İnsanlığı başıboş bırakmayarak Peygamber Efendimiz’i bize yol gösterici rehber kılan ve ona kitapların en güzelini indiren Yüce Rabbimize sonsuz hamd ü senâlar olsun.
Allah’ın husûsî olarak seçip huzuruna gönderdiği ashâb-ı kirâmını en güzel şekilde terbiye ederek bizler için birer nümûne-i imtisâl hâline getiren Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e sonsuz salât ü selâm olsun.
İnsanın fıtratına, karşı cinse karşı bir ilgi konulmuştur.[1] İnsanın bedenî ve rûhî sıhhati için bu fıtrî ihtiyacın meşrû bir yolla karşılanması gerekir. Bu da âileyi zarûrî kılmaktadır.[2] Bu yönüyle âile toplumun temel taşı ve hayırlı nesiller yetiştirmenin yegâne yeridir.[3] Aslında karşı cinse karşı meyil de tam bunun için verilmiştir. Âileler kurmak, güzel bir toplum oluşturmak ve insan neslini devam ettirmek… Hakikat bu iken vahye kulak vermeyen insanlar, hazcılık ve faydacılık peşinde koşarak cinselliği tek gaye hâline getirmiş, bu da onları meşrû ve tabiî olmayan yollara sevketmiştir. Âileden uzaklaştırarak sefâhete atmıştır. Bu anlayış ise insan neslini tehdit etmekte, onun dünyasını ve âhiretini yele vermektedir.
Bugün en mühim konumuz olan âile husûsunda en güzel örneğimiz ashâb-ı kirâmdır. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in ashâb-ı kirâmı çok kıymetli ve seçkin insanlardır. Nitekim Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Allah -tebâreke ve teâlâ- beni seçti ve insanlar arasından benim için ashâb seçti, onların içinden de bana vezirler, yardımcılar, hısım ve akrabalar ihsân eyledi. Kim onlara söver, hakâret ederse, Allah’ın, meleklerinin ve bütün insanların lâneti onun üzerine olsun! Kıyamet günü ondan ne farz ne de nafile (hiçbir ibadet) kabul edilmez.”[4]
Bu hadîs-i şeriften anlaşıldığına göre o insanların çok kıymetli ve bizim için örnek olmaları gayet tabiîdir. Çünkü onlar Allah tarafından seçilmiş, en büyük peygambere ashâb kılınmış ve onun tarafından en yüce kitap ile yetiştirilmişlerdir.
Sahâbîlerin faziletlerini anlatan pekçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerif mevcuttur. Bunların bir kısmına bakarak onların değerini ve bizim onlara karşı vazifemizi anlamaya çalışalım. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Ben içinizden gerek erkek gerek dişi, hiçbir hayır işleyenin işlediğini boşa gidermem. Hep birbirinizdensiniz. Benim için hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, Benim yolumda işkenceye uğrayanların, cihada gidenlerin ve bu uğurda öldürülenlerin günahlarını sileceğim. Kendilerini altından nehirler akar cennetlere koyacağım. Allah tarafından, tasavvur edemeyeceğiniz bir sevap ile müsâb olacaklar. Sevâbın en güzeli de Allah’ın huzûrunda.”[5]
Âyet-i kerîme ashâb-ı kirâmın hayatında yaşadığı kademeleri sıralıyor.
Ebû Sahr Humeyd bin Ziyâd der ki: “Bir gün Muhammed bin Kaʻb el-Kurazî’ye:
«‒Bana Rasûlullah (s.a.v)’in ashâbının fikir ayrılıklarından haber verebilir misin?» dedim. Bu sözümle ashâb-ı kirâm arasında çıkan fitneleri kastediyordum. Bana:
«‒Allah teâlâ Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in ashâbının hepsini de mağfiret eyledi ve Kitâb’ında onların güzel işler yapanlarına da, hatâ edenlerine de hepsine birden Cennet’i vâcip kıldı» dedi. Ben:
«‒Kitâb’ının neresinde onlara Cennet’i vâcip kıldı?» diye sordum. O:
«‒Sübhânallâh! Sen Cenâb-ı Hakk’ın şu sözünü okumuyor musun: “Sâbikūnun birincileri olan Muhâcirîn ve Ensâr ve ihsân ile onlara ittibâ edenler… Allah onlardan râzı oldu, onlar da Allah’tan râzı oldular ve onlara altından nehirler akar cennetler hazırladı ki içlerinde ebeden muhalled olacaklar. İşte o fevz-i azîm bu.”[6]
Bu âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’in bütün ashâbına Cennet’i ve rızâsını vâcip kıldı, tâbiîne de ashâba koşmadığı bir şartı koştu» dedi.
«‒Tâbiîne neyi şart koştu?» diye sordum.
«‒Ashâb-ı kirâma ihsân üzere tâbî olmalarını şart koştu. Ashâbın güzel ve hayırlı işlerine tâbî olup örnek alacaklar, böyle olmayan davranışlarını bırakacaklar. (Onlar hakkında kötü söz söylemeyecek, yaptıklarını tenkid etmeyecekler.)»
Vallâhi sanki bu âyet-i kerîmeyi daha evvel hiç okumamış gibiydim. Muhammed bin Kaʻb (r.a) bana okuyuncaya kadar da bu âyetin mânâsını anlayamamışım.”[7]
Allah teâlâ onları ne güzel tasvir ediyor; “önde koşanların birincileri”, “en önde koşanlar” ve “onları en güzel şekilde takip edenler”, yâni ashâb-ı kirâm ve diğer müslümanlar.
Allah teâlâ diğer âyetlerde onları bize şöyle tasvir ediyor ve bizim onlara karşı vazifemizi bildiriyor:
“(Ganimetler bir de) o fukara Muhâcirîn için ki Allah’ın bir fazlını ve rıdvânını arayarak yurtlarından ve mallarından çıkarıldılar ve Allah’a ve Rasûlü’ne nusret (yardım) edip duruyorlar. İşte onlar öyle sâdıklar.
Hem onlardan önce yurt ve iman hazırlayanlara ki kendilerine hicret edenleri severler ve onlara verilenden gönüllerinde bir kaygı duymazlar. Kendilerinin ihtiyacı bile olsa nefsilerine tercih ile îsâr ederler. Her kim de nefsinin hırsından korunursa işte onlar o felâh bulacak olanlardır.
Bir de onlardan sonra gelenlere ki derler: Yâ Rabbenâ! Mağfiret buyur bize ve bizden önce iman ile bizi sebketmiş (geçmiş) olan ihvânımıza! Ve iman edenler hakkında bir gıll ü gış bırakma kalplerimizde. Yâ Rabbenâ! Şüphesiz ki Sen Raûf’sun, Rahîm’sin.”[8]
Demek ki Allah’ın râzı olduğu en üstün insanlar Peygamber Efendimiz’in sahâbîleridir. Bizim yapmamız gereken de onlara ihsân ile tâbî olmak, dua etmek ve kalbimizde onlara karşı yanlış duygu ve düşüncelere yer vermemektir. Zira âlimlerimiz bu âyet-i kerimeden hareketle Allah teâlâ’nın, ashâb-ı kirâma hakâret eden ve onlarda kusur arayan kimseleri müslüman saymadığını, onları âyette zikredilen üç grubun dışında tutarak kendilerine fey’den (savaşmaksızın alınan ganimetten) bir pay vermediğini söylemişlerdir.[9]
Sahâbe-i kirâm, yar başından Allah tarafından kurtarılan, gönülleri muhabbetle doldurulup birbiriyle kardeş kılınan bir nesildir.
Onlar insanlar için çıkarılmış en hayırlı topluluktur, mârufu emredip münkerden nehyettiler ve Allah’a îmân ettiler.
Kalpleri imanla süslendi, küfür, fısk ve isyandan nefret ettiler.
Allah Rasûlü’nü şâhit tutarak orta bir ümmet oldular ve diğer insanlara şâhitler oldular.
Allah’ın mağfiretine ve Dâru’s-selâm’a koştular.
Allah yolunda hicret ettiler, cihâda koştular, kardeşlerini barındırdılar ve büyük fedakârlıklarda bulundular.
Zor zamanlarda, imkânsızlıklar içinde ve hatta yaralıyken bile Allah Rasûlü ile birlikte cihada koştular.
Kendi ihtiyaçları varken mallarını Allah yolunda infak ettiler.
Hep Allah’ın rızasına talip oldular, bu uğurda canlarını ve mallarını feda ettiler. Allah onlardan râzı oldu, onlar da Allah’tan râzı oldular ve Allah onlar için cennetleri hazırladı.
Onlar Allah’ın üzerlerine sekînetini indirdiği takva sahibi mü’minlerdi. Devamlı iman ve teslimiyetlerini artırdılar.
Düşmanla korkutulduklarında “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” dediler.
Allah’a verdikleri söze sadakat gösterdiler.
Nefislerini arındırdılar, nefsin şuhhundan (cimrilik ve hasedinden) kendilerini korudular.
Mü’minlere karşı kalplerini temizlediler ve onlara dua ettiler.
Kendi ihtiyaçları olduğu hâlde Allah rızası için yoksula, yetime ve esire yedirdiler. Âhirete hazırlık yaptılar.
Rükû ve secde ile sabahladılar, yüzlerine imanın nûru yansıdı.
Allah teâlâ ashâb-ı kirâmı münafıklara karşı savunmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’e baktığımızda yahûdilerin, hristiyanların ve diğer insanların küfürlerinden, şirklerinden, Allah’a çocuk ve zevce isnâd etmelerinden, peygamberleri şehîd etmelerinden, onlara iftirâlar atmalarından ve putlara tapmalarından bahsedilir.
Ancak hiçbirinde Cenâb-ı Hak, Hz. Âişe vâlidemize atılan iftirâ (İfk) hâdisesindeki kadar gazaplanmamıştır.
Hiçbirinde, İfk hâdisesindeki kadar ağır hükümler inzâl buyurmamıştır.
Hiçbirinde insanları İfk hâdisesindeki kadar, elem verici azâb ile korkutmamıştır.
Hiçbirinde insanlara, İfk hâdisesindeki kadar ağır bir azarlama ve kınama yoktur.
Hiçbirinde, İfk hâdisesindeki kadar ağır tehdîd yoktur…
Cenâb-ı Hak bunları veciz olarak ifade etmiş, sonra tafsîl etmiş, sonra tekrar etmiş, tekidlerde bulunmuştur.
Bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz’e ve onun hürmetine âl u ashâbına ne kadar kıymet verdiğini gösterir.[10]
Rasûlullah (s.a.v) de ashâbını savunmuş ve şöyle buyurmuştur:
“Ashâbım aleyhinde aslâ konuşmayınız! Ashâbım hakkında konuşmaktan şiddetle sakınınız! Benden sonra onlara kesinlikle laf dokundurmayınız! Onları seven, sırf bana olan muhabbeti sebebiyle sever. Onlara düşmanlık eden, bana düşmanlığı sebebiyle bunu yapar. Onlara eziyet eden, bana eziyet etmiş, bana eziyet eden ise Allah’a eziyet etmiş olur. Allah’a eziyet edenin ise, çok geçmeden Allah belâsını verir.”[11]
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şöyle buyurur:
“Nasr sûresi nâzil olduğunda Rasûlullah (s.a.v) onu sonuna kadar tilâvet eylediler ve şöyle buyurdular:
“İnsanlar bir tarafa, ben ve ashâbım bir tarafa…”[12]
Tâbiînin meşhur âlim ve zâhidlerinden Hasan Basrî hazretlerine:
“‒Bize Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in ashâbının vasıflarından bahsedebilirmisin?” diye rica ettiler. Ashâb-ı kirâmın zikrini işitince Hasan Basrî (r.a) gözyaşlarına hâkim olamadı. Bir müddet ağladıktan sonra şöyle anlattı:
“‒Onların sîmâlarında, hallerinde, hareketlerinde hep hayır ve sadâkat alâmetleri zuhûr etmişti. İktisâd sebebiyle elbiseleri kalın ve sert idi. Yürüyüşleri mütevâzı idi. Konuştukları şeyleri yaşarlardı. Yedikleri ve içtikleri hep helâl u hoş idi. İtaat ve teslimiyetleri Rablerine idi. Hoşlarına gitse de gitmese de hakkı kabul ederlerdi. Üzerlerindeki hakları dost düşman herkese edâ ederlerdi. (Günâh korkusu onları yanlış konuşmaktan korurdu.) Gündüzleri susuz geçerdi. Bedenleri nahifleşmişti. Allah’ın rızâsını düşünerek kulların kızmasını hafif görürlerdi. Öfke ânında aşırıya gitmez ve zulmetmezlerdi. Hevâlarına uyarak Allah’ın Kur’ân’daki ahkâmını çiğnemezlerdi. Lisanlarını zikirle meşgul ederlerdi. «Allah’ın dînine yardım edin!» denildiğinde kanlarını cömertçe bezlederlerdi. Allah için borç istendiğinde mallarını cömertçe sarfederlerdi. Mahlûkâttan korkmazlardı. Ahlâkları güzel idi. Dünyevî ihtiyaçları gâyet az idi. Âhireti kazanabilmeleri için dünyadan az bir mal onlara kifâyet ederdi.”[13]
Ashâb-ı kirâmı ne kadar anlatsak azdır. Biz burada deryadan bir damla arzettik ki damlaya bakıp deryayı tahayyül edebilelim. Şunu bilelim ki onların tekellüften uzak sade hayatları bizim için paha biçilmez değerde bir örneklik arzetmektedir. Onlar bize hayatın her alanında örnek olmakla birlikte biz bu kitapta onların daha çok âile hayatlarını ortaya koymaya çalışacağız. Bu güzîde insanların âilelerini tanımaya gayret edeceğiz. Evliliklerini, çocuklarını, akrablarını ve bunlar arasındaki münasebetleri inceleyeceğiz. Onları hayatımıza örnek alarak onlar gibi âileler kurmaya ve nesiller yetiştirmeye azmedeceğiz. Böylece nice insanların varlık âlemine çıkmasına, sâlih kullar olmasına ve ebedî cennet hayatını kazanarak sonsuza dek Allah’ı tesbih etmesine vesile olacağız. Üzerinde biraz tefekkür edersek bu gerçekten çok büyük bir mazhariyettir. Allah bizlere bu fırsatı vermişken onu en güzel şekilde değerlendirmeye bakalım.
Murat KAYA
Çamlıca 2025
[1] Bkz. Âl-i İmrân 3/14; en-Nisâ 4/1.
[2] Bkz. el-Bakara 2/223; en-Nahl 16/80; er-Rûm 30/21.
[3] Bkz. en-Nisâ 4/1; el-Aʻrâf 7/189; el-Hucurât 49/13.
[4] Ebû Abdillah Muhammed b. Abdillah en-Neysâbûrî, Hâkim, el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn, thk. Mustafa Abdülkâdir Atâ (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1411), 3/732, no: 6656; Ebû Nuaym el-İsfahânî, Hilyetü’l-evliyâ (Mısır: Matbaʻatü’s-Saʻâde, 1394), 2/11; Ebü’l-Hasen Nureddin Ali b. Ebî Bekr Heysemî, Mecmaʻu’z-zevâid ve menbaʻu’l-fevâid, thk. Hüsâmüddîn el-Kudsî (Kahire: Mektebetü’l-Kudsî, 1414), 10/17.
[5] Âl-i İmrân 3/195.
[6] et-Tevbe 9/100.
[7] Ebü’l-Hasen Ali b. Ahmed el-Vâhidî, el-Vasît fî tefsîri’l-Kur’âni’l-Mecîd, thk. Eş-Şeyḥ ʿĀdil Aḥmed ʿAbdul-Mevcûd (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-ʿİlmiyye, 1415), 2/520; Ebû Abdullah Fahreddin Muhammed b. Ömer er-Râzî, et-Tefsîru’l-kebîr (Mefâtîhu’l-ğayb) (Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 1420), 16/129.
[8] el-Haşr 59/8-10.
[9] M. Yaşar Kandemir, Şifâ-i Şerîf Şerhi (İstanbul: Tahlil Yayınları, 2012), 3/540.
[10] Ebü’l-Kâsım Cârullah Mahmûd b. Ömer Zemahşerî, el-Keşşâf an hakāiki gavâmızı’t-Tenzîl ve uyûni’l-ekâvîl fî vücûhi’t-te’vîl (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-Arabî, 1407), 3/223 [en-Nûr 24/24-25]; Halil İbrâhim Mollahâtır, Mekânetü’s-sahâbe ve eseruhum fî hıfzı’s-sünneti’n-nebeviyye ve vâcibü’l-ümme nahvehüm (el-Medînetü’l-Münevvere, 1431), 186-188.
[11] Muḥammed b. ʿÎsâ b. S̱evre b. Mûsa b. ed-Ḍaḥḥâk et-Tirmizî, el-Câmiʿu’l-kebîr (Sünenü’t-Tirmizî, thk. Beşşâr ʿAvvâd Maʿrûf (Beyrut: Dâru’l-Ġarbi’l-İslâmî, 1998), Menâkıb, 58, no: 3862.
[12] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned (İstanbul: Çağrı Yayınları, 1992), 3/22, 5/187. Bkz. Ebû Bekir İbn Ebî Şeybe, el-Kitâbu’l-Muṣannef fî’l- eḥâdîs̱ ve’l-âs̱âr, thk. Kemâl Yûsuf el-Ḥût (Riyaḍ: Mektebetü’r-Rüşd), 7/407, no: 36929; Hâkim, el-Müstedrek, 2/282, no: 3017.
[13] Ebû Nuʻaym el-İsfahânî, Hilyetü’l-evliyâ (Mısır: Matbaʻatü’s-Saʻâde, 1394), 2/150.