İbâdetler
Cenâb-ı Hakk’ın güzel vasıflarını ve kemâlini, gücü nisbetinde tanımaya başlayan her rûh, mutlaka O’na yaklaşma iştiyakıyla dolup taşar. Allah’a yaklaşmanın yolu ise, O’nun rızâsını kazandıran ibadetlerdir. Cenâb-ı Hak bu ibadetleri son olarak, Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Muhammed Mustafâ vâsıtasıyla kullarına beyan etmiştir.
Namaz, maddî ve mânevî olarak tam bir temizlik ve rûhen Allah Teâlâ’nın yüce huzûruna çıkma hâlidir. Namazda vücûdun kıblesi Kâbe olduğu gibi, kalbin kıblesi de Cenâb-ı Hak olur. Zâhirî ve bâtınî âdâbına riâyetle kılınan namaz; kulu yanlışlıklardan, aşırılıklardan, hudutların dışına çıkmaktan koruyan bir zırh olur. Namazda mü’minler nice rûhî meziyetler kazanır ve nice ulvî hislere nâîl olurlar.
Her gün belli vakitlerde edâ edilen namaz, insanın zamânını bir programa tâbî kılarak, ona intizamlı bir yaşama disiplini kazandırır ve mes’ûliyet duygusunu kuvvetlendirir. Hayatı, âhenk ve insicâm üzere olmayan bir insanın iç âleminde denge, huzûr ve sükûnun bulunması mümkün değildir. Bunun yanında namaz, îmâna sağlam bir muhâfaza olur, tefekküre derinlik kazandırır, korku anlarına tesellî ve neş’e zamanlarına ulvî bir lezzet bahşeder. Yine namaz, rûhâniyeti kuvvetlendiren, kalbe neş’e ve sâfiyet veren ve ilâhî ünsiyeti artıran feyz ve bereketlerle dolu bir ibâdettir.
Zekât, mal ve servet sahiplerinin fiilî bir şükür ifâdesidir. Şükrün ise, nîmeti artıracağı, bir va’d-i ilâhîdir. Zekât, Allah’ın kullarına yardım ederek, O’nun rızâsını kazanma vesilesidir. Toplumdaki iktisâdî denge ve ictimâî huzûrun en mühim âmilidir. Zîrâ İslâm’a göre mal-mülk ne ferde, ne de topluma âittir. Mülk, Cenâb-ı Hakk’a âittir. Kul, ancak onun belli bir süreliğine tasarrufçusudur.
Bütün canlılar, Allâh’ın mülkünde yaşayıp rızıklanmaktadır. Cenâb-ı Hak, yeryüzündeki bir avuç toprağı, sürekli bir değişim ve dönüşümle, sonsuz sayıda canlıyı besleyecek bir gıdâ ambarı hâlinde insanlığın emrine vermiştir. Bütün canlılar içinde akıl ve iz’ân ile mücehhez yegâne varlık olan insanlar, bu gerçeği görüp de Rabbimizin mü’min-kâfir, âciz-kâdir bilcümle canlıları doyurması karşısında, kimin malını kimden esirgediklerini hiç düşünmezler mi?
Oruç, kişinin kendisine azâb etmesi değil, bedenini ve rûhunu terbiye ederek onları kuvvetlendirme ve dünyanın geçici heveslerine esir olmaktan kurtarma gayretidir. Oruç, bir insan için hayat mücâdelesinde zarûrî olan azim, sabır, sebat, metânet, kanaat, hâle rızâ, irâdeye hâkim olma, nefsânî arzulardan uzaklaşma gibi güzel hasletleri kazandırarak ahlâkı kemâle erdirir. Bilhassa irâde terbiyesi için oruçtan daha müessir olabilecek bir başka usûl mevcut değildir. İrâde ise, insandaki tabiî ve nefsânî temâyüllerin aşırılık ve azgınlıklarına karşı koyabilmenin temel vâsıtalarından biridir. Yine oruç, hayatta en çok lâzım olan merhamet, şefkat ve şükür hislerini inkişâf ettirerek Cenâb-ı Hakk’ın “Rahmân” sıfatından hisse aldırır.
Oruç, sadece belli bir süreliğine aç kalmak değildir. Oruç yalnızca mide ile de tutulmaz. Bütün uzuvların bu ibâdete iştirâk etmesi îcâb eder. Orucu; yalan, gıybet, dedikodu gibi zaaflarla zedeleyerek ecrini asgarî seviyeye düşürmek, büyük bir israftır.
Hac ve umre, dünyanın her yerinde yaşayan mü’minlerin en geç senede bir toplanarak meselelerini görüşüp konuştuğu, birbirinden haberdâr olduğu feyizli bir ibadet iklîmidir.
Hac ve umre, Hakk’a teslîmiyet hâli ile rûhânî meziyet ve istîdatların tekâmül ettirilmesidir. Bu ibadetler için ihrâma giren mü’minler, hayvan avlayamaz, avcıya avı gösteremez, bir ot, hatta kasıtlı olarak bir kıl bile koparamazlar. Bütün insanlara, hayvanlara ve nebâtâta karşı bir nevi “zararsızlık tâlîmi” yaparlar. Böylece, belli bir vakit bâzı helâllerin bile yasaklanması vesîlesiyle, şüpheli ve haramlardan ne kadar uzak durmak gerektiğinin bir başka telkînini gönüllerinde hissederler. Orada Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, nezâket ve bilhassa gönül kırmama ve kırılmama hassâsiyetinin şuur ve idrâki içinde olurlar. Böylece kalpler incelir, nezâket ve zarâfette zirveleşir, İslâm’ın güler yüzünü temsîl edecek kıvâma ulaşır.
*
İbadetlerde, herkese farz olan bir alt sınır vardır. Oradan ötesi serbesttir. Herkes gücü ve aşkı nisbetinde Rabbine yaklaşmak için gayret sarfeder.
Yüce Rabbimizi tanıma bahtiyarlığına nâil olan gönüller, İslâm’ın getirdiği ibâdetlerden târifi imkânsız bir haz alır, nice kudsî neş’elere nâîl olurlar. Ancak tadarak anlaşılabilecek bir mânevî zevk alırlar. Allâh’a kulluktan daha ulvî bir lezzet ve mertebenin olmadığını anlar ve ibadetlerini güçleri yettiğince artırmanın gayreti içinde olurlar.
İbâdetlerin insanın bedeni ve rûhu üzerinde pek çok müsbet tesiri vardır. İbadetlerin her biri ayrı bir keyfiyet taşır ve her biri ruhlara verilen mânevî birer gıdâ ve vitamin mesâbesindedir. İbadetlerini yerine getiren bir mü’min, mânen kuvvetli olur ve gönül huzûru içinde yaşar. Hayatta karşılaştığı mânîler, zorluklar ve imkânsızlıklar karşısında ye’se kapılmaz, strese düşmez. En mühimi de ibadetler sâyesinde kişinin îmânı kuvvet kazanır.
İnsan, kalben inandığı hakîkati diliyle terennüm etmez ve onu fiilen yaşamazsa, ona olan îman ve muhabbeti yavaş yavaş zayıflar. Bunun için İslâm, yalnız nazarî ve îtikâdî esasları değil, amelî hükümleri de tâlim etmiştir. Yani İslâm, tam mânâsıyla bir hayat dînidir. Kalbin en derin noktasından başlayarak onu tamamen saracak olan îman, lisandan âb-ı hayat gibi akacak, sonra da bütün vücûda ve muhîte sirâyet edecektir.
Ahlâk ve Muâmelât
Bir mü’min, ferdî hayatını İslâmî çizgide yaşamak mecbûriyetinde olduğu gibi, diğer insanlarla muâmelelerini de Allâh’ın emirlerine uygun tarzda tanzim etmek zorundadır. Yani İslâm’ı, hayatının her safhasına hâkim kılmalıdır.
İslâm’ın esâsı îman, hedefi ise sâlih ameller ve güzel ahlâktır. İslâm’ın en büyük ahlâkî hususiyeti “İstikâmet”tir. Yani niyette, düşüncede, sözde ve fiilde Allah Teâlâ’nın istediği gibi dosdoğru olmaktır. İnsan için en hayırlı yol, istikâmettir. İnsanların bütün felâketleri, bütün korkuları istikâmetsizlikten kaynaklanır.
Muâmelât; âile-akrabâ ve komşulukta, ictimâî ve iktisâdî sahada, velhâsıl hayatın her safhasındaki beşerî münâsebetlerde adâlet, kul hakkına riâyet, affedicilik, yardımlaşmak, kısacası mükemmel bir sûrette edepli olmak gibi esasları ifâde eder.
Mü’minler, nefse ve şeytana fırsat vermeden huzurlu âile yuvalarını ayakta tutmaya gayret ederler. Âile fertlerinin haklarını güzelce îfâ etmeye çalışırlar.
Kişinin akrabâ ve yakınlarıyla alâkasını devâm ettirmesi, onları koruyup gözetmesi, yani sıla-i rahimde bulunması, İslâm’ın çok ehemmiyet verdiği esaslardan biridir. Zira Cenâb-ı Hak, akrabâları birbirlerine mîrasçı kılmış, birtakım haklar ve vazifelerle aralarındaki bağları kuvvetlendirmiştir.
Cenâb-ı Hak, komşuluk hukûkuna riâyeti ısrarla emretmiştir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“…Anaya, babaya, akrabâya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve mâliki bulunduğunuz kimselere ihsân ile muâmele edin, iyi davranın…” (en-Nisâ 4/36)
Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen onlardan değildir.” (Taberânî, el-Mu’cemu’s-Sağîr, II, 131/907; Beyhakî, Şuab, VII, 361)
Peygamber Efendimiz’in ashâbından Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhuma- şöyle anlatır:
“Yedi âile vardı, hepsi de yoksuldu. Bir kişi, bu hânelerden birine bir koyun kellesi hediye etti. Ev sahibi, komşusunun daha muhtaç olduğunu düşünerek kelleyi diğer komşuya gönderdi. İkinci komşu da aynı düşünceyle kelleyi üçüncü komşuya gönderdi. Bu şekilde kelle yedi ev arasında dolaştıktan sonra tekrar ilk hediye edildiği eve geldi.” (Hâkim, Müstedrek, II, 526)
Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhumâ- için bir koç kesilmişti. İbn-i Ömer Hazretleri, âilesine:
“–Ondan yahûdi komşunuza da hediye ettiniz mi?” diye sordu.
“–Hayır!” cevabını alınca şöyle buyurdu:
“–Bundan ona da gönderin! Zira ben Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in:
«Cebrail bana komşu hakkı husûsunda o kadar ısrarla tavsiyelerde bulundu ki, neredeyse komşuyu komşuya vâris kılacak zannettim!» buyurduğunu işittim.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 122-123/5152; Tirmizî, Birr, 28/1943)
İslâm, ticârî hayatta haksız menfaat, fâiz, istismar, karaborsa, gabn-i fâhiş (kandırmak sûretiyle değerinin çok üstünde satış yapmak) ve toplumun zararına olan satışları yasaklar. Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- Medîne’ye hicret edince, vatandaşlık esaslarını ve hukûkunu tâyin ve tespit ettikten hemen sonra, Medîne çarşısını tanzim etti. Dürüstlük, güvenilir olmak ve hakka hukuka riâyet husûsunda son derece katʻî ve kuvvetli kâideler koydu. Bunların işleyişini bizzat tâkip ve kontrol etti.
Sahâbeden Cerîr bin Abdullah -radıyallâhu anh- bir at satın almak istemişti. Beğendiği bir at için satıcı beş yüz dirhem fiyat teklif etti. Cerîr -radıyallâhu anh- bu ata altı yüz dirhem verebileceğini, hatta sekiz yüz dirheme kadar fiyatı yükseltebileceğini ifâde etti. Çünkü atın değeri yüksek olup satıcı bunun farkında değildi. Kendisine:
“–Atı, beş yüz dirheme alman mümkün iken, niçin sekiz yüz dirheme kadar fiyatı yükselttin?” diye soruldu. Cerîr -radıyallâhu anh- şu muhteşem cevabı verdi:
“–Biz alışverişte hile yapmayacağımız husûsunda Allâh Rasûlü’ne söz verdik.”[1]
Adâlet
İslâm, insanın kendi ve akrabaları aleyhine bile olsa adâletle hükmetmesini emreder. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Ey îman edenler! Adâleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, anne babanız ve akrabanızın aleyhine bile olsa Allah için şahitlik eden kişiler olun! (Haklarında şahitlik yaptığınız kişilerin) zengin veya fakir olmasına bakmayın, zira Allah onlara (sizden) daha yakındır. Nefsin arzularına tâbî olmayın ki haktan dönmeyesiniz ve adâlet üzere hareket edebilesiniz! (Şahitliği) eğip büker yahut ondan tamamen yüz çevirirseniz, (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdârdır.” (en-Nisâ 4/135)
Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün:
“–Kıyâmet günü gölgeye koşan sâbikûn kimdir biliyor musunuz?” buyurdular. Ashâb-ı kirâm:
“–Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dediler. Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“–Onlar, kendilerine hak verildiğinde onu kabul edenler, kendilerinden hak istendiğinde bunu cömertçe verenler ve insanlar hakkında hükmederken kendileri için hüküm veriyormuş gibi davranan kişilerdir.” buyurdular. (Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI, 67, 69)
Süheyl bin Amr, müşriklerin hatîbi idi. Sözün haddinden fazla tesirli olduğu bir devirde, devamlı İslâm aleyhine konuşur, insanları kışkırtırdı. Bu zât Bedir Gazvesi’nde müslümanlara esir düştü. Hz. Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlallah! Müsâade buyur, Süheyl’in ön dişlerini sökeyim de dili dışarı sarksın, bundan sonra hiçbir zaman ve hiçbir yerde senin ve İslâm’ın aleyhinde konuşamasın?!” dedi. Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bırak onu ey Ömer! Ben, onun uzuvlarına böyle bir zarar veremem! Şayet bunu yapacak olursam, peygamber olmama rağmen, Allah da aynısını bana yapar. Acele etme, gün gelir o, senin medhedip hoşlanacağın bir makamda konuşma yapar ve seni sevindirir” buyurdu. (İbn-i Hişâm, Siret, II, 293)
Süheyl -radıyallâhu anh-, Allah Rasûlü’nün haber verdiği o medhe şâyân konuşmasını zamanı gelince yaptı. Peygamber Efendimiz’in vefâtı üzerine Mekke’deki münâfıkların karışıklıklar çıkardığı bir hengâmede, Hz. Süheyl, Kâbe’nin yanında kalkıp bir hutbe îrâd ederek insanları yatıştırdı. Ömer -radıyallâhu anh-, Hz. Süheyl’in bu konuşmasını işittiğinde, Peygamber Efendimiz’in sözünü hatırladı ve:
“–Yâ Rasûlallah, senin Allah’ın Rasûlü olduğuna bir kez daha şehâdet ederim!” diyerek gözleri doldu.[2]
Ebû Râfî‘-radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Kureyşliler beni Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e elçi olarak göndermişlerdi. Onu görünce gönlüme İslâm’a girme arzusu düştü:
«–Ey Allah’ın Rasûlü, vallahi ben Kureyşlilerin yanına asla dönmeyeceğim!» dedim. Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
«–Ben ahdimi bozmam ve bana gelen elçileri alıkoymam. Sen şimdi Kureyşlilerin yanına dön! Eğer şu anda kalbine gelen (İslam’a girme arzusunu orada da) hissetmeye devam edersen buraya geri gel!» buyurdu.
Bunun üzerine Mekke’ye gidip elçilik vazifemi îfâ ettikten sonra hemen Peygamber Efendimiz’in yanına geldim ve müslüman oldum.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 151/2758)
Eşitlik
İslâm, hiçbir ırk, cins, toplum ve zümre ayırımı yapmaksızın bütün insanları ilâhî vahyin muhatabı ve aynı insanlık âilesinin fertleri kabul eder. İnsanlara aynı anne babadan geldiklerini bildirerek aralarındaki bazı farklılıkların düşmanlık sebebi değil, karşılıklı iyi ilişkilere bir vesile olarak görülmesini telkin eder. İnsanların farklı ırklardan gelmeleri ve ayrı toplumlar teşkîl etmeleri, kendilerine verilen nimetler hususunda bir imtihan, insanlığın ortak ideal ve hedefleri için bir hayırda yarış ve iş birliği vesilesi olarak görülür.[3]
İslâm’a göre insanlar arasındaki üstünlük; ırk, renk ve millet gibi yaratılıştan gelen ve elde olmayan vasıflarla değil, insanın irâde ve gayretiyle elde ettiği Cenâb-ı Hakk’a yakınlık, fazilet ve takvâ derecesiyle ölçülür.
Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Mekke’yi fethedip en büyük düşmanlarını avucunun içine aldığı gün, onları affederek şöyle hitap etmiştir:
“Ey insanlar! Allah Teâlâ size câhiliye kibrini ve atalarla övünmeyi yasaklamıştır. İnsanlar iki sınıftır: Bir, iyilik ve takvâ sahibi olup Allah’ın değer verdiği kişiler; bir de günahkâr, kötü ve Allah katında kıymeti olmayan kimseler. Bütün insanlar Hz. Âdem’in çocuklarıdır. Allah Teâlâ ise Âdem’i topraktan yaratmıştır.” (Tirmizî, Tefsîr, 49/3270; Ebû Dâvûd, Edeb, 110-111/5116)
Yine Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- Vedâ Hutbesi’nde şöyle buyurmuştur:
“Ey İnsanlar! Dikkat edin: Rabbiniz birdir, babanız (Âdem) birdir. Dikkat edin! Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın Araba, kırmızı tenlinin siyah tenliye, siyah tenlinin kırmızı tenliye hiçbir üstünlüğü yoktur. Bunlar birbirlerine karşı ancak takvâ ile üstün olabilirler.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 411)
Merhamet
Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:
“Merhamet edenlere Rahmân olan Allah Teâlâ merhamet buyurur. Yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösteriniz ki, semâdakiler de size merhamet etsinler!” (Tirmizî, Birr, 16/1924)
Bedir’de müslümanlar ile müşrikler karşı karşıya gelmiş, savaş için son hazırlıkları yapıyorlardı. Su sıkıntısı çeken müşriklerden bir grup, müslümanların havuzundan su içmek için geldiler. Müslümanlar onlara mânî olmak istedikleri zaman Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bırakınız içsinler!” buyurdu. Onlar da gelip içtiler ve saflarına geri döndüler. (İbn-i Hişâm, II, 261)
İslâm’ın getirdiği merhamet, insanlarla sınırlı değildir. Onun merhametinden diğer varlıklar da nasiplerini almışlardır. Bir gün Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“–Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemîn ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz” buyurmuştu. Ashâb-ı kirâm:
“–Yâ Rasûlallah! Hepimiz merhametliyiz” dediler. Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- ise şu îzâhı yaptı:
“–Benim kastettiğim merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilakis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir, evet bütün mahlûkâta şâmil merhamet!..” (Hâkim, el-Müstedrek, IV, 185/7310)
Abdullâh bin Mesûd -radıyallâhu anh- der ki:
Biz bir yolculukta Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraber idik. Efendimiz bir ihtiyacı için yanımızdan ayrıldı. O sırada bir kuş gördük, iki tane de yavrusu vardı. Biz yavrularını aldık, kuş ise aşağı yukarı çıkıp inerek çırpınmaya başladı. Rasûl-i Ekrem Efendimiz geldiğinde bu hâli gördü ve şöyle buyurdu:
“–Kim bu zavallının yavrusunu alarak ona eziyet etti, çabuk yavrusunu geri verin!” (Ebû Dâvûd, Cihâd 112/2675, Edeb 163-164)
Cömertlik
Peygamber Efendimiz, cömertlik ve diğergâmlık vasıflarına en fazla sahip olan insandı. Bir gün âilesi bir koyun kesmişti. Nebiyy-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir ara:
“–Ondan geriye ne kaldı?” diye sordu. Hz. Âişe -radıyallâhu anhâ-:
“–Sadece bir kürek kemiği kaldı” cevabını verdi. Bunun üzerine Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“–Hakikatte bir kürek kemiği hariç, hepsi duruyor!” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 33/2470)
Hz. Câbir’in naklettiğine göre:
“Peygamber Efendimiz’den bir şey istendiğinde, «hayır» dediği vâkî değildi.” (Müslim, Fedâil, 56)
Yanında bir şey olmadığı zaman, eline geçtiğinde vereceğine dâir vaadde bulunurdu. (Dârimî, Mukaddime, 12)
Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:
“Cömert insan, Allah’a, cennete ve insanlara yakın; cehennem ateşine uzaktır. Cimri ise, Allah’a, cennete ve insanlara uzak; cehennem ateşine yakındır!” (Tirmizî, Birr, 40/1961)
Mekkeli Muhâcirler, dinleri uğruna işlerini, evlerini, mal ve mülklerini düşmanlarına bırakıp Medîne’ye hicret etmişlerdi. Bu büyük fedâkârlık, Medîneli Ensâr’ın büyük cömertliğiyle karşılaştı. Her bir Muhâcir âileyi, Medîneli bir âile yanına aldı. Böylece aralarında kardeşlik akdi gerçekleştirilen sahâbîler birlikte çalışacak ve elde ettikleri kazancı paylaşacaklardı. Ensâr, fazla arâzîlerini Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e takdim ederek Muhâcirler arasında taksîm etmesini istediler. Ensâr, bu kadarla da kalmayarak:
“–Yâ Rasûlallah! Hurmalıklarımızı da Muhâcir kardeşlerimizle aramızda paylaştır!” teklifinde bulundular. Peygamber Efendimiz bunu kabûl etmeyince Ensâr, Muhâcirlere:
“–Öyleyse ağaçların bakım ve sulama işini siz üzerinize alınız da mahsulde ortak olalım!” dediler. Peygamber Efendimiz’in de uygun görmesiyle her iki taraf:
“–İşittik ve itaat ettik!” diyerek bu teklîfi kabûl ettiler. (Buhârî, Hars, 5)
Hurmaları devşirdiklerinde, Ensâr bunları ikiye ayırır, bir tarafa çok, diğer tarafa da az hurma koyarlardı. Daha sonra, az olan tarafın altına hurma dalları koyarak o tarafı çok gösterir, Muhâcirler’e:
“–Hangisini tercih ederseniz alın!” derlerdi. Onlar da çok olan yığın Ensâr kardeşlerimizin olsun diye, az görünen yığını alırlar ve böylece hurmanın çoğu Muhâcirler’e gelirdi…” (Heysemî, Mecmau’z-zevâid, X, 40)
[1] İbn-i Hazm, el-Muhallâ, Mısır 1389, IX, s. 454 vd.
[2] İbn-i Hişâm, Sîret, IV, 346; Vâkıdî, Meğâzî, I, 107; Belâzurî, Ensâbu’l-eşrâf, I, 303-304; İbn-i Abdi’l-Berr, İstîâb, II, 669-671; Hâkim, III, 318/5228.
[3] Mâide, 48; Bakara, 148.