Mescid-i Nebevî’den 111 Hâtıra

 

 

 

Mescid-i Nebevî’den 111 Hâtıra

 

Dr. Murat KAYA


 

İçindekiler

Menzil Burası İnşaallah / 1. 9

Mescid-i Nebevî’nin İnşâsı / 2. 11

Mescid’in Temelleri / 3. 13

Mescid’in Kerpiçleri / 4. 14

Mescid-i Nebevî’nin Yapısı / 5. 16

Efendimiz’in Odaları / 6. 17

Tahiyyetü’l-Mescid Namazı / 7. 18

Kadınlar Kapısı / 8. 19

Mescid’e Hizmet / 9. 20

Mescid’in Aydınlatılması / 10. 21

Mescid-i Nebevî’nin Fazîleti / 11. 22

Bir Mucize / 12. 23

Kütüğün İnlemesi / 13. 24

Osmanlı Mihrabı’ndaki Çubuk / 14. 25

Minber / 15. 26

İlim Meclisi / 16. 28

Mescid’de Görülen Rüyâ / 17. 29

Kıbleteyn / 18. 30

Suikast / 19. 32

Musʻab bin Umeyr Mescid’e Girdi / 20. 35

Ehl-i Suffe / 21. 36

Açlık ve Yokluk / 22. 38

Hurma Hevenkleri / 23. 40

Parmaklardan Akan Su / 24. 41

Yağmur Duası / 25. 42

Küsûf Namazı / 26. 43

Hâfızların Hizmeti / 27. 45

Çalışkan ve Mütevazı Gençler / 28. 46

Yemeğin Bereketlenmesi / 29. 47

Yatsı’yı Bekleyenler / 30. 49

Ezanı İşitince Hemen Mescid’e / 31. 50

Hayat Duruyor / 32. 51

Terâvîh Namazı / 33. 52

Münâkaşanın Zararları / 34. 54

Çamur Üzerine Secde / 35. 55

Sulh / 36. 56

Mescid’den Başını Uzatır / 37. 57

Yüksek Sesle Okumayın! / 38. 58

Cuma Namazı / 39. 59

Namaz mı Kısaldı? / 40. 60

Mescid’in Direkleri / 41. 61

Tevbe Direği / 42. 62

Direğe Bağlanan Esir / 43. 63

Kimseye Zarar Verme! / 44. 65

Mescid’i Süpürmek / 45. 66

Mescid’i Kirletmek Günahtır / 46. 68

Şiirle Cihâd / 47. 69

Cihada Hazırlık / 48. 70

Mescid’in Genişletilmesi / 49. 71

Heyet / 50. 72

Tek Başına Bir Heyet / 51. 75

Mescid’e Giren İfrit / 52. 77

Baştan Sona Her Şey / 53. 78

Ellerinden Tutarak / 54. 79

Namaz Münâcâttır / 55. 80

Şaşırtıcı Bir Hâdise / 56. 81

Cibrîl Kapısı / 57. 82

Mescid’de Tedâvi / 58. 83

Gariplerin Barınağı / 59. 84

Mescid’de Uyumak / 60. 86

Sesinizi Yükseltmeyin! / 61. 87

Minber’den Ötelere Bakış / 62. 88

Cebrâîl (a.s)’ın Ziyareti / 63. 89

Tökezleyerek Girdiler / 64. 90

Torunlar Mescid’de / 65. 91

Dedenin Sırtında / 66. 92

İstiğfar Talebi / 67. 93

Mescid’deki Oyuncaklar / 68. 94

Temeli Takvâ / 69. 95

Önce Mescid’e / 70. 96

Ganimet Yığını / 71. 97

Yeni Gelen Hükümler 72. 98

Zü’l-Huleyfe’de İhrâm / 73. 99

Allah Rasûlü’nün Yanında Sükûnet / 74. 100

Tâif Heyeti / 75. 101

Gıyâbî Cenaze Namazı / 76. 104

Bir Aylık Hasret / 77. 105

Mescid’den Gelen Ses / 78. 110

Kabrime Uğrarsın! / 79. 111

Ravza-i Mutahhara / 80. 113

Selâm Vermeyecek misiniz? / 81. 115

Yahûdilere Tebliğ / 82. 116

Şimdi Şu Kapıdan… / 83. 117

Hz. Ebû Bekir Kapısı / 84. 118

Ayakları Sürünerek / 85. 120

Efendimiz’le Otururduk / 86. 122

Son Hitaplar / 87. 123

Mescid’deki Feryat / 88. 124

Allâh’ın Nebîsi Hayattadır / 89. 126

Bizim İçin İstiğfar Ediver! / 90. 128

Selamlama / 91. 129

Allah Rasûlü’nün Mîrâsı / 92. 130

Dedemin Minberi / 93. 131

Hücre-i Şerîf ile Minber Arasında / 94. 132

Başı Omzunda / 95. 133

Mescid’de Devlet İşleri / 96. 134

Canınızı Yakardım! / 97. 135

Mescid’de Şehâdet / 98. 136

Cemaatle Namaz / 99. 140

İki Rekât Kılmadan Dönme! / 100. 141

İşrak Namazı’nı Beklemek / 101. 142

Elbiseyi Yerde Sürümek / 102. 143

Ben Rasûlullah’a Geldim / 103. 144

Allah Rasûlü’ne Selâm Göndermek / 104. 145

Ravza’daki Şiir / 105. 146

Hücre-i Saâdet’in Yanında Dua / 106. 148

Allah Rasûlü’yle Birlikte Namaz / 107. 150

Gül Yağı İle Yanan Kandiller / 108. 151

Mescid’in Maketi / 109. 152

Medîne Müdâfii Fahrettin Paşa / 110. 153

Ümmetim İçin İstiğfâr Etmeyeyim mi? / 111. 157

 

ÖNSÖZ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَى رَسُولِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ

Medine-i Münevvere’yi nice hikmetlere binaen müslümanlar için ikinci bir merkez ve hürmete lâyık temiz bir şehir kılan Rabbimize nihâyetsiz hamd ü senâlar olsun!

Hicretiyle Medine’yi nurlandıran ve büyük bir vefâ örneği sergileyerek Ensâr’a “Hayatım da ölümüm de sizinledir” buyurup onların gittiği vâdiyi tercih eden Allah Rasûlü’ne, âl ve ashâbına nihâyetsiz salât ü selâm olsun!

Medine-i Münevvere vahyin seçtiği ve indiği ikinci şehir… “Burada olanlar olmayanlara ulaştırsın!” emrinin verildiği nokta… O Medînetü’n-Nebî, Peygamber Şehri, bütün müslümanlara kucak açtı, onları her taraftan kendisinde topladı, besleyip büyüttü, geliştirdi ve bütün âleme yol aydınlatan kandiller olarak gönderdi. Taşın suya atıldığı nokta oldu adeta. Dalgalar onun etrafında genişleye genişleye bütün âleme yayıldı. Önce Medine-i Münevvere’nin etrafındaki kabileler, sonra Arap yarımadasının tamamı, daha sonra da Bizans, İran, Afrika… Yakından uzağa…

Bu münevver şehrin merkezi ise Mescid-i Nebevî’dir. Hareket ve heyecanın odak noktası. Allah Rasûlü (s.a.v) ashabını orada yetiştirdi. İslâm devletinin ilk ve en değerli hâtıraları orada yaşandı. Bu paha biçilmez hâtıraların her biri bizim için yolumuzu aydınlatan bir kandil mesabesindedir. İslâm’ı, Kur’ân’ı ve Allah Rasûlü’nü onlarla daha iyi anlarız. Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in ahlâkını öğreniriz. Sahabe rûhu canlanır gözümüzün önünde. İslâm nasıl yaşanır, Allah ve Rasûlü’ne canlar nasıl fedâ edilir, âhiret nasıl kazanılır, bunları öğreniriz. Evlatlarımızı bu hikâyelerle büyütürüz. Mescid-i Nebevî’yi ziyaret ettiğimizde onun her köşesinde bir hâtıra bize tebessüm eder.

Mescid-i Nebevî asırlardır Müslümanların hasretini çektiği ve hayallerini süsleyen mübarek bir mekândır. İslâm’ın ikinci mescidi ve Allah Rasûlü’nün evidir. Onun ve misafirlerinin hâtıralarından bir kısmını siz değerli okuyucularımız için derledik. Muhabbetimize ve mâneviyatımıza katkı sağlaması ümidiyle…

Son olarak bu eserin hazırlanması için beni devamlı teşvik eden Pek Muhterem Ağabeyim Yusuf Selman Tan Beyefendi’ye sonsuz teşekkürlerimi arzediyor, kendilerine duâlar ediyorum.

Dr. Murat Kaya

30.08.2016

Küçük Çamlıca

İstanbul

 

Kısaltmalar:

(c.c): Celle celâlüh: Allah Teâlâ’nın kadri çok yüce ve ulvîdir.

(s.a.v): Sallallâhu aleyhi ve sellem: Allah ona rahmet ve selâm eylesin!

(r.a): (Erkekler için) Radıyallâhu anh: Allah ondan râzı olsun! (Kadınlar için) Radıyallâhu anhâ: Allah ondan râzı olsun! (İki kişi için) Radıyallâhu anhümâ: Allah o ikisinden râzı olsun! (Çok kimse için) Radıyallâhu anhüm: Allah onlardan râzı olsun!

(a.s): Aleyhisselâm: Ona selâm olsun!

bkz.: Bakınız.

DİA: Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.

haz.: Hazırlayan.

Hz.: Hazreti.

mad.: Maddesi.

thk.: Tahkik eden.

trc.: Tercüme eden.

 

Menzil Burası İnşaallah / 1

Mescid-i Nebevî’nin yeri nasıl tespit edildi? Eskiden orada ne vardı? İşte bu soruların cevabını bize Urve bin Zübeyr (r.a) veriyor:

Hicret esnâsında Rasûlullah (s.a.v) Kuba köyüne gelmiş, bir müddet orada kalmışlardı. Vakit tamam olunca bineklerine bindiler. İnsanlar yanında yürüyorlardı. Medine’ye vardıklarında devesi, (bugünkü) Mescidü’r-Rasûl’ün olduğu yerin yanına çöktü. O zamanlar Müslümanlardan bir grup orada namaz kılıyorlardı. Burası, daha evvel Es’ad bin Zürâre’nin himâyesinde bulunan Sü­heyl ve Sehl isimli iki yetîm çocuğa âid hurma kurutma yeriydi. Devesi oraya çökünce Allah Rasûlü (s.a.v):

“‒Burası inşâallah bizim menzilimiz!” bu­yurdular.

Rasûlullah (s.a.v), bu iki genci davet edip, burayı mescid yapmak için kendisine satmalarını istediler. Gençler:

“‒Hayır, burayı Size karşılıksız veriyoruz ey Allah’ın Rasûlü!” dediler.

Allah Rasûlü (s.a.v), onlardan hibe olarak almayı kabul etmediler, ücretini ödeyerek satın aldılar. Sonra oraya mescid bina ettiler. Mes­cid’in inşâsı esnâsında Rasûlullah Efendimiz de ashâbıyla birlikte kerpiç taşımaya başladılar. Kerpiç taşırken şu beyitleri okuyorlardı:

هَذَا الْحِمَالُ لاَ حِمَالَ خَيْبَرْ،        هَذَا أَبَرُّ رَبَّنَا وَأَطْهَرْ،

وَيَقُولُ:

اَللَّهُمَّ إِنَّ الْأَجْرَ أَجْرُ الْآخِرَهْ،       فَارْحَمِ الْأَنْصَارَ، وَالْمُهَاجِرَهْ

Taşıdığımız bu yük, Hayber’den getirilen dünyevî yükler gibi değildir

Ey Rabbimiz bu yük daha hayırlı ve daha temizdir.

Şunları da söylüyorlardı:

Ey Rabbim, asıl mükâfat âhiret mükâfatıdır

Ensâr’a ve Muhâcirler’e merhamet eyle!

Rasûlullah (s.a.v), müslümanlardan ismi bana verilmeyen bir kişinin şiirini okuyorlardı.”

Hadîsin râvîsi İbn-i Şihâb ez-Zührî (r.a) şöyle der:

“Hadislerde, Allah Rasûlü’nün bu beyitten başka tam olarak okuduğu başka bir beyit bize ulaş­madı.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45)

Rasûl-i Ekrem Efendimiz Mescid’in arsasını Hz. Ebû Bekir’in malıyla satın alarak onu da bu muazzam sadaka-i cariyeden nasiplendirdiler.[1]

 

Mescid-i Nebevî’nin İnşâsı / 2

Mescid-i Nebî’nin yapılması için hazırlıklar yapılıyor. ashâb-ı kiram heyecanlı… Herkes bu inşaatta çalışmak istiyor. Zira kıyamete kadar devam edecek sadaka-i câriyeden nasip alma fırsatı doğmuş. Herkese nasip olmaz. İşte o heyecan anlarını bize Enes (r.a) anlatıyor:

“Rasûlul­lah (s.a.v) Medine’ye geldiği zaman, Medine’nin üst tarafında[2] Amr bin Avf Oğulları denilen bir mahallede konakladılar. Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) onların arasında on dört gün ikâmet et­tiler. Sonra (dayıları) Neccâr Oğulları kabilesinin ileri gelenlerine ha­ber gönderdiler. Onlar da kılıçlarını kuşanarak geldiler.

Hâlâ gözümün önündedir; Allah Rasûlü (s.a.v) bineğinin üzerinde, Ebû Bekir (r.a) terkisinde, Benî Neccâr’ın ileri gelenleri de etraflarını kuşatmış vaziyette idiler. Bu şekilde Ebû Eyyûb’un avlusuna kadar geldiler.

Rasûlullah (s.a.v) vakit nerede girerse orada namazını kılmayı severlerdi. Davar ağıllarında namaz kıldıkları da olurdu. Sonra Efendimiz (s.a.v) Mescid’in inşâ edilmesini emrettiler ve Neccâr Oğulları’nın ileri gelenlerine haber gönderdiler, onlar da geldiler. Efendimiz:

«‒Ey Neccâr Oğulları! Bahçenizin bedelini bana söyleyiniz!» buyurdular.

Onlar da:

«‒Hayır, vallâhi, onun bedelini biz ancak Allah Teâlâ’dan istiyoruz!» dediler.

O bahçede size söylediğim şu şeyler vardı: Orada müşrik kabirleri, çukurlar, tümsekler, harâbeler ve hurma ağaçları vardı. Nebî (s.a.v) emir buyurdular müşrik kabirleri açılıp başka yere nakledildi, çukurlar, tümsekler ve harâbeler düzeltildi, hurma ağaçları da ke­sildi.

Hurma ağaçlarını Mescid’in kıble tarafına dizdiler. Mescidin iki tara­fını da taşla ördüler.

Sahâbîler recez söyleyerek kayaları taşımaya başladılar. Nebî (s.a.v) de onlarla beraberdi ve şöyle buyuruyorlardı:

اللّهُمَّ لَا خَيْرَ إِلَّا خَيْرُ الْآخِرَهْ فَاغْفِرْ لِلْأَنْصَارِ وَالْمُهَاجِرَهْ

«Allâh’ım! Âhiret hayrından başka hayır yoktur. Sen, Ensâr ile Muhâcirler’i mağfiret eyle!».” (Buhârî, Salât, 48, Menâkıbu’l-Ensâr, 46; Müslim, Mesâcid, 9)

Mescid-i Nebevî ilk yapıldığında yaklaşık 30 x 35 metre genişliğinde idi. Duvarlarının yüksekliği de yaklaşık 1,5 metre boyunda idi ve üstü açıktı. Sahâbe-i kirâm sıcaktan şikâyet edince Mescid’in içine direkler dikerek üstünü hurma dallarıyla kapattılar. Tavandan üzerlerine yağmur suyu akınca da tavanı çamurla sıvadılar. Mescid’in ilk kıblesi de Mescid-i Aksâ’ya doğru idi.

 

Mescid’in Temelleri / 3

Allah Rasûlü (s.a.v) her işini sağlam yapardı. Allah için yaptığı mescidini de tabiî ki hem maddî hem de mânevî olarak böyle yaptı. Her şeyden önce sağlam bir temel attı. Sağlam kişilerle iş tuttu ve binâsını takvâ temelleri üzerine kurdu.

Allah Rasûlü’nün kölelikten âzâd ettiği Sefîne (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) Mescid’i binâ ederken Ebû Bekir (r.a) bir taş getirip koydu.

Sonra Ömer (r.a) bir taş getirdi ve koydu.

Ondan sonra da Osman (r.a) bir taş getirip koydu.

Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem Efendimiz:

«–Bunlar, benden sonra idâreyi üstlenecek olanlardır!» buyurdular.” (Hâkim, III, 13/4284; Beyhakî, Delâil, II, 553; Semhûdî, Vefâ, I, 332; Diyarbekrî, I, 344)

Allah Rasûlü (s.a.v) böylece bir mucize de göstermiş oldular.


Mescid’in Kerpiçleri / 4

Talk ibn-i Ali (r.a) şöyle anlatır:

Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) ve ashabının yanına geldim. Mescid’i bina ediyorlardı. Oradakilerin çalışmaları sanki Allah Rasûlü’nün hoşuna gitmiyordu. Hemen küreği alıp onunla çamuru karıştırdım. Küreği alışım ve çalışmam Allah Rasûlü’nün hoşuna gitmiş gibiydi. Şöyle buyurdular:

“–Çamur karma işini Hanîfe kabilesinden olan bu zâta bırakın, çünkü içinizde bu işi en iyi bilen o!” (Heysemî, Mecmau’z-zevâid, Kâhire: Mektebetü’l-Kudsî, 1414, II, 9)

Ashâb-ı kiram birbirleriyle yarışıyorlardı. Mescid-i Nebevî’yi yükseltmek için var güçleriyle koşuyorlardı. İbn-i Abbâs Hazretleri’nin âzadlısı İkrime’nin anlattığı şu hatıra bunun en güzel ispatıdır:

Abdullah ibn-i Abbâs (r.a) bana ve oğlu Ali’ye:

“–Ebû Saîd’e gidip ondaki Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in hadislerini dinleyin!” dedi.

Ebû Saîd’in yanına vardık. O, kardeşiyle birlikte bahçelerini düzeltiyor ve suluyordu. Bizi görünce elbisesini alıp yanımıza geldi, dizlerini yukarıya dikip uyluklarını karnına dayadı ve kollarıyla dizlerini tutarak oturdu. Sonra bize hadis-i şeriflerden rivâyet etmeye başladı. Nihayet Mescid’in inşâsı bahsine geldi. O hususta şunları söyledi:

“–Biz Mescid’in inşaatına kerpiçleri birer birer taşırken Ammâr (r.a) ikişer ikişer taşıyordu. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz onu gördü, yanına varıp başındaki tozu toprağı silkeledi ve şöyle buyurdu:

«–Vah Ammâr’a! Kendisini azgın ve isyankâr bir topluluk öldürecektir. Ammâr onları Allah’a ve Cennet’e davet eder, onlar ise Ammâr’ı Cehennem’e davet ederler.»

O esnâda Ammâr (r.a) da:

«–Fitnelerden Allah’a sığınırım!» diyordu.” (Bkz. Buhârî, Salât, 63; Cihâd, 17)

Kadınlar da bu nimetten nasiplenmişlerdi. Bunu Abdullâh ibn-i Ebî Evfâ’dan öğreniyoruz. O, hanımı vefât ettiğinde, bu acı ile, hanımının gizlice yaptığı ihlâslı amelini açığa vurmuştu. Hayat arkadaşını kaybetmenin acısıyla insanlara şöyle seslenmişti:

“–Onun tabutunu taşıyın, hem de şevkle taşıyın! Çünkü o ve köleleri, takvâ üzerine kurulan Peygamberimiz’in mescidinin taşlarını geceleyin taşırlardı. Biz (erkekler) de gündüzleri ikişer ikişer taşıyorduk.” (Heysemî, II, 10)

 

Mescid-i Nebevî’nin Yapısı / 5

Abdullah bin Ömer (r.a) şöyle anlatır:

“Mescid-i Şerîf-i Nebevî, Rasûlullah (s.a.v) zamanında ham kerpiç ile binâ edilmiş olup tavanı hurma dallarından, direkleri de hurma ağaçlarının gövdelerinden idi. Ebû Bekir (r.a) buna hiçbir şey ilâve etmedi. Ömer (r.a) (yalnız enini, boyunu) artırıp Allah Rasûlü’nün zaman-ı saâdetlerindeki inşâ tarzına göre kerpiç ve hurma dallarıyla binâ etti ve direklerini de yeniden ağaçtan yaptı. Sonra Osman (r.a) Mescid’i değiştirip iyice genişletti, duvarlarını nakışlı taşlarla ve kireçle ördü, direklerini nakışlı taşlardan, tavanını da sac ağacından yaptı. (Buhârî, Salât, 62)

Emîrü’l-Mü’minîn Osman ibn-i Affân (r.a) Allah Rasûlü’nün Mescid-i Şerîf’ini yeniden binâ ettiği zaman insanların (itirâz kabîlinden) dedikoduları üzerine şöyle buyurdu:

“‒Siz bana îtirâz etmekte çok aşırı gittiniz. Hâlbuki ben Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in şöyle buyurduklarını işittim:

«Her kim Allah Teâlâ’nın rızâsını kasdederek (büyük, küçük) bir mescid binâ ederse, Allâh Teâlâ da ona Cennet’te onun gibi bir ev binâ eder».” (Buhârî, Salât, 65; Müslim, Zühd, 43-44)

Mescid-i Nebevî’nin ilk genişletilmesi, Allah Rasûlü (s.a.v) zamanında Hayber fethinden sonra oldu. Ebû Bekir (r.a) Mescid’i yeniledi ancak genişletmedi. Zira ridde savaşları ve fetihlerle meşgul idi. Hicretin 17. senesinde Ömer (r.a) Mescid’i 15 m. kuzeye, bir miktar da batıya doğru genişletti. Hz. Osman’ın genişletmesi ise hicretin 29. veya 30. senesinde olmuştur. İtirâz edenler, Mescid’in Rasûlullah (s.a.v) devrindeki hâl ve şekliyle binâ edilmesini, nakışlı taş ile kireç kullanılmamasını arzu ediyorlardı. Hâlbuki kerpiç duvarlar çabuk gevşiyor, hurma gövdelerinden yapılan direkler kısa zamanda çürüyor, hur­ma dallarından yapılan tavan da namaza gelenleri yağmurdan muhâfaza edemiyordu. Bu sebeple Osman (r.a) Mescid’i iyice genişletti, duvarlarını nakışlı taşlarla ve kireçle ördü, direklerini nakışlı taşlardan, tavanını da sac ağacından yaptı. (Buhârî, Salât, 62)

 

Efendimiz’in Odaları / 6

Allah Rasûlü’nün Mescid’in doğu duvarına dizilmiş olan hâne-i saâdetleri, son derece sâde idi. Annesi, Ümmü Seleme vâlidemizin câriyesi olduğu için, çocukluğunu Allah Rasûlü’nün hâne-i saâdetlerine yakın bir çevrede geçiren Hasan-ı Basrî Hazretleri, çocukken Efendimiz’in odalarının tavanına elini dokundurabildiğini ifade etmektedir.[3] Bu ifadeden hareketle, odaların pek yüksek olmadığı söylenebilir. Efendimiz’in odalarının kapıları ise siyah kıldan yapılmış keçelerden ibâretti.[4]

Tâbiînin büyük imamlarından Saîd ibn-i Müseyyeb, bu odaların Emevîler döneminde yıkılıp Mescid-i Nebevî’ye ilhâk edilmeleri sebebiyle duyduğu teessürünü şöyle ifade etmiştir:

“Vallâhi bunların aynen bırakılmalarını ne kadar arzu ederdim! Böylece yeni yetişen nesil ve buraları ziyârete gelen insanlar, Allah Rasûlü’nün hayatta ne ile iktifâ ettiğini görürler de, mal çoğaltmaya ve bununla övünmeye rağbet etmezlerdi.” (İbn-i Sa’d, I, 499-500)

 

Tahiyyetü’l-Mescid Namazı / 7

Ebû Katâde bir gün Mescid-i Nebevî’ye geldi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in, ashâb-ı kirâm arasında oturduğunu görünce, o da gelip yanlarına oturdu. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v), Ebû Katâde’ye dönerek:

“–Oturmadan önce iki rekât namaz kılmana ne mânî oldu?” diye sordular. Ebû Katâde de:

“–Yâ Rasûlallah! Sizin ve cemaatin oturduğunu gördüm (bu sebeple kılmadım)” dedi. Bunun üzerine Nebiyy-i Ekrem (s.a.v):

“–Biriniz mescide girdiğinde, iki rekât namaz kılmadan oturmasın!” buyurdular. (Müslim, Müsâfirîn, 70)

Nakledildiğine göre İmâm Mâlik (r.a) bir gün ikindi nama­zından sonra Mescid’e girmişti. Onun görüşüne göre ikindiden sonra na­maz kılınmaz. O bakımdan namaz kılmadan oturdu. Bir çocuk ona:

“−Ey yaş­lı adam, kalk, namaz kıl!” dedi.

İmam Mâlik (r.a) kalkıp namaz kıldı. Tercih ettiği görüşü ileri sürüp onunla tartışmaya girmedi. Bu davranışının sebebi sorulunca şöy­le dedi:

“−«Onlara: “Rükû edin!” denildiği zaman rükû etmezler!»[5] diye tehdid edilen kimselerden olurum diye korktum!” (Kurtubî, Tefsîr, [Mürselât, 48])

Her câmiye girişte, şayet kerahet vakti değilse Tahiyyetü’l-Mescid Namazı kılmak gerekir. Çocuk, tanımadığı yaşlı zâta bunu hatırlatıyor.

 

Kadınlar Kapısı / 8

İslâm, mahrem olmayan, birbirleriyle evlenmeleri caiz olan erkek ve kadınların sosyal hayatta birbirine karışmaması için bütün tedbirleri almıştır. Akraba olmayan erkek ve kadınların hayatın her alanında ayrı olmasını, karışık yaşamamasını emretmiştir. Bu yerlerin başında camiler gelir.

Nâfî’den rivâyete göre Rasûlullah (s.a.v) Mescid’in bir kapısı hakkında:

“Bu kapıyı kadınlara ayırsak!” buyurmuşlardı. İbn-i Ömer (r.a), ölünceye kadar bir daha o kapıdan hiç girmedi. (Ebû Dâvûd, Salât, 53/571)

Bu kapı Mescid’in doğu tarafında Bâbu’n-Nisâ ismiyle hâlâ durmaktadır. Günümüzde kadınlar için başka mekânlar ve kapılar tahsis edilmiştir. Medine’ye giden kardeşlerimizin ellerinden geldiğince kadın erkek ayırımına dikkat etmesi, karışıklığına meydan vermemesi gerekir. İnsanların gelip geçeceği yolları tıkamak, oralara oturmak, münasip olmayan yerlere namaza durmak gibi davranışlar insanların işini hayli zorlaştırmakta, kadınlarla erkeklerin birbirine iyice karışmasına sebep olmaktadır.

Harameyn’in hâricindeki camilerde de buna pek riayet edilmediği, giriş ve çıkışlarda kadınlarla erkeklerin birbirine karıştığı görülmektedir. Bu hususta daha dikkatli olmamız gerekmektedir. Tabiî ki bu durum sadece camiler için geçerli değildir. İş yerleri ve toplumun diğer alanlarında da İslâm’ın bu emrine riayet etmek durumundayız.

 

Mescid’e Hizmet / 9

Başlangıçta Mescid’in altı döşenmiş değildi, sadece zemini düzeltilivermişti o kadar. Yağmur yağdığında Mescid’in içi çamur olurdu. Hatta Allah Rasûlü’nün su ve çamura secde ettiği olmuştu.

Ebü’l-Velîd şöyle anlatır:

İbn-i Ömer’e Mescid’in zeminindeki çakıl taşlarını sordum. O şöyle anlattı:

Bir gece yağmur yağmıştı, yer ıslandı. Bir sahâbî elbisesiyle çakıl ve kum getirip Mescid’in altına serdi. Rasûlullah (s.a.v) namazı bitirdiklerinde:

“–Bu ne güzel olmuş!” buyurdular. (Ebû Dâvûd, Salât, 15/458)

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz bu çakıl taşlarıyla ilgili bir defasında şöyle buyurmuşlardır:

“Çakıl taşları, kendilerini Mescid’den çıkaranlara, «Allah için bizi çıkarmayın!» diye yalvarırlar.” (Ebû Dâvûd, Salât, 15/460)

Câmilerin mânen feyiz ve bereket dolu mekânlar olduğunu cemâdât dahî bilmektedir.

 

Mescid’in Aydınlatılması / 10

Mescid-i Nebevî ilk zamanlar hurma dallarıyla aydınlatılırdı. Ticaretle meşgul olan Temim ed-Dârî (r.a) Şam’a gittiğinde orada kandili gördü. Oradan zeytinyağı ile yanan kandiller, bunların fitillerini ve yağını getirdi. Hizmetçilerinden birine söyleyip bunları Mescid-i Nebevî’ye astırdı ve yaktırdı. Allah Rasûlü (s.a.v) bunu görünce:

“–Mescidimizi kim aydınlattı?” buyurdular.

Temîm (r.a):

“–Şu hizmetçim ey Allah’ın Rasûlü!” dedi.

Rasûlullah (s.a.v):

“–İsmi nedir?” buyurdular. O da:

“–Fetih” dedi.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

“–Hayır, artık onun ismi Sirâc!” buyurdular.

Mescid’in aydınlatma hizmetini gördüğü için Efendimiz (s.a.v) ona kandil mânâsına gelen Sirâc ismini verdiler.[6]

 

 

Mescid-i Nebevî’nin Fazîleti / 11

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Kendisine yolculuk yapılan şeylerin en hayırlısı Hz. İbrahim’in mescidi (Kâbe) ve benim mescidimdir.” (Ahmed, III, 336)

“Kim benim Mescid’imde kırk vakit namaz kılar ve hiçbir vakti kaçırmazsa, ona Cehennem’den uzaklaşma ve azaptan kurtuluş beraatı yazılır ve o kişi nifaktan uzak olur.” (Ahmed, III, 155; Taberânî, Evsat, V, 325/5444; Heysemî, el-Mecmau’z-zevâid, IV, 8)

“Benim bu Mescid’imde kılınan bir namaz, diğer mescidlerde kılınan bin namazdan daha faziletlidir, Mescid-i Harâm hâriç. Benim bu mescidimde kılınan bir cuma, diğer mescidlerde kılınan bin cumadan daha faziletlidir, Mescid-i Harâm hâriç. Benim bu mescidimde geçirilen bir Ramazan ayı, diğer mescidlerde geçirilen bin Ramazan’dan daha faziletlidir, Mescid-i Harâm hâriç.” (Beyhakî, Şuab, VI, 43/3851)

“Kim benim bu Mescid’ime bir ilim öğrenmek veya öğretmek için gelirse o Allah yolunda cihâd eden kişi mesâbesindedir. Kim de bunun dışında bir maksatla gelirse o da başkasının malına bakan kimse gibidir.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 17; Ahmed, II, 418; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, II, 148/7517)

Yine Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Eğer ümmetimden bir kimse, Medine’nin sıkıntısına katla­nırsa, kıyamet gününde ben ona şefaatçi olurum.” (Müslim, Hac, 477)

Bunun sırrı şudur: Medine’nin mamur hâle getirilmesi, dinin nişanelerinin yü­celtilmesi demektir. Bu da, dinin güçlendirilmesine yönelik bir fayda­dır. Öbür taraftan Medine’ye gitmek, İslâm’ın teşekkül devrindeki hâdiselerin yaşandığı yerleri görmek, Mescid-i Nebevî’ye girmek ve benzeri şeyler, Allah Rasûlü’nün ve ashabının yaşadığı hayatı hatırlatır, on­ların hâtıralarının yâdedilmesini sağlar. Bu ise, bizzat mükellefin kendisine yönelik bir faydadır.

 

  

Bir Mucize / 12

Bir gün Enes ibn-i Mâlik (r.a) şu hayret verici hâdiseyi anlattı:

“‒Bir defasında namaz vakti girmişti. Mescid’e yakın olanlar evlerine abdest almaya gittiler. (Abdesti olmayan) bir takım insanlar da Allah Rasûlü’nün yanında kaldılar. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e içinde pek az su bulunan bir taş tekne getirdiler. Bu tekne, Efendimiz’in, içinde avucunu genişçe açamayacağı kadar küçük idi. Oradakilerin hepsi o teknedeki sudan abdest aldılar.”

Enes (r.a) bunu nakledince kendisine:

“‒Kaç kişiydiniz?” diye soruldu. O da:

“‒Seksen, belki de daha ziyâde idik” cevabını verdi. (Buhârî, Vudû’, 45)

 

 

Kütüğün İnlemesi / 13

Câbir ibn-i Abdillah (r.a) şöyle buyurur:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Cuma günleri bir ağaca veya bir hurma kütüğüne yaslanarak hutbe okurlardı. Ensâr’dan bir kadın veya bir adam:

«‒Yâ Rasûlallah, Size bir minber yapalım mı?» diye sordu. Rasûlullah (s.a.v):

«‒İsterseniz yapın!» buyurdular.

Efendimiz (s.a.v) için bir minber yaptılar. Cuma günü olup da Efendimiz’i Min­ber’e çıkardıklarında hurma kütüğü çocuk gibi feryâd etmeye başladı.

Allah Rasûlü (s.a.v) aşağıya inip onu kucakladılar. Hurma kütüğü, sâkinleştirilmeye çalışılan çocuk gi­bi içini çekiyor, inliyordu.

Rasûlullah (s.a.v):

«‒O, yanında yapılan zikirden uzak kaldığı için ağladı!» bu­yurdular.” (Buhârî, Menâkıb, 25; Ahmed, III, 300)

Kütük Allah Rasûlü’nün sözündeki rahmet, bereket ve halâveti hissetmişti. Cenâb-ı Hak bize de bunu idrak etmeyi nasip eylesin! Allah Rasûlü’nün sözlerine daima kulak verelim. Onlardaki zikir, ilim ve hikmetten istifade edelim. Onun sözleri bugün bize hadis, fıkıh, tefsir gibi İslâmî eserlerle gelmiştir. Onları okuyarak Rasûlullah (s.a.v) ile beraber olabiliriz.


 

Osmanlı Mihrabı’ndaki Çubuk / 14

Urve’den şöyle nakledilmiştir:

“Müezzin kâmet getirip insanlar sustuğunda Rasûlullah (s.a.v) ihtiyacı olanlarla konuşurlar, ihtiyaçlarını karşılarlardı. Efendimiz (s.a.v) için kıble tarafına kalın bir ağaç dalı konulmuştu. Bu ağaç dalı, kazık gibi yere çakılmıştı. Efendimiz (s.a.v) namaza kalkarken ve ayakta dururken ona tutunurlardı.” (Abdürrazzâk, Musannef, I, 503/1930)

Allah Rasûlü’nün vefatlarından sonra bu dal çalındı. Hz. Ebû Bekir (r.a) onu bulamadı. Hz. Ömer (r.a) hilâfeti zamanında onu bir kişinin yanında buldu. O zât bu dalı toprağa gömmüş, kurtlar da onu yemişti. Ömer (r.a) onu başka bir ağaçla kaplayarak mescidin kıble tarafındaki duvara yerleştirdi. Ömer ibn-i Abdilazîz (r.a), Mescid’i genişletirken o dalı, şu an mevcut olan Osmanlı mihrabının yanındaki duvara koydu. (Hâtem Ömer Tâhâ, el-Kevkebü’d-dürrî, el-Medînetü’l-Münvvere 1426, s. 202)

 


Minber / 15

Sehl ibn-i Saʻd’a, Minber-i Nebevî’nin neden yapılmış olduğu sorulduğunda şu açıklamayı yapmıştır:

“‒İnsanlar içinde bunu benden daha iyi bilen biri kalmadı. Minber, Gâbe’nin Esl ağacından yapılmıştır. Onu Rasûlullah (s.a.v) için falanca kadının kölesi filân yapmıştı. Minber, yapılıp yerine konduğu zaman Rasûlullah (s.a.v) üzerine çıkıp kıbleye doğru döndüler ve iftitah tekbîrini aldılar. İnsanlar da arkasından (Mescid-i Şerîf’te namaza) durdular. Efendimiz (s.a.v), kıraatte bulunduktan sonra rükûya vardılar, cemaat da arkasında rükû etti. Sonra Efendimiz (s.a.v) rükûdan mübârek başlarını kaldırdılar, (yönlerini kıbleden ayırmadan) gerisin geriye aşağıya indiler ve yere secde ettiler. Secdeden kalkınca yine Minber’e çıktılar. Sonra yine rükûya vardılar. Sonra yine rükûdan mübârek başlarını kaldırıp (önceki gibi) gerisin geriye aşağıya indiler ve yere secde ettiler. İşte Minber’in kıssası budur.” (Buhârî, Salât, 18)

Diğer bir rivayette Rasûlullah (s.a.v) bu namazı tamamladıktan sonra cemaate dönüp:

“‒Ey insanlar, bunu, bana uymanız ve namazımın nasıl olduğunu öğrenmeniz için yaptım” buyurmuşlardır. (Buhârî, Cuma, 26)

 

Allah Rasûlü’nün Minberi İle Teberrük

İbn-i Ömer (r.a) ellerini Allah Rasûlü’nün Minber’de oturdukları yere koyar, sonra da yüzüne sürerdi.[7]

Tâbiînin büyük âlimlerinden Yezîd ibn-i Abdullah bin Kusayt şöyle der:

“Allah Rasûlü’nün ashabından bazılarının, Mescid boşaldığı zaman kabrin sağındaki Minber’in topuzuna ellerini sürdüklerini, sonra kıbleye dönüp dua ettiklerini gördüm.”[8]

Ahmed bin Hanbel’in oğlu Abdullah, bir gün babasına, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in Minber’inin topuzuna (ki Efendimiz hutbe îrâd ederken elini bunun üzerine koyarlardı) ve Hücre-i Nebeviyye’ye (teberrüken) el sürmeyi sordu. O da:

“–Bunda bir beis görmüyorum” cevabını verdi.[9]

İbn-i Teymiye de; Ahmed ibn-i Hanbel ve diğer ulemânın, Allah Rasûlü’nün Minber’ine ve topuzuna el sürmeye ruhsat verdiğini naklederek İbn-i Ömer, Said ibn-i Müseyyeb ve Yahya bin Said gibi Medine fukahâsından bazı âlimlerin böyle yaptıklarını zikretmektedir.[10]

 

 


 

İlim Meclisi / 16

Ebû Vâkıd el-Leysî (r.a) şöyle anlatır:

“Bir gün Rasûlullah (s.a.v), huzûrunda ashâbı olduğu halde Mescid’inde otururken karşıdan üç kişi geldi. İkisi Allah Rasûlü’ne doğru yöneldi, birisi de başka tarafa gitti. Bu iki kişi Efendimiz’in huzûrunda durup selâm verdiler. Bunların biri halkada bir aralık bularak oracıkta oturdu. Diğeri ise cemaatin arkasında oturdu. Üçüncüye gelince o da arkasını dönüp savuştu. Rasûlullah (s.a.v) sözünü bitirince şöyle buyurdular:

«‒İsterseniz bu üç kişinin hâlini size haber vereyim. İçlerinden biri Allah’a sığındı, Allah da onu barındırdı. Diğeri (sıkıntı vermekten) utandı, Allah da ondan hayâ etti. Öteki ise (bu meclisten) yüz çevirdi, Allah da ondan yüz çevirdi».” (Buhârî, İlim, 8)

Bir kişi, herhangi bir âlimin meclisinde bulunup ondan istifade etmek için gider, ancak rahatsızlık vermemek için kenarda durursa, Allah Teâlâ bu hayâsı sebebiyle onu affeder, ona azap etmez. Ancak bir kimse, âlimlerin meclisinde bulunup ilim öğrenmekten yüz çevirirse, Allah Teâlâ da ondan yüz çevirir. Allah’ın kendisinden yüz çevirdiği kimse ise O’nun gazabıyla yüz yüze gelir.

 

 

Mescid’de Görülen Rüyâ / 17

Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (r.a) çocukluk yaşlarında başından geçen bir hatırasını şöyle anlatır:

“Allah Rasûlü’nün sağlığında rüyâ gören bir kimse, onu Peygamberimiz’e anlatırdı. Ben de bir rüyâ görmeyi ve onu Efendimiz’e anlatmayı çok isterdim. O zaman bekâr bir delikanlı idim ve Mescid’de uyurdum.

Bir defasında rüyâmda iki melek beni cehenneme götürdüler. Baktım ki o, kuyu duvarı gibi örülmüş olup kuyununki gibi kenarlarında iki direği vardı. Bir de baktım ki orada kendilerini tanıdığım bir kısım insanlar da bulunuyor. Hemen:

«–Cehennemden Allah’a sığınırım! Cehennemden Allah’a sığınırım!» diye haykırmaya başladım. O sırada bir başka melek gelip bana:

«–Korkma sana bir şey olmayacak!» dedi.

Bu rüyâyı ablam Hafsa’ya anlattım, o da Allah Rasûlü’ne anlatmış. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlar:

«–Abdullah ne güzel ve ne iyi bir adamdır! Bir de geceleyin namaz kılmış olsaydı!..».

Abdullah (r.a) o günden sonra gecenin büyük bir kısmını ibâdetle geçirir, çok az uyurdu. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 19)

Demek ki, Teheccüd Namazı, insanı Cehennem azâbından uzaklaştıran mühim bir ibadettir.

 


 

Kıbleteyn / 18

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz Medîne’ye ilk teşrîflerinde Ensâr’dan olan ecdâdı (veya diğer lafza göre dayıları)na misâfir oldular. On altı veya on yedi ay Beytü’l-Makdis’e doğru namaz kıldılar. Hâlbuki kıblelerinin Beytü’l-Harâm’a doğru olmasını çok arzu ediyorlardı. Kâbe’ye dönerek kıldıkları ilk namaz ikindi namazı olmuştu. Bir cemaat de O’nunla birlikte kıldılar. Efendimiz (s.a.v) ile namaz kılan bir sahâbî Mescid’den çıktı. Yolu bir mescide uğradı. Cemaat rükû hâlindeydi. Onlara:

“‒Allah için şehâdet ederim ki Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte Mekke’ye doğru namaz kıldım!” dedi.

Onlar da oldukları yerde Beytullâh’a doğru döndüler.

Allah Rasûlü’nün Beytü’l-Makdis’e doğru namaz kılmaları yahûdilerin ve diğer ehl-i kitâbın hoşuna giderdi. Yüzlerini Beyt-i Şerîf’e doğru döndürünce bu fiillerini beğenmediler.

İlk kıbleye doğru namaz kılan ve kıble değiştirilmeden evvel vefât eden veya şehîd edilen sahâbîler de vardı. Ashâb-ı kiram onlar hakkında nasıl bir hüküm vereceğimizi bilemedik. O zaman Allah Teâlâ Hazretleri:

“Allah Teâlâ îmânınızı (ibadetlerinizi) zâyî edecek (hiçe sayacak, boşa giderecek) değildir”[11] âyet-i kerîmesini inzâl buyurdu. (Buhârî, Îmân, 30)

Namaz esnâsında kıblelerini değiştirenler Benû Hârise Mescid’inin cemaatidir. Bugün oraya Mescidü’l-Kıbleteyn denilir. Kıblenin değiştiğini Kuba Mescid’ine haber verecek olan zât ise bir başka sahâbîdir.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Hicret’ten evvel Mekke’de namaz kılarlarken Kâbe’yi araya alarak Beyt-i Makdis’e yönelirlerdi. Hicret’ten sonra 16 ay daha Kudüs’e doğru namaz kıldılar.

Saîd ibn-i Müseyyeb (r.a), Ensâr’ın Hicret’in 3 sene evvelinden îtibâren Beytü’l-Makdis’e doğru namaz kıldıklarını beyân eder. (Taberî, Tefsîr, II, 4)

Bedir’den 2 ay evvel, 17 Receb 2. Hicrî senede Allah Rasûlü’ne Mescid-i Harâm tarafına yönelmesi emredildi. (el-Bakara, 142-144)

Bu konudaki rivayetlerin toplamından çıkan sonuç şudur: Allah Rasûlü’nün Kâbe’ye doğru kıldığı ilk namaz, Benî Selime yurdunda öğle namazı oldu. Yukarıdaki rivayette bahsedildiği üzere Mescid-i Nebevî’de kıldığı ilk namaz ise ikindi idi. Kubâ ehlinin mescidlerinde Kâbe’ye doğru kıldıkları ilk namaz ise ertesi günkü sabah namazıdır.

 

 

Suikast / 19

Umeyr bin Vehb, Kureyş müşriklerinin cin fikirlilerinden ve kahramanlarından idi. Mekke’de Allah Rasûlü’ne ve ashâbına pek çok eziyetler etmişti. Oğlu Vehb, Bedir’de esir alındı. O üzüntülü günlerinden birinde Umeyr, Kâbe’nin Hıcr kısmında Safvân bin Ümeyye ile oturup Bedir’de kuyuya atılanları ve uğradıkları musîbetleri anlatınca Safvân bin Ümeyye:

“–Vallâhi onlar bu hâle geldikten sonra hayatta kalmanın bir mânâsı yok!” dedi.

Umeyr:

“–Vallâhi doğru söyledin! Eğer borcum ve benden sonra açlıktan ölmelerinden korktuğum çoluk çocuğum olmasaydı, muhakkak gider Muhammed’i öldürürdüm. Hem benim için onların kabul edeceği bir bahane de var; «Esir olan oğlum için geldim.» derim. Duyduğuma göre O çarşılarda da dolaşıyormuş” dedi.

Umeyr’in bu sözleri Safvân’ı sevindirdi:

“–Borcun bana âittir. Senin adına ben öderim! Çoluk çocuğuna da kendi çoluk çocuğumla birlikte, sağ oldukları müddetçe bakar, geçimlerini en güzel şekilde sağlarım!” dedi.

Bunun üzerine Umeyr, kılıcını iyice biledi ve zehirletti. Safvân da bineğini ve yolluğunu hazırlattı.

Umeyr yola çıktı. Uzun bir yolculuktan sonra Medîne’ye gelip Mescid’in kapısında durdu, devesini bağladı ve kılıcını kuşandı. Ömer (r.a) onu görünce:

“–Bu Allah düşmanı Umeyr’dir! Vallâhi ancak şer için gelmiştir! Aramızı bozan, Bedir günü de Kureyşliler için sayımızı tahmin eden o değil miydi?” dedikten sonra Allah Rasûlü’nün yanına girdi:

“–Yâ Rasûlallah! Şu Allah düşmanı Umeyr kılıcını kuşanmış gelmiş!” dedi.

Efendimiz (s.a.v):

“–Onu benim yanıma gönder!” buyurdular. Ömer (r.a) geri geldi. Onun boynundaki kılıcın kayışını sımsıkı tuttu. Ensâr’dan yanında bulunan kimselere de:

“–Rasûlullah’ın yanına girip oturunuz ve kendisini bu habîsten koruyunuz! Çünkü o, güvenilir bir kimse değildir!” dedi.

Efendimiz ise:

“–Ey Ömer, onu serbest bırak! Sen de ey Umeyr, bana yaklaş!” buyurdular ve ardından Umeyr’e niçin geldiğini sordular. Umeyr:

“–Esir aldığınız oğlum için geldim! Onun hakkında ihsanda bulununuz!” dedi.

Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Öyle ise şu kılıcın boynunda işi ne?!” diye sordular.

Umeyr:

“–Allah kılıçların belâsını versin! Onların bize ne faydası oldu ki?” dedi.

Rasûlullah (s.a.v) tekrar:

“–Bana doğruyu söyle, sen buraya niçin geldin?” diye sordular.

Umeyr:

“–Ben, başka bir şey için değil, sâdece elinizde esir olan oğlum için geldim!” dedi.

Efendimiz (s.a.v):

“–Senin Hıcr’de Safvân’a koştuğun şart ne idi?” diye sorunca, Umeyr korktu ve:

“–Ben ona ne şart koşmuşum ki?” dedi.

Rasûlullah (s.a.v), onların konuşmalarını kelimesi kelimesine nakledip:

“–Allah, yapacağın işle senin arana girdi, sana mânî oldu!” buyurdular.

Bunun üzerine Umeyr:

“–Ben şehâdet ederim ki, Sen muhakkak Allah’ın Rasûlü’sün! Yâ Rasûlallah! Biz semâdan gelen haber ve Sana inen vahiy husûsunda Sen’i yalanlardık. Bu işte, benden ve Safvân’dan başka kimsenin haberi yoktu. Vallâhi bunu Sana ancak Allah haber vermiştir! Beni İslâm’a hidâyet eden ve buraya getiren Allah’a hamd olsun!” dedikten sonra şehâdet getirdi. Bunun üzerine Allah Rasûlü:

“–Kardeşinize dînini iyice anlatınız! Kendisine Kur’ân okuyup öğretiniz! Esîrini de serbest bırakınız!” buyurdular.

Allah Rasûlü’nün buyruğu derhâl yerine getirildi. Umeyr:

“–Yâ Rasûlallah! Ben, Allah’ın nûrunu söndürmeye çalışan ve müslümanlara şiddetle işkence yapan birisi idim. Müsâade edersen Mekke’ye gidip Mekkeli müşrikleri Allah’a, Rasûlü’ne ve İslâm’a dâvet edeyim! Umulur ki Allah onlara hidâyet nasîb eder” dedi. Rasûlullah (s.a.v) de ona izin verdi.

Bu esnâda Safvân bin Ümeyye, olup bitenlerden habersiz, Mekkeli müşriklere:

“–Birkaç gün içinde gelecek olan haberle sevineceksiniz. O size Bedr’in acısını unutturacak!” diyor, gelen kâfilelerden haber sorup duruyordu. Nihâyet bir süvârî ona Umeyr’in müslüman olduğunu bildirdi. Bütün ümitleri suya düştü. Yüzü gülmez oldu.

Umeyr bin Vehb (r.a), Mekke’ye gelince insanları İslâm’a dâvet etmeye koyuldu. Kendisiyle mücadele etmeye kalkanlara ise hadlerini bildirdi. Onun sâyesinde birçok insan müslüman oldu. Hz. Umeyr bir gün Kâbe’nin yanında Safvân bin Ümeyye ile karşılaştı ve ona:

“–Sen büyüklerimizden birisin! Bizim taşlara taptığımızı ve onlar için kurbanlar kestiğimizi görmüyor musun? Bu mudur din? Ben şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur! Muhammed de Allah’ın kulu ve Rasûlü’dür!” dedi. Safvân ona bir kelime bile söyleyemedi, öylece sustu kaldı.[12]

 

 

Musʻab bin Umeyr Mescid’e Girdi / 20

Ali bin Ebî Tâlib (r.a) şöyle anlatır:

“Biz Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte Mescid’de oturuyorduk. Musʻab bin Umeyr (r.a) çıkageldi. Üzerinde deri parçalarıyla yamanmış bir hırkadan başka bir şey yoktu. Allah Rasûlü (s.a.v) onu görünce, Mekke’deki nimetler içinde yaşadığı hâli gözlerinin önüne geldi. Şimdi ise ne hâldeydi. Allah Rasûlü’nün gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Bir müddet sonra şöyle buyurdular:

«Sabah ayrı, akşam ayrı bir elbise giydiğiniz, önünüze bir tabağın konup diğerinin kaldırıldığı, evlerinizi Kâbe’nin örtüldüğü gibi örtülere büründürdüğünüz (duvarlarını süslediğiniz) zaman hâliniz nice olur!»

Ashâb-ı kirâm:

«–Ey Allah’ın Rasûlü, tabii ki hâlimiz o gün bugünkünden daha iyi olur. Çünkü o zaman geçim sıkıntımız olmadığı ve hizmetimiz görüldüğü için kendimizi tamamen ibadete veririz!» dediler.

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:

«–Hayır, bilâkis siz bugün, o günden daha hayırlı durumdasınız!».” (Tirmizî, Kıyâmet, 35/2476)

Ashâb-ı kirâm Allah yolunda bütün varlıklarını feda ettiler. Mekke’de lüks ve refah içinde yaşayan Musʻab (r.a), müslüman olunca annesi tarafından bütün varlığından mahrum bırakıldı. O, buna hiç aldırmadı. Yamalı elbiselerle şehit olduğu güne kadar Allah yolunda koşturmaya devam etti.

 

 

 

 

Ehl-i Suffe / 21

Kıble değiştiğinde Mescid’in arka tarafının üstü örtüldü, bir tavan yapıldı. Böyle yerlere “Suffe” veya “Zulle” denirdi.

İlk müşterileri açıkta kalan fakir muhâcirler olduğu için oraya “Suffetü’l-Mühâcirîn” de denir. Daha sonra Medîne’ye gelen yabancı heyetler ve fertler de Suffe’ye dâhil olmuşlardır.

Ehl-i Suffe, muhtelif kabilelerin karışımından müteşekkil oldukları için Allah Rasûlü (s.a.v) onlara “el-Evfâd” ismini de vermişlerdi. (Ahmed, VI, 390-391)

Medîne-i Münevvere’ye gelen biri, tanıdığı varsa onun evine misâfir olurdu, yoksa Suffe’de kalırdı. (Ahmed, III, 487)

Ensâr’dan zühd ve fakr hayatını seven bazı sahâbîler de, evleri olduğu hâlde Suffe’de kalıyorlardı. Kâʻb ibn-i Mâlik, Hanzala bin Ebî Âmir, Hârise bin Nuʻmân (r.a) gibi…

Ehl-i Suffe’nin adedi devamlı artar ve eksilirdi. Bir ara 70 kişi oldukları nakledilmiştir. Başka bir zaman ise sâdece Saʻd ibn-i Ubâde’nin 300 kişiye yemek yedirdiği olmuş, ancak bu esnâda diğer sahâbîlerin misafir ettiği Suffe ehlinin kaç kişi olduğu bildirilmemiştir.

Ehl-i Suffe, ilme, ibâdete ve zikre teksif olurlar, bir yerde cihâd zuhur ettiğinde hemen oraya koşarlardı.

Kendilerini soğuktan koruyacak ve bütün vücutlarını örtecek tam bir elbiseleri bile olmazdı. Ebû Hüreyre (r.a) şöyle anlatır:

“Ben Suffe Ehli’nden yetmiş kişiyi gördüm. Hiçbirinin vücûdun üst tarafını örten elbisesi (ridâ) yoktu. Ya belden aşağı giyilen bir izâr ya da boyunlarına bağlayıp aşağıya saldıkları bir elbiseleri vardı. Bunların bir kısmı baldırlarının yarısına, bir kısmı da topuklarına erişirdi de avret yerleri görülmesin diye elbiselerini elleriyle toplarlardı.” (Buhârî, Salât, 58)

Yani hiçbiri vücûdunu tam olarak örtecek iki parça kumaş bulamıyordu.

Suffe ehlinin yiyecekleri çoğunlukla hurma idi. Efendimiz (s.a.v) onlara her gün kişi başı yarım müdd[13] hurma verirlerdi. Elinde olsa et gibi farklı yemekler de ikram etmek istediğini ifade ederek sabretmelerini tavsiye buyururlardı. Âhirette kendilerine ihsân edilecek nimetleri bilseler, bu yokluğa hiç üzülmeyeceklerini ifade buyururlardı. Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’in eline ne geçerse ehl-i Suffe’ye ikrâm ederlerdi.

Ebû Hüreyre (r.a), Allah Rasûlü’nün nasıl açlık sıkıntısı çektiğini soranlara şu îzahta bulunmuştur:

“Bu durum, onun etrafını saran kimselerin ve misâfirlerinin çokluğundan kaynaklanıyordu. Zîrâ Rasûlullah (s.a.v) beraberinde bir kısım ashâbı ve mescitteki ihtiyaç sâhipleri olmadan aslâ yemek yemezdi. Allah Teâlâ Hayber’in fethini müyesser kıldı da insanlar biraz rahata kavuştu. Fakat yine de halk arasında geçim sıkıntısı sürüyordu.” (İbn-i Saʻd, I, 409)

 

 

Açlık ve Yokluk / 22

Talha en-Nadrî (r.a) şöyle anlatır:

Bizden biri Medine’ye geldiğinde Suffe’de kalırdı. Medine’de tanıdığı biri varsa ona misafir olur, yoksa Suffe’de kalırdı. Ben de Medine’ye geldim, orada tanıdığım biri olmadığı için Suffe’ye yerleştim. Allah Rasûlü’nden bize her gün iki kişi için bir müdd hurma gelirdi. Ve bize en âdî ve kaba ketenden beyaz elbiseler giydirirdi.

Bir gün Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bize gündüz namazlarından birini kıldırdılar. Selam verince, Suffe ehli sağdan soldan seslendiler:

“–Yâ Rasûlallah, devamlı hurma yemek karnımızı yaktı, keten elbiselerimiz de eskidi” dediler.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) kalktılar, Minber’e çıktılar, Allah’a hamd ü senâda bulunduktan sonra kavminden çektiği sıkıntıları anlattılar. Sonunda şunları söylediler:

“–Ben ve arkadaşım on küsur (sekiz) gün geçirirdik de berîr’den başka yiyeceğimiz olmazdı. (Berîr, Erak ağacının meyvelerinden yapılan kötü bir yemektir.) Sonra bu Ensâr kardeşlerimizin yanına geldik. Onların yemeklerinin büyük kısmı hurmadır, onu bizimle paylaştılar. Vallahi sizin için ekmek ve et bulabilseydim sizi o yiyeceklere doyururdum. Lâkin öyle bir zamana yetişeceksiniz ki (veya sizden o vakte yetişenler görecekler) sofranıza büyük tencerelerle yemekler getirilip götürülecek ve Kâbe’nin örtüleri gibi elbiseler giyeceksiniz!”

O vakit Kâbe’nin örtüleri Yemen’den gelen beyaz kumaştan yapılırdı.[14]

Nebiyyullah Efendimiz (s.a.v) Ashâb-ı Suffe’ye çok ehemmiyet verir, yerlerinin temiz olmasına dikkat ederlerdi. Bir gün onların kaldığı mekâna geldiklerinde pek hoşlanmadıkları bir manzara ile karşılaştılar. Zira çöpler yere bırakılmış, Suffe’nin kenarında bunlar birikmeye başlamıştı. Hemen Ebû Zer’e seslenerek:

“–Bana bir süpürge getir!” buyurdular.

Mübarek elleriyle çöpleri süpürmeye başladılar. Bunu gören Ebû Zer (r.a) ve arkadaşları hemen koştular, yerdeki bez ve odun parçalarını toplayarak Mescid’i temizlediler. (Abdülaziz el-Kaʻkî, Meâlimü’l-Medîneti’l-Münevvere beyne’l-imâreti ve’t-târîh, II, 88)

 

 

 

Hurma Hevenkleri / 23

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) hurma bahçesi olan mü’minlere, farz olan öşrün hâricinde iyilik olarak hurma salkımlarından getirip yoksulların yemesi için Mescid’e asmalarını emretmişlerdi. İki ton hurma toplayanın bir salkım hurma getirmesini tavsiye ediyorlardı. (Bkz. Ebû Dâvûd, Zekât, 32/1662)

Berâ bin Âzib (r.a) şöyle anlatır:

Ensâr, hasat mevsiminde hurma salkımlarından getirip Mescid-i Nebevî’deki iki direk arasına bağlanan bir ipe asar, fakir Muhâcirler de ondan yerdi. Bazıları, oraya konan hurma hevenklerinin çokluğuna bakarak, bir beis olmayacağı düşüncesiyle, iyilerin arasına kötü hurmaları da koydular. Allah Teâlâ böyle yapanlar hakkında şu âyet-i kerimeyi inzâl buyurdu:

“Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve yerden sizin için çıkardığımız nîmetlerin iyilerinden (Allah için) infak edin. (Size verildiği takdirde) gözünüzü yummadan alamayacağınız (basit ve değersiz) şeyleri, hayır diye vermeye kalkışmayın! Allah’ın her şeyden müstağnî ve övülmeye lâyık olduğunu bilin!” (el-Bakara, 267) (Vâhidî, Esbâbu nüzûli’l-Kur’ân, s. 90)

Avf bin Mâlik (r.a) şöyle demiştir:

Rasûlullah (s.a.v) elinde bir asâ ile yanımıza mescide geldi. Bir kişi, Mescid’e (sadaka olarak) âdî bir kuru hurma salkımı asmıştı. Rasûlullah (s.a.v) asâ ile bu hurma salkımına dürterek şöyle buyurdular:

“‒Bu sadakanın sahibi dileseydi, bundan daha iyisini vere­bilirdi. Bu sadakanın sahibi, kıyamet günü âdi hurma yiye­cektir.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 17/1608)

Mescid’e hurma salkımı asma âdeti, daha sonraki asırlarda da devam etmiştir. (Semhûdî, Vefâü’l-vefâ, II, 51)


Parmaklardan Akan Su / 24

Enes bin Mâlik (r.a) şöyle buyurur:

“Ben Allah Rasûlü’nü şu hâlde gördüm: İkindi namazı yaklaşmıştı. İnsanlar abdest almak için su aradılar, fakat bulamadılar. Allah Rasûlü’ne (bir kap içinde tek kişiye yetecek kadar) abdest suyu getirildi. Rasûlullah (s.a.v), su kabının içine mübarek elini koydular ve insanlara ondan abdest almalarını söylediler. Oradaki sahâbîlerin en sonuncusuna kadar hepsi abdest alıncaya dek Efendimiz’in parmaklarının altından su kaynadığını gördüm.” (Buhârî, Vudû’, 32, Menâkıb, 25)

Bu hâdise, Medîne’nin pazar yeri olan Zevrâ’da meydana gelmiştir. Orada bulunup abdest alan sahabiler 300 kişi kadardı. (Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Fedâil, 6)

Şimdi “Sûku’l-Kadîm: Eski Çarşı” denilen bu pazar yeri Mescid-i Nebevî’nin sağ tarafında yer almaktadır.

Rivayetlere bakıldığında bu mucizenin birkaç defa tekerrür ettiği anlaşılıyor. Fuzûlî, meşhur Su Kasîdesi’nde bu mucizeye ne güzel işaret eder:

Hayret ilen parmağın dişler kim itse istimâ,

Parmağından virdüğin şiddet günü Ensâr’a su!

(Kuraklık günlerinde Ensâr’a parmağından su verdiğini kim işitse, hayretler içinde kalarak parmağını ısırır.)

 

 

 

Yağmur Duası / 25

Enes (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullah (s.a.v) zamanında Medîne halkı bir kıtlığa uğradı. Cuma günü Efendimiz (s.a.v) hutbe îrâd ederken bir kişi ayağa kalkıp:

«‒Yâ Rasûlallah! At sürüleri helak oldu, koyun sürüleri mah­voldu. Allah Teâlâ’ya duâ etseniz de bize yağmur ihsân eylese!» dedi.

Rasûlullah (s.a.v) hemen ellerini kaldırıp dua ettiler.

Gökyüzü ayna gibi parlak iken birden rüzgâr esmeye başladı, bu­lutlar meydana geldi. Sonra bulutlar toplandı ve gökyüzü kırbalarının ağzını açtı, bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Mescid’den çıktık, sulara batarak evlerimize geldik. Öbür Cuma’ya kadar yağmur hep yağıp durdu. Cu­ma vakti yine o kişi veya bir başkası Allah Rasûlü’nün huzûrunda ayağa kalkıp:

«‒Yâ Rasûlallah! Evler yıkıldı, Allah Teâlâ’ya dua etseniz de yağmuru durdursa!» dedi.

Rasûlullah (s.a.v) tebessüm ettiler, sonra da:

«(Allâh’ım!) Etrafımıza yağdır, üzerimize değil!» diye dua ettiler.

Bulutlara baktım, birden açılıverdiler ve Medîne’nin etrafında taç gibi bir şekil oluşturdular.” (Buhârî, Menâkıb, 25)

 

 

Küsûf Namazı / 26

Küsûf, Arapça’da güneş tutulması demektir.

Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ (r.a) şöyle anlatır:

Küsûf yani Güneş tutulması esnâsında kardeşim Hz. Âişe’nin yanına vardım. Namaz kılıyordu. İnsanları korkulu bir hâlde görmüştüm, bu sebeple kardeşime:

“‒Bu insanlara ne oluyor, neden korkuyorlar?” dedim.

Güneş tutulduğunu anlatmak için başıyla semâya doğru işâret etti. Bir de baktım ki bütün insanlar namaza durmuş. Âişe (r.a): “Sübhânallâh!” dedi. Ben:

“‒Bu mühim bir hâdise ve ilâhî azametin alâmetlerinden biri mi?” diye sordum. Başıyla “Evet” diye işâret etti. Bunun üzerine ben de namaza durdum. Rasûlullah (s.a.v) kıraati pek ziyâde uzattığı için üzerime baygınlık geldi. Yanımdaki kırbadan başıma su dökmeye başladım.

Namazdan sonra Nebiyy-i Ekrem Efendimiz Allah’a hamd ü senâ edip şöyle buyurdular:

“‒Şimdiye kadar bana gösterilmeyen şeylerin tamamı şu namaz kıldığım esnâda bana arzedildi. Cennet ve Cehennem bile gösterildi. Bana, sizin kabirlerinizde, Mesîh-i Deccâl (yüzünden çekilecek) imtihanlara benzer veya ona yakın bir imtihan geçireceğiniz vahyedildi. Kabre konan kimseye:

«‒Bu adam (yâni Rasûlullah [s.a.v]) hakkındaki fikrin nedir?» diye sorulacak. Mü’min yahut yakîn sâhibi olan kimse:

«‒O Zât-ı Şerîf, Muhammed’dir, Allah’ın Rasûlü’dür. Bize apaçık deliller ve hidâyet getirdi. Biz de O’nun dâvetine icâbet ettik ve izinden yürüdük. O, Muhammed (s.a.v)’dir!» diyecek ve bu sözünü üç kere tekrâr edecek. Bunun üzerine kendisine:

«‒O hâlde yat da rahatına bak! Güzel bir şekilde uyu! O (Zât-ı Şerîf’in nübüvvetine) yakînen îmân ettiğini açıkça gördük!» denilecek.

Kabre giren kimse eğer münâfık ise veya kalbinde şek varsa (o suâle):

«‒Ben ne bileyim? İşittim, öteki beriki bir şeyler söylüyordu, ben de onlar gibi söyledim!» cevâbını verecek.” (Buhârî, İlim, 24)

Diğer tarikten gelen hadiste şu ilave vardır:

Namazın akabinde Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurdular:

“Cennet bana yaklaştı. O kadar ki, eğer uzansaydım salkımlarından bir tanesini alıp size getirebilirdim. Cehennem de bana o kadar yak­laştı ki: «Ey Rabbim, ben de onlarla beraber miyim?» dedim. Orada bir kadın gördüm. Bir kedi onu tırmalayıp duruyordu. «Buna ne oluyor?» diye sordum. «Bu kadın o kediyi açlıktan ölünceye kadar hapsetti. Kadın ona yiyecek vermedi, kendi kendine yerin haşerelerinden yemesi için de salıvermedi» dediler.” (Buhârî, Ezân, 89)

 


 

Hâfızların Hizmeti / 27

Enes (r.a) şöyle anlatır:

Birtakım kimseler Allah Rasûlü’ne gelerek, “Bize Kur’ân’ı ve Sünnet’i öğretecek insanlar gönderseniz!» dediler. Rasûl-i Ekrem, içlerinde dayım Harâm’ın da bulunduğu, Ensâr’dan kendilerine kurrâ denilen yetmiş kişiyi onlara gönderdi. Bunlar Kur’ân okuyor, geceleri onu aralarında müzâkere edip öğreniyorlardı. Gündüzleri ise su getirip Mescid’e koyuyorlar, odun toplayıp onu satıyorlar, bedeliyle de Suffe ehline ve fakirlere yiyecek satın alıyorlardı. İşte Nebî (s.a.v) onlara bu kişileri göndermişlerdi. Fakat gidecekleri yere varmadan önlerine çıktılar ve onları öldürdüler. Onlar:

“–Allâh’ım! Bizim sana kavuştuğumuzu, senden râzı olduğumuzu ve Sen’in de bizden râzı olduğunu Peygamberimiz’e ulaştır” dediler.

Bir adam Enes’in dayısı Harâm’a arkasından yaklaşıp mızrağını sapladı, hatta vücûdunun bir tarafından öbür tarafına geçirdi. Bunun üzerine Harâm:

“–Kâbe’nin Rabbi’ne yemin ederim ki, kazandım” dedi.

Bu esnâda Rasûlullah (s.a.v) ashâbına şöyle buyurdular:

“–Şüphesiz ki din kardeşleriniz şehîd edildiler. Onlar hem de şöyle dediler:

«Allâh’ım! Bizim sana kavuştuğumuzu, senden râzı olduğumuzu ve Sen’in de bizden râzı olduğunu Peygamberimiz’e ulaştır!».” (Müslim, İmâre, 147. Bkz. Buhârî, Cihâd, 9)

 

 

Çalışkan ve Mütevazı Gençler / 28

Enes (r.a) şöyle anlatır:

“Ensâr’dan 70 genç vardı, Kurrâ diye isimlendirilirlerdi. Mescid’de bulunurlardı, akşam olup hava karardığında Medîne-i Münevvere’nin kenarında tâyin ettikleri bir yere çekilirler, orada sabaha kadar Kur’ân-ı Kerîm dersi yapar, onun mânâlarını anlamak için uzun uzun müzâkerelerde bulunurlar ve uzun uzun namaz kılarlardı. Âileleri onların Mescid’de olduğunu, Mescid’deki Ehl-i Suffe de gençlerin evlerine gittiğini zannederlerdi. Sabah olduğunda gücü olan gençler civardaki kuyulardan Mescid’e tatlı su getirir, dağdan odun getirip bunları Allah Rasûlü’nün odasının duvarına dayarlardı. (Efendimiz [s.a.v]’in ihtiyacı dışındaki odunları satıp Ehl-i Suffe’ye yiyecek alırlardı.) Mâlî imkânı yerinde olan gençler de toplanıp bir koyun satın alır, onu hazırlayıp pişirir ve yine Efendimiz (s.a.v) ‘in odasının duvarına asarlardı. (Bu şekilde imkânları nisbetinde infâk eder ve muhtaç mü’minlere ikramlarda bulunurlardı.)

Nebî (s.a.v) onların hepsini muallim olarak Arap kabîlelerine gönderdi. Onlar Bi’r-i Maûne’de ihânete uğradılar. Hâinlerle çarpışarak şehîd oldular. Allah Rasûlü’nün onlara üzüldüğü kadar hiçbir şeye üzüldüğünü görmedim. Bu hâdise Efendimiz’e o kadar ağır geldi ki Kurrâ’nın kâtillerine (bir ay boyunca) sabah namazından sonra bedduâ ettiler.”[15]

Rasûlullah (s.a.v) Kur’ân talebelerinin şehit edilmesine çok üzüldüler. Demek ki Kur’ân ilimleriyle meşgul olan gençleri herkesten çok seviyorlardı.

 

 

Yemeğin Bereketlenmesi / 29

Enes bin Mâlik (r.a) şöyle anlatır:

Üvey babam Ebû Talha, annem Ümmü Süleym’e:

“–Allah Rasûlü’nün sesi kulağıma pek zayıf geldi; aç olduğu anlaşılıyor. Yanında yiyecek bir şey var mı?” dedi. Annem:

“–Evet, var!” dedi ve arpa ekmeğinden yapılmış bir kaç çörek çıkardı. Sonra kendisine ait bir başörtüsü aldı; onun bir tarafına çörekleri sarıp dürdü ve koltuğumun altına yerleştirdi. Örtünün bir kısmını da (sıcaktan korunmam için) başıma sardı, sonra beni Allah Rasûlü’ne gönderdi. Ben ekmeği götürdüm. Rasûlullah’ı Mescid’de, cemaatle birlikte otururken buldum. Ben de yanlarında ayakta durdum. Rasûlullah (s.a.v):

“‒Seni Ebû Talha mı gönderdi?” buyurdular. Ben:

“–Evet” dedim.

“‒Yemekle mi?” buyurdular.

“–Evet” dedim. Rasûlullah (s.a.v) yanında bulunanlara:

“‒Kalkınız!” buyurdular ve yürüdüler, ben önlerinden yürüdüm. Ebû Talha’ya gelerek durumu bildirdim. Bunun üzerine babam:

“–Ey Ümmü Süleym! Rasûlullah (s.a.v) yanındaki insanlarla birlikte geldiler, hâlbuki bizim yanımızda onları doyuracak bir şey yok?” dedi. Annem:

“–Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dedi.

Babam hemen gidip Rasûlullah’ı karşıladı. Rasûl-i Ekrem Efendimiz, babamla birlikte geldiler. Rasûlullah (s.a.v):

“‒Ey Ümmü Süleym! Yanında olanları getir” buyurdular. O da bu ekmeği getirdi. Rasûlullah (s.a.v) emredip ekmeği parçalattı. Annem, yağ tulumunu sıkarak o ekmek parçaları üzerine yağ sürdü. Sonra, Rasûlullah (s.a.v) yemeğin bereketlenmesi için Allah’ın dilediği bir duayı okudular. Bundan sonra:

“‒On kişiye izin ver!” buyurdular. Babam on kişiye izin verdi, onlar doyuncaya kadar yediler, sonra çıktılar. Rasûl-i Ekrem (s.a.v):

“‒On kişiye daha izin ver!” buyurdular. Babam onlara da izin verdi, onlar da yiyip çıktılar. Rasûlullah (s.a.v):

“‒Bir on kişiye daha izin ver!” buyurdular. Onlara da izin verdi, onlar da yiyip çıktılar.

Rasûl-i Ekrem (s.a.v):

“‒On kişiye daha izin ver!” buyurdular. Bu şekilde cemaatin hepsi doyuncaya kadar yediler. Bu cemaat yetmiş veya seksen kişi idi. (Buhârî, Menâkıb 25; Müslim, Eşribe 142)

Efendimiz (s.a.v) girenlere:

“‒Yiyin, besmele çekin!” buyuruyorlardı. Seksen kişiye böyle yaptılar. Sonra Nebî (s.a.v) ile ev sahipleri yediler. Yine de artanını bıraktılar. (Müslim, Eşribe 143)

Bir rivayette şu ilaveler vardır:

“On kişi durmadan giriyor, on kişi de çıkıyordu. Neticede onlardan içeri girip karnını doyurmayan hiç kimse kalmadı. Sonra Ebû Talha sofrayı yeniden düzenledi. Bir de ne görsün, yemekler sanki cemaatin yemeğe başladığı andaki gibi duruyordu.” (Müslim, Eşribe 143)

Başka bir rivayette şu ziyade vardır:

“Sonra komşularına yetecek kadarını artırdılar.” (Müslim, Eşribe 143)

 

 

 

Yatsı’yı Bekleyenler / 30

Âişe (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) bir gece Yatsı Namazı’nı geç vakte kadar bırakmışlardı. Bu dediğim İslâm henüz yayılmadan evvel idi. O gece hücre-i saâdetlerinden çıkmadılar. Nihâyet Ömer (r.a):

«–Yâ Rasûlâllâh, kadınlar ve çocuklar uyudular!» dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) çıkıp Mescid’deki müslümanlara:

«–Şu anda yeryüzü ehlinden sizden başka hiç kimse bu namazı beklemiyor!» buyurdular.” (Buhârî, Mevâkitu’s-Salât, 22)

Benzer bir hatıra da Hz. Enes’ten gelmiştir. O şöyle anlatır:

“Bir defasında Yatsı Namazı için kâmet getirilirken Nebiyy-i Ekrem Efendimiz Mescid’in bir köşesinde bir sahabî ile hafif sesle konuşuyorlardı. Cemaatin bir kısmı uyuklayıncaya kadar sözleri uzadı ve namaza durmadılar.” (Buhârî, Ezân, 27)

Kişi namazı beklediği müddetçe namaz kılıyormuş gibi sevap kazanır.

 

 

Ezanı İşitince Hemen Mescid’e / 31

Esved (r.a) şöyle anlatır:

Hz. Âişe’ye:

«–Nebiyy-i Ekrem Efendimiz Hâne-i Saâdetleri’nde ne işle meşgul olurlardı?» diye sordum.

«–Âilesinin hizmetinde bulunurlardı. Namaz vakti gelince namaza çıkarlardı» cevabını verdi.” (Buhârî, Ezân, 44)

 

 

Hayat Duruyor / 32

Asr-ı saâdette ezan okunmaya başlayınca hayat duru, insanlar huzûr-ı ilâhîye çıkmak için hazırlanırlardı.

Rasûlullah (s.a.v) zamanında iki müslüman vardı. Bunlardan biri tüccar, diğeri de kılıç yapan bir demirci idi. Tüccar olan sahâbî, ezanı duyduğunda terazi elinde ise hemen kenara koyar, yerde ise olduğu gibi bırakıp doğruca Mescid-i Nebevî’ye giderdi.

Kılıç ustası da, çekiç örsün üzerindeyse o vaziyette bırakır, kılıca vurmak üzere kaldırmışsa arkasına atar ve hemen Mescid-i Nebevî’ye giderdi. İşte bu ve benzeri kişileri medhetmek üzere Allah Tealâ şu âyet-i kerimeyi indirdi:

“Onlar, ne ticaret ne de alışverişin, kendilerini Allah’ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin dehşet içinde kalarak allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (Nûr 24/37) (Kurtubî, Tefsîr, XII, 184)

İbn-i Mes’ûd (r.a) bir gün çarşıda, ezanı duyar duymaz mallarını bırakarak namaza koşan bir takım insanlar görmüştü. Bunun üzerine şöyle dedi:

“–İşte bunlar, Allah Teâlâ’nın (az evvel zikredilen) Nûr sûresinin 37. âyetinde medhettiği kimselerdir.” (Heysemî, VII, 83)

 

 

 


 

Terâvîh Namazı / 33

Hz. Âişe (r.a) şöyle anlatır:

“Bir gece Rasûlullah (s.a.v) Mescid’de Teravih namazı kıldı. İnsanlar da ona tâbî olarak namaz kıldı. İkinci gece yine kıldı, o gece cemaat çoğaldı. Daha sonra üçüncü veya dördüncü gece cemaat toplandı, fakat Rasûlullah (s.a.v) Mescid’e çıkmadı. Sa­bah olunca:

«‒Gece toplandığınızı gördüm, ama Teravih na­mazının size farz kılınmasından korktuğum için çıkıp size teravih kıldırmadım» buyurdular.

Bu hâdise Ramazan’da olmuş­tu.”[16]

Daha sonra Efendimiz (s.a.v) “farz olur” endişesiyle Teravih’i cemaatle kıldırmadı. Bundan sonra ashâb-ı kiramın bir kısmı gecelerini münferiden ihyâ ederken, bir kısmı da Terâvih’i kendi aralarında cemaatle kılmaya başladılar:

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), Ramazan’da bir gün evlerinden çıktıklarında, Mescid’in kenarında namaz kılan bir topluluk gördüler:

“–Onlar ne yapıyor?” diye sordular.

“–Bunlar, ezberlerinde fazla Kur’ân olmayan kimselerdir, Übey bin Kâ’b (r.a) onlara namaz kıldırıyor!” dediler.

Allah Rasûlü (s.a.v):

“–İsabet etmişler, ne kadar güzel ve iyi bir şey yapıyorlar!” buyurdular. (Ebû Dâvûd, Ramazan, 1/1377. Krş. Buhârî, Terâvîh, 1)

Abdurrahmân ibn-i Abdülkâri şöyle anlatır:

Bir Ramazan gecesi Ömer ibnü’l-Hattâb (r.a) ile Mescid’e çıktım. Bir de baktık ki, insanlar dağı­nık vaziyette terâvîh namazı kılıyorlar. Kimisi kendi ba­şına kılıyor, kimisi namaz kılarken bir kısım insanlar ona uyup namaz kılıyorlardı. Ömer (r.a):

“‒Bu in­sanları bir tek imamın arkasında toplamamın daha doğru alacağını düşünüyorum!” dedi.

Sonra buna azmetti ve insanları Übeyy ibn-i Kâʻb’ın arkasında topladı.

Başka bir gece yine Hz. Ömer’le birlikte Mescid’e çıktım. İnsanlar imama uymuş namaz kılıyorlardı. Ömer (r.a) bu manzarayı görünce:

“‒Bu, ne güzel bir bidʻat oldu. Fakat bu namazı gecenin sonuna bı­rakanlar, şimdi kılanlardan daha faziletlidir” dedi.

Ömer (r.a) son sözüyle, terâvîhi gecenin sonunda kılmanın daha faziletli olduğunu ifade ediyor. İnsanlar ise terâvîhi gecenin evvelinde kılıyorlardı. (Buhârî, Terâvîh, 1)

Konuyla ilgili diğer bir rivayeti Nevfel ibn-i İyâs el-Hüzelî şöyle anlatır:

Ömer ibnü’l-Hattâb (r.a) zamanında biz Mescid’de Terâvih Namazı kılardık. Şuraya bir grup, buraya bir grup ayrılırdı. İnsanlar sesi daha güzel olan imama meylederlerdi. Ömer (r.a):

«–Öyle zannediyorum ki onlar Kur’ân’ı musıkî edindiler. (Güzel nağmeye heves ediyorlar.) Ama vallâhi eğer gücüm yeterse bu hâli değiştireceğim!» dedi.

Daha üç gün geçmişti ki (kıraat ilmini en iyi bilen) Übeyy ibn-i Kâʻb’a emretti, o da bütün cemaate Terâvih Namazı kıldırmaya başladı.[17]

Ömer (r.a) safların arkasından ayağa kalkıp:

«–Eğer bu bid’at ise ne güzel bir bid’at oldu!» buyurdu.” (İbn-i Sa’d, Tabakât, V, 59)

 

 

Münâkaşanın Zararları / 34

Ubâde bin Sâmit (r.a) şöyle anlatır:

“Bir gün Rasûlullah (s.a.v) Kadir Gecesi’ni haber vermek üzere Hâne-i Saâdetleri’nden çıkmışlardı. Tam o esnâda müslümanlardan iki kişi kavga etti. Efendimiz (s.a.v):

«‒Ben size Kadir Gecesi’nin ne zaman olduğunu haber vermek için çıkmıştım, filan ile filan kavga edince o bilgi kaldırıldı (yani bana unutturuldu). İhtimal ki bu durum hakkınızda daha hayırlıdır. Artık Kadir Gecesi’ni (yirmiden sonraki) yedinci, dokuzuncu veya beşinci gecelerde arayınız!» buyurdular.” (Buhârî, Îmân, 36)

Bu iki kişi, ibadet ve zikir mahalli olan mescidde kavga ettiler, Allah Rasûlü’nün huzûr-i âlîlerinde seslerini yükselttiler. Hâlbuki Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin! Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (el-Hucurât, 2)

Bu sebeple Kadir Gecesi’nin bilgisi kaldırıldı. Demek ki münâkaşa, tartışma ve kavga o kadar kötü bir şey ki, hele Allah Rasûlü’nün huzûr-i âlîlerinde hürmetsizlik yapmak, ses yükseltmek öyle büyük bir günah ki iki kişi bu hataya düşünce umum olarak bütün mü’minler cezalandırılmıştır.

 

 

Çamur Üzerine Secde / 35

Tâbiînden Ebû Seleme (r.a) şöyle bir hatırasını nakletmiştir:

Ebû Saîd el-Hudrî’ye gittim ve:

«‒Bizimle hurmalığa doğru çıkmaz mısın, orada sohbet ederiz!» dedim. Çıktı. Ben ona:

«‒Kadir Gecesi hakkında Allah Rasûlü’nden işittiğin şeyleri bana anlatabilir misiniz!» de­dim. Şöyle anlattı:

«‒Rasûlullah (s.a.v) Ramazân’ın ilk on gününde îtikâfa girdiler. Biz de O’nunla birlikte îtikâf yaptık. Cebrâil (a.s) O’na geldi ve:

“‒Aradığın şey önün­dedir” dedi. Rasûlullah (s.a.v) ortadaki on günde de îtikâfa girdiler. Bizler de O’nunla birlikte îtikâf ettik. Yine Cebrâil (a.s) O’na geldi ve:

“‒Aradığın şey önün­dedir” dedi. Rasûlullah (s.a.v) Ramazân’ın yirminci gününün sabahın­da ayağa kalkıp bir hutbe îrâd ederek şöyle buyurdular:

“‒Allah’ın Nebîsi ile birlikte kim îtikâf yaptıysa yerine dönüp îtikâfa devam etsin! Zira bana Kadir Gecesi gösterildi fakat sonra unutturuldu. Kadir Gecesi son on gün içindeki tek sayılı gecededir. Ben rüyâda kendimi sanki çamur ve su içinde secde eder hâlde gördüm.”

Mescid’in tavanı hurma dallarıyla örtülmüştü. Biz gökte bir şey görmüyorduk. Akabinde bir bulut parçası geldi ve yağmur yağdı. Nebî (s.a.v) bize na­maz kıldırdılar. Allah Rasûlü’nün mübarek alınlarında ve burunlarının ucunda çamur ve suyun izini gördüm. Bu hâl, O’nun gördüğü rüyânın tasdiki idi».” (Buhârî, Ezân, 135)

 

 

 

Sulh / 36

Rasûlullah (s.a.v) ümmeti arasında küslüğün ve kırgınlığın olmasını hiç istemezlerdi. İhtilaf ve anlaşmazlıklara hemen son verip kardeşçe yaşamamızı arzu ederlerdi.

Bir gün Kâʻb ibn-i Mâlik (r.a), Abdullâh bin Ebî Hadred-i Eslemî’deki bir alacağını Mescid-i Şerîf’te istemişti. Her ikisinin de sesleri yükseldi. Öyle ki Hâne-i Saâdet’lerinde oldukları hâlde Rasûlullah (s.a.v) onları işittiler. Onlara doğru yaklaşıp Hücre-i Şerîfe’nin perdesini araladılar ve:

“‒Ey Kâʻb!” diye nidâ buyurdular. Kâʻb (r.a):

“‒Lebbeyk (buyur, emrine âmâdeyim) yâ Rasûlallah!” deyince Allah Rasûlü (s.a.v) mübârek elleriyle yarı’ya işaret ederek:

“‒Alacağının şu kadarını bağışla!” buyurdular.

Kâʻb (r.a) hemen:

“‒Bağışladım yâ Rasûlallah!” dedi.

Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v) İbn-i Ebî Hadred’e:

“‒Şimdi kalk, borcunun kalan kısmını öde!” buyurdular. (Buhârî, Salât, 71)

 

 

 

Mescid’den Başını Uzatır / 37

Hz. Âişe validemizden gelen bir rivâyete göre kendisi hayızlı ve hücresinde mukim iken, Allah Rasûlü de Mescid-i Şerîf’te îtikafta bulunurken, Efendimiz (s.a.v) mübârek başlarını ona doğru uzatır, o da tararmış. (Buhârî, Hayz, 2)

Mü’minlerin annelerine âid hücrelerin bir kısmının kapıları Mescid-i Şerîf’e açılırdı. Rivâyetteki târife göre Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Mescid’in Hz. Âişe validemizin hücresine bitişik bir yerinde itikâfa girmişlerdir.

 

 

Yüksek Sesle Okumayın! / 38

Rasûlullah (s.a.v) Mescid’de ittifaka girmişlerdi. Bazı insanların yüksek sesle Kur’ân okuduğunu işitince perdeyi açtılar ve şöyle buyurdular:

“Dikkatli olun, her biriniz Rabbine münâcâtta bulunuyor (O’nunla baş başa ve gizlice konuşuyor). Birbirinizi kesinlikle rahatsız etmeyin! (Kur’ân) okurken veya namazda, biriniz sesini diğerinin sesi üzerine yükseltmesin!” (Ebû Dâvûd, Tatavvu, 25/1332)

Her kalpten Allah’a açılan bir pencere vardır. Her kul bilhassa namaz esnasında o pencereden Rabbimizle baş başa görüşür. Ama bu görüşmeden kimsenin haberi olmaz. İşte namaz bu şekilde kulun Allah ile münâcâtıdır. Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Her biriniz namazına durduğu vakit şüphesiz Rabbi ile münâcât eder. Rabbi kendisiyle kıblesi arasındadır. O halde hiçbiriniz kıblesine karşı tükürmesin!” (Buhârî, Salât, 33, 38)

Allah ile konuşmakta olan bir kimseyi rahatsız etmek doğru değildir. O hâlde camilerde sükûneti sağlamalı, Allah ile kullarının arasına girmemelidir.

 

 

 

Cuma Namazı / 39

Ashâb-ı kirâm, kendi işini kendi gören kişilerdi. Cuma namazına kadar çalışır, vakit yaklaşınca işlerini bırakıp namaza gelirlerdi. Bu sebeple bir gün mescidde ağır bir koku olmuştu. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v) onlara:

“–Cuma günü yıkansanız!” buyurdular. (Buhârî, Cum’a, 16, Büyû’, 15; Müslim, Cum’a, 6)

Cuma günü gusül abdesti almak sünnettir. Bunun hikmeti, insanların toplu hâlde bulunduğu yerlerde başkalarını rahatsız etmemektir. Ayrıca melekler de kötü kokudan rahatsız olup güzel kokuyu severler. Allah’ın o kerîm ve değerli kullarını rahatsız etmemek için titizlik göstermek gerekir.

 

 

Namaz mı Kısaldı? / 40

Ebû Hüreyre (r.a) Mescid-i Nebevî’de yaşadığı ilginç bir hatırayı şöyle anlatır:

Rasûlullah (s.a.v) bir defasında bize Öğlen veya İkindi namazlarından birini kıldırırken iki rekâttan sonra selâm verdiler. Ondan sonra Mescid’in içinde yana uzatılmış bir tahta parçasına doğru kalkıp oraya dayandılar. Sanki gadaplıymış gibi bir hâlleri vardı. Sağ elini sol elinin üstüne koyduktan sonra parmaklarını birbirine geçirip sağ yanağını sol elinin ardına yapıştırdılar. (O vaziyette bakıyorlardı.)

Acele çıkmak isteyenler Mescid’in kapılarından çıkıp (kendi kendilerine): «Namaz kısaldı.» dediler. Cemâatin içinde Hz. Ebû Bekir ve Ömer de vardı. Bunlar (Allah Rasûlü’nün heybetinden) çekinerek bir şey söylemediler. Yine o cemâatin içinde kolları uzun olduğu için Zü’l-Yedeyn dedikleri bir zât vardı. O zât:

“‒Yâ Rasûlâllâh, unuttunuz mu, yoksa namaz mı kısaldı?” diye sordu. Efendimiz (s.a.v):

“‒Ne unuttum, ne de kısaldı” buyurdular. Sonra Efendimiz (s.a.v):

“‒Zü’l-yedeyn’in dediği gibi mi oldu?” diye sordular. “Evet” denilince hemen ileriye varıp namazın eksik kalan rekâtlarını kıldırdılar. Sonra selâm verip sehiv secdesi yaptılar. (Buhârî, Salât, 88)

Bu, ilk zamanlara ait bir hükümdür. En son hükme göre namazı eksik kılan kişi vücûdunu kıbleden çevirdiyse veya konuştuysa namazını baştan kılması gerekir.

 

 

 

Mescid’in Direkleri / 41

Yezîd ibn-i Ebî Ubeyd (r.a) şöyle anlatır:

“Ben, Seleme bin Ekvaʻ (r.a) ile beraber geliyordum. O, Mushaf’ın yanındaki direğe doğru namaz kılardı. Ben ona:

«‒Ey Ebû Müslim, hep bu direğin yanında namaz kılmaya çalıştığını görüyo­rum!» dedim. O da:

«‒Ben, Allah Rasûlü’nün bu direğin yanında na­maz kılmaya özen gösterdiğini gördüm» dedi.” (Buhârî, Salât, 95; Müslim, Salât, 264; Ahmed, IV, 48)

Burada bahsedilen direk, Üstüvânetü’l-Muhâcirîn ismiyle bilinir. Muhâcirler onun yanında toplanırlardı. Buna Üstüvânetü Âişe de denir. Hz. Osman zamanında çoğaltılıp Medîne’ye gönderilen Mushaf, bu direğin yanındaki bir sandığa konurdu. Nitekim Ubeydullah ibn-i Abdullâh, Medîne Mushafı’nın Mescid-i Nebevî’de muhafaza edildiğini ve her sabah cemaate okunduğunu haber verir.[18]

Âişe (r.a):

“İnsanlar bu direğin fazîletini bilseler, orada namaz kılabilmek için oklarını alıp birbirleriyle çarpışırlar” demiştir.

Âişe vâlidemiz bu direğin faziletiyle ilgili yeğeni Abdullah ibn-i Zübeyr’e gizlice bazı şeyler söylemişti. Bu sebeple İbn-i Zübeyr (r.a) orada çok namaz kılardı. (İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, IV, 453)

Bununla birlikte Mescid-i Nebevî’nin her bir direğinin kendine mahsûs fazileti vardır. Her birinin yanında Rasûlullah (s.a.v) ve ashâbı nice derin yakarışlar ve gözyaşlarıyla uzun uzun namazlar kılmışlardır. Enes (r.a) şöyle buyuruyor:

“Allah Rasûlü’nün ashâbının büyüklerini gördüm, akşam olunca Mescid’in direklerine koşuşurlardı.” (Buhârî, Salât, 95)

Rasûlullah (s.a.v), müslüman olmak ve İslâm’ı öğrenmek üzere gelen heyetlerle, Mescid’deki bir direğin yanında görüşürlerdi. Bu sebeple ona “Üstüvânetü’l-Vüfûd: Elçiler Sütunu” ismi verildi.

 

 

Tevbe Direği / 42

Allah Rasûlü (s.a.v) üç bin asker, otuz altı süvârî ile hicrî 5. senenin Zü’1-Kaʻde ayının sonlarına doğru hareket edip Kurayza yahûdîlerini yirmi küsur gün muhasara ettiler. Zü’1-Hicce’nin 8’i perşembe günü Kurayza’yı teslim alarak Medine’­ye döndüler.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in haklarında hüküm vermesini kabul edeceklerdi. Bu durumu, anlaşmalı oldukları sahâbî Ebû Lübâbe (r.a) ile istişâre ettiler. O da eliyle boynuna işaret ederek hükmün ölüm olacağını ifade etti. Ve hemen bu yaptığına pişman oldu. Tevbesi kabul edilinceye kadar kendisini Mescid’in direklerinden birine bağladı. (Ahmed, VI, 141)

Bu direk bugün Ravza-i Mutahhara’nın içinde olup Üstüvânetü Ebî Lübâbe ve Üstüvânetü’t-Tevbe diye anılmaktadır.

 

 

Direğe Bağlanan Esir / 43

Rasûlullah (s.a.v) Necid taraflarına bir seriyye göndermişlerdi. Onlar da Hanîfe Oğulları’ndan Sümâme bin Üsâl isminde Yemâme halkının reisi olan birini yakalayıp getirdiler ve Mescid’in direklerinden birine bağladılar. Rasûlullah (s.a.v) onun yanına varıp:

“–Ey Sümâme, sana ne yapacağımı düşünüyorsun?” buyurdular. O da:

“–Hayır yapacağını düşünüyorum. Eğer beni öldürürsen müslüman kanı akıtmış birini öldürmüş olursun. İyilikte bulunacak olursan, bunun kıymetini bilip karşılığını verecek birine iyilik etmiş olursun. Eğer mal istiyorsan, iste, sana istediğin her şey verilecektir!” dedi.

Rasûlullah (s.a.v) Sümâme’nin yanından ayrıldılar.

Bu durum iki kere daha tekerrür ettikten sonra Rasûlullah (s.a.v):

“–Sümâme’yi salıverin!” buyurdular.

Sümâme hemen mescidin yakınındaki bir hurmalığa giderek oradaki suyla boy abdesti aldı, sonra mescide girdi ve:

“‒Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden abduhû ve rasûlühû, Ey Muhammed! Vallahi yeryüzünden Sen’in yüzünden daha fazla nefret ettiğim bir yüz yoktu. Fakat şimdi Sen’in yüzün bana yüzlerin tümünden daha sevimli oldu. Vallahi Sen’in dininden daha fazla nefret etiğim bir din yoktu. Fakat şimdi Sen’in dinin bana dinlerin tümünden daha sevimli oldu. Vallahi Sen’in memleketinden daha fazla nefret ettiğim bir memleket yoktu. Fakat şimdi Sen’in memleketin bana memleketlerin tümünden daha sevimli oldu! Sen’in atlıların beni yakaladığında ben umreye gidiyordum. Şimdi ne yapmamı tavsiye edersin?” dedi.

Rasûlullah (s.a.v) ona, İslâm’a girmekle çok büyük hayırlar kazandığı müjdesini verdiler ve yarım kalan umresini tamamlamasını emrettiler.

Mekke’ye geldiğinde biri ona:

“–Dininden çıkıp başka bir dine mi geçtin?” dedi. O da:

“–Hayır, lâkin Allah Rasûlü’nün maiyyetinde Allah Teâlâ’ya teslim oldum, Müslüman oldum. Hayır, vallâhi, Rasûlullah Efendimiz izin verinceye kadar Yemâme’den size bir buğday tanesi dahî gelmeyecek!” dedi. (Müslim, Cihâd, 59)

Hâlbuki Kureyş, her türlü erzak ve ihtiyaçlarını hep Yemâme’den alırdı. O günden sonra açlık ve kıtlığa düşen Mekkeliler şaşkınlık içinde Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e mürâcaat ettiler. Allah Rasûlü (s.a.v) de, Sümâme’ye mektup yazarak ticâretine devam etmesini söylediler.[19]

Hâlbuki o müşrikler, üç yıl boyunca müslümanları açlık içinde kıvrandırmışlardı! Ama Allah Rasûlü (s.a.v) âlemlere rahmet olarak gönderilmişti.

 

 

 

 

Kimseye Zarar Verme! / 44

Câbir bin Abdullah (r.a) şöyle buyurur:

“Bir defasında biri Mescid-i Nebevî’den geçti. Yanında oklar vardı. Rasûlullah (s.a.v) ona:

«‒Temrenlerinden tut (da kimseye dokunmasın!)» buyurdular.” (Buhârî, Salât, 66; Müslim, Birr, 120-123)

Temren, ok, kargı gibi âletlerin ucundaki sivri demire denir.


 

Mescid’i Süpürmek / 45

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle anlatır:

“Bir zenci adam veya kadın Mescid-i Şerîf’i süpürürdü. Günün birinde vefât etti. Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) onu göremeyince ne olduğunu sordular. Ashâb-ı kirâm:

«‒Vefât etti» dediler. Efendimiz (s.a.v):

«‒Bana vefâtını haber vermeli değil miydiniz? Haydin kabrini bana gösterin!» buyurdular.

Ondan sonra kabrinin başına varıp cenâze namazını kıldılar.” (Buhârî, Salât, 72)

Rasûlullah (s.a.v) namazdan sonra şöyle buyurdular:

“−Bu kabirler, orada yatanlar için karanlık doludur. Allah Teâlâ, üzerlerine kılacağım namaz sebebiyle kabirlerini aydınlatır.” (Müslim, Cenâiz 71; Ahmed, II, 388)

Ashâb-ı kirâm bu garip insanın vefâtını haber vermek sûretiyle Efendimiz’e zahmet vermek istememişlerdi. Nitekim bir rivâyete göre:

“‒Kaylûle yapıyordunuz ve oruçtunuz, size zahmet vermek istemedik!” demişlerdir.

Mescid’i temizleyen bu mübarek sahabi gibi Allah Rasûlü’nün bizzat kendilerinin de Mescid-i Nebevî’yi süpürdükleri rivayet edilir:

Yâkub ibn-, Zeyd’den nakledildiğine göre Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Mescid’in tozlarını hurma dalıyla temizlerdi. (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, I, 349/4019)

Câmilerde görülen çeri çöpü ve kırıntıları alıp dışarı atmak, Allah’ın evlerini temiz tutmak, çok faziletli bir amel-i sâlihtir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“…İbrahim ve İsmail’e: «Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim’i temiz tutun!» diye emretmiştik.” (el-Bakara, 125)

“Bir zamanlar İbrahim’e Beytullah’ın yerini hazırlamış ve (ona şöyle demiştik): Bana hiçbir şeyi eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rükû ve secdeye varanlar için evimi temiz tut!” (el-Hac, 26)

Bilhassa Haremeyn-i Şerîfeyn’de bu âyet-i kerimeleri hiçbir zaman unutmamak îcâb eder.

Mescid’i Kirletmek Günahtır / 46

Ebû Ubeyde b. Cerrâh (r.a) bir gece Mescid’e tükürmüştü. Sonra onu toprağa gömüp üzerini örtmeyi unuttu. (Çünkü o zaman Mescid’de halı yoktu, zemini kum idi. Bu sebeple herhangi bir tükürük gördüklerinde üzerini toprakla örtüveriyorlardı.) Ebû Ubeyde (r.a) evine dönünce tükürüğün üzerini örtmediğini hatırladı. Hemen ocaktaki ateşten meşʻale gibi ucu yanan bir odun aldı ve Mescid’e geldi. Ateşin verdiği ışıkla tükürüğü aradı, onu bulup toprağa gömdü ve:

“Bu gece bana bir günah yazmayan Allah’a hamd olsun!” dedi. (İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, I, 512)

Yani Mescid’e tükürüp onu olduğu gibi bırakma günahından kurtulduğu için Allah’a hamd etti. Zira Mescid’e tükürmek günahtır, keffâreti ise o gün için tükürüğün toprağa gömülmesi, bugün için ise güzelce temizlenmesidir. Sadece tükürük değil câmileri her türlü kirden korumak îcâb eder. Câmide görülen çeri çöpü alıp dışarı atmak da ecre nâil olmaya sebeptir.

 

 

Şiirle Cihâd / 47

Hz. Ömer (r.a) bir gün Mescid’e girmişti. Allah Rasûlü’nün şâiri Hassân ibn-i Sâbit’in orada şiir okuduğunu gördü. Bundan pek hoşlanmayarak ona dik dik baktı. Hassân (r.a) da:

“‒Bu Mescid’de senden daha hayırlı biri bulunduğu hâlde ben şiir inşâd ederdim!” dedi. Sonra Ebû Hüreyre’ye dönüp:

“–Allah aşkına söyle, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in:

«‒Hassân! Rasûlullah (s.a.v) adına (Kureyş kâfirlerine) cevap ver! İlâhî, onu Rûhü’l-Kuds (Cibrîl) ile teyîd eyle!» buyurduğunu işittin mi?” diye sordu. O da:

“‒Evet, işittim!” dedi. (Bkz. Buhârî, Salât, 68, Edeb, 91)

Rasûlullah (s.a.v) Hassân için Mescid’de bir minber kurdurur, o da minberin üstüne çıkıp kâfirleri hicvederdi.[20] Bu da onun cihâdı idi ve son derece tesirli idi. Nitekim Nebiyy-i Ekrem Efendimiz:

“Müşriklere karşı mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihâd ediniz!” buyurmuşlardır. (Ebû Dâvud, Cihâd, 17/2504; Nesâî, Cihâd, 1, 48)

Bâtılla uğraşan şâirleri ve bu yöndeki şiiri zemmeden (yeren) âyetler nâzil olduğunda, meşhur şâirlerden Kâʻb ibn-i Mâlik (r.a), Allah Rasûlü’ne gelip:

“–Allah Teâlâ bildiğiniz gibi şiir hakkında bazı âyetler indirdi, bu hususta ne buyurursunuz?” demişti.

Rasûlullah (s.a.v) ona:

“–Mü’min, kılıcı ve diliyle cihâd eder. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizin dilinizle düşmana attığınız sözler, tıpkı ok atmak gibidir, onları bölüp parçalar” buyurdular. (Bkz. Ahmed, III, 456; VI, 387)

Dil ile cihat, sadece şiire mahsus değildir. İslâm’ı yaymak ve müdafaa etmek için dil ile yapılan her türlü faaliyet dil ile cihattır.

 

 

 

Cihada Hazırlık / 48

Hz. Âişe (r.a) yemin ederek başından geçen şu hatırayı nakleder:

Habeşîler Mescid’de harbeleriyle oyun oynuyorlardı. Rasûlullah (s.a.v) de Hz. Âişe’nin odasının kapısında durmuş onları izliyordu. Âişe validemizi de onların oyunlarını seyredebilsin diye arkasına gizlemiş ve elbisesini üzerine örtmüştü. Âişe (r.a), Allah Rasûlü’nün omzunun üzerinden kimseye görünmeden Mescid’deki oyunları izliyordu. (Buhârî, Salât, 69)

Harbelerle, yani kısa mızraklarla oyun, boş bir oyun değildir. Bizim kılıç kal­kan oyunu, cirit oyunu gibi din düşmanlarına karşı silâh kullanmakta mahâret kazanmak ve idman yapmak için oynanır. Düşmana karşı hazırlık sayıldığı için mubah olmuş, hattâ câmide bile oynanmasına cevaz verilmiştir. Bu rivayetten, günümüzde gençlerin oynaması gereken oyunların lüzumsuz şeyler değil de harp gücünü artırıcı oyunlar olması gerektiği anlaşılıyor.

 

 

Mescid’in Genişletilmesi / 49

Hayber’in fethinden sonra sahabe-i kirâmın sayısı çoğalınca Mescid’in genişletilmesine ihtiyaç duyuldu. Mescid’in yanında bir zâtın evi vardı. Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Kim Cennet’te bir eve sahip olma karşılığında bu evi satın alarak Mescid’i genişletir?” buyurdular.

Hz. Osman (r.a) hemen orayı satın alarak Mescid’e hibe etti. (Ahmed, I, 59)

Rasûlullah (s.a.v) Cennet’eki bu evi önce mal sahibine teklif etmişlerdi, ancak o biraz yavaş davrandı. Bunun üzerine Osman (r.a) hemen ona koşarak:

“–Bu yer karşılığında sana on bin dirhem!” dedi. O da kabul etti. Osman (r.a) orayı satın alıp Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e geldi ve:

“–Yâ Rasûlallah, Ensârîden satın aldığım o yeri benden satın al!” dedi.

Allah Rasûlü (s.a.v) de orayı, Cennet’te lütfedilecek bir ev karşılığında satın aldı. (Taberânî, el-Muʻcemü’l-kebîr, I, 196; Heysemî, IX, 86)

Bu genişletme neticesinde Mescid yaklaşık 50 x 45 metre oldu. Tavan yüksekliği de 1,75 cm’den 3,5 m’ye çıkarıldı.

Allah Rasûlü (s.a.v) Mescid’in ilk arsasını Hz. Ebû Bekir’in malıyla alarak onu bu büyük hayra ortak etmişti. Şimdi de Hz. Osman bu muazzam hayırdan nasibini aldı.

 

 

 


 

Heyet / 50

Mescid-i Nebevî sayısız heyet ağırlamış, binlerce insanın hidayet anına şahitlik etmiştir. Temsilciler İslâm’ı burada öğrenip kabilelerine öğretmek üzere dönmüşlerdir.

İbn-i Abbâs (r.a) şöyle buyurur:

“Abdü’l-Kays kabîlesinin heyeti (Bahreyn taraflarından) Nebiyy-i Muhterem Efendimiz’in huzûruna geldikleri zaman Allah Rasûlü (s.a.v):

«‒Siz kimlerdensiniz?» yahut «‒Nerenin heyetisiniz?» diye sordular. Onlar da:

«‒Biz Rebîa kabîlelerindeniz» dediler.

Efendimiz (s.a.v):

«‒Hoş geldiniz. (Allah sizi) utandırmasın, pişman etmesin!» buyurdular. Bunun üzerine onlar:

«‒Yâ Rasûlâllah, biz sana yalnız haram aylarda gelebiliriz. Malumunuz aramızda kâfir olan Mudar kabîlesinden şu cemâat vardır. O halde bize öz olarak bir şeyler emredin de geride kalanlarımıza haber verelim ve o sebeple de Cennet’e girelim» dediler.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e içkileri (veya içki kaplarını) da sordular.

Rasûlullah (s.a.v) onlara dört şey emretti, dört şeyden de nehyetti. Onlara yalnız Allah’a îmân etmelerini emrettikten sonra:

«‒Bilir misiniz yalnız Allah’a îmân etmek ne demektir?» diye sordular. Onlar:

«‒Allah ve Rasûlü daha iyi bilir» dediler. Efendimiz (s.a.v):

«‒Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namazı ikâme ve zekâtı edâ etmek, Ramazan orucunu tutmak, ganîmetin beşte birini vermektir» buyurdular.

Aynı şekilde onları dört şeyden, yâni Hantem, Dubbâ’, Nakîr, Müzeffet (Mukayyer) ismini verdikleri kaplara hurma veya üzüm şırası koymaktan nehyettiler. Nihâyetinde Efendimiz (s.a.v) onlara:

احْفَظُوهُنَّ وَأَبْلِغُوهُنَّ مَنْ وَرَاءَكُمْ

«‒Bu sözlerimi ezberleyiniz ve geride bıraktığınız kabilenize ve sizden sonra gelecek nesillerinize tebliğ ediniz!» buyurdular.” (Buhârî, Îmân, 40)

Abdülkaysoğulları kabilesi, Bahreyn dolaylarında yaşayan bir Arap kabilesiydi. Mekke fethinden az evvel yola çıkan bu heyet, Medine’ye varınca, bir an evvel Allah Rasûlü’nü görmek, eline ayağına yüz sürmek için Mescid-i Nebevî’ye koştular. Fakat reisleri olan Eşecc (r.a) onlar gibi davranmadı. Devesini bağlayıp en güzel elbisesini çıkardı. Yıkanıp temizlendikten sonra onu giydi ve Allah Rasûlü’nün huzuruna öyle geldi. Onun bu hâli Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in hoşuna gitti.

Eşecc’in takdire şâyan ikinci bir hali daha görüldü. Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, Abdülkaysoğullarına:

“‒Kendiniz ve kavminiz adına bana bîat ediyor musunuz?” diye sorunca herkes:

“‒Evet, ediyoruz” dediler.

O zaman Eşecc (r.a) söz alarak kendi adlarına bîat edeceklerini, fakat kavimleri adına bu sözü veremeyeceklerini söyledi. Geri dönüp giderken kendileriyle birlikte kavimlerini dine dâvet edecek bir mürşid gönderilmesini teklif etti. Bu mürşidin dâvetine uyanların artık kendilerinden olacağını, İslâm’ı kabul etmeyenlerle de savaşacaklarını ifade etti.

Onun bu sözlerini Rasûlullah (s.a.v) pek beğendiler ve kendisine:

“‒Sende Allah’ın sevdiği iki haslet vardır: Yumuşak huyluluk ve ihtiyatkârlık” buyurdular.[21]

O zaman Eşec:

“‒Bu hasletler bende eskiden beri mi vardı, yoksa yeni mi ortaya çıktı?” diye sordu.

Rasûlullah (s.a.v):

“‒Eskiden beri vardı” buyurunca, Eşec (r.a):

“‒Beni sevdiği iki husûsiyetle yaratan yüce Allah’a hamd ederim” dedi. (Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb 149/5225; Ahmed, IV, 205)

 

 

 

Tek Başına Bir Heyet / 51

Enes ibn-i Mâlik (r.a) şöyle anlatır:

“Bir defasında Nebiyy-i Muhterem Efendimiz’le birlikte oturduğumuz esnâda deve üstünde biri gelip devesini Mescid’in kapısında çökerttikten sonra bağladı. Ondan sonra:

«‒Hanginiz Muhammed’dir?» diye sordu.

Nebiyy-i Mükerrem Efendimiz ashâbı arasında dayanmış oturuyorlardı.

«‒İşte dayanmış olan şu beyaz zâttır» dedik. Adamcağız:

«‒Ey Abdü’l-Muttalib’in oğlu!» diye hitâb etti. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

«‒Seni dinliyorum» buyurdular.

«‒Ben sana bazı şeyler soracağım. Amma suallerim biraz sert ve ağır olacak, gönlün benden incinmesin!» dedi.

Nebiyy-i Efham Efendimiz (s.a.v):

«‒Aklına geleni sor!» buyurdular.

«‒Sen’in ve Sen’den evvelkilerin Rabbi aşkına söyle, bütün insanlara Sen’i Allah mı gönderdi?» dedi. Allah Rasûlü (s.a.v):

«‒Evet» buyurdular.

«‒Allah aşkına söyle, bir gün bir gece içinde beş vakit namaz kılmayı sana Allah mı emretti?» dedi.

«‒Evet» buyurdular.

«‒Allah aşkına söyle, senenin şu mâlûm ayında oruç tutmayı sana Allah mı emretti?» dedi.

«‒Evet» buyurdular. Yine:

«‒Allah aşkına, şu mâlûm olan sadakayı zenginlerimizden alıp fukarâmıza dağıtmayı sana Allah mı emretti?» dedi. Nebiyy-i Muhterem Efendimiz buna da:

«‒Evet» buyurunca adamcağız:

«‒Sen ne getirdiysen ben ona îmân ettim. Ve ben kavmimin geride kalanlarına da elçiyim. Ben, Saʻd ibn-i Bekr kabîlesinden Dımâm bin Saʻlebe’yim» dedi.” (Buhârî, İlim, 6)


Mescid’e Giren İfrit / 52

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle anlatır:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) bir gün şöyle buyurdular:

«‒Cin tâifesinden bir ifrit dün gece namazımı bozdurmak için ansızın bana hücûm etti. Lâkin Allah Teâlâ (beni gâlip getirip) ona istediğimi yapmaya fırsat verdi. Sabah olunca hepiniz onu görüp seyredesiniz diye Mescid’in direklerinden birine bağlamak istedim. Fakat kardeşim Hz. Süleyman’ın: “Yâ Rab, bana mağfiret et ve benden sonra kimseye olmayacak bir mülkü bana bağışla!”[22] demiş olduğu hatırıma geldi (de ifriti, âciz, zelil ve hakîr olmuş vaziyette geri gönderdim)».” (Buhârî, Salât, 75, Enbiyâ, 40; Müslim, Mesâcid, 39)

İfrît, şeytanların iyice habîs, şerir, kurnaz ve faâl olanlarına denir. Süleyman (a.s) bu duası neticesinde onlara hükmeder, hepsini emrinde çalıştırırdı. Rasûlullah (s.a.v) onun, kendisinden başka kimseden olmayacak bir yetki sahibi olma arzusuna saygı göstererek ifriti bağlamaktan vazgeçti.


 

Baştan Sona Her Şey / 53

Mescid-i Nebevî, çok kıymetli ilim meclislerine sahne olmuş, kıyamete kadar meydana gelecek olayların bilgisi orada insanlığa aktarılmıştır.

Hz. Ömer (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) içimizde ayağa kalkıp Minber’e çıktılar ve yaratılışın başlangıcından Cennet ehli menzillerine, Cehennem ehli de menzillerine girinceye kadar her şeyi bizlere ha­ber verdiler. Bu anlatılanları ezberleyen ezberledi, unutan da unuttu.” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 1. Bkz. Buhârî, İlim, 24)[23]

Bu konuyla ilgili Huzeyfe (r.a) şöyle der:

“Rasûlullah (s.a.v) bir hutbe îrâd ederek o günden kıyâmete kadar olacak her şeyden bahsettiler. Onu belleyen belledi, unutan da unuttu. Allah Rasûlü’nün haber verdiği ve fakat unutmuş olduğum o şeylerden biri vukûa gelince, öylesine canlı hatırlıyorum ki tıpkı, kişinin gördüğü bir şahsın yüzünü, o şahıs yokken hatırlamadığı hâlde bilâhare karşılaşınca hemen tanıyıvermesi gibi.” (Buhârî, Kader, 4; Müslim, Fiten, 23; Ebû Dâvûd, Fiten, 1/4240)

 

 

Ellerinden Tutarak / 54

Allah Rasûlü (s.a.v) bir gün Mescid’e girmişlerdi. Bir tarafında Hz. Ebû Bekir (r.a) diğer tarafında da Hz. Ömer (r.a) vardı. Efendimiz (s.a.v) onların ellerini tutmuş, şöyle buyuruyorlardı:

“Kıyâmet günü biz böyle diriltileceğiz.” (Tirmizî, Menâkıb, 16/3669)

 


 

Namaz Münâcâttır / 55

Namaz müncâttır, Allah Teâlâ ile baş başa yapılan husûsî bir görüşmedir. Bu sebeple namaz esnasında maddî ve mânevî temizliğe riayet etmek ve şuurlu davranmak lâzımdır.

Enes (r.a) şöyle buyurur:

“Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) bir gün kıble duvarında tükürük gördüler. Bu, kendilerine o kadar giran geldi ki, üzüldükleri mübârek yüzlerinden belli oldu. Kalktılar ve mübârek elleriyle onu kazıyıp temizlediler. Sonra şöyle buyurdular:

«‒Her biriniz namaza durduğunda Rabbine münâcâtta bulunur. Rabbi kendisiyle kıblesi arasındadır. O halde hiçbiriniz kıblesine karşı tükürmesin! Mecbur kaldığında ya sol tarafına, ya (sol) ayağının altına tükürsün!»

Sonra elbiselerinin ucunu tuttular, içine tükürüp dürdüler ve:

«‒Veya böyle yapsın!» buyurdular.” (Buhârî, Salât, 33)

Ebû Hüreyre ile Ebû Saîd de aynı hadîsi rivâyet etmişlerdir. Ancak onların rivâyetinde;

“Sağ tarafına da tükürmesin!” ziyâdesi vardır. (Buhârî, Salât, 34)

O dönemde mescidlerde halı, kilim ve benzeri yaygılar bulunmayıp zemin kumla kaplı idi. Bu sebeple İslâm’a yeni giren insanların zaman zaman buralara tükürdüğü oluyordu. Toprak zemine tükürmek mecburiyetinde kalındığında sol tarafa tükürüp hemen onu ayakla örterek ortadan kaldırmak gerekir.

O esnada yanında mendil olmadığı için Rasûlullah (s.a.v) elbisesinin ucuna tükürmüşlerdi. Böyle yapmak, yere tükürmekten daha hafif bir şeydir. Zira bunun zararı başkasına değil, tükürmek mecburiyetinde kalan kişinin kendisinedir. Ama kişinin yanında mendili olursa ona tükürmesi daha doğru olur.

 


 

Şaşırtıcı Bir Hâdise / 56

Ebû Hüreyre (r.a) şu şaşırtıcı hatırasını anlatır:

“Bir gün bedevînin biri Mescid’in kenarında durup bevletmeye (küçük abdest bozmaya) başladı. İnsanlar hemen onu engellemek istediler. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

«‒Bırakın (işini görsün)! Sonra bevlinin üzerine bir kova su dökün! Zira siz zorluk çıkarmak için değil, kolaylık göstermek için gönderildiniz!» buyurdular.” (Buhârî, Vudû’, 58)

Diğer bir rivayete göre yaşlık isabet eden toprak kazılıp dışarı atıldıktan sonra yerine bir kova su dökülmesi fermân buyrulmuştur. (Ebû Dâvud, Tahâret, 136/381)

Başka bir rivâyete göre Efendimiz (s.a.v) bedevîyi huzuruna çağırıp:

“‒Bu mescidler ne bevil ne de başka pislik içindir. Bu gibi şeylerin mescitlerde bulunması uygun olmaz. Buralar Allah Teâlâ’nın zikri ile namaz ve Kur’ân kıraati içindir” buyurmuşlardır. (Müslim, Tahâret, 100)


 

Cibrîl Kapısı / 57

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Hendek Harbi’nden muzafferen dönüp silâhını bıraktığı ve yıkandığı vakit Cibrîl (a.s) gelerek (bugünkü Cibril Kapısı’nın olduğu yerde durdu) ve Allah Rasûlü’ne:

“‒Silâhını bıraktın mı? Vallâhi biz onu bırakmadık! Onların üzerine yürü!” buyurdu.

Efendimiz (s.a.v):

“‒Nereye?” diye sordular. Cibrîl (a.s):

“‒Şuraya!” diye Benî Kurayza’ya işâret etti. Allah Rasûlü de onların üzerine sefere çıktılar. (Buhârî, Meğâzî, 30)

Enes ibn-i Mâlik (r.a): “Rasûlullah (s.a.v) Kurayza Oğulla­rı’na sefer ettiklerinde Cibrîl’in beraberindeki melekler alayının Ganm Oğulları sokağından geçerken yükselttikleri tozu bugün bile hâlâ görür gibiyim!” demiştir. (Buhârî, Meğâzî, 30)

Rasûlullah (s.a.v) ve ashâbı takım takım Kurayza Oğulları yurduna gittikleri esnâda meleklerin de Cibrîl (a.s)’ın kumandasında kâfile hâlinde oraya hareket ettikleri anlaşılıyor.

 

 

Mescid’de Tedâvi / 58

Hz. Âişe (r.a) şöyle anlatır:

Saʻd ibn-i Muâz (r.a) Hendek gününde pazusundan yaralanmış, kolundaki ana damar kesilmişti. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) yakından ziyâret edebilmek için (ona mahsus) bir çadır kurdurdular. Mescid’de (ve hemen yanı başında) Benû Gıfâr’dan bazı kimselere âit bir çadır daha vardı. İşte bu Gıfârîler kendi hallerinde oturup dururken bir de bakmışlar ki, kendilerine doğru kan akıp geliyor:

«‒Sizin tarafınızdan bize doğru gelen bu kan nedir?» dediler. Meğer Saʻd’ın yarası akıp dururmuş. İşte Saʻd bu yara sebebiyle vefât etti.” (Buhârî, Salât, 77)

Hz. Âişe (r.a) diğer bir rivayette şöyle der:

“Saʻd ibn-i Muâz, Hendek Gazvesi sırasında kol damarından yaralanmıştı. Rasûlullah (s.a.v) onun için mescide bir çadır kurdurdu. Maksadı, onu daha sık ve yakından ziyâret etmek, onunla ilgilenmekti.” (Buhârî, Megâzî, 30)

 

 


 

Gariplerin Barınağı / 59

Yine Mescid’e kurulan başka bir çadırla ilgili hatırasını Hz. Âişe (r.a) şöyle anlatır:

“Arap kabîlelerinden birinde siyah bir câriye vardı ki, âzâd edildiği halde yine o kabîle ile beraber ikâmet ediyordu. Bir gün bana şu hâdiseyi anlattı:

«‒Yanlarında kaldığım kabileden, üzerinde kırmızı sırımlardan yapılmış bir gerdanlık bulunan küçük bir kızcağız (gelin) çıktı. Bir ara gerdanlığı üzerinden çıkardı veya gerdanlık üzerinden düştü. Gerdanlık yerde dururken oraya bir çaylak geldi ve onu et parçası zannederek kapıp kaçtı. Gerdanlığı çok aradılar ancak bulamadılar. Bunun üzerine beni hırsızlıkla ithâm ettiler.»

Her tarafı aramaya başlamışlar, hattâ cariyenin ön tarafını bile aramışlar. Câriye sözlerine şöyle devam etti:

«‒Vallâhi ben onlarla beraber ayakta durup beklerken çaylak gelip gerdanlığı attı. O da tam ortalarına düştü:

“‒İşte beni itham ettiğiniz şey! Siz onu benim çaldığımı söylediniz, hâlbuki ben berîyim. İşte o, aradığınız gerdanlığın ta kendisi!” dedim.»

O siyah câriye, Allah Rasûlü’ne gelip müslüman oldu. Mescid-i Şerîf’in bir kenarında ona mahsus bir kıl çadır veya küçük bir oda vardı. Yanıma gelir ve benimle sohbet ederdi. Ne zaman yanıma otursa mutlaka:

«‒Yevmü’l-Vişâh (Gerdanlık günü), Rabbimizin hayret verici işlerinden biridir.

Şüphesiz ki O, beni küfür diyarından kurtardı» derdi. Bir gün ona:

«‒Nedir bu hâlin? Ne zaman benimle otursan mutlaka bunu söylüyorsun!» dedim.

Bunun üzerine bana yukarıdaki kıssayı anlattı.” (Buhârî, Salât, 57, Menâkıbu’l-Ensâr, 26)

Çaylağın değerli gerdanlığı tekrar getirmesi normal bir şey değildir. Bu hârikulâde hâdiseyle kızcağız hem kavmin elinden kurtulmuş hem de bu vesileyle küfürden kurtulup imanla şereflenmiştir. Bunun için bu olayı her zaman minnet ve şükürle hatırlamaktadır.

 

 

Mescid’de Uyumak / 60

Sehl ibn-i Saʻd (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullah (s.a.v) bir gün ciğerpâresi Fâtımatü’z-Zehrâ’nın hânesini teşrîf ettiler. Hz. Ali’yi evde bulamadılar. Hz. Fâtıma’ya:

«‒Amcanın oğlu nerede?» diye sordular. Fâtıma (r.a):

«‒Aramızda bir şey geçti, birbirimize darıldık. O da gündüz uykusunu benim yanımda uyumadı» cevabını verdi.

Rasûlullah (s.a.v) birine:

«‒Bak bakalım o nerede?» buyurdular. O kişi gidip geldi ve:

«‒Yâ Rasûlâllah, Mescid’de uyuyor» diye haber getirdi.

Rasûlullah (s.a.v) Mescid’i teşrîf ettiler. Baktılar ki, Hz. Ali (r.a) yan tarafına yatmış, ridâsı bir yanından sıyrılmış ve vücûduna biraz toprak yapışmış. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v):

«‒Ebû Türâb, kalk! Ebû Türâb, kalk!» diyerek onun üzerinden toprağı silmeye başladılar.” (Buhârî, Salât, 58, Edeb, 113)

Hz. Osman da, yüksek tevâzuunun bir göstergesi olarak halifeyken bile, Mescid’de yalnız başına bir örtüye bürünerek yatardı.[24]

Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle demiştir:

“Hz. Osman’ı Mescid’de kaylûle yaparken (öğle uykusu uyurken) gördüm. O vakit Osman (r.a) halîfe idi. O uykudan kalkar, kum ve çakılların izleri yanlarında görülürdü. İnsanlar, «Bu Mü’minlerin Emîri’dir, bu Mü’minlerin Emîri’dir» derlerdi. (Ahmed, ez-Zühd, s. 127)

 

 

Sesinizi Yükseltmeyin! / 61

Nuʻmân ibn-i Beşir (r.a) anlatıyor:

Allah Rasûlü’nün Minber’i yanında duruyordum. Bir adam:

“–Ben müslüman olduktan sonra başka bir amelde bulunmasam bile aldırmam, ancak hacılara su dağıtmam hâriç!” dedi.

Bir diğeri:

“–Ben de müslüman olduktan sonra başka bir iş yapmasam buna hiç ehemmiyet vermem, ancak Mescid-i Haram’ı imâr edip bakımını yapmam ve hizmetinde bulunmam hâriç!” dedi.

Bir üçüncüsü de:

“–Allah yolunda cihâd, söylediklerinizden daha üstün bir ameldir” dedi.

Ömer (r.a) onlara müdahale ederek konuşmaktan menetti ve:

“–Allah Rasûlü’nün Minber’i yanında sesinizi yükseltmeyin! Bugün Cuma’dır. Namazı kılınca ben Allah Rasûlü’nün huzuruna çıkar, ihtilâf ettiğiniz mes’eleyi sorarım” dedi.

Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmeleri indirdi:

“Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram’ı îmâr etmeyi (hizmetinde bulunmayı), Allah’a ve âhiret gününe iman edip de Allah yolunda cihâd edenlerin yaptığıyla bir mi tutuyorsunuz? Hâlbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zâlimler topluluğunu hidayete erdirmez. İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihâd edenler, rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır.” (et-Tevbe, 19-20) (Müslim, İmare, 111)

 


 

Minber’den Ötelere Bakış / 62

Rasûlullah (s.a.v) Mûte’ye bir ordu hazırlayıp gönde­rirken, bu orduya Zeyd bin Hârise’yi başkumandan tayin etmişlerdi. Zeyd şehîd düşerse yerine Câfer bin Ebî Tâlib geçsin, o da şehîd düşerse Abdullah bin Revâha kumandayı ele alsın, o da şehîd düşerse ordu münasip gör­düğü birini kendine kumandan seçsin buyurmuşlardı.

Mu’te’de iki ordu karşı karşıya gelince, Rasûlullah (s.a.v) Medîne’de Minber’i üze­rine oturmuşlar, Medine ile Şâm arası mesafe kendilerine açılmış, askerin muha­rebesini açıktan görerek üç kumandanın arka arkaya şehîd düştüklerini ve en sonunda Hâlid’in kumandayı ele alıp zafere ulaştığını sahâbîlerine haber vermişlerdir.

Enes ibn-i Mâlik (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) bir hutbe îrâd ettiler ve şöyle buyurdular:

«Şu anda İslâm sancağını Zeyd eline aldı ve vuruldu. Son­ra sancağı Caʻfer aldı ve o da vuruldu. Sonra sancağı Abdullah bin Revâha aldı, o da şehîd edildi. Sonra sancağı emîr tâyîn edilmeksi­zin Hâlid ibn-i Velîd aldı ve ona fetih müyesser kılındı. Onların bizim yanı­mızda olması, beni (veya) onları sevindirmezdi! (Zira onlar şu anda şehidlere lûtfedilen nimetlerin hayal ötesi ihtişâmını gördüler.)»

Bu esnâda Allah Rasûlü’nün mübârek gözlerinden yaşlar boşanıyordu.” (Buhârî, Cihâd, 183)

Ömrü boyunca Allah Rasûlü’nden hiç ayrılmayan, sekiz yaşında ir çocukken anne-babasının yanına bile gitmeyen Zeyd (r.a), şehitlik söz konusu olunca hayatta en sevdiği insanı bırakıp Allah’ın huzûruna gitmiştir.

 

 

Cebrâîl (a.s)’ın Ziyareti / 63

Ebû Osman şöyle anlatır:

“Bana şöyle haber verildi: Bir gün Hz. Cibrîl, Rasûlullah Efendimiz’in yanına geldi. Bu esnâda Efendimiz’in yanında hanımı Ümmü Seleme vardı. Cebrâîl (a.s) Allah Rasûlü ile biraz konuştuktan sonra kalkıp gitti. Nebiyyullâh (s.a.v) Ümmü Seleme’ye:

«−Bu kimdir?» diye sordular veya buna benzer bir şey söylediler. Ümmü Seleme (r.a):

«−Bu, Dıhye’dir» dedi.

Daha sonra Ümmü Seleme (r.a):

«−Allah’a yemin ederim ki, Allah Rasûlü’nün hutbede Cibrîl ile aralarındaki konuşmadan bahsettiğini işitinceye kadar hâlâ o gelen kişinin Dıhye olduğunu zannediyordum» dedi.”

Süleyman ibn-i Tarhân der ki: “Ebû Osman’a:

«−Sen bu hadîsi kimden işittin?» diye sordum.

«−Üsâme bin Zeyd’den işittim» dedi.” (Buhârî, Menâkıb, 25, IV, 185)

 

 

Tökezleyerek Girdiler / 64

Büreyde (r.a) şöyle anlatır:

Rasûlullah (s.a.v) bize hutbe îrâd ediyorlardı. O esnâda Hasan ile Hüseyin (r.a) geldiler. Üzerlerinde kırmızı (çizgili) gömlek vardı. Yürüyor, zaman zaman da tökezleyip yere düşüyorlardı. Rasûlullah (s.a.v) hemen Minber’den indiler, onları kucaklayıp götürerek önlerine koydular. Sonra da şöyle buyurdular:

“–Cenâb-ı Hak şöyle buyurmakla ne kadar doğru söylemiş:

«Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükâfat ise Allah’ın katındadır.» (et-Teğâbun, 15)

Bu iki çocuğa baktım, yürürken tökezleyip yere düştüklerini görünce, sabredemeyip konuşmamı kestim ve hemen onları tutup kaldırdım.” Sonra hutbelerine devam ettiler. (Tirmizî, Menâkıb, 30/3774. Krş. Ebû Dâvûd, Salât, 225-227/1109)

 

 

 

 

Torunlar Mescid’de / 65

Ebû Bekre (r.a) şöyle anlatır:

“Allah Rasûlü’nü Minber’de gördüm, yanında Hz. Hasan vardı. Bazen halka, bazen de Hasan’a yöneliyor ve:

«Benim bu oğlum seyyiddir (efendidir)! Ümîd ediyorum ki Allâh Teâlâ, bununla müslümanlardan iki muazzam topluluğun arasını ıslâh edecektir!» buyuruyorlardı.” (Buhârî, Sulh, 9, Menâkıb, 25; Fedâilu’l-Ashâb, 22; Ahmed, V, 44)

Efendimiz’in torunlarıyla ilgili diğer bir hatırayı da Ebû Hüreyre (r.a) anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte yatsı namazı kılıyorduk. Efendimiz (s.a.v) secdeye varınca Hz. Hasan ile Hüseyin sıçrayıp sırtına bindiler. Başını kaldırdığında onları arkasından rıfkla yumuşak bir şekilde alıp yere koydular. Secdeye vardığında tekrar bindiler. Namaz bitinceye kadar böyle devam etti. Efendimiz (s.a.v) namazı bitirdikten sonra onları dizine oturttular. Yanlarına vardım ve:

«−Yâ Rasûlallah! İsterseniz onları evlerine götüreyim!» dedim.

O esnâda (mucizevî olarak) bir şimşek çaktı. Efendimiz (s.a.v) onlara:

«−Haydi, annenize gidin!» buyurdular.

Çocuklar eve girinceye kadar şimşeğin ışığı parlamaya devam etti. (Ahmed, II, 513; Hâkim, III, 183/4482)

Çocuklarımıza camiyi sevdirmeli ve onları cemaate alıştırmalıyız. Bunu yaparken de onlara öncelikle câminin mânâsını ve âdâbını öğretmeli ve onlara câmideyken sâhip çıkmalıyız. Câmiyi kirletmelerine ve namaz kılan insanları rahatsız etmelerine fırsat vermemeliyiz.

 

 

Dedenin Sırtında / 66

Ebû Bekre (r.a) şöyle buyurur:

“Allah Rasûlü (s.a.v) insanlara namaz kıldırıyorlardı. Hasan bin Ali de, secdeye vardıklarında sıçrayıp Efendimiz’in sırtına çıkıyordu. Hasan (r.a) bunu defâlarca yaptı. Ashâb-ı kirâm, Efendimiz’e:

«‒Vallâhi siz, hiç kimseye yaptığınızı görmediğimiz bir şeyi buna yapıyorsunuz!» dediler.

Rasûlullah (s.a.v):

«‒Benim bu oğlum seyyiddir. Allah Teâlâ onunla Müslümanlardan iki grubun arasını ıslâh eyleyecek!» buyurdular.”

Râvî Hasan Basrî Hazretleri şöyle buyurur:

“Vallâhi, vallâhi Hasan (r.a) başa geçtikten sonra, onun hilâfeti devrinde bir şişe bile kan akıtılmadı.” (Ahmed, V, 44)

Abdullah ibn-i Şeddâd (r.a) babasından şöyle nakleder:

“Rasûlullah (s.a.v) Akşam ve Yatsı’nın birinde yanımıza geldiler. Hasan veya Hüseyin’den birini taşıyorlardı. Allah Rasûlü (s.a.v) öne geçip çocuğu yere bıraktılar. Sonra tekbir getirip namaza durdular. Sonra namaz esnâsında uzunca bir secde yaptılar. Secde çok uzadığı için başımı kaldırıp baktım. Bir de ne göreyim, Rasûlullah (s.a.v) secdedeyken çocuk sırtına binmiş! Hemen secdeme geri döndüm. Rasûlullah (s.a.v) namazı bitirince insanlar:

«–Ey Allah’ın Rasûlü! Namaz esnâsında öyle uzun bir secde yaptınız ki, bir şey oldu veya Siz’e vahiy geliyor zannettik!» dediler.

Efendimiz (s.a.v):

«–Bunlardan hiçbiri olmadı. Lâkin oğlum sırtıma bindi. Ben, acele edip hevesi geçmeden sırtımdan indirmeyi uygun görmedim (kendisi ininceye kadar bekledim)» buyurdular.” (Nesâî, İftitah, 82, no: 1139)

 

 

 

 

İstiğfar Talebi / 67

Sahâbî anneler, evlatlarının devamlı Mescid’de ve Allah Rasûlü’nün dizinin dibinde olmasını isterlerdi.

Huzeyfe (r.a) bu konudaki ibretli bir hatırasını şöyle anlatır:

“Bir gün Annem bana:

«–Rasûlullah Efendimiz’le en son ne zaman görüştün?» diye sordu. Ben de:

«–Birkaç günden beri O’nunla görüşemedim» dedim.

Annem buna çok kızdı ve beni fenâ hâlde azarladı. Ben de:

«–Dur kızma! Hemen Allah Rasûlü’nün yanına gideyim, onunla beraber akşam namazını kılayım ve O’ndan benimle senin için istiğfar edivermelerini talep edeyim!» dedim.

Efendimiz’in yanına vardım. Onunla birlikte akşam namazını kıldım. Efendimiz yatsıya kadar nâfile namaz kıldılar. Yatsıyı kıldıktan sonra Mescid’den ayrıldılar. Ben de peşlerini takip ettim. Ayak sesimi işitince:

«‒Bu kim, Huzeyfe mi?» buyurdular.

«‒Evet» dedim.

«‒İhtiyacın nedir, Allah seni ve anneni mağfiret eylesin!» buyurdular. Sonra şöyle devam ettiler:

«‒Şu anda bana bir melek geldi ki daha evvel yeryüzüne hiç inmemişti. Bana selâm vermek ve Fâtıma’nın Cennet ehli kadınlarının, Hasan ile Hüseyn’in de Cennet ehli gençlerinin efendisi olduklarını müjdelemek için Rabbinden izin istemiş!».” (Tirmizî, Menâkıb, 30/3781; Ahmed, V, 391-392)

 

 

 

Mescid’deki Oyuncaklar / 68

Rubeyyi’ bint-i Muavviz (r.a) diyor ki:

“…Biz Aşûre orucu tutardık. Küçük çocuklarımıza da tuttururduk. Mescid’e gider çocuklara yünden oyuncaklar yapardık. Onlardan biri yiyecek için ağladığında bu oyuncağı verir, onu iftar vaktine kadar oyalardık.” (Buhârî, Savm, 47; Müslim, Sıyâm, 136)

Mescid sahâbî çocuklar için tam bir eğitim yuvası idi.

 

 

Temeli Takvâ / 69

Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şöyle der:

“Hanımlarından birinin odasında iken Allah Rasûlü’nün yanına vardım ve:

«–Yâ Rasûlallah! Bu iki mescidden hangisi takvâ üzere tesis edilen mesciddir?” diye sordum.

Allah Rasûlü (s.a.v) yerden bir avuç çakıl taşı alıp onu yere vurdular ve Medine Mescidi’ni kastederek:

“–O, şu mescidinizdir” buyurdular. (Müslim, Hac, 514)

Diğer rivayette şu ilave de vardır:

“–Bununla birlikte onda (Mescid-i Kubâ’da) da pek çok hayırlar vardır.” (Tirmizî, Salât, 124/323)

 

 


 

Önce Mescid’e / 70

Kâʻb ibn-i Mâlik (r.a) şöyle der:

“Rasulullah (s.a.v) seferden gündüz duhâ vakti dönerlerdi. Medine’ye geldiklerinde ise önce Mescid’e uğrar, iki rekât namaz kılar, sonra da orada bir müddet otururlardı.” (Müslim, Müsâfirîn, 74; Ahmed, III, 455)

 


 

Ganimet Yığını / 71

Enes (r.a) şöyle buyurur:

“Allah Rasûlü’ne Bahreyn’den mal (haraç) getirilmişti. «Mescid’e dökün!» buyurdular. Bu mal Allah Rasûlü’ne getirilen malların en çoğu idi. Rasûlullah (s.a.v) namaza çıktılar, o mala dönüp bakmadan geçtiler. Namazı bitirdikten sonra gelip (malın başına) oturdular. Her kimi gördülerse (ondan bir miktar) verdiler. O esnâda Abbâs (r.a) huzûruna gelip:

«‒Yâ Rasûlâllâh, bana da ver. Çünkü ben (Bedir’de) kendim için de, Akîl için de fidye vermiştim» dedi. Rasûlullah (s.a.v) ona:

«‒Al!» buyurdular. Hz. Abbâs avuç avuç elbisesinin içine doldurdu. Sonra kaldırmaya davrandı, ama kaldıramadı.

«‒Yâ Rasûlâllah birine emretseniz de (sırtıma yüklemek için) kaldırıverse!» dedi. Efendimiz (s.a.v):

«‒Olmaz!» buyurdular.

«‒Öyleyse siz kaldırıp sırtıma yükleyiverin!» dedi. Efendimiz (s.a.v) yine:

«‒Olmaz!» buyurdular. Bunun üzerine Abbâs (r.a) birazını döktükten sonra yine kaldırmaya davranıp:

«‒Yâ Rasûlâllâh, birine emretseniz de kaldırıverse!» dedi. Efendimiz (s.a.v):

«‒Olmaz!» buyurdular. Abbâs (r.a):

«‒Bâri siz kaldırıverin!» dedi. Efendimiz (s.a.v) yine:

«‒Olmaz!» buyurdular.

Abbâs (r.a) birazını daha döktü. Sonra kaldırıp omzuna attıktan sonra yürüyüp gitti. Rasûlullah Efendimiz, onun hırsına olan taaccüplerinden dolayı gözümüzden kayboluncaya kadar hep arkasından bakıp durdular. Rasûlullah (s.a.v), o maldan bir dirhem bâkî oldukça oradan kalkmadılar.” (Buhârî, Salât, 42)

Bu hâdisenin, hicrî sekizinci yılının sonlarına doğru olduğu hesap ediliyor.

 

 

Yeni Gelen Hükümler 72

Hz. Âişe (r.a) şöyle anlatır:

“Bakara Sûresi’nin (sonlarındaki) fâiz âyetleri nâzil olduğu vakit Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Mescid-i Şerîf’e çıktılar ve bu âyetleri insanlara okuyup sonra şarap ticâretini haram kıldılar.” (Buhârî, Salât, 73)

Diğer bir rivayette Âişe (r.a) şöyle buyurur:

“Bakara Sûresi’nin son âyetleri indiği zaman, Efendimiz (s.a.v) Mescid’e çıktılar ve:

«Şarâb ile alâkalı ticâret yapmak haram kılındı!» buyurdular.” (Buhârî, Büyû, 105)

 


 

Zü’l-Huleyfe’de İhrâm / 73

Abdullah bin Ömer (r.a) şöyle buyurur:

“Bir kişi Mescid’de ayağa kalkıp:

«‒Yâ Rasûlallâh, nerede ihrâma girip telbiye getirmeye başlayalım?» diye sordu.

Rasûlullah (s.a.v):

«‒Medîne ahâlîsi Zü’l-Huleyfe’den, Şam ahâlîsi Cuhfe’den, Necid ahâlisi Karn’dan (îtibâren) ihrâma girip telbiye getirsin!» buyurdular.”

Abdullâh ibn-i Ömer (r.a); “Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in:

«Yemen ahâlîsi Yelemlem’den (îtibâren) ihrâma girip telbiye getirsin!» buyurduklarını da söylüyorlar.” dedi.

Yine İbn-i Ömer (r.a):

“Allah Rasûlü’nün bu son cümlesini (işittim ama) anlayamadım!” derdi. (Buhârî, İlim, 52)

 

 

Allah Rasûlü’nün Yanında Sükûnet / 74

Kur’ân-ı Kerîm’den; “Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin!..”[25] âyeti nâzil olduğunda Sâbit ibn-i Kays (r.a) evinde oturup ağlamaya başladı.

Rasûlullah (s.a.v), Sâbit’i bir müddet göremeyince nerede olduğunu sordular. Orada bulunanlardan biri:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben onun yerini biliyorum!” dedi ve hemen gidip onu evinde oturmuş, başı önünde ağlıyor vaziyette buldu.

“–Neyin var, (niye ağlıyorsun)?” diye sordu. O da:

“–Sorma, şer var! Sesim, Allah Rasûlü’nün sesinin üstüne çıkıyordu, bütün amellerim boşa gitti, cehennemlik oldum” cevâbını verdi.

Sahâbî, Sâbit’in bu sözlerini Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e haber verdi. Efendimiz:

“–Ona git ve söyle, sen Cehennemlik değil, bilâkis Cennetliksin!” buyurdular. (Buhârî, Menâkıb 25, Tefsîr 49/1; Müslim, Îmân 187)

Ebû Bekir (r.a); “Hayattayken de vefât ettikten sonra da Allah Rasûlü’nün yanında ses yükseltilmez!” buyurmuştur.[26]

Mescid-i Nebevî’ye girip çıkarken sükûnete dikkat etmek, gürültü çıkaracak hareket ve konuşmalardan sakınmak gerekir.

 

 

Tâif Heyeti / 75

Tâif’te yaşayan Sakîf kabilesi, Mekke’nin fethinden sonra işlerinin giderek zorlaştığını, etraflarının müslümanlar tarafından kuşatıldığını ve neredeyse nefes alamayacak duruma geldiklerini görüyorlardı. Kendilerini ve mallarını emniyete almak için 9. senenin Ramazan’ında Medîne’ye bir heyet gönderdiler. Allah Rasûlü (s.a.v) o esnada Tebük’ten dönmüşlerdi.

Rasûlullah (s.a.v), Sakîf heyetini, kalpleri yumuşasın diye, mescidde misâfir ettiler.[27] Temsilciler, geceleyin okunan Kur’ân-ı Kerîm’i, ashâbın teheccüd namazında okuduğu sûreleri ve müslümanların beş vakit namazlarında saf oluşlarını seyrediyorlardı.[28]

Sakîf heyeti namazdan affedilmeleri şartıyla îmân ve itaat edeceklerini bildirdiler. Allah Rasûlü (s.a.v), onların bu tekliflerini:

“Rükûsuz (namazsız) bir dinde hayır yoktur” diyerek reddettiler. (Ebû Dâvûd, Harâc, 25-26/3026; Ahmed, IV, 218)

Sakîf kabilesi temsilcileri, Allah Rasûlü ile kendi aralarında gerçekleşen anlaşmayla ilgili barış ve yazı işleri tamamlandığı zaman, orada bulunan Rabbe (Lât) putunun üç sene müddetle yıkılmayıp bırakılmasını talep ettiler. Allah Rasûlü (s.a.v) onların bu dileklerini kabul etmediler. Sakif temsilcileri:

“−İki sene tehir et!” dediler. Rasûlullah yine kabul etmediler.

“−Bir sene tehir et” dediler. Allah Rasûlü (s.a.v) yine kabul etmediler.

“−Tâif’e vardıktan bir ay sonraya tehir et!” dediler. Efendimiz, Rabbe’yi yıkmak için bir vakit tayinine kesinlikle yanaşmadılar.

Temsilcilerin böyle yıkım işinin geri bırakılmasını ısrarla istemeleri, Sakîf halkının bazı mutaassıp kimselerinden korktukları içindi. Onlar, kavimlerini müslüman oluncaya kadar Rabbe (Lât) putunun yıkımıyla heyecana ve korkuya düşürmeyi uygun görmüyorlardı. Çaresiz kalınca, putlarını hiç olmazsa kendi elleri ile yıkmaktan affedilmelerini istediler.

Allah Rasûlü (s.a.v):

“−Olur, ben onu kırmayı ashâbıma emrederim. Putunuzu kendi elinizle yıkmaktan sizi affediyoruz” buyurdular. (İbn-i Hişam, IV, 197; Vâkıdî, III, 967-968)

Put kırılırken Sakîf kabîlesinin kadınları evlerden dışarı çıkıp yas tutarak ağladılar. Fakat İslâm’ın yüceliğini ve ahlâk yapısını öğrendikçe, hepsi de hâlis birer müslüman olup putların isimlerinden bile nefret ettiler.

Böylece, Allah Rasûlü’nün, Tâiflilerin zulüm ve düşmanlıklarına rağmen onların hidâyeti için yapmış olduğu duâları, Hak katında makbûl oldu.

Sakîf temsilcilerine İslâm’ın farzları ve ahkâmı öğretildi. Rasûlullah (s.a.v), Ramazân’ın kalan kısmında oruç tutmalarını da onlara emrettiler. Bilâl-i Habeşi, onların sahur ve iftar yemeklerini yanlarına götürürdü.[29]

Allah Rasûlü (s.a.v), kendisine gelen heyetlerle sabah-akşam ne zaman müsâit olursa gidip görüşür, meselelerini uzun uzun konuşurlardı. Sakîf heyetiyle de mûtad olarak her yatsı sonu buluşan Allah Rasûlü (s.a.v), bir keresinde ayakta konuşmaları bir hayli uzadığı için zaman zaman vücûdunun yükünü bir ayağına bindirerek diğerini dinlendirme ihtiyâcı hissetmişlerdi.[30]

Sakîf temsilcilerinden Evs bin Huzeyfe (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) bir gece yatsıdan sonra uzun müddet yanımıza gelmediler:

«–Yâ Rasûlallâh! Yanımıza gelmekte niçin geç kaldınız?» diye sorduk. Allah Rasûlü (s.a.v):

«–Her gün Kur’ân’dan bir hizb okumayı kendime vazîfe edinmişimdir. Bunu yerine getirmedikçe, gelmek istemedim» buyurdular.

Sabaha çıkınca ashâb-ı kirâma:

«–Siz Kur’ân’ı nasıl hizipleyip okursunuz?» diye sorduk. Onlar:

«–Biz sûreleri, ilk üçünü bir hizb, sonra devâmındaki beş sûreyi ikinci bir hizb, daha sonra sırayla yedi, dokuz, on bir ve on üç sûreyi birleştirerek birer hizb yaparız. En son olarak da Kâf Sûresi’nden sonuna kadar mufassal sûreleri bir hizb yaparak Kur’ân-ı Kerîm’i (yedi kısımda) okuruz» dediler.” (Ahmed, IV, 9; İbn-i Mâce, Salât, 178)

 

 

 

Gıyâbî Cenaze Namazı / 76

Hicretin 9. senesi Recep ayı içinde iken, Habeş Necâşîsi Ashama vefât etti. Allah Rasûlü (s.a.v), arada deniz bulunduğu ve karadan da günlerce gidilecek mesâfe olduğu hâlde Necâşî’nin vefâtını hemen o gün ashâbına haber verdiler ve:

“–Uzak bir beldede ölen kardeşinizin cenâze namazını kılınız!” buyurdular.

Sahâbîler:

“−Yâ Rasûlallâh! Kimdir o?” diye sorduklarında, Efendimiz (s.a.v):

“–Necâşî Ashama’dır! Bugün Allah’ın sâlih kulu Ashama öldü! Kardeşiniz için Allah’tan mağfiret dileyiniz!” buyurdular ve gıyâben cenâze namazını kıldırdılar. (Müslim, Cenâiz, 62-68; Ahmed, III, 319; IV, 7)

Sonradan Necâşî’nin gerçekten tam da Allah Rasûlü’nün haber verdikleri o gün vefât ettiği öğrenildi.

 

 

Bir Aylık Hasret / 77

Abdullah ibn-i Abbâs (r.a) şöyle anlatır:

Allah Teâlâ’nın, haklarında “Eğer ikiniz de Allah tevbe ederseniz ne iyi, çünkü ikinizin de kalpleri eğildi…”[31] buyurduğu vâlidelerimizin kimler olduğunu Hz. Ömer’e sormayı çok istiyor, bunun için fırsat kollayıp duruyordum. Nihayet onunla birlikte hacca gittim. Bir ara Ömer (r.a) yoldan ayrılıp bir yere saptı. Ben de elimde deriden bir su kabı olduğu hâlde onunla birlikte yoldan ayrıldım. Ben kenarda beklerken Hz. Ömer kuytu bir yerde tuvaletini yaptı. Yanıma gelince kaptan su döktüm, abdest aldı. Ben:

“–Ey Mü’minlerin Emîri! Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in zevcelerinden o iki kadın kimdir ki, Allah Teâlâ onlar için «Eğer ikiniz de Allah’a tevbe ederseniz ne iyi, çünkü ikinizin de kalpleri eğildi…» buyurmuştur?” diye sordum.

Ömer (r.a) bana:

“–Hayret ederim sana ey İbn-i Abbâs! Onlar Hafsa ile Âişe’dir” dedi.

Sonra Hz. Ömer hâdiseyi şöyle anlattı:

“–Ben Ensâr’dan bir komşum ile beraber Benû Umeyye bin Zeyd yurdunda oturuyordum. Bu yurt Medine’nin Avâlî denilen semtindedir. Allah Rasûlü’nün yanına nöbetleşe inerdik. Bir gün o iner, bir gün ben inerdim. Ben indiğim zaman o gün vahiy ve diğer şeylere dâir ne öğrenirsem gelir komşuma anlatırdım. O da indiği zaman böyle yapardı.

Biz Kureyş topluluğu, kadınlara hâkim insanlardık. Medine’ye Ensâr’ın yanına geldiğimizde bir de gördük ki onların kadınları erkeklerine gâlip geliyor. Derken bizim kadınlarımız, Ensâr kadınlarının edebinden almaya başladılar. Bir gün ben hanımıma kızdım; o da bana cevap verdi. Ben onun bana söz yetiştirip cevap vermesinden hoşlanmadım ve kendisini azarladım. Bunun üzerine o:

«–Benim sana karşı mırıldanmamı niçin münasip görmüyorsun? Vallahi Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in zevceleri bile ona karşı mırıldanıyorlar ve birisi o gün geceye kadar Efendimiz’in yanına uğramıyor!» dedi.

Hanımımın bu sözleri beni ürküttü:

«–Onlardan kim bunu yaparsa perîşân olur; büyük günâh işlemiş olur» dedim.

Sonra giyindim ve kızım Hafsa’nın yanına gittim. Ona:

«–Hafsa! Sizden biri bütün gün tâ geceye kadar Allah Rasûlü’ne dargınlık eder mi?» dedim. O:

«–Evet» dedi. Ben:

«–O kadın perîşân olmuş ve zarar etmiştir. Siz, Rasûlü’nün öfkesinden dolayı Allah’ın size öfkelenmesinden emîn misiniz? Bakın, bu yüzden helâk olursunuz! Sen Allah’ın Rasûlü’nden çok isteklerde bulunma, ona cevap yetiştirme yarışına girişme, darılıp ondan ayrı durma! Bir ihtiyâcın olursa benden iste! Sakın arkadaşın (Hz. Âişe)’nin, Allah Rasûlü’ne senden daha güzel ve daha sevgili olması seni aldatmasın!» dedim.

Biz o günlerde: «Gassânlılar bize karşı sefere çıkmak için atlarını nallatıyorlarmış» diye havadis alıyorduk. Arkadaşım kendi nöbetinde Allah Rasûlü’nün yanına gitti ve yatsı vaktinde döndü. Kapımı şiddetle vuruyor bir taraftan da acelesinden:

«–Bu adam uyuyor mu, nerede kaldı?» diyordu.

Ben korktum ve hemen kapıya çıktım. O:

«–Çok mühim bir hâdise vukû buldu » dedi. Ben:

«–Nedir o; Gassânîler mi saldırdı?» dedim.

«–Hayır, fakat ondan daha büyük ve daha mühim, Rasûlullah (s.a.v) hanımlarını boşamışlar!» dedi. Ben:

«Hafsa kaybetti ve ziyana uğradı. Ben yakında böyle bir şey olacağını biliyordum» dedim. Elbisemi giyip gittim ve Efendimiz’le beraber sabah namazını kıldım. Rasûlullah (s.a.v), hurma kütüğünden merdiveni olan ve birkaç basamakla çıkılan kendisine ait bir meşrubeye girdiler ve orada yalnız kaldılar. (Meşrübe: Yerden biraz yüksekçe küçük bir oda, kiler veya sadece oda mânâsınadır.)

Ben Hafsa’nın yanına girdim, baktım ki ağlıyor.

«–Seni ağlatan nedir? Ben seni îkâz etmemiş miydim? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) sizleri boşadı mı?» dedim. Hafsa:

«–Bilmiyorum. O işte şu meşrubede» dedi.

Bunun üzerine Mescid’e çıktım ve Minber’in yanına geldim. Gördüm ki, Minber’in etrafında bir takım kimseler var, bazıları da ağlıyor. Yanlarında biraz oturdum. Sonra içimdeki sıkıntı sebebiyle yerimde duramayıp Efendimiz’in bulunduğu meşrubenin yanına geldim. Efendimiz’in siyah hizmetçisine:

«–Ömer için izin isteyiver!» dedim.

İçeri girdi, Efendimiz’le konuştu. Sonra çıktı ve:

«–Arzunu Efendimiz’e ulaştırdım, ancak bir şey söylemediler» dedi.

Oradan ayrıldım, Mescid’de Minber’in yanındaki topluluğun yanına oturdum. Sonra yine duramadım, hizmetçinin yanına geldim. Önceki sözlerini aynen tekrar etti. Ben yine Minber’in yanındaki topluluğun yanına oturdum. Sonra yine vicdanımda hissettiğim şey bana galebe çaldı. Tekrar hizmetçinin yanına gelip:

«–Ömer için izin isteyiver!» dedim.

Hizmetçi önceki sözünü tekrar etti. Ben de döndüm, giderken baktım, hizmetçi beni çağırıyor:

«–Rasûlullah (s.a.v) sana izin verdi» dedi.

Bunun üzerine huzur-u âlîlerine girdim. Baktım ki, Rasûlullah (s.a.v) bir hasır üzerine yatmışlar, mübarek vücutlarıyla hasır arasında bir döşek yok, hasırın örgüleri vücutlarına iz yapmış! Hurma lifiyle doldurulmuş deriden bir yastığa yaslanmışlardı. Kendilerine selâm verdi. Sonra ayakta:

«–Hanımlarınızı boşadınız mı?» dedim. Mübarek gözlerini bana doğru kaldırarak:

«–Hayır» buyurdular.

Sonra ben yine ayakta, kendilerine yaklaşıp gönüllerine ferahlık vermeye hazırlık mâhiyetinde:

«–Yâ Rasûlallah! Başıma gelenleri bir bilseydin! Biz Kureyş topluluğu kadınlara gâliptik. Sonra öyle bir kavmin yanına geldik ki, kadınları onlara galebe çalıyor» diye hanımımla aramdaki hâdiseyi anlattım.

Ben bunu söyleyince Rasûlullah (s.a.v) tebessüm ettiler. Sonra ben şöyle dedim:

«–Yâ Rasûlallah! Hafsa’nın yanına girdiğimi bir görseydin! Ona; “Sakın arkadaşının Efendimiz’e senden daha güzel ve daha sevgili olması seni aldatmasın!” dedim.»

Rasûlullah (s.a.v) bir daha tebessüm ettiler. Efendimiz’in tebessüm ettiklerini görünce hemen oturdum ve gözümü kaldırıp odasının içine baktım. Vallahi içerde tabaklanmayı bekleyen üç hayvan derisinden başka kıymet verilecek hiçbir eşya yoktu. Bunun üzerine:

«–Yâ Rasûlallah! Allah Teâlâ’ya duâ etseniz de ümmetinize genişlik verse! Çünkü Allah’a ibâdet etmedikleri hâlde Farslara ve Romalılar’a genişlik verilmiş, kendilerine pek çok dünyalık ihsan edilmiştir» dedim.

Bunu söyleyince Rasûlullah (s.a.v) yaslanmış oldukları yerden doğruldular ve:

«–Sen şüphe içinde misin ey Hattâb oğlu?! Onlar karşılıkları ve nasipleri dünya hayâtında peşin verilip geçiştirilen insanlardır» buyurdular. Ben de:

«–Yâ Rasûlallah, benim için istiğfar ediverin!» dedim.

İşte Hafsa, Âişe’ye Efendimiz’in sırrını açıkladığı zaman, Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) hanımlarından ayrılıp inzivaya çekilmişlerdi. (Çünkü hanımlarını memnun etmek için Rasûlullah (s.a.v) helâl olan bir şeyi kendilerine yasaklamış, Cenâb-ı Hak da; «Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin haram kılıyorsun?» diye itâbda bulunmuş, onu azarlamıştı.[32]) Cenâb-ı Hak itâbda bulununca Rasûlullah (s.a.v) çok üzüldüler, hanımlarına son derece kırılıp küstüler ve: «Bir ay yanlarına girmeyeceğim!» buyurdular. Yirmi dokuz gün geçince Rasûlullah (s.a.v) Hz. Âişe’nin yanına girdiler ve görüşmeye onunla başladılar. Âişe (r.a):

«–Yâ Rasûlallah! Siz bizim yanımıza bir ay girmemeye yemîn etmiştiniz. Hâlbuki biz yirmi dokuzuncu gecenin sabahındayız. Ben bu günleri tek tek sayıyorum?» dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):

«–Ay bazen yirmi dokuz olur, işte bu ay da yirmi dokuz oldu» buyurdular.”

Hz. Âişe dedi ki:

“Müteakiben muhayyer kılma âyeti[33] indirildi. Rasûlullah (s.a.v) ilk olarak benimle başladılar ve şöyle buyurdular:

«–Sana bir durumdan bahsedeceğim. Cevap hususunda acele etme! Anne babanla istişare edip sonra karar ver!»

Âişe (r.a):

«–Kesinlikle biliyorum ki, annem babam Siz’den ayrılmamı istemezler!» dedi.

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:

«–Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Ey Nebî, zevcelerine şunu söyle: Eğer siz dünyâ hayâtını ve onun zînetini istiyorsanız gelin size boşama bedellerinizi vereyim hepinizi güzellikle salıvereyim. Yok, eğer Allah’ı, Rasülü’nü ve âhiret yurdunu istiyorsanız, haberiniz olsun ki Allah içinizden güzel hareket edenlere pek büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (el-Ahzâb, 28-29)»

Ben de:

«–Ben bunun hakkında mı ebeveynime danışacağım? Ben elbette Allah’ı, Rasûlü’nü ve âhiret yurdunu isterim!» dedim.”

Sonra Rasûlullah (s.a.v) bütün kadınlarını böyle muhayyer kıldılar; onlar da hep Hz. Âişe’nin dediği gibi söylediler. (Buhârî, Mezâlim, 25, Nikâh, 83; Müslim, Talâk, 34)

 

 

Mescid’den Gelen Ses / 78

Âişe (r.a) şöyle anlatır:

Rasulullah (s.a.v) evimde teheccüde kalktılar. Mescid’de namaz kılan Abbâd ibn-i Abdullah’ın sesini duydular ve:

“–Ey Âişe, bu Abbâd’ın sesi mi?” buyurdular. Ben de:

“–Evet” dedim.

Bunun üzerine:

“–Allah’ım Abbâd’a merhamet eyle!” diye dua ettiler. (Buhârî, Şehâdât, 11)

 

 

 

Kabrime Uğrarsın! / 79

Rasûlullah (s.a.v) Muâz bin Cebel’i Yemen’e bazı vazifeler için gönderirken, onunla birlikte çıkarak kendisine bazı tavsiyelerde bulundular. Muâz (r.a) binek üzerinde gidiyor, Rasûlullah (s.a.v) de yanında yürüyorlardı. Tavsiyeleri bitince:

“–Ey Muâz! Herhalde bu seneden sonra benimle bir daha görüşemezsin! Umulur ki şu Mescid’ime ve kabrime uğrarsın!” buyurdular.

Muâz (r.a), Allah Rasûlü’nün firâkıyla hıçkıra hıçkara ağlamaya başladı.

(Efendimiz (s.a.v):

“‒Yüksek sesle ağlama ey Muâz! Zîrâ feryâd ederek ağlamak şeytandandır.” buyurdular.)

Sonra dönüp mübârek yüzünü Medîne-i Münevvere’ye doğru çevirerek şöyle buyurdular:

“–İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olurlarsa olsunlar, Allâh’a karşı takvâ sâhibi olan müttakîlerdir.” (Ahmed, V, 235; Heysemî, IX, 22)

Rasûlullah (s.a.v) vefat etikten sonra Hz. Muâz’ın ağlayarak onun kabrine gelişine Ömer (r.a) şahit olmuştur:

Hz. Ömer bir gün Allah Rasûlü’nün Mescid’ine gitmişti. Orada Muâz bin Cebel’i gördü. Efendimiz’in kabri yanında oturmuş ağlıyordu. Ömer (r.a) ona:

“–Niçin ağlıyorsun?” diye sordu. Muâz (r.a) şu cevâbı verdi:

“–Allah Rasûlü’nden işitmiş olduğum bir hadîs-i şerîf sebebiyle ağlıyorum. Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardı:

«Şurası muhakkak ki riyânın (gösterişin) azı dahi şirktir. Kim Allah’ın velî kuluna düşmanlık ederse şüphesiz Allah’a karşı harp ilan etmiş olur. Allah Teâlâ’nın itaatkâr, takva sahibi ve halktan uzak duran kendi hâlinde öyle kulları vardır ki Yüce Rabbimiz gerçekten onları sever. Onlar görünmedikleri zaman aranmazlar (ehemmiyet verilmedikleri için, yoklukları kimsenin dikkatini çekmez), hazır bulundukları zaman da meclislere çağrılmaz ve tanınmazlar. Kalpleri pırıl pırıl hidayet kandilleridir. Her müşkil meselenin, ağır belânın altından kalkarlar.»” (İbn-i Mâce, Fiten, 16; Hâkim, I, 44)

Hadîs-i şerîfin son cümlesi, “Her göçük ve harâbeden çıkarlar” şeklinde de tercüme edilerek, bu cümlenin, onların yaşadığı meskenlerin basit ve sadeliğinden kinâye olduğu söylenmiştir.

 

 

Ravza-i Mutahhara / 80

Âlimler Ravza-i Mutahhara’nın Cennet bahçelerinden bir bahçe olması mevzuunda ihtilaf etmişlerdir. Tercih edilen görüş:

Ravza-i Mutahhara, aslen Cennet’ten kopmuş bir parçadır ve tekrar oraya dönecektir. Tıpkı Hacer-i Esved gibi.

Cenâb-ı Hak Hz. İbrahim’e ikrâmda bulunarak Hacer-i Esved’i Cennet’ten getirmişti, Allah Rasûlü’nün derecesi daha ulvî olduğu için ona da Ravza’yı lûtfetti.

Âlimler şöyle demişlerdir: Ravza-i Mutahhara’da namaz kılmak, Mescid-i Nebevî’nin diğer yerlerinde namaz kılmaktan daha faziletlidir. Ancak farz namazı ilk safta kılmak, Ravza’da kılmaktan daha faziletlidir.

{

 Habîb ibn-i Amr es-Selemânî şöyle anlatır:

Selemân kabilesi heyetiyle Allah Rasûlü’nün huzûr-i âlîlerine vardık. Biz yedi kişi idik. Allah Rasûlü’ne Mescid’in hâricinde tesadüf ettik. Dâvet edildikleri bir cenazeye gidiyorlardı:

“–es-Selâmu aleyke yâ Rasûlallah!” dedik.

“–Sizin üzerinize de olsun, siz kimlersiniz?” buyurdular.

“–Biz Selemân kabilesindeniz, size İslâm üzere beyʻat etmek için geldik. Arkamızda kalan kavmimizin de temsilcileriyiz” dedik.

Allah Rasûlü (s.a.v) hizmetçileri Sevbân’a döndüler ve:

“–Bu heyeti, heyetlerin misafir kaldığı yere yerleştir!” buyurdular.

Öğle namazını kılınca Minber ile evinin arasına oturdular. Biz kendilerine doğru ilerledik ve namazdan, İslâm’ın hükümlerinden ve rukyeden (okuyarak tedaviden) sorduk. Sonra müslüman olduk. Döneceğimiz zaman her birimize beşer ukiyye verilmesini emrettiler ve beldemize döndük. Bu hâdise 10. senenin Şevval ayında idi. (İbn Saʻd, I, 332)

Rasûlullah (s.a.v) bu heyete:

“–Beldeniz nasıldır?” diye sordular. Onlar da:

“–Kuraktır, Allah’a dua edin de beldemize su ihsân eylesin, biz de vatanımızda kalalım” dediler.

Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Allah’ım, onların diyarını yağmurla sula!” diye dua ettiler. Onlar:

“–Yâ Rasûlallah, elinizi biraz daha kaldırınız! Zira böyle yapmak yağmurun daha fazla yağmasına sebep olur ve daha hoştur” dediler. Rasûlullah (s.a.v) tebessüm buyurdular ve koltuk altındaki beyazlık görünecek kadar mübarek ellerini kaldırdılar.

Habîb ibn-i Amr şöyle devam eder:

“Medine’de üç gün kaldık, Allah Rasûlü’nün ikramları âdeta üzerimize yağıyordu. Sonra huzurlarına gelip vedâlaştık. Bize hediye verilmesini emrettiler ve her birimize beşer ukıyye verdiler. Bilâl (r.a) bizden özür dileyerek:

«–Bugün yanımızda fazla mal yok! (Bu kadar verebildik)» dedi. Heyettekiler:

«–Bu verdiğiniz ne kadar çok ve hoş!» dediler.

Sonra beldemize geldik ve Rasûlullah Efendimiz’in dua ettikleri gün ve saatte oraya yağmur yağmış olduğunu gördük.” (Ebû Nuaym, Delâlü’n-nübüvve, I, 449)

 


 

Selâm Vermeyecek misiniz? / 81

Abdülaziz es-Sadefî şöyle anlatır:

“Heyetimiz Allah Rasûlü’ne geldiler. On küsur kişiydiler. Develerine binmişler, üzerlerinde izâr ve ridâları vardı. Allah Rasûlü’ne, evi ile Minber’i arasında tesadüf ettiler ve selam vermeden oturdular. Efendimiz (s.a.v):

“–Siz müslüman mısınız?” buyurdular. Onlar:

“–Evet” dediler. Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Selâm vermeyecek misiniz?” buyurdular. Onlar da hemen ayağa kalkıp:

“–es-Selâmu aleyke eyyühe’n-Nebiyyü ve rahmetullâh!” dediler.

Rasûlullah (s.a.v):

“–Ve aleykümü’s-selâm, oturun!” buyurdular. Onlarda oturdular ve Allah Rasûlü’ne namaz vakitlerini sordular. O da kendilerine bu vakitleri öğretti. (İbn Saʻd, I, 329)

 

 

Yahûdilere Tebliğ / 82

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle nakleder:

“Biz Mescid’de bulundu­ğumuz bir esnâda Rasûlullah (s.a.v) yanımıza çıkageldi ve:

«‒Haydi, yürüyün, yahûdilerin yanına gidelim!» buyurdular.[34]

Bunun üzerine O’nunla birlikte oradan çıkıp Beytü’l-Midrâs’a[35] vardık.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz ayağa kalkıp onlara:

«‒Ey Yahûdî topluluğu! Müslüman olun selâmete erin!» diye nidâ buyurdular. Onlar:

«‒Tebliğ ettin ey Ebü’l-Kâsım!» dediler.

Allah Rasûlü (s.a.v):

«‒Ben de zâten sizin bu şâhitliğinizi istiyordum! Müslüman olun selâmete erin!» buyurdular. Onlar yine:

«‒Tebliğ ettin ey Ebü’l-Kâsım!» dediler.

Allah Rasûlü (s.a.v) onlara:

«‒Ben de zâten sizin bu şâhitliğinizi istiyordum!» buyurdular ve üçüncü kez aynı şekilde nidâ ettiler. Sonra da şöyle buyurdular:

«‒Şunu iyi bilin ki, yeryüzü ancak Allah’a ve Rasûlü’ne âiddir. Ben sizi bu topraklardan çıkarıp sürmek istiyorum. Kimin yanında taşıyamayacağı bir malı varsa onu satsın! Aksi takdirde iyi bilin ki yeryüzü ancak Allah’a ve Rasûlü’ne âiddir!».” (Buhârî, İʻtisâm, 18, İkrâh, 2, Cizye, 6; Müslim, Cihâd, 61)

 

 

 

Şimdi Şu Kapıdan… / 83

Cerîr ibn-i Abdullah (r.a) Yemen’deki Becîle kabilesinin reisiydi. Orada müslüman oldu ve hicretin 10. senesinde kabilesinden 150 kişiyle Medîne’ye geldiler. Cerîr (r.a) Medîne’ye yaklaşınca devesini çökertti. Heybesinden temiz elbisesini çıkarıp giyindi, sonra da Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) hutbe okurlarken Mescid-i Nebevî’ye girdi. Cerîr içeri girince ashâb-ı kirâm ona dikkatle bakmaya başladılar. O da yanına oturduğu sahâbîye:

“‒Kardeşim, Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz benden bahsettiler mi?” diye sordu. O sahâbî:

“‒Evet, biraz önce senin hakkında çok güzel şeyler söylediler. Hutbe okurlarken de senden bahisle:

«‒Şimdi şu kapıdan Yemen’in en hayırlı insanlarından biri girecek. Yüzü de melek gibi güzeldir» buyurdular” dedi.

Cerîr ibn-i Abdullah (r.a) bunları anlattıktan sonra şöyle demiştir:

“‒Bunları işitince, bana verdiği nimetlerden dolayı Allah’a hamdettim.” (Ahmed, IV, 359-360; İbni Huzeyme, Sahîh, III, 150/1798; İbni Hibbân, Sahîh, XVI, 173/7199)

 

 

 

 

 

Hz. Ebû Bekir Kapısı / 84

Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şöyle buyurur:

“Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) (son hastalığında) hutbeye çıkıp:

«‒Allâh Teâlâ bir kulunu dünya ile kendi katında olan (âhiret nimetleri) arasında muhayyer bıraktı. O da Allah katında olanları tercih etti!» buyurdular.

Bu söz üzerine Ebû Bekir (r.a) ağlamaya başladı. Ben kendi kendime: «Allah Teâlâ’nın, bir kulu dünya ile kendi katında olan (âhiret nimetleri) arasında muhayyer bırakmasında, onun da Allah katında olanları ihtiyâr etmesinde ne var ki, bu güngörmüş yaşlıyı böyle ağlatıyor?» diye düşündüm. Meğer muhayyer bırakılan o kul Allah Rasûlü’nün kendileri imiş! Meğer Ebû Bekir es-Sıddîk hepimizden daha bilgili imiş!

Rasûlullah (s.a.v) Hz. Ebû Bekir’in ağladığını görünce şöyle buyurdular:

«‒Ey Ebû Bekir, ağlama! Sohbet (yâni arkadaşlık) husûsunda da, mâlını bezletme husûsunda da insanların bana en fazla ihsanda bulunanı Ebû Bekir’dir. Ümmetimden birini kendime halîl (dost) edineydim Ebû Bekir’i edinirdim. Lâkin İslâm yüzünden (hâsıl) olan kardeşlik ve sevgi, (şahsî dostluktan efdaldir.) Mescid’de Ebû Bekir’in kapısından başka kapatılmadık hiçbir kapı kalmasın!».” (Buhârî, Salât, 80)

O günlere dair başka bir hatırayı da İbn-i Abbâs (r.a) anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) vefâtı ile hitâma eren hastalığı esnâsında mübârek başını bir bez ile bağlamış olduğu halde Mescid’e çıkıp Minber’e oturdular. Allah’a hamd ü senâ ettikten sonra şöyle buyurdular:

«‒İnsanlar içinde nefsi ve malı îtibâriyle benim üzerimde Ebû Bekir bin Ebî Kuhâfe’den ziyâde iyilik ve ihsânı olan hiç kimse yoktur. İnsanlar içinden bir halîl edineydim, Ebû Bekir’i kendime halîl edinirdim. Lâkin İslâm yüzünden olan dostluk daha efdaldir. Ebû Bekir’in kapısından başka bu Mescid’deki kapıların hepsini tarafımdan kapatınız!».” (Buhârî, Salât, 80)

Efendimiz’in Mescid’i, Mü’minlerin Annelerinden her birine tahsis edilen hüc­reler ve büyük muhâcirlerin evleri ile çevrili idi. Bunların her birinden Mescid’e açılan küçük bir kapı vardı. İşte Hz. Ebû Bekir’in kapısından başka kapatılmaları emredilen kapılar, bu husûsî küçük kapılar idi. Sahâbîler bu istisnâyı, onun halîfe olması gerektiğini gösteren işaretlerden biri olarak kabul etmişlerdir. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.v), odasının kapısından çıktığında hemen Mescid’e girmiş oluyorlardı. Kendisinden sonra Halîfe seçilecek olan Hz. Ebû Bekir’in de aynı şekilde yapması için onun kapısını açık bıraktılar. Zira halife, büyük imamdır, namazları o kıldırır. Camide yapılan vazifelerin çoğu ona aittir.

 

 

Ayakları Sürünerek / 85

Esved ibn-i Yezîd en-Nehaî şöyle anlatır:

Biz bir gün Hz. Âişe’nin yanında idik. Namaza devamlı olmak ve ona tazim etmekten bahsettik. Âişe (r.a) şöyle buyurdu:

“Rasûlullah (s.a.v), vefâtiyle netîcelenen hastalığa tutuldukları zaman, bir defasında namaz vakti gelmiş, ezan da okunmuştu. Efendimiz (s.a.v):

«–Ebû Bekir’e söyleyin de insanlara namaz kıldırsın!» buyurdular. Kendilerine:

«–Yâ Rasûlallah! Ebû Bekir pek yufka yüreklidir. Sizin makâmınızda durup da insanlara namaz kıldıramaz!» denildi.

Allah Rasûlü (s.a.v) önceki emirlerini tekrar buyurdular. Yine kendilerine böyle söylendi.

Üçüncü defa yine o emirlerini tekrarlayıp:

«–Şüphesiz ki siz Yûsuf (a.s)’ın günündeki kadınlar gibisiniz! Ebû Bekir’e söyleyin (diyorum), insanlara namazı o kıldırsın!» buyurdular.

Bunun üzerine Ebû Bekir (r.a) namazı kıldırdı.

Bu namazlardan biri esnâsında Nebiyy-i Ekrem Efendimiz üzerlerinde bir hafiflik hissedip iki kişiye dayanarak Mescid’e çıktılar. Tâkatsizlik sebebiyle yürürken mübârek ayaklarını yerde sürüdükleri hâlâ gözümün önündedir. Ebû Bekir geriye çekilmek istedi. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz:

«–Yerinde dur!» diye işâret buyurdular. Sonra kendisini ileriye götürüp Ebû Bekir’in yanına oturttular.”

Râvî Aʻmeş’e:

“–Nasıl yani, namazı Efendimiz (s.a.v) kıldırıyorlardı da Ebû Bekir O’nun namazına, cemaat de Ebû Bekir’in namazına mı tâbî oluyordu?” diye sordular. A’meş, başı ile “evet” dedi.

Bir rivâyette de:

“Rasûlullah (s.a.v) Ebû Bekir’in soluna oturdular. Ebû Bekir de ayakta namaz kılıyordu” denilmiştir. (Buhârî, Ezân, 39)

Rasûlullah (s.a.v), iki kişiye yaslanarak nama­za çıkmakla, cemaate devam husûsuna ne kadar ehemmiyet verdiklerini ve bu konuda azimeti ruhsata tercih eylemiş olduklarını gösterdiler.

 

 

Efendimiz’le Otururduk / 86

Allah Rasûlü’nün vefat ettikleri hastalıkları esnâsında Hz. Ebû Bekir ile Abbâs (r.a) Ensâr toplantılarından birine uğramışlardı. Ensâr orada ağlıyorlardı. Ebû Bekir veya Abbâs:

“−Niçin ağlıyorsunuz?” diye sordu. Ensâr:

“−Allah Rasûlü’nün bizimle beraber oturdukları zamanları hatırladık, (onu kaybetme korkusuyla ağlıyoruz)!” dediler.

Hz. Ebû Bekir yahut Hz. Abbâs (r.a), Allah Rasûlü’nün yanına girip kendilerine Ensâr’ın teessürünü arzetti. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v), mübarek başlarını siyah bir kumaş kenarıyla sarıp Mescid’e geldiler. Minber’e çıktılar. O günden sonra Rasûlullah (s.a.v) bir daha Minber’e çıkmadılar. Allah’a hamd ve senâ ettikten sonra şöyle buyurdular:

“−Ashâbım, size Ensâr’ı vasiyet ederim. Çünkü onlar, benim cemâatim, sırdaşlarım ve emînlerimdir. Onlar, üzerlerine düşen yardım vazîfesini (Akabe gecesi söz verdikleri gibi) yerine getirdiler. Şimdi (bu vazîfe mukabilindeki) hakları kalmıştır (ki o da Cennet’tir.) Şu halde siz Ensâr’ın iyilik edenlerine teveccüh ve ikrâm ediniz! (Hadler hâricindeki) kusurlarından da vazgeçiniz ve affediniz!” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 11)

 

 


 

Son Hitaplar / 87

Hz. Âişe (r.a) şöyle anlatır:

“Allah Rasûlü’nün hastalığı ağırlaşıp da ağrısı şiddetlendiğinde benim evimde bakılmak üzere hanımlarından izin istediler. Onlar da izin verdiler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v), bir tarafında Abbâs (r.a), diğer tarafında da bir zât olduğu halde ayakları yerde sürünerek çıktılar…

Allah Rasûlü (s.a.v) evime girip de ağrısı şiddetlenince:

«‒Üzerime, bağları çözülmedik yedi kırba su dökün! (Böylelikle) vücûdumda biraz hafiflik bulup belki insanların yanına çıkar, onlara tavsiyelerde bulunabilirim» buyurdular.

Bunun üzerine Efendimiz’i, zevcesi Hafsa’ya âit bir leğen içine oturttuk. O kırbaların suyunu üzerine dökmeye başladık. Nihâyet: «Tamam yeterli!» diye işaret buyurdular. Ondan sonra insanların yanına çıktılar. (Buhârî, Vudû’, 45)

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz böylesine bir beden zaafiyeti hâlinde bile Hâne-i Saâdet’lerinden Mescid’e çıkıp namaz kıldırdılar. Hutbe îrâd ederek muhtelif tavsiye ve nasihatlerde bulundular. Böylece, uhdelerinde bulunan şerefli tebliğ vazifesini en güzel şekilde îfâ ettiler.

 

 

Mescid’deki Feryat / 88

Allah Rasûlü’nün vefâtı üzerine müslümanlar Mescid’de ağlamaya başladılar. Ömer (r.a):

“–Hiç kimsenin «Muhammed öldü!» dediğini duymayayım! Yoksa kılıcımla boynunu vururum! Rasûlullah (s.a.v), Hz. Mûsâ’nın bayıldığı gibi bayılmıştır!” diyerek konuşup duruyordu. Öyle ki çok konuşmaktan ağzı köpürmüştü.

Ebû Bekir (r.a), acı haberi alınca hemen atına binip Medîne’ye geldi. Peygamber Efendimiz’in yüzünü açtı. Sonra üzerine kapandı, ağlayarak mübârek alınlarından öptü ve:

“‒Vallahi, Rasûlullah (s.a.v) vefât etmiş! İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn. (Bizler Allah’a âidiz, Allah’ın kullarıyız ve yine O’na dönücüleriz!) Anam babam, Sana fedâ olsun! Vallahi Allah Sana ölüm acısı iki kere tattırmayacak! Sen bir kere ölmüş ve mukadder olan ölüm geçidini geçmiş bulunuyorsun! Bundan sonra Sen’in için bir daha ölmek yoktur! Vâh benim peygamberim!” dedi.

Sonra eğilip mübârek yüzlerinden öptü. Başını kaldırdıktan sonra:

“‒Vâh benim dostum!” dedi ve eğilip mübârek alınlarından öptü. Tekrar:

“‒Vâh benim güzîdem, seçkinim!” dedi ve yine mubarek alınlarından öptü. Sonra da:

“‒Sen sağ iken de güzeldin, vefâtından sonra da güzelsin! Sen’in sağlığın da vefâtın da ne güzel!” diyerek Allah Rasûlü (s.a.v)’in mübârek yüzlerini örttü ve dışarı çıktı.

Ömer (r.a), hâlâ Efendimiz’in vefât etmediği yönündeki konuşmasını sürdürüyordu. Hz. Ebû Bekir ona:

“–Otur artık ey Ömer!” dedi.

Hz. Ömer onu dinlemedi. Ebû Bekir (r.a), sözünü iki üç kere tekrarladı ve konuşmaya başladı:

“‒Allah Teâlâ, Rasûlü’ne daha aranızda iken vefât haberini vermişti. Sizlerin de (eceliniz gelince) öleceğinizi haber vermiştir. Rasûlullah (s.a.v) vefât etmiştir! Sizlerden de hiç kimse sağ kalmayacaktır. Kim Muhammed’e tapıyor ise bilsin ki, Muhammed (s.a.v) vefât etmiştir. Kim de Allah’a ibâdet ediyorsa, hiç şüphesiz Allah Hayy’dır, ölümsüzdür. Allah Teâlâ:

«Muhammed, bir Rasûl’dür. O’ndan önce de rasûller gelip geçmiştir. Şimdi O, ölür veya öldürülürse, ökçelerinizin üzerinde gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim, böyle geri dönerse, elbette ki Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmaz. Allah Teâlâ, şü­kür ve sebât edenlere mükâfat verecektir.»[36] buyurmuştur.”

İnsanlar bu âyet-i kerimeyi işitince Allah Rasûlü’nün vefât ettiğine artık iyice kanaat getirdiler. Öyle bir feryat kopardılar ki, acı yüklü sesleri Arş’a yükseldi…

İnsanlar o derece şaşkınlığa düşmüşlerdi ki, Ebû Bekir (r.a) okuyuncaya kadar, bu âyetin nâzil olduğunu bilmiyor gibiydiler.

Ömer (r.a) şöyle der:

“Vallahi o güne kadar bu âyeti sanki hiç işitmemiş gibiydim! Onu Ebû Bekir’den dinleyince dehşet içinde kaldım. Ayaklarım beni tutmaz olmuştu. Dizlerimin bağı çözüldü ve bulunduğum yere yığılıverdim.”[37]

 

 

 

Allâh’ın Nebîsi Hayattadır / 89

Ebu’d-Derdâ (r.a) anlatıyor:

Bir gün Rasûlullah (s.a.v):

“‒Cuma günü bana çok salevât getirin! Zira o gün, meleklerin hazır ve şâhid olduğu bir gündür.[38] O gün bir kişi bana salât ettiğinde onun salâtı mutlakâ bana arz edilir. Salevât getirmeyi bırakıncaya kadar bu durum böyle devam eder.” buyurdular. Ben:

“‒Vefâtınızdan sonra da mı?” diye sordum.

Efendimiz (s.a.v):

“‒Evet, vefâtımdan sonra da! Allah Teâlâ peygamberlerin vücutlarını yemeyi yeryüzüne haram kılmıştır. Allâh’ın Nebîsi hayattadır ve dâimâ rızıklandırılır. buyurdular. (İbn-i Mâce, Cenâiz, 65. Bkz. Ebû Dâvûd, Salât 201/1047, Vitir 26)

Allah Rasûlü (s.a.v) vefatından sonra kendisine “Yâ Muhammed!” diye nidâ eden kişiye cevap verir. Nitekim Hz. İsa’nın nüzûlünden bahsettiği hadîsinde şöyle buyururlar:

“…Eğer kabrimin başında durup «Ey Muhammed!» derse ben ona icabet ederim.” (Heysemî, VIII, 211; İbn Hacer, el-Metâlibü’l-âliye, XVIII, 401)

İbrahim bin Beşşâr anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v)’in kabrine varıp selam verdim. Hücre-i Şerife’nin içinden «Ve aleyke’s-selâm» sesini işittim.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, no: 3255)

Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ’nın bir meleği vardır. Ona bütün insanların seslerini işittirir. Ben vefat ettiğimde o melek kabrimin başında durur ve biri bana salâvat getirdiğinde hemen onun ismini ve babasının ismini söyleyerek; «Ey Muhammed! Filan kişi sana salâvat getirdi. Cenâb-ı Hak da onun her salâvatına karşılık on defa salât etti (rahmet ve mağfirette bulundu)» der.” (Heysemî, X, 162)

{

Harre Vakʻası’nın olduğu günlerde Rasûlullah’ın mescidinde üç (gün) ezan okunamadı, kamet getirilip (namaz kılınamadı). Saîd ibn-i Müseyyeb (r.a) Mescid’den ayrılmadı. Bu esnâda namaz vakitlerini Peygamber Efendimiz’in kabrinden duyduğu (ezan) sesinden anlıyordu.[39]

 

 

Bizim İçin İstiğfar Ediver! / 90

Hz. Ali (r.a) Mescid-i Nebevî’de yaşadığı şu anlamlı hatırasını nakleder:

“Allah Rasûlü’nü defnettikten üç gün sonra bir bedevî geldi. Kendini Efendimiz’in kabri üzerine atarak başına toprak saçtı. Bir taraftan da şöyle diyordu:

«‒Ey Allâh’ın Rasûlü! Senin sözlerini dinledik. Sen her şeyi Allâh’tan, bizde senden aldık. Allâh’ın sana indirdikleri arasında:

وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلَّا لِيُطَاعَ بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَلَوْ اَنَّهُمْ اِذْ ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ جَٓاؤُ۫كَ فَاسْتَغْفَرُوا اللّٰهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسُولُ لَوَجَدُوا اللّٰهَ تَوَّابًا رَح۪يمًا

«Biz her peygamberi -Allah’ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer on­lar, ken­di­le­ri­ne zul­met­tik­le­ri za­man sa­na ge­lip de Al­lah’tan mağ­fi­ret di­le­se­ler ve Ra­sûl de on­lar için mağ­fi­ret ta­le­bin­de bu­lun­say­dı, Al­lah’ı çok af­fe­di­ci ve merhametli bu­lur­lar­dı»[40] âyet-i kerimesi de vardı. Ben de kendi nefsime yazık ettim, günahlar işledim ve benim için istiğfar etmen için sanan geldim.»

Bu esnâda Allah Rasûlü’nün kabr-i şerîflerinden:

«‒Allah seni mağfiret etti» diye bir nidâ geldi.” (Kurtubî, V, 265, [Ni­sâ, 64])

 

 

 

 

Selamlama / 91

Abdullah ibn-i Ömer (r.a) bir sefere çıkacağında Mescid’e gelip namaz kılardı. Sonra Allah Rasûlü’nün kabr-i şeriflerine gelir:

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ يَا رَسُولَ الله! اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ يَا أَبَا بَكْرٍ! اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ يَا أَبَتَاه!

“Allah’ın selâmı üzerinize olsun ey Allah’ın Rasûlü!

Allah’ın selâmı üzerine olsun ey Ebû Bekir!

Allah’ın selâmı üzerine olsun ey babacığım!” deyip giderdi.

Seferden dönünce de evine gitmeden evvel aynı şeyleri yapardı.” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, III, 222. Krş. Âcurrî, eş-Şerîʻa, V, 2374)

 

 

 

 

Allah Rasûlü’nün Mîrâsı / 92

Ebû Hüreyre (r.a) bir gün Medîne çarşısına uğramıştı. Kenarda durdu ve:

“–Ey çarşı ehli! Sizler ne kadar da âcizsiniz!” dedi.

“–Niçin ey Ebû Hüreyre?” diye sordular.

“–İşte şurada Allah Rasûlü’nün mirası taksim ediliyor, siz ise burada duruyorsunuz! Gidip siz de ondan nasibinizi alsanız olmaz mı?” dedi.

Çarşı ehli:

“–Bu taksim işi nerede yapılıyor?” diye sordular. O da:

“–Mescid’de!” dedi.

Koşarak gittiler. Ebû Hüreyre (r.a) orada durdu ve onların dönüşünü bekledi. Geldiklerinde:

“–Ne yaptınız?” diye sordu.

“–Ey Ebû Hüreyre, Mescid’e vardık, içeri girdik ama orada taksim edilen bir şey göremedik!” dediler. Ebû Hüreyre (r.a):

“–Mescid’de hiç kimseyi görmediniz mi?” dedi.

“–Evet, bazıları namaz kılıyordu, bazıları Kur’ân okuyordu, bazıları da helâl ve haram konularını müzâkere ediyorlardı.” dediler.

Bunun üzerine Ebû Hüreyre (r.a):

“–Yazıklar olsun size, işte Muhammed (s.a.v)’in mîrâsı da budur zâten!” dedi. (Heysemî, I, 123-124)

 

 

 

Dedemin Minberi / 93

Hz. Ebû Bekir Allah Rasûlü’nün Minber’inde iken Hasan (r.a) yanına varıp:

“‒Babamın yerinden in!” dedi.

Ebû Bekir (r.a):

“‒Doğru söyledin, burası babanın yeridir” diyerek onu alıp kucağına oturttu ve ağlamaya başladı. Bunu gören Hz. Ali:

“‒Vallahi çocuk bu sözü bizden öğrenmiş değildir, kendiliğinden söyledi” diye mahcûbiyetini ifade etti. Hz. Ebû Bekir ise:

“‒Doğru söylüyorsun, zaten ben de seni ithâm etmedim!” dedi.[41]

Hz. Hasan (r.a) o günlerde sekiz yaşlarında idi.

 

 

Hücre-i Saâdet ile Minber Arasında / 94

Ebû Bekir (r.a) vefât edince cenâze namazını Ömer (r.a) kıldırdı. Namazı Allah Rasûlü’nün kabr-i şerîfleri ile Minber’i arasında kıldırdı ve dört tekbir aldı. (İbn Saʻd, III, 368)

 

 

Başı Omzunda / 95

Ebû Bekir (r.a) Hz. Âişe validemize, Allah Rasûlü’nün yanına defnedilmesini vasiyet etmişti. Vefat ettiğinde onun için mezar kazıldı ve başı Allah Rasûlü’nün omzu hizasına getirildi. Kabri, Rasûlullah’ın kabr-i şerîflerine bitiştirildi ve oraya defnedildi. (İbn Saʻd, III, 209)

Daha sonra Hz. Ömer’in başı da Hz. Ebû Bekir’in bel hizasına konuldu. (İbn Saʻd, III, 209)

 

 

 

Mescid’de Devlet İşleri / 96

Hz. Ömer’in halifeliği zamanında Rum beldesinden bir Hristiyan, atını satmak için İslam diyârına girmişti. Öşür memuru bu kişiden öşür aldı. Ama adam malını satamadı. Kendi ülkesine girmek üzere geri döndüğünde, sınırdaki öşür memuru tekrar öşür istedi. Adam:

“‒Ben sana her uğradığımda öşür verirsem, elimde bir şey kalmaz!” dedi. Atı onun yanında bırakıp Medine’ye geldi. Halîfe Ömer (r.a), Mescid’de arkadaşlarıyla birlikte bir kitaba bakıyordu. Adam Mescid’in kapısında durdu.

“‒Ben Hristiyan bir ihtiyarım” dedi.

Ömer (r a):

“‒Ben de Müslüman bir ihtiyarım, neyin var, anlat!” dedi.

Adam başından geçeni anlattı. Ömer (r.a), önceki meşgûliyetine devam etti. Adam, Halife’nin kendisiyle ilgilenmediğini ve sözlerine ehemmiyet vermediğini zannetti. Çaresiz ikinci kez öşür vermek niyetiyle sınıra geri döndü. Ama öşür memurunun yanına vardığında, Hz. Ömer’in mektubunun kendisinden önce geldiğini gördü. Mektupta öşür memuruna hitaben, “Bir defa öşür (vergi) almışsan tekrar alma!” diyordu. Hristiyan:

“‒Adaleti böyle olan bir din hak olmaya layıktır” dedi ve Müslüman oldu. (Serahsî, Mebsût, Dâru’l-Mârife, 1414, II, 201)

 

 

Canınızı Yakardım! / 97

Ashâb-ı kirâmdan Sâib bin Yezîd (r.a) şöyle anlatır:

Mescid’de ayakta duruyordum, biri bana çakıl taşı attı. Baktım Ömer bin Hattâb imiş. Bana:

“–Git şu iki kişiyi bana getir!” dedi.

Ben de gidip o iki şahsı Hz. Ömer’in yanına getirdim. Onlara:

“–Siz kimsiniz” veya “Nerelisiniz?” diye sordu.

“–Tâif ehlindeniz” dediler.

Bunun üzerine:

“–Şayet bu şehir halkından olsaydınız canınızı yakardım. Çünkü siz, Allah Rasûlü’nün Mescid’inde sesinizi yükseltiyorsunuz!” dedi. (Buhârî, Salât, 83)

 

 

 

Mescid’de Şehâdet / 98

Amr ibn-i Meymûn (r.a) anlatıyor:

Hz. Ömer (r.a) hançerlendiği sabah ben ayaktaydım. Onunla aramda sadece Abdullah ibn-i Abbâs (r.a) vardı. İki saf arasından geçince, “Safları düz tutun!” derdi. Saflarda herhangi bir boşluk kalmayınca öne geçip tekbir getirerek namaza başladı. İlk rekâtte cemaat toplanıncaya kadar, muhtemelen Yûsuf veya Nahl Sûresi’ni veya bunlara mümâsil (denk) bir sûre okudu. (Rükûye gitmek üzere) tekbir getirmişti ki, o esnâda hançerlenmiş, “Köpek beni öldürdü veya yedi!” dediğini işittim. İranlı köle, elinde iki ağızlı bir bıçak ile kapıya doğru fırladı, sağında solunda kime rastladı ise hançer sapladı. O gün cemaatten tam on üç kişiyi hançerledi. Bunlardan yedisi derhal öldü. Bu durumu gören müslümanlardan biri, kâtilin üzerine bir elbise attı. İranlı köle yakalandığına kanaat getirince hançeri kendisine saplayıp intihar etti.

Ömer (r.a), Abdurrahman ibn-i Avf’ın elini tutup öne geçirdi. Hz. Ömer’in arkasındakiler de benim gördüklerimi gördüler. Mescid’in yan tarafındakiler ise ne olup bittiğini anlayamamışlardı. Onlar sadece Hz. Ömer’in sesini duyamaz olmuşlardı ve “Sübhanallah! Sübhanallah!” diyorlardı. Abdurrahman (r.a) cemaate namazı kısa bir şekilde kıldırıp tamamlattı. Cemaat namazdan çıkınca Ömer (r.a):

“–Ey İbn-i Abbâs, bak bakalım beni kim yaraladı!” dedi. İbn-i Abbâs (r.a) bir müddet dolaşıp döndü ve:

“–Muğîre bin Şu’be’nin kölesi” dedi.

Ömer (r.a):

“–Şu sanatkâr olan mı?” diye sordu. Abdullah:

“–Evet” dedi. Hz. Ömer:

“–Allah canını alsın, ben ona mârufu, doğru olanı emretmiştim!” dedi ve ilave etti:

“–Ölümümü, İslâm’a girdiğini iddia eden birinin eliyle yapmayan Allah’a hamdolsun!”…

Sonra evine taşındı. Onunla birlikte biz de gittik. Sanki insanların başına o güne kadar hiç musibet gelmemişti. Kimi: “Bir şeyi yok!” diyor, kimi de: “Onun için korkuyorum!” diyordu. Nebiz (hurma şırası) getirildi, ondan biraz içti. İçtiği şıranın tamamı karnındaki yaradan dışarı çıktı. Sonra süt getirildi, ondan da içti. O da yarasından akıp gitti. Bunun üzerine onun öleceğini anladılar. Yanına girdik. İnsanlar gelip kendisini övüyor, senâda bulunuyorlardı. Bir genç geldi:

“–Ey Mü’minlerin Emîri, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’le beraber olmanız ve İslâm’ı ilk günlerde kabul etmeniz sebebiyle Allah Teâlâ’nın size lütfedeceği nimetlerle sevinin! Sonra başa geçtiniz ve adâletle muâmele ettiniz. Sonunda da şehadete nâil oluyorsunuz!” dedi.

Hz. Ömer büyük bir tevazu ile:

“–Bütün bunların günahlarımı karşılayarak Allah’ın huzurunda hesaba çekilmemeyi, ne aleyhime ne lehime, başa baş kurtulmayı ne kadar isterim!” dedi.

Genç geri dönüp giderken, Ömer (r.a) onun elbisesinin yere değdiğini gördü.

“–Onu bana çağırın!” dedi. Geldiğinde:

“–Ey kardeşimin oğlu, elbiseni kaldır, böyle yapman onun daha fazla dayanmasını ve Rabbine karşı daha müttakî olmanı sağlar!” dedi.

Sonra oğluna dönerek:

“–Abdullah! Araştır bakalım üzerimde ne kadar borç var!” dedi. Hesapladılar, seksen altı bin dirhem kadar borcu olduğu anlaşıldı.

“–Âilemin malı yeterse, bunu onların malından öde! Yetmezse kabîlem Adiyy ibn-i Ka’b Oğulları’ndan iste! Onların malı da yetmezse Kureyş’ten iste! Kureyş’ten başkasına gitme! Benim yerime bu borcu öde!

Şimdi Mü’minlerin Annesi Hz. Âişe’ye git ve:

«–Ömer sana selâm ediyor.» de! Sakın «Mü’minlerin Emîri» deme! Bugün artık ben mü’minlerin emîri değilim. Ona:

«–Ömer ibnü’l-Hattâb iki arkadaşıyla birlikte defnedilmek için senden izin istiyor» de!”

Abdullah, Hz. Âişe’ye selam verip izin istedi, izin verince odasına girdi. Âişe (r.a) oturmuş ağlıyordu.

“–Ömer ibnü’l-Hattâb sana selâm ediyor. İki arkadaşının yanına defnedilmek için izin istiyor!” dedi. Âişe vâlidemiz:

“–Allah Rasûlü’nün yanında kalan bir kişilik yeri kendim için ayırmıştım. Lâkin bugün Ömer’i kendime tercih ediyorum” dedi.

(Rasûlullah [s.a.v] ve Ebû Bekir [r.a], Âişe vâlidemizin odasına defnedilmişlerdi. Âişe [r.a] da, Efendimiz ve babasının yanına defnedilmeyi istiyordu, ancak büyük bir fedâkârlık ve îsârda bulundu.)

Geri dönünce Hz. Ömer’e:

“–İşte Abdullah geldi!” denildi. Ömer (r.a) heyecan ve merakla:

“–Beni kaldırın!” dedi. Bir kişiye dayanarak kaktı ve:

“–Ne haber getirdin?” dedi.

“–Arzun yerine geldi, Âişe (r.a) izin verdi!” deyince:

“–Elhamdülillah! Nazarımda bundan daha ehemmiyetli bir şey yoktu. Rûhum kabzedilince beni oraya götürün! Kapıya varınca, Hz. Âişe’ye tekrar selâm ver ve:

«–Ömer ibnü’l-Hattâb izin istiyor!» de! Eğer izin verirse beni içeri alın, vermezse beni müslümanların mezarlığına götürün!” dedi…

Rûhu kabzedilince, onu evinden çıkarıp yürüyerek götürdük. Abdullah (r.a) Hz. Âişe’ye selâm verip:

“–Ömer ibnü’l-Hattâb izin istiyor!” dedi. Muhtereme vâlidemiz:

“–Alın içeri!” dedi ve derhal içeri alındı. İki arkadaşıyla birlikte oraya defnedildi.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 8; Cenâiz, 96; Cihâd, 174; Tefsir, 59/5, Ahkâm, 43)

 

 

Cemaatle Namaz / 99

Osman ibn-i Affân (r.a) bir gün yatsı namazına gelmişti. Cemaatin henüz az olduğunu görünce Mescid’in gerisinde bir yere uzandı ve insanların çoğalmasını beklemeye başladı. O esnâda İbn-i Ebî Amre gelip Hz. Osman’ın yanına oturdu. Osman (r.a) ona kim olduğunu sordu. O da kendisini tanıttı.

Osman (r.a):

“–Kur’ân’dan ne kadar biliyorsun?” diye sordu. O da ne kadar bildiğini haber verdi.

Daha sonra Osman (r.a) şöyle dedi:

“–Ey kardeşimin oğlu! Allah Rasûlü’nü şöyle buyururlarken işittim:

«Yatsı Namazı’nı cemaatle kılan kimse, gecenin yarısını namazla geçirmiş gibidir. Sabah Namazı’nı cemaatle kılan kimse ise bütün gece namaz kılmış gibidir».” (Bkz. Muvatta’, Salatü’l-Cemaa, 7; Müslim, Mesâcid, 260; Tirmizî, Salât, 165; Ebû Dâvûd, Salât, 47)


 

İki Rekât Kılmadan Dönme! / 100

Muhammed ibn-i Eslem ibn-i Bücre (r.a) yaşlı bir zât idi. Medine’ye gelip çarşıda işini hallettikten sonra âilesinin yanına dönerdi. Eğer ridâsını çıkardıktan sonra Allah Rasûlü’nün Mescid’inde namaz kılmadığını hatırlarsa:

“Vallahi Allah Rasûlü’nün Mescid’inde iki rekât namaz kılmadım. Hâlbuki o bize: «Sizden kim bu şehre (Medine’ye) inerse bu Mescid’de iki rekât namaz kılmadan âilesinin yanına dönmesin!» buyurmuşlardı” der, ridâsını tekrar giyip Medine’ye döner, Allah Rasûlü’nün Mescid’inde iki rekât namaz kılar, sonra tekrar âilesine dönerdi. (Ebû Nuaym, Maʻrifetü’s-sahâbe, Riyâd: Dâru’l-Vatan, 1419, I, 181; Heysemî, IV, 8)

 


 

İşrak Namazı’nı Beklemek / 101

Semmâk ibn-i Harb, sahabeden Câbir ibn-i Semüre’ye:

“–Rasûlullah (s.a.v) ile oturduğunuz olur muydu?” diye sormuştu. O da:

“–Evet, çok!” dedikten sonra şunları söyledi: “O, sabah namazını kıldığı yerden güneş doğuncaya kadar kalkmazdı. Güneş iyice doğunca kalkardı. Ashâb-ı kiram konuşur, cahiliyede yaptıklarından bahsedip gülerlerdi, Rasûlullah (s.a.v) de onlara tebessüm ederdi.” (Müslim, Mesâcid, 286-287)

Sabah namazından sonra camide bekleyip İşrak namazı kılmak, faziletli bir ameldir. (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 69/4907)

Muaviye, bir gün Medine halkından bir kişiye Hz. Hasan’ın ne durumda olduğunu sordu. O da şöyle anlattı:

“‒Ey mü’minlerin emiri! Hasan (r.a), sabah namazını kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar Mescid’de kalır. Mescid’de bulunan ne kadar şerefli, saygıdeğer insan varsa onun yanına gelir ve Güneş yükselinceye kadar sohbet eder, konuşurlar. Güneş yükselince iki rekât namaz kılar, ardından mü’minlerin annelerinin yanlarına uğrar ve onlara selam verir, hal hatırlarını sorar. Onlar da ona yanlarında bulunan yiyeceklerden ikram ederler. İşte Hasan bin Ali’nin günleri böyle geçer.”

Bunları dinleyen Muaviye teessürle:

“‒Biz onun gibi olamadık” dedi. (İbn-i Manzûr, Muhtasaru Tarîhi Dımeşk, VII, 23)

 

 

Elbiseyi Yerde Sürümek / 102

Abdullah ibn-i Dînâr şöyle anlatır:

“Bir gün Abdullah bin Ömer (r.a) Mescid’de iken, Mescid’in bir tarafında ihramını sürüyerek yürüyen birini gördü:

«−Bak, şu kimdir? Keşke o kişi yanımda olsa (da ona nasihat etsem)!» dedi.

Bunun üzerine orada bulunan biri İbn-i Ömer’e:

«−Ey Ebû Abdurrahmân, onu tanımıyor musun? O, Üsâme bin Zeyd’in oğlu Muhammed’dir» dedi.

Bunun üzerine İbn-i Ömer bir müddet ba­şını önüne eğdi ve elleriyle yeri karıştırdı. Sonra şöyle dedi:

“−Eğer Rasûlullah (s.a.v) onu görseydi, muhakkak severdi.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 18)

Allah Rasûlü (s.a.v), âzatlısı Zeyd (r.a) ile oğlu Üsâme’yi çok severlerdi. Torunu Muhammed’i görselerdi onu da severlerdi.

Elbiseyi yerde sürümek hoş karşılanmadığı için Abdullah (r.a) genç Muhammed’e nasihat etmek istiyor.

 

 

Ben Rasûlullah’a Geldim / 103

Mervan bir gün, yüzünü Allah Rasûlü’nün kabr-i şerîfinin taşına koymuş bir kişiyi gördü. Onun İslâm’a aykırı bir harekette bulunduğunu düşündü. Yakasından tutarak:

“–Sen ne yaptığının farkında mısın?” dedi. Adam başını çevirince onun Ebû Eyyûb el-Ensârî olduğunu farketti. Ebû Eyyûb (r.a) Mervan’ın endişelendiğini hissedince, bilinçli bir şekilde yapıldığı takdirde kabir ziyâretinin birçok istifade sağladığını ve bunun sakıncasının olmayacağını belirtmek üzere şöyle dedi:

“–Evet, ne yaptığımı biliyorum. Ben Allah Rasûlü’ne geldim, taşa gelmedim! Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’in şöyle buyurduklarını işittim:

“Dîn işlerini ehil kimseler üstlendiğinde kaygılanma! Ancak onu ehil olmayanlar üstlendiğinde, din için ne kadar endişelensen ve ağlasan yeridir.” (Ahmed, V, 422; Hâkim, IV, 560/8571; Heysemî, IV, 2; V, 245)

 

 

 

Allah Rasûlü’ne Selâm Göndermek / 104

Yezid bin Ebû Saîd el-Mührî şöyle anlatır:

Ömer bin Abdülaziz Şam’da halife iken yanına varmıştım. Oradan ayrılacağım vakit kendisine vedâ ederken bana şöyle dedi:

“‒Senden bir ricâm var. Medîne’ye vardığında Allah Rasûlü’nün kabrini göreceksin. Efendimiz’e benden selâm söyle!”

Ömer bin Abdülaziz (r.a), Allah Rasûlü’ne selam götürmesi için Şam’dan Medine’ye posta gönderirdi.” (Beyhakî, Şuab, III, 492/4167)

 

 

Ravza’daki Şiir / 105

İmâm Şâfiî Hazretleri’nin hocası Muhammed Utbî (r.a) Mescid-i Nebevî’de yaşanmış çok dikkat çekici bir hatıra anlatıyor:

Allah Rasûlü’nün kabr-i şerîfleri yanında oturuyordum. Derken bir bedevî gelerek:

“–Selâm sana ey Allâh’ın Rasûlü! Ben Allâh Teâlâ’nın;

«…Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri (günah işledikleri) zaman sana gelip de Allâh’tan mağfiret dileseler ve Rasûl de onlar için mağfiret talebinde bulunsaydı, Allâh’ı çok affedici ve merhametli bulurlardı»[42] buyurduğunu işittim. İşte günahlarımdan tevbe edip mağfiret dileyerek ve benim için Rabbime şefaatte bulun­manı isteyerek sana geldim” dedi.

Sonra içli bir şiir okudu:

يَا خَيْرَ مَنْ دُفِنَتْ بِالْقَاعِ أَعْظُمُهُ          فَطَابَ مِنْ طِيْبِهِنَّ الْقَاعُ وَالْأَكَمُ

نَفْسِيَ الْفِدَاءُ لِقَبْرٍ أَنْتَ سَاكِنُهُ            فِيهِ الْعَفَافُ وَفِيهِ الْجُودُ وَالْكَرَمُ

أَنْتَ الشَّفِيعُ الَّذِي تُرْجَى شَفَاعَتُهُ         عَلَى الصِّرَاطِ إِذَا مَا زَلَّتِ الْقَدَمُ

وَصَاحِبَاكَ فَلَا أَنْسَاهُمَا أَبَدًا                مِنِّي السَّلَامُ عَلَيْكُمْ مَا جَرَى الْقَلَمُ

“Ey toprakta yatanların en hayırlısı, Senin mübarek vücûdun ile tüm ovalar ve dağlar şeref kazandı.

Senin bulunduğun kabre benim canım feda olsun, Ki o kabirdedir iffet, cömertlik ve kerem.

Sen, Sırat üzerinde ayakların kaydığı zaman şefaati ümid edilen bir şefaatçisin.

Yanındaki iki arkadaşını da aslâ unutamam. Kalemler yazı yazmaya devam ettiği müddetçe hepinize benden selâm olsun.”

Bu şiiri okuyan bedevî oradan ayrıldı. O esnâda bana bir uyku bastı. Rüyamda Allah Rasûlü’nü gördüm. Bana:

“–Ey Utbî! Bedevîye yetiş ve Allâh’ın onu mağfiret buyurduğunu kendisine müjdele!” buyurdular. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, I, 532 [en-Nisâ, 64]; İmam Nevevî, Ezkâr, I, 448, Îzâh, s. 454)

Bu şiir, şu anda Rasulullah Efendimiz’in hücre-i saâdetlerinin önündeki iki sütunda yazılıdır.

 

 

 

 

Hücre-i Saâdet’in Yanında Dua / 106

Âlimler, Allah Rasûlü’nün kabrini ziyaret eden kişinin, kabrin önünde durarak Allah’tan dilediği hayır ve faziletleri istemesinin müstehap olduğunu söylemişlerdir. Dua ederken kıbleye dönmek zorunlu değildir.

İmam Mâlik ibn-i Enes (r.a), Abbâsı halifesi Ebû Câfer bin Mansûr’a şöyle demiştir:

“‒Ey mü’minlerin emiri, bu Mescid’de sesini yükseltme! Zira Allah Teâlâ bu hususta bir topluluğa edep öğreterek şöyle buyurmuştur:

«Seslerinizi Nebî’nin sesinin üstüne yükseltmeyin!» (el-Hucurât, 2)

Başka bir topluluğu medhederek şöyle buyurmuştur:

«Rasûlullah (s.a.v)’in yanında seslerini kısanlar…» (el-Hucurât, 3)

Diğer bir topluluğu da zemmederek şöyle buyurmuştur:

«Odaların arkasından sana nidâ eden o kimseler var ya, onların çoğunun aklı çalışmaz.» (el-Hucurât, 4)

Vefatından sonra Efendimiz’e hürmet göstermek, aynen hayattayken hürmet göstermek gibidir.”

Ebû Câfer, bu sözler karşısında boynunu büktü ve:

“‒Ebû Abdullah! Kıbleye dönüp de mi yoksa Rasûlullah (s.a.v)’e yönelip de mi dua edeyim?” diye sordu.

İmam Mâlik:

“‒Yüzünü ondan çevirme! O, hem senin, hem de atan Âdem (a.s.)’ın Allah’a vesilesidir. Bilâkis ona yönel ve ondan şefaat iste. Allah onu sana şefaatçi kılar. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

«…Eğer on­lar, ken­di­le­ri­ne zul­met­tik­le­ri za­man sa­na ge­lip de Al­lâh’tan mağ­fi­ret di­le­se­ler ve Ra­sûl de on­lar için mağ­fi­ret ta­le­bin­de bu­lun­say­dı, Al­lâh’ı çok af­fe­di­ci ve merhametli bu­lur­lar­dı.» (en-Ni­sâ, 64)” (Kadı Iyâz, Şifâ, II, 41; Kastallânî, Mevâhib; İbn-i Asâkir, İthâfu’z-zâir, s. 153)

Ebü’l-Hasen Ali bin Fihr, bu hâdiseyi Fedâilü Mâlik isimli kitabında hasen bir senedle rivayet etmiştir. Kâdî Iyâz da sika olan şeyhlerinden rivayet etmiştir.[43]

 

 

Allah Rasûlü’yle Birlikte Namaz / 107

Osmanlı döneminde Medîne halkı arasında; “Rasûlullah (s.a.v) istisnâsız olarak beş vakit namazda cemaatte hazır bulunur” diye ulemânın ittifak ettiği meşhur olmuştur. Zira onlar “Biz îmân ediyoruz ki Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) kabrinde hayattadır” derler.[44]

Öyle bir cemaat ki safın başında on sekiz bin âlemin fahr-i ebedîsi Muhammed Mustafa Efendimiz (s.a.v) vardır. Öyle bir yerde secde edeceksin ki orası Cennet bahçelerinden bir bahçedir. (Peşkârî, Tayyibetü’l-ezkâr, s. 32)

Bir kere düşün! Bir bayram ki onda Rasûlullah (s.a.v) ile bayramlaşma yapılmaktadır. Böyle bir bayram çifte bayram ve çifte saâdet değil midir?! Böyle bir devlet ile şereflenmek için mal değil can bile fedâ edilir. (Peşkârî, Tayyibetü’l-ezkâr, s. 50)

Bayramı Medine’de geçirenler bu devlete nâil oluyorlar.

 

 

Gül Yağı İle Yanan Kandiller / 108

  1. Bayezid, kendisiyle çok iyi dost olan Hak dostu Baba Yusuf’u, hacca uğurlamak için ayağına kadar gider. Ona bir miktar altın teslim eder ve:

“‒Bu, elimle çalışarak kazandığım helal kazançtır. Bu altınları Ravza-i Tâhire’nin kandilleri için harca!” der. Sonra da ilâve eder:

“‒Allah Rasûlü’nün huzuruna varınca; «Ey Allah’ın Rasûlü, günahkâr kul Bayezid’in size selamı var. Bu altınları Türbe-i Şerîfiniz’in kandillerine yağ alınması için gönderdi. Kabul buyurursanız» de!”

Baba Yusuf gözyaşları içinde Allah Rasûlü’ne arzı iletir:

«Ey Allah’ın Rasûlü, günahkâr kul Bayezid’in size selamı var. Bu altınları Türbe-i Şerîfiniz’in kandillerine yağ alınması için gönderdi. Kabul buyurursanız!» der.

Mescid-i Nebevî’nin kandillerinin yağı uzunca bir müddet bu altınlarla alınır. II. Bayezid bu altınları kendi eli ile yaptığı el işlemelerini pazarda gizlice sattırarak biriktirmiştir. (Ziya Demirel – Avni Arslan, Osmanlı’da Peygamber Sevgisi, Ankara 2009, s. 41)

Sultan I. Ahmet Han, her gün sabahleyin bir kâğıda “Muhammed” diye yazar ve sarığının kıvrımları arasına yerleştirirdi. Bununla şunu demek isterdi:

“Benim büyüklüğüm tâc sahibi olmakta değil, senin ism-i şerîfini her gün başımda taşımakladır ya Rasûlallah!”

Ve o Sultan Ahmet Han:

“−Rasûlullah’ın kabrinin kandillerinde zeytinyağının yanması muvâfık değildir” deyip Türbe-i Rasûlullah’ın kandillerinde yakılmak üzere gül yağı vakfetmiştir.

1853-1856 Osmanlı-Rus Harbi (Kırım Savaşı)’nin masrafları bile İngiliz ve Fransızlardan borç alınarak karşılanmıştır. Ne var ki o günlerde Allah Rasulü’nün türbesi de tamir edilecektir. Tamir sırasında inşaat harcı su ile karıştırılmaz; harç gül suyu ile karılır. (Ziya Demirel – Avni Arslan, Osmanlı’da Peygamber Sevgisi, s. 109)

 

 

Mescid’in Maketi / 109

Sultan Abdülmecid Han Allah Rasûlü’ne âşık bir sultandır. Ancak siyasî sebeplerle hacca ve umreye gidemez. Gönlünde yanan ateşi az da olsa teskîn edebilmek niyetiyle Medine’de bir Mescid-i Nebevî maketi hazırlatılır. Bu maket o kadar gerçekçi yapılmıştır ki Efendimiz’in türbesinin kubbesi çıkarılınca binası, o da çıkarılınca mübarek sandukaları görülebilmektedir. Bu maket İstanbul’a gönderilip padişaha hediye edilir. Hediyenin manevi değeriyle mes’ûd olan büyük Sultan, o mübarek beldeleri görememenin acısını bu maketi öpüp koklayarak giderir, maketi saklar yanan yüreğini böylelikle teselli ederdi.

 

 

 

Medîne Müdâfii Fahrettin Paşa / 110

1916’da İngilizlerin kışkırttığı Şerif Hüseyin önderliğinde bazı Arap kabileleri bağımsız devlet kurma hayaliyle Osmanlı’ya karşı isyan ettiler. Savaş sırasında, Cemal Paşa tarafından Hicaz Cephesi kumandanlığına Fahreddin Paşa getirildi. Bu saldırılara karşı Fahreddin Paşa ve birliği Medine’yi bin bir zorlukla savunmaya gayret gösterdi.

Medine’nin etrafını İngiliz birlikleri ve Araplardan oluşan silahlı gruplar sardığında, Osmanlı askeri de Medine içinde sıkışıp kaldı. Merkezi hükümetten yeterli yardımı alamayan Hicaz Cephesinin durumu gün geçtikçe kötüye gitti.

Fahrettin Paşa, Mondros’a rağmen silahını İngilizlere teslim etmeyerek direnişini sürdürdü ve tarihe Medine Müdâfii olarak geçti.

Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, Fahrettin Paşa’ya “Medine’yi teslim” emrini yazdı. Fahrettin Paşa, sadrazamın emrini tek başına yeterli görmedi. Padişahın irâde-i seniyyesini de istedi. Padişah iradesi de Medine’ye ulaştı. Ancak Fahrettin Paşa, “İstanbul işgal altındadır, padişah esirdir, bu irâde geçersizdir” diye iradeyi kabul etmedi.

Medine Müdafaası 2 yıl 7 ay sürdü. Fahrettin Paşa, defalarca teslim olması yönündeki baskılara karşı koydu ve 72 gün boyunca Medine’yi tüm imkânsızlıklara rağmen savundu. Sonunda İstanbul’dan subaylarına gönderilen bir emirle tutuklandı. Bunun üzerine Fahrettin Paşa şehri İngilizlere değil isyancı Müslüman Araplara 13 Ocak 1919’da teslim ettirdi.

Medine’deki Osmanlı garnizonu, Mondros mütarekesine göre göre silah bırakan son Osmanlı birliği oldu ve Medine’de kısa süreli Hâşimî iktidarı başladı. Çatışmalardan dolayı Medine halkının ciddî bir kısmı göç etmek zorunda kaldı.

Bu süreçte Fahrettin Paşa sadece İngilizlere ve isyancılarına karşı savaşmadı, aynı zamanda askerleriyle beraber açlığa, susuzluğa ve sıcağa karşı da inanılmaz bir mücadele verdi. Kıtlığın had safhada olduğu bölgede halkın kimi zaman çekirge yediğine şahit olan Fahreddin Paşa kıtlıktan ve çaresizlikten askerlerine de çekirge yemelerini emretti ve askerlerine kendisi de eşlik etti. Kimi zaman tek besin kaynağı çekirge olan ordu, çöl sıcağında temiz su bulamayınca çamurlu sular içip, o muazzam sıcağa dayanmaya çalıştı.

Bu zor şartlar altında Allah Rasûlü’nün kabrinin bulunduğu Medine’yi iki buçuk sene düşmana karşı savunan Fahreddin Paşa, muhtemel yağmalara karşı tedbir mahiyetinde, mukaddes emanetlerin bir kısmını askeri bir birlikle İstanbul’a gönderdi. Bir sabah namazı sonrası askerlerini toplayıp onların bu zor şartlar altında yıpranmış olan maneviyatlarını yükseltmek ve duruşlarını sağlamlaştırmak için, adeta tüm insanlık duyuyormuşçasına, şu konuşmayı yaptı:

“Ey insanlar malumunuz olsun ki! Yiğit ve kahraman askerlerim, bütün İslam’ın sırtını dayadığı yer, manevi gücün desteği olan Medine’yi, son fişeğine, son damla kanına, son nefesine kadar korumaya ve savunmaya memurdur. Bu asker, Medine’nin enkazı ve nihayet Ravza-i Mutahhara’nın yeşil türbesi altında kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe Medine-i Münevvere kalesi burçlarından ve yeşil kubbesinden al sancağı alınmayacaktır. Ey Osmanlı ordusunun yiğit subayları! Ey her cenkte cihanı tir tir titretmiş, yiğit Mehmetçiklerim! Gelin hep beraber Allah’ın ve işte huşu ve aşk içinde gözyaşları döktüğümüz Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in karşısında, aynı yemini tekrar edelim ve diyelim ki; Ya Rasûlallah biz seni bırakmayız!”

Hicaz cephesi I. Dünya savaşının en son terk edilen cephesi oldu. Vermiş olduğu bu eşsiz mücadele örneğiyle Fahreddin Paşa, tarihe adını yazdırmış, Çöl Kaplanı diye tanınmıştır. İngilizler tarafından tutuklanarak Malta’ya gönderilen Medine Kahramanı, iki buçuk yıllık esaretten sonra 2 ağustos 1921’de İtalya, Almanya ve Rusya üzerinden gelerek ancak Kars’tan ülkeye girebildi. 1948 yılında seksen yaşındayken vefat eden Fahreddin Paşa, Rumelihisarı mezarlığına defnedildi.

Fotoğraf çekmeyi çocukken öğrenen Fahreddin Paşa’nın Medine müdafaası sırasında çekmiş olduğu fotoğraflar, tarihe iz bırakmış paha biçilemez belgeler olarak değerlerini hâlâ koruyor.

Savaş sırasında Kızılay görevlisi olarak Medine’de bulunan ve yaşanan hâdiselere bizzat şahit olan Feridun Kandemir, daha sonra bunları hâtıra-roman tarzında kaleme aldı. Bu eser Fahreddin Paşa- Medine Müdafaası ismiyle neşredildi. Yine görgü şahitlerinden Nâci Kâşif Kıcıman, o günleri MEDİNE MÜDAFAASI (Hicaz Bizden Nasıl Ayrıldı?!) ismiyle kitaplaştırdı.

İhtiyat mülâzımlarından İdris Sabih Bey’in Medîne müdâfaası esnâsında Allah Rasûlü’ne hitaben yazıp Fahrettin Paşa’ya ithâf ettiği şiir, o günlerde yaşanan duygular kadar Emânât-ı Mübâreke’yi muhafaza edenlerin gönül dünyasını yansıtması bakımından da kayda değer hususiyetler taşımaktadır:

 

Dünya ve Âhiret Efendimizsin

Bir ulü’l-emr idin emrine girdik;

Ezelden bey’atli hâkânımızsın.

Az idik sâyende murada erdik

Dünya ve Âhiret sultanımızsın!

 

Unuttuk İlhân’ı, Kara Oğuz’u;

İşledik Sen’i gözbebeğimize,

Bağışla ey Şefî’ kusûrumuzu,

Bin küsur senelik emeğimize!

 

Suçumuz çoksa da sun’umuz yoktur,

Şımardık müjde-i sahâbetinle.

Gönlümüz ganidir, gözümüz toktur,

Doyarız bir lokma şefaatinle.

 

Nedense kimseler dinlemez, eyvah!

O kadar saf olan dileğimizi.

Bir ümmî isen de yâ Rasûlallâh!

Ancak Sen okursun yüreğimizi.

 

Suları tükendi gülâbdanların,

Dinmedi gözümüz yaşı, merhamet.

Külleri soğudu buhurdanların,

Aşkınla bağrını yakmada millet.

 

Gelmemiş Türkçe’de Lebîd, Hassân’ın,

Yok bizde ne Bürde, ne Muallaka,

Yolunda baş veren Âl-i Osman’ın,

Lâl ile yazdığı tarihten başka.

 

Ne kanlar akıttık hep Sen’in için,

O ulu Kitâb’ın hakkıçün Azîz…

Gücümüz erişsin ve erişmesin,

Uğrunda her zaman dövüşeceğiz.

 

Yapamaz Ertuğrul evlâdı Sen’siz,

Can verir, cânânı vermez Türkler.

Ebedî hâdimü’l-Harameyniniz.

Ölsek de Ravza’nı rûhumuz bekler.

 

 

 

 

 

 

Ümmetim İçin İstiğfâr Etmeyeyim mi? / 111

Mü’minler, kendi günahlarından tevbe etmenin yanında, diğer kardeşlerinin affedilmesi için istiğfar etmekle de emredilmişlerdir. Kur’ân’da meleklerin ve Allah Rasûlü’nün mü’min­ler için af dilediği haber verilmektedir.[45] Son devir İslâm âlimlerinden Ali Ulvi Kurucu Hoca Mescid-i Nebevî’de yaşadığı şu sevindirici hatırayı nakleder:

1991 senesinde Medîne-i Münevvere’de terâvih namazı kılıyorduk. İmâm Şeyh Eyyûb idi. Ürdün’lü yaşlı bir baba ile iki oğlu önümde namaz kılıyorlardı. İmam, bayâtî makâmında çok hazin bir sesle Şûrâ sûresinin başından okumaya başladı:

“Hâ. Mîm. Ayn. Sîn. Kaf. Azîz ve hakîm olan Allah, sana ve senden öncekilere işte böyle vahyeder. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. O yücedir, uludur. Neredeyse yukarılarından gökler çatlayacak! Melekler de Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar ve yeryüzündeki (mü’min)ler için mağfiret diliyorlar. İyi bilin ki Allah çok mağfiret eden, çok merhamet edendir.” (Şûrâ, 1-5)

İmâm 5. âyeti okuyunca önümdeki ihtiyar birden yere düştü… İki oğlu selâm verip yandaki bidondan zemzem getirdiler. Saftaki insanlar da “Acaba öldü mü?” diye endişelendiler. İhtiyar zât oğullarına; “Namazınıza devam edin!” diye eliyle işaret etti. Onu sağ tarafına yatırdılar. Birisi abasını çıkarıp başının altına koydu. İhtiyar durmadan ağlıyordu. Namaz bitince herkes:

“–Geçmiş olsun, geçmiş olsun!” deyip gittiler. Ben kaldım. İhtiyar, için için ağlamaya devam ediyordu. Yaklaştım:

“–Geçmiş olsun amca, hayırdır inşallah” dedikten sonra yavaşça ve nezâketle sordum:

“–Amca, âyet-i kerîmeden mi müteessir oldunuz? Hz. Ömer efendimize de böyle olmuştu. Birisi «Ve’t-tûr» sûresini okuyormuş, Hz. Ömer de böyle düşüp bayılmış.” Ben böyle deyince ihtiyar amca ağlayarak şu cevabı verdi:

“–Şeyh Eyyûb, «Melekler de Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar ve yeryüzündeki (mü’min)ler için mağfiret diliyorlar» âyet-i kerîmesini okurken baktım mihrapta Peygamber-i Zîşân Efendimiz (s.a.v) duruyor:

«–Melekler ümmetime dua ve istiğfar ederler de ben etmez miyim?» diyerek dua ediyordu… Gözümün önünde öylece tecellî edince dayanamadım, ayaklarım vücûdumu taşıyamadı ve yere yığıldım.”[46]


 

Kitâbiyât

Abdurrezzâk b. Hemmam, Musannef, I-XI, Beyrut, 1970.

Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, I-VI, İstanbul 1992; ez-Zühd, yy. ts; Fedâilu’s-sahâbe, Beyrut 1983.

Bey­ha­kî, es-Sü­ne­nü’l-küb­râ, I-X, Dâ­ru’l-fikr, ts; Şuabu’l-îmân, I-IX, Beyrut, 1990.

Buhârî, el-Câmiu’s-sahîh, I-VIII, İstanbul, 1992.

Dârimî, Sünen, I-II, İstanbul 1992.

Diyârbekrî, Târîhu’l-hamîs, I-II, Beyrut ts.

Ebû Dâvud, Sünen, I-V, İstanbul 1992.

Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, I-X, Beyrut 1967; Delâilü’n-nübüvve, Haydarabad 1369.

Hâkim, el-Müstedrek, I-V, Beyrut 1990.

Halebî, İnsânü’l-uyûn, I-III, Mısır 1384/1964.

Heysemî, Mecmau’z-zevâid ve menbau’l-fevâid, I-X, Beyrut 1988.

İb­n-i Ab­dil­ber, el-İs­tî­âb fî mâ­ri­fe­ti’l-as­hâb, I-IV, Kâ­hi­re, ts.

İbn-i Ebî Şeybe, el-Musannef, I-IX, thk. Said Muhammed el-Lehham, Beyrut 1989.

İbn-i Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fî temyîzi’s-sahâbe, I-IV, Mısır 1379; Fethü’l-Bârî şerhi Sahîhi’l-Buhârî, I-XXVIII, Dâru’l-Fikr, Fuat Abdülbâkî neşri, ts.

İbn-i Hişâm, Sîretü’n-Nebî, I-IV, Beyrut 1937, Daru’l-Fikr.

İbn-i Kesîr, Tefsîru Kur’âni’l-Azîm, I-IV, Beyrut 1988; el-Bidâye ve’n-nihâye, Beyrut 1966; I-XV, Kâhire 1993.

İbn-i Sa’d, Muhammed, et-Tabakâtü’l-kübrâ, I-IX, Beyrut: Dâru Sâdır, ts.

İbn-i Seyyidinnâs, Uyûnu’l-eser fî fünûni’l-meğâzî ve’ş-şemâil ve’s-siyer, I-II, Beyrut 1992; Kahire 1356.

Müslim, el-Câmiu’s-sahîh (thk. Muhammed Fuâd Abdülbâkî), I-III, İstanbul, 1992.

Nesâî, Sünen, I-VIII, İstanbul 1992.

Süyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, Mısır 1306; Târîhu’l-hulefâ, Mısır, 1969; Lübâbu’n-nukûl, Beyrut 2006.

Taberî, Câmiu’l-beyân an te’vîli âyi’l-Kur’ân, I-XXX Beyrut 1995; Târih, I-XI, Mısır, ts.

Tirmizî, Sünen, I-V, İstanbul 1992.

Vâkidî, Meğâzî, I-III, Beyrut, 1989; Mısır 1948.

Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, thk. Şuayb Arnaût, 1405, Müessesetü’r-Risâle.

 

Dipnotlar

[1] İbn Saʻd, Ebû Abdillah Muhammed b. Saʻd b. Menîʻ el-Hâşimî bi’l-velâ el-Basrî el-Bağdâdî (v. 230), et-Tabakâtü’l-kübrâ (I-VIII), thk. İhsan Abbas, Beyrut: Dâru Sâdır, 1968, I, 239; Belâzurî, Ahmed b. Yahyâ b. Câbir b. Dâvud (v. 279/892-93), Fütûhu’l-büldân, Beyrut: Dâru’l-Hilâl, 1988, s. 16; İbn Seyyidinnâs, Ebü’l-Feth Fethuddîn Muhammed b. Muhammed b. Muhammed el-Ya‘merî (v. 734/1334), Uyûnü’l-eser fî fünûni’l-meğâzî ve’ş-şemâil ve’s-siyer (I-II), taʻlîk: İbrahim Muhammed Ramazan, Beyrut: Dâru’l-Kalem, 1414, I, 225; Halebî, Ebü’l-Ferec Nûrüddîn Alî b. Burhâniddîn İbrâhîm b. Ahmed (v. 1044/1635), İnsânü’l-uyûn fî sîrati’l-emîni’l-me’mûn (I-III), Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1427, II, 89; Fayda, “Ebû Bekir” mad., DİA, X, 103.

[2] Medine’nin Necd cihetinden Tihâme’ye doğru gelen köy ve mâmûrelerine Âli­ye, Tihâme cihetinden Medine’ye doğru olanlarına Sâfile denir. (Mu’cemu’l-Büldân)

[3] İbn-i Sa’d, VII, 161; Süheylî, I, 248.

[4] İbn-i Sa’d, I, 499.

[5] el-Mürselât, 48.

[6] İbn Abdilberr, el-İstîâb, II, 683; İbn Esîr, Üsdü’l-ğâbe, II, 410; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 33.

[7] İbn-i Saʻd, I, 254; Kâdı Iyâz, eş-Şifâ, II, 83 [Hukmu ziyâreti kabrihî (s.a.v)].

[8] İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, III, 450/15881; İbn-i Saʻd, I, 254; Kâdı Iyâz, eş-Şifâ, II, 83 [Hukmu ziyâreti kabrihî (s.a.v)].

[9] Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, Beyrut 1986-1988, XI, 212.

[10] İbn-i Teymiyye, İktizâu’s-Sırâti’l-Müstakîm, s. 367.

[11] el-Bakara, 143.

[12] Bkz. İbn-i Hişâm, II, 306-309; Vâkıdî, I, 125-128; İbn-i Sa’d, IV, 199-201; Heysemî, VIII, 284-286; İbn-i Hacer, el-İsâbe, III, 36.

[13] 1 müdd, bazı âlimlere göre 530 gr., bazılarına göre ise 832 gr.dır.

[14] Hâkim, IV, 591. Krş. Ahmed, III, 487; Ebû Nuaym, Hilye, I, 374; Beyhakî, Şuab, II, 419/1155; Heysemî, X, 322.

[15] Bkz. Ahmed, III, 235, 137; Buhârî, Cenâiz, 41, Cihâd 9, Vitr 7, Meğâzî 28; Müslim, İmâre, 147.

[16] Muvatta’, es-Salâtü fî Ramadân, 1. Krş. Buhârî, Terâvîh, 1, Cuma, 29; Müslim, Sıyâm 59, Müsâfirîn, 177; Ebû Dâvûd, Ramadân, 1/1375.

[17] Buhârî, Halku ef’âli’l-ıbâd, Riyâd: Dâru’l-Meârif, s. 69; İbn-i Sa’d, Tabakât, V, 59.

[18] İbn-i Şebbe, Târîhu’l-Medîne, Cidde, ts., s. 7; İbn-i Kuteybe, Tevîlü müşkili’l-Kur’ân, Beyrut, ts., s. 51.

[19] İbn-i Abdilberr, el-İstîâb, Kâhire ts., I, 214-215; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, Kâhire 1970, I, 295.

[20] Ebû Dâvûd, Edeb, 87/5015; Tirmizî, Edeb, 70/2846; Ahmed, VI, 72.

[21] Müslim, Îmân 25, 26. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Edeb 149; Tirmizî, Birr 66; İbn; Mâce, Zühd 18.

[22] Sâd, 35.

[23] Krş. Tirmizî, Fiten 26/2191; İbn-i Mâce, Fiten, 18; Hâkim, IV, 551/8543; Beyhakî, Şuab, VI, 309.

[24] Ebû Nuaym, Hilye, I, 60; Kandehlevî, Hayâtu’s-sahâbe, III, 117.

[25] el-Hucurât, 2.

[26] İbn Ebî Üsâme (v. 282), Buğyetü’l-bâis an zevâidi Müsnedi’l-Hâris, el-Medinetü’l-Münevvere, 1413, II, 885.

[27] Ahmed, IV, 218.

[28] Vâkıdî, III, 965.

[29] Vâkıdî, III, 968.

[30] Ebû Dâvûd, Şehru Ramazân, 9/1393. Bkz. Tirmizî, Salât, 12/169.

[31] et-Tahrîm, 4.

[32] et-Tahrîm, 1-4.

[33] el-Ahzâb, 28-29.

[34] Burada bahsedilen yahûdiler; Kaynuka, Kurayza ve Nadîr Oğulları’nın sürülmesinden sonra geriye kalanlardır. Çünkü bunların sürülmesi, Ebû Hüreyre’nin müslüman olmasından ön­cedir. (İbn-i Hacer, Fethü’l-Bârî, VI, 271)

[35] Yahûdi âlimlerinin bulunduğu ve Tevrat okuttukları yer.

[36] Âl-i İmrân, 144.

[37] Bkz. Buhârî, Meğâzî, 83; Abdürrezzâk, V, 436; Heysemî, IX, 32; İbn-i Sa’d, II, 266–272.

[38] Şârihler, meleklerin cuma gününe şâhit olmasını şöyle îzah ederler: Cuma günü melekler gelir, mescidlerin kapılarında durur ve gelenleri öncelik sırasına göre yazarlar. Namaz kılanlarla musâfaha eder ve onlar için istiğfarda bulunurlar. Mü’minlerin diğer amellerine de şâhitlik ederler.

[39] Dârimî, Mukaddime, 15; Zehebî, Târîhu’l-İslâm, Beyrut: Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, 1413, VI, 375; İbn-i Teymiyye, Fetâva’l-kübrâ, XI, 281.

[40] en-Ni­sâ, 64.

[41] Bkz. el-Cüz’ü’l-mütemmim li-Tabakât-ı İbn-i Sa’d, I, 300; Belâzürî, Ensâb, III, 26-27; Heytemî, es-Savâiku’l-Muhrika, II, 515; Varol, Hz. Hasan, s. 76.

[42] en-Nisâ, 64.

[43] Zerkânî, Şerhu’l-Mevâhib, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye: 1417, XII, 194; Muhammed bin Musa bin Numan et-Tilimsânî, Mısbâhu’z-zalâm fi’l-müstağîsîne bi-Hayri’l-Enâm (s.a.v) fi’l-yakazati ve’l-menâm, Beyrut, ts., s. 21.

[44] Derviş Ahmed Peşkârî, Tayyibetü’l-ezkâr, İstanbul 1429, s. 30-31.

[45] Mü’min, 7-9; Şûrâ, 5; Âl-i İmrân, 159; Nisâ, 64; Muhammed, 19; Münâfikûn, 5.

[46] M. Ertuğrul Düzdağ, Üstad Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar, İstanbul 2007, III, 377-378.

%d bloggers like this: