! Malı ve akrabâsı olmayan kardeşleriniz vardır. Her biriniz onlardan iki veya üç kişiyi yanına alsın!» buyurdu. Bizden devesi olan birinin de ancak yanına aldığı kardeşlerinden biri gibi bir nöbet hakkı olacaktı. Ben de yanıma iki veya üç kişi aldım. Deveme binme husûsunda benim de ancak onlardan biri gibi bir nöbet hakkım vardı.”[31]

İşte İslâm kardeşliği ve paylaşmanın gerçek örnekleri bunlardır.

֎

Ubâde b. Velîd b. Ubâde b. Sâmit (r.a) şöyle anlatır:

Ben ve babam, vefât etmeden evvel kendilerinden ilim elde edelim diye Ensâr’ın ikamet ettiği mahalleye gittik. İlk rastladığımız kişi Rasûlullah (s.a.v)’in sahâbîsi Ebu’l-Yeser[32] oldu. Beraberinde bir de hizmetçisi vardı ki, elinde sahîfelerden müteşekkil bir bohça taşıyordu. Ebu’l-Yeser’in üzerinde çizgili bir elbise ile bir maâfir kumaşı vardı. Hizmetçisinin üzerinde de çizgili bir elbise ile maâfir kumaşı vardı…

Sonra yürüdük. Nihayet mescidinde bulunan Câbir b. Abdullah’ın yanına vardık. Kendisi tek bir elbiseye sarınmış namaz kılıyordu. Cemâatin boyunlarından atlayarak onunla kıble arasına oturdum ve:

“–Allah sana merhamet etsin, ridân yanıbaşında iken bir giysi içinde namaz mı kılıyorsun?” dedim. Elini sadrıma koyup parmaklarının arasını açtı ve onları kavisleştirdi. Sonra da şöyle dedi:

“–Senin gibi sünnetleri tam olarak bilemeyen insanlar yanıma geldiğinde nasıl yaptığımı görsün de ona göre davransın diye böyle yaptım.

Bir defâsında Rasûlullah (s.a.v) şu mescidimize bizi ziyârete gelmişti. Elinde İbnü Tâb diye bilinen hurma ağacından bir dal vardı. Mescidin kıble tarafında bir tükürük gördü ve onu elindeki dal ile sildi. Sonra bize dönerek:

«–Hanginiz Allah’ın kendisinden yüz çevirmesini ister?» buyurdu. Biz çok korktuk. Sonra tekrar:

«–Hanginiz Allah’ın kendisinden yüz çevirmesini ister?» buyurdu. Biz yine korkuyla ürperdik. Sonra tekrar:

«–Hanginiz Allah’ın kendisinden yüz çevirmesini ister?» buyurdu. Biz:

«–Hayır! Hiç birimiz istemeyiz ya Rasûlallah!» dedik. Rasûlullah (s.a.v) şöyle devam etti:

«–Biriniz namaza kalktığında Allah Tebâreke ve Teâlâ onun karşısında, kıble tarafında olur. Binâenaleyh kimse sakın ön tarafına ve sağına tükürmesin…» buyurdu…

Bu îzâhâttan sonra Rasûlullah (s.a.v):

«–Bana bir zâferan verin!» dedi. Bunun üzerine mahalleden bir genç kalkarak bütün hızıyla evine koştu ve avucunda zâferanlı bir koku getirdi. Rasûlullah (s.a.v) onu alarak elindeki dalın ucuna sürdü. Sonra onunla tükrüğün izini sildi. Mescidlerinize zâferanlı koku sürmeniz buradan kalmadır.

Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte Batn-ı Buvât gazâsına çıkmıştık… Su taşımak için kullanılan bir deveye beş, altı veya yedi kişi nöbetleşe biniyorduk. Derken Ensâr’dan bir zâtın sırası geldi. Deveyi çökerterek üzerine bindi. Sonra onu sürdü. Ancak deve biraz durakladı. O da deveye kızarak «Deh! Allah sana lânet etsin!» dedi. Rasûlullah (s.a.v):

«–Kim o devesine lânet eden?» diye sordu. O zât:

«–Ben yâ Rasûlallah!» dedi. Rasûlullah (s.a.v):

«–İn onun üzerinden, lânetlenmiş hayvanla bizim yanımızda yolculuk yapma! Kendinize bedduâ etmeyin, çocuklarınıza bedduâ etmeyin, mallarınıza bedduâ etmeyin! Yoksa duâların kabul edildiği vakte denk gelir de bedduânız kabul ediliverir» buyurdu.

Yine birgün Rasûlullah (s.a.v)’le birlikte gidiyorduk. Yatsı vakti Arab sularından birine yaklaştığımızda Rasûlullah (s.a.v):

«‒Hanginiz bizden önce giderek, havuzu düzeltip su içecek ve bize de içirecek?» diye sordu. Ben hemen kalktım ve:

«–Ben ya Rasûlallah!» dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):

«–Câbir ile birlikte kim gidecek?» buyurdu. Hemen Cebbâr b. Sahr kalktı ve birlikte kuyuya gittik, havuzun içine bir veya iki kova su çektik. Havuzun taşlarını örüp etrafını güzelce düzelttik. Sonra onu iyice dolduruncaya kadar su çektik. Yanımıza ilk gelen Rasûlullah (s.a.v) oldu:

«–Müsaade eder misiniz?» buyurdu.

«–Evet, ey Allah’ın Rasûlü!» dedik. Devesini saldı, o da su içti… Ardından onu kenara çekip çöktürdü. Sonra Rasûlullah (s.a.v) havuza gelerek abdest aldı. Ben de hemen kalkıp Peygamber Efendimiz’in abdest aldığı yerden abdest aldım. Cebbâr b. Sahr da tuvalet ihtiyacını gidermek için yanımızdan uzaklaştı.

O esnâda Rasûlullah (s.a.v) ayağa kalkıp namaza durdu. Benim üzerimde çizgili bir elbise vardı. Elbiseyi iki omzuma birden sarıp güzelce sarınmaya çalıştım, fakat yetişmedi. Giysinin saçakları vardı. Onları ters çevirdim. Sonra ona sarındım ve düşmesin diye de boynumla tutup biraz eğildim. Gelip Peygamber Efendimiz’in sol tarafına durdum. Rasûlullah (s.a.v) elimden tutup beni sağ tarafına geçirdi. Sonra Cebbâr gelip abdest aldı ve o da Efendimiz’in soluna durdu. Bu sefer Rasûlullah (s.a.v) ikimizin elinden tutup bizi hafifçe geriye doğru itti ve arkasında saf tutmamızı sağladı. Rasûlullah (s.a.v) göz ucuyla bana bakıyordu ancak ben farkına varamamıştım. Sonra maksadını anladım. Eliyle, elbiseyi belime bağlamamı işaret ediyordu. Rasûlullah (s.a.v) namazı bitirince:

«–Câbir!» dedi.

«–Buyurun, emrinize âmâdeyim yâ Rasûlallah!» dedim.

«–Elbise genişse, iki ucunun arasına sarın, dar ise, onu beline bağlayıver» buyurdu.

Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte yine bir seferdeydik. Her birimizin günlük azığı bir tek hurma idi. Herkes o hurmayı biraz emer ve elbisesinin arasına sarardı. Elimizdeki yaylar ile ağaç yaprakları silkeler ve onları yerdik. Hatta bu yüzden avurtlarımız yara olurdu. Yemin olsun ki bir gün birimize yanlışlıkla hurma verilmemişti. Halsizliği sebebiyle onu kollarından tutup kaldırdık, taksimat yapılan yere götürdük, kendisine hurma hissesinin verilmediğine şahitlik ettik de ona bir hurma verildi, o da kalkıp onu aldı.

Yine birgün Rasûlullah (s.a.v) ile beraber yürüyorduk. Nihâyet geniş bir vâdiye indik. Rasûlullah (s.a.v) kaza-yı hâcet için gitti. Ben de bir su kabı ile kendisini tâkip ettim. Rasûlullah (s.a.v) bakındı, fakat arkasına gizlenebileceği bir şey bulamadı. Vâdinin kenarında iki ağaç gözüne ilişti. Rasûlullah (s.a.v) onlardan birinin yanına giderek dallarından birini tuttu ve:

«–Allah’ın izniyle bana boyun eğ» buyurdu. Ağaç, burnu gemli deve gibi Efendimiz’e râm olup eğildi. Öteki ağaca da gidip dallarından birinden tutarak:

«–Allah’ın izniyle bana râm ol» buyurdu. O da öteki gibi eğildi. İkisinin ortasına varınca aralarını birleştirdi ve:

«–Allah’ın izniyle benim üzerime kapanın» dedi. Hemen üzerine kapandılar.

Rasûlullah (s.a.v), benim o yakınlarda olduğumu hissederse oradan uzaklaşır diye korkarak hızla koşup uzaklaştım. Bir yere oturup kendi kendime konuşmaya başladım. Gözüm hafifçe yana kayınca birden Peygamber Efendimiz’in geldiğini gördüm. O iki ağaç da birbirinden ayrılmış ve her biri gövdesinin üzerine doğrulmuştu. Rasûlullah (s.a.v)’in bir an durakladığını gördüm. Başıyla sağa ve sola işaret etti. Sonra bana doğru yürüdü, yanıma gelince:

«–Ey Câbir! Durduğum yeri gördün mü?» diye sordu.

«–Evet, yâ Rasûlallah!» dedim.

«–Öyleyse şu iki ağaca git de, her birinden birer dal kes ve getir. Durakladığım yere geldiğinde, bir dalı sağ tarafına diğerini de sol tarafına dik» buyurdu.

Hemen kalkıp bir taş aldım. Onu kırıp iyice keskinleştirdim. Ağaçların yanına varıp birer dal kestim. Sonra onları sürükleyerek Peygamber Efendimiz’in durakladığı yere geldim. Birini sağıma birini de soluma diktim. Sonra Efendimiz’e yetişerek:

«–Söylediklerinizi yerine getirdim ey Allah’ın Rasûlü, ancak bunu niçin yaptık?» dedim. Rasûlullah (s.a.v):

«–Azap gören iki kabrin yanından geçtim de, bu dallar yaş olarak kaldığı müddetçe şefaatim sayesinde azaplarının hafifletilmesini arzu ettim» buyurdu.

Müteâkıben kâfilenin konakladığı yere geldik. Rasûlullah (s.a.v):

«–Câbir, abdest suyu var mı, insanlara bir sesleniver» buyurdu. Ben de «Dikkat, yanında abdest suyu olan var mı?» diye birkaç defa nidâ ettim. Sonra:

«–Yâ Rasûlallah! Kâfile içinde bir damla su bulamadım» dedim.

Ensâr’dan bir zât Rasûlullah (s.a.v) için eski bir tulumda su soğutur ve onu hurma dalına asardı. Rasûlullah (s.a.v) bana:

«–Ensâr’dan filân oğlu filâna git de, tulumunda bir şey var mı bak» dedi. Ona giderek tuluma baktım. Ancak, tulumun ağzında kalmış bir damladan başka bir şey yoktu. O azıcık suyu boşaltacak olsam, tulumun kuru tarafında kaybolup gider, yere bir damla düşmezdi. Hemen Rasûlullah (s.a.v)’e gelerek:

«–Yâ Rasûlallah! Tulumun ağzında kalmış bir damladan başka bir şey yok. Onu boşaltacak olsam tulumun kuru tarafı içip bitirecek» dedim.

«–Git, onu bana getir» buyurdu. Onu derhal kendisine getirdim. Onu eline aldı ve ne olduğunu anlamadığım bir şeyler söyledi. Bir taraftan da iki eliyle onu sıkıyordu. Sonra tulumu bana verdi ve:

«–Ey Câbir! Büyük bir çanak var mı, bir sesleniver» buyurdu. Ben:

«–Kâfileyi doyuracak kadar büyük çanağı olan kimse onu bana getirsin” diye seslendim. Hemen çanağı yüklenip getirdiler. Onu götürüp Efendimiz’in huzuruna koydum. Rasûlullah (s.a.v) elini çanağın içine sokup parmaklarını açtı. Sonra elini çanağın dibine koyup:

«–Ey Câbir! Tulumu al da elimin üstüne dök ve bismillah de» buyurdu. Ben hemen suyu elinin üzerine döktüm ve bismillah dedim. Rasûlullah (s.a.v)’in parmakları arasından su kaynıyordu. Sonra çanak kaynadı, içinde su döndü ve nihayet ağzına kadar doldu. Rasûlullah (s.a.v):

«–Câbir! Suya ihtiyacı olanlara seslen» buyurdu. İnsanlar gelip kana kana su içtiler:

«–Suya ihtiyacı olan kimse kaldı mı?» diye seslendim.

Artık Rasûlullah (s.a.v) elini kaldırdı, çanak ağzına kadar dopdolu duruyordu.

Yine bir gün insanlar açlıktan şikâyet etmişlerdi. Rasûlullah (s.a.v) «İnşaallah, Allah sizi doyuracak!» buyurdu. Derken Sîfü’l-Bahr’a (deniz sâhiline) geldik. Deniz bir dalgalandı ve bir hayvan attı. Biz bu hayvanın yanına ateş yaktık, etinden pişirdik, kızartma yaptık ve doyuncaya kadar yedik, ancak yarısını bitirebildik. Ben, filân, filân beş kişi bu hayvanın göz çukuruna girdik. Bizi kimse göremiyordu. Sonra çıktık. Kaburga kemiklerinden birini alarak eğdik, kavis yaptık. Sonra kâfiledeki en uzun adamı, en büyük deveyi ve en kalın yaygıyı getirdik. Bu uzun zât, yaygıyı devenin hörgücüne serip üzerine bindi, eğdiğimiz kaburga kemiğinin altından geçti de, başını bile eğmedi.”[33]

Câbir (r.a) Peygamber Efendimiz’le yaşadığı güzel ve ibretli hâtıralardan bir kısmını anlatmıştır. Allah Rasûlü’nün ve ashâbının burada nakledilen söz ve davranışlarında bizim için çok güzel dersler vardır.

֎

Câbir (r.a) şöyle der:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Elif-Lâm-Mîm Tenzîl (Secde) ve Tebâreke’llezî bi-yedihi’l-mülkSûrelerini okumadan uyumazlardı.”[34]

֎

Câbir b. Abdullah (r.a) şöyle anlatır:

“Bir kişiden bana Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den işittiği bir hadîs ulaştı. Hemen bir deve satın aldım, eşyamı üzerine yükledim ve o şahsa varmak için bir ay boyunca yol gittim. Şam’a vardım bir de baktım ki o kişi Abdullah b. Üneys imiş. Kapıcıya:

«–“Câbir kapıda bekliyor” diye haber ver» dedim.

«–İbn Abdillah mı?» dedi.

«–Evet» dedim. Abdullah (aceleden) elbisesinin eteklerine basarak dışarı çıktı ve boynuma sarıldı. Ben de ona sarıldım. Ona:

«–Bana senden kısas konusunda bir hadîs ulaştı. Sen onu Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den işitmişsin. O hadîsi duymadan senin ölmenden veya benim ölmemden korktum (Onu bana nakleder misin?)» dedim. O da şöyle dedi:

«–Rasûlullah (s.a.v):

“İnsanlar (veya kullar) kıyamet günü çıplak, sünnetsiz ve bühm olarak mahşer yerine toplanırlar” buyurmuştu. Biz:

“–Bühm nedir?” dedik.

“–Yanlarında hiçbir şey yoktur. Sonra bir ses onlara nidâ eder. O sesi insan aynen yakından işittiği gibi uzaktan da işitir: «Ben Melik’im, ben Deyyân’ım. Cennet ehlinden birinde hakkı olan cehennemlik birinin, ben o hakkı kısas yoluyla alıncaya kadar cehenneme girmesi uygun olmaz. Cehennem ehlinden birinin kendisinde hakkı olan cennetlik birinin de ben o hakkı kısas yoluyla alıncaya kadar cennete girmesi uygun olmaz. Bu bir tokat bile olsa!»” buyurdu. Biz:

“–Bu hak alıp vermek nasıl olacak? Zira biz Allah -azze ve celle- Hazretleri’nin huzuruna çıplak, sünnetsiz ve hiçbir şeyimiz olmadığı hâlde gideceğiz?” diye sorduk.

Rasûlullah (s.a.v):

“–Hasenât ve seyyiât ile” buyurdu».”[35]

Bildiği bir şeyi ilk ağızdan duyabilmek için bir deve satın alıp bir ay yolculuk yapmak herhâlde sâdece Allah Rasûlü’nün hadîs-i şerîfi için yapılabilir. Çünkü Efendimiz’in mübarek sözlerine paha biçilemez. Onlar gerçek ilmin kaynağıdır.

֎

Hz. Ömer (r.a), birgün Câbir (r.a) ile karşılaştı, elinde bir et parçası vardı. Ona:

“–Elindeki nedir?” diye sordu. Hz. Câbir:

“–Canım çekti de bir parça et satın aldım” dedi. Ömer (r.a):

“–Sen canının çektiği her şeyi satın alır mısın? Yoksa sen «Siz dünyâ hayâtınızda bütün güzel şeylerinizi harcayıp tükettiniz»[36] âyetinde bahsedilen kimselerden olmaktan korkmuyor musun?” diye îkâz etti.[37]

֎

Caʻfer-i Sâdık (r.a) babası Muhammed Bâkır Hazretleri’nden şöyle nakleder:

“Büyük sahâbîlerden Câbir b. Abdullah’ın yanına girdik. Gelenlere kim olduklarını sordu. Sıra bana gelince:

«–Ben, Muhammed b. Ali b. Hüseyin’im» dedim… Heyecanlandı… Bana iltifat ederek şöyle dedi:

“–Merhaba sana ey kardeşimin oğlu! İstediğini sor!”

Ona sualler sordum, gözleri görmüyordu. Namaz vakti gelmişti. Dokunmuş bir elbiseye bürünmüş bir hâlde kalktı. Ne zaman onu omzuna alsa bir tarafı kendisine doğru sarkıyordu; çünkü küçüktü. Cübbesi de yanı başında askıda asılı duruyordu. Onunla namaz kıldırdı.

 “–Bana Allah Rasûlü’nün haccını anlatabilir misiniz?” dedim. Parmakları ile dokuz saydı ve şöyle dedi:

“–Allah Rasûlü (s.a.v) dokuz sene bekledi. Bu müddet zarfında haccetmedi. Onuncu yılında hacca gideceğini halka ilan etti. Bunun üzerine Medîne-i Münevvere’ye her yerden dalga dalga insanlar akın etti. Hepsi Allah Rasûlü (s.a.v)’e uymak, onun hac ibadetini nasıl yaptığını takip etmek ve tıpkı onun gibi yapmak istiyorlardı.

Onunla beraber yola çıktık, Zülhuleyfe’ye gelince, Esmâ binti Ümeys, Muhammed b. Ebî Bekir’i doğurdu. Allah Rasûlü’ne haber gönderip ne yapacağı hakkında bilgi istedi. «Yıkan, pamuk bağla ve sıkı sar, sonra da ihram giy» diye haber gönderdi. Sonra Allah Rasûlü (s.a.v) oradaki mescidde namaz kıldırdı. Sonra devesi Kasvâ’ya bindi, onunla Beydâ’ya çıkınca, bir baktım ki önü, arkası, sağı, solu insanlarla doluydu. Kimisi süvari idi, kimisi de yaya yürüyordu.

Allah Rasûlü (s.a.v) aramızdaydı. Ona Kur’ân inerdi, mânâsını çok iyi bilirdi. O Kur’ân’la nasıl amel ederse biz de ona tâbi olarak öylece amel ederdik…”[38]

Câbir (r.a) bu şekilde Peygamber Efendimiz’in haccını bütün tafsilatıyla anlatmıştır.

֎

Yezîd-i Fakir şöyle anlatır: Hâricîlerin bir görüşü (yani büyük günah işleyenlerin ebediyyen Cehennem’de kalacağı) iyice kalbime işlemişti. Derken haccetmek, sonra hal­ka karşı çıkarak propaganda yapmak niyetiyle kalabalık bir cemaat içinde yola çıktık. Yolda Medîne-i Münevvere’ye uğradık. Bir de baktım Câbir b. Abdul­lah… Bir direğin yanına oturmuş cemaate Allah Rasûlü’nden hadîs rivâyet ediyor. Bir ara cehennemliklerden bahsetti. Bu­nun üzerine kendisine:

“–Ey Rasûlullah’ın arkadaşı, siz ne konuşuyorsunuz? Hâlbuki Allah «Şüphesiz ki sen kimi Cehennem’e atarsan onu muhak­kak surette rezil rüsvay edersin»[39] ve «Ehl-i Cehennem her çıkmak istedikçe oraya iade edi­lirler…»[40] buyuruyor. Binaenaleyh siz ne diyorsunuz?” dedim. Cabir (r.a):

«–Sen Kur’ân okur musun?» dedi.

«–Evet» dedim.

«–Makâm-ı Muhammed’i yani Allah’ın onu yükselteceği makâmı hiç işittin mi?»

«–Evet.»

«–İşte o makâm, Muhammed (a.s)’ın Mahmûd olan makâmıdır ki Allah teâlâ onunla Cehennem’den çıkaracaklarını çıka­rır» dedi.

Sonra Câbir (r.a) Sırât’ın konmasını, insanların onun üzerinden geçişini an­lattı. Ben bunları ezberimde tutamamış olmaktan korkarım. Şu kadar var ki Cabir bir kavmin bir müddet Cehennem’de kaldıktan sonra oradan çı­karılacağını yani susam çöpleri gibi çıkarılarak Cennet nehirlerinden bir nehre atılacağını ve orada yıkanarak kâğıt sayfaları gibi (bembeyaz) çıkarılacağını söyledi.

Hacca gidip döndük ve bazı arkadaşlarımızla bir birimize:

«–Yazıklar olsun size! Şu yaşlı zâtın Rasûlullah (s.a.v) adına yalan söyleyece­ğini mi zannediyorsunuz?» diyerek (hâricîlik davasından) döndük. Vallahi Bizden bir adamdan başka hâricîlikte kalan olmadı.”[41]

Ashâb-ı kirâm insanları büyük tehlikelerden kurtarıyorlardı. Bunun gibi îtikâdı bozulmuş, aklı karışmış nice insanı sırât-ı müstakîme çıkarmışlardır.

֎

Muhammed b. Münkedir (r.a) Rasûlullah âşığı Hz. Câbir’i son hastalığında ziyâret etmişti. Onun ölüme iyice yaklaştığını anlayınca da gönlü Rasûlullah hasretiyle muzdarip olan Câbir (r.a)’a:

“Allah Rasûlü’ne bizden selâm götür” dedi.[42]

Vefat etmek üzere olan bir kimseye, “âhirete irtihal etmiş olanlara bizden selâm söyle” diyebilmek herhâlde sâdece sahâbe nesline mahsus bir davranıştır. Zira diğer insanlara öleceklerini hissettirmemek, onlara ümit verip tesellî etmek gerekir. Ashâb-ı kirâm ise farkı bir boyuttur. Onların Allah ve Rasûlullah muhabbetleri, hayata ve ölüme bakışları çok farklıdır. Dünya sevgisi onları esir alamaz, ölüm onları korkutamaz. Allah Rasûlü’nü görüp kemâline muttalî olduklarından, ona kavuşabilmek için bütün sevdiklerini ve tüm dünyayı fütursuzca arkalarına atıp öbür âleme gidebilirler.


[1] Muvatta’, Cihâd, 49. Bkz. M. Yaşar Kandemir, “Abdullah b. Amr b. Harâm”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/abdullah-b-amr-b-haram (06.05.2023).

[2] Hazîre, yağlı çorbaya denir. Ufak ufak kıyılmış et ile olan bulamaç aşına da denir.

[3] Heysemî, Mecmaʻu’z-zevâid, 10/33.

[4] Ebû Dâvûd, Cihâd, 141.

[5] Buhârî, Meğāzî, 35.

[6] Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/292-400.

[7] İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, 4/215.

[8] M. Yaşar Kandemir, “Câbir b. Abdullah”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/cabir-b-abdullah (06.05.2023).

[9] Yâsîn 36/12.

[10] Müslim, Mesâcid, 280, 281; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 36/1.

[11] Buhârî, Cenâiz, 78.

[12] Hâkim, el-Müstedrek, 3/204.

[13] Müsle, bir insanın burnunu, kulağını, kolunu ve bacağını kesmek suretiyle ona işkence etmektir.

[14] Buhârî, Cenâiz, 3, 35, Cihâd, 20, Meğâzî, 26; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 129-130. Krş. Nesâî, Cenâiz, 12, 13.

[15] Tirmizî, Tefsîr, 3/3010.

[16] Âl-i İmrân 3/169-170. İbn Mâce, Mukaddime, 13/190.

[17] Buhârî, İstikrâz, 9. Krş. Buhârî, Vesâyâ, 36, Meğāzî, 18.

[18] Müslim, Eşribe, 167-169. Krş. Ebû Dâvûd, Et’ime, 39; Tirmizî, Et’ime, 35; İbn Mâce, Et’ime, 33.

[19] Buhârî, Tefsîr, 4/4; Müslim, Ferâiz, 5-8.

[20] Buhârî, Merdâ, 15.

[21] Buhârî, İsti’zân, 17; Müslim, Âdâb, 38-39.

[22] Buhârî, Cihâd, 49, Büyû, 34; Müslim, Müsâkât, 109.

[23] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/303.

[24] Buhârî, Vekâle, 8; Müslim, Müsâkât, 111.

[25] Ebû Dâvûd, Cihâd, 94/2639.

[26] Buhârî, Megâzî, 29. Krş. Vâkıdî, el-Meğāzî, 2/452.

[27] Müslim, Eşribe, 141.

[28] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/332; Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 704; Beyhakî, Şuab, 3/397.

[29] Müslim, Eşribe, 133.

[30] Müslim, Eşribe, 133-135.

[31] Ebû Dâvûd, Cihâd, 34/2534.

[32] İsmi Kâ’b b. Amr’dır. 20 yaşındayken Akabe Beyʻatleri’nde ve Bedir’de bulunmuştur. Ehl-i Bedir’den en son vefat eden sahabîdir. Medîne’de hicrî 55 senesinde vefat etmiştir. Allah hepsinden râzı olsun!

[33] Müslim, Zühd, 74.

[34] Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân (Sevâbu’l-Kur’ân), 9/2892.

[35] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/495. Krş. Tefsîru Yahyâ b. Sellâm, 2/563; İbn Ebî Şeybe, 2: 347; Buhârî, İlim, 19, Tevhîd, 32; Hâkim, el-Müstedrek, 4/618, no: 8715.

[36] el-Ahkâf 46/20.

[37] Ahmed, Zühd, 124. Krş. Muvatta’, Sıfatu’n-Nebî, 36.

[38] Müslim, Hacc, 147-148; Ebû Dâvud, no: 1905; Tirmizî, no: 862, 856, 2967; Nesâî, 1/195, 122; 5/164, 232, 240, 155; İbn Mâce, no: 3074; Ebû Yaʻlâ, no: 2126.

[39] Âl-i İmrân 3/192.

[40] es-Secde 32/20.

[41] Müslim, İman, 320.

[42] İbn Mâce, Cenâiz, 4.