Bakara 88-90

وَقَالُوا قُلُوبُنَا غُلْفٌ بَلْ لَعَنَهُمُ اللّٰهُ بِكُفْرِهِمْ فَقَل۪يلًا مَا يُؤْمِنُونَ ﴿88﴾ وَلَمَّا جَاۤءَهُمْ كِتَابٌ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَهُمْ وَكَانُوا مِنْ قَبْلُ يَسْتَفْتِحُونَ عَلَى الَّذ۪ينَ كَفَرُوا فَلَمَّا جَاۤءَهُمْ مَا عَرَفُوا كَفَرُوا بِه۪ فَلَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الْكَافِر۪ينَ ﴿89﴾ بِئْسَمَا اشْتَرَوْا بِه۪ۤ اَنْفُسَهُمْ اَنْ يَكْفُرُوا بِمَاۤ اَنْزَلَ اللّٰهُ بَغْيًا اَنْ يُنَزِّلَ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِه۪ عَلٰى مَنْ يَشَاۤءُ مِنْ عِبَادِه۪ فَبَاۤؤُۧ بِغَضَبٍ عَلٰى غَضَبٍ وَلِلْكَافِر۪ينَ عَذَابٌ مُه۪ينٌ ﴿90﴾

88.(Kibir ve istihzâ ile) «Kalplerimiz kılıflıdır, (söylediklerinizi anlamayız)» dediler. Hayır, bilakis küfür ve isyanları sebebiyle Allah onlara lânet etmiştir (yardım ve rahmetinden uzaklaştırmıştır). Bu sebeple pek az îman ederler.”

89. “Allah katından onlara ellerindeki (Tevrat)’ı tasdik eden bir kitap (Kur’ân) gelince, onu inkâr ettiler. Hâlbuki daha önce (bu kitabı getirecek peygamberi bekliyor ve onun hürmetine) inkârcılara karşı yardım taleb ediyorlardı. (Tevrat’tan) tanıyıp bildikleri (hakîkat) kendilerine gelince, onu inkâr ettiler. Allah’ın lâneti o kâfirlerin üzerine olsun.”

90. “Kendi (ebediyet)lerini fedâ ederek karşılığında satın aldıkları şey, yani Allah’ın indirdiği (kitapları) inkâr etmeleri ne kadar kötü bir şeydir! Bunu da sırf, Allah’ın, kullarından dilediğine fazl u kereminden lütufta bulunarak (vahiy) indirmesine (haset ve) isyan ederek yapmışlardır. Böylece onlar, gazap üstüne gazaba uğradılar. Kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır.”

 

Tefsir:

88. Bu âyetten 121. âyete kadar, yahûdilerin isyankâr tavırları anlatılarak bunlar on beş madde hâlinde sıralanmaktadır. (Draz, en-Nebe, s. 289-293)

Yahudiler, tarihte olduğu gibi Peygamber Efendimiz zamanında da inkâr ve inatlarını sürdürdüler. Kibir, inat ve önyargıyla hareket ederek, İslâm’ın hakikatini öğrenmeden reddetme yoluna gittiler. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in dâvetine karşı alaycı bir ifade ile; “Kalplerimiz per­delidir, kilitlidir, kaşarlanmıştır, söylediklerinden bir şey anlamıyoruz” dediler. Bu tavırlarıyla; “Kendi dinimize o kadar bağlıyız ki, bizi inancımızdan uzaklaştı­racak hiçbir sözü, üzerinde düşünmeye değer bile görmeyiz, hemen reddederiz” demek istiyorlardı.

Bir de böylece kalplerinin ilimle dolu olduğunu, başkalarının bilgisine ihtiyaç duymadıklarını ve bundan müstağnî olduklarını hissettiriyorlardı. Ehl-i kitap olmaları sebebiyle her şeyi kendilerinin bildiğini zannediyor ve semâvî bilgilerin yegâne mercii olduklarına inanıyorlardı. Yani onların ayağını kaydıran en büyük hastalık, şeytanı itaatten uzaklaştıran “kibir” idi.

Cenâb-ı Hak, yahudilerin bütün iddiâlarını reddetti. Îmân etmeyişlerinin, dinlerine bağlılıkları veya ilimleri sebebiyle değil, küfürde ısrar etmeleri neticesinde Allah’ın yardım ve rahmetinden mahrum kalmaları yüzünden olduğunu bildirdi. Bu tabiatları sebebiyle yahudilerden îmân eden kimse pek azdır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Sözlerinden dönmeleri, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve «Kalplerimiz kılıflıdır» demeleri sebebiyle (onları lânetledik, başlarına türlü belâlar verdik. Onların kalpleri kılıflı değildir), tam aksine küfürleri sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur; pek azı müstesna artık îman etmezler.” (Nisâ 4/155)

Kalbin kilitli olması; taassubu, ön yargıyı ve kendine güvensizliğin bir neticesi olarak yeniliğe ve farklı fikirlere kapalı olmayı da ifade eder. İlâhî rahmet ve hidâyetten uzaklaşan insanlar, bu tür hastalıklara mübtelâ olurlar.

89. Yahudiler son derece akıl ve mantık dışı bir davranışta bulunmuşlardır. Çünkü onlar, kendi kitaplarını tasdik eden ve aynı şeylerden bahseden Kur’an-ı Kerîm’i, bile bile inkâr etmişlerdir. Hâlbuki onlar, Âhirzaman Nebîsi’nin geleceğinden bahsediyor, bunu insanlara haber veriyor ve onunla kuvvetlenip düşmanlarını mağlup edecekleri zamanı bekliyorlardı. Hatta onun hürmetine Allah’tan, düşmanlarına karşı yardım istiyor ve onun bir an evvel gelmesi için dua ediyorlardı.

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

Hayber yahûdileri ile Gatafan kabilesi arasında savaş vardı ve Hayber yahûdileri ne zaman Gatafan’la karşılaşsalar yeniliyorlardı. Sonunda:

“Ey Allah’ımız! Âhir zamanda göndermeyi vaad ettiğin o ümmî peygamber hakkı için senden bizi muzaffer kılmanı istiyoruz!” duâsına sığınmayı kararlaştırdılar ve Gatafan’la karşılaşınca bu duâyı yaptılar.

Savaşın netîcesinde Gatafan’ı bozguna uğrattılar. Fakat duâlarında vesîle edindikleri Hz. Muhammed (s.a.v), peygamber olarak gönderilince onu inkâr ettiler. Bunun üzerine Allâh Teâlâ, Bakara sûresinin 89. âyet-i kerîmesini vahyetti. (Kurtubî, II, 27; Vâhidî, s. 31; Hâkim, II, 289/3042)

Mevlânâ Hazretleri bu hususta şunları şunları söyler:

“Karamsarlığı bırak, ümitsiz olma! Sayısız ümit kapısı vardır. Cihan güneşlerle dolu iken karanlık­lara gitme!

Eğer kulak verirsen, gönlün seni gönül ehilleri tarafına çeker. Bedenine sorarsan da seni su ve ça­mur zindanına hapsetmek ister.

Öyleyse bir gönül dostunun sohbetiyle kalbini gıdâlandır! Vakit kaybetmeden, makamı yüce bir Allah dostundan seni Allah’a yöneltmesini iste! Bir gönül ehlinin eteklerine sımsıkı sarıl ki, onun himmeti seni zilletten kurtarsın, yüceliğe eriştirsin.

İncil’de, Hz. Mustafâ’nın, o peygamberler şâhının, o safâ denizinin vasfı vardır. (Ona salât ü selam olsun!) Şemaili, durumu, savaşları, orucu ve yiyip içmesi yazılıydı. Hristiyanlardan bir kısmı İncil okurken onun adı ve sıfatları gelince, sevap kazanmak için o şerefli ismi öperler, o yüce vasfa yüzlerini sürerlerdi. Fitne (Roma zulmü) koptuğu zaman, bunlar o kargaşalıktan emin kaldılar, tehlikesiz ve zararsız kurtuldular. Cenab-ı Ahmed’in bu şerefli isminin himâyesine sı­ğındıkları için, hıristiyan beylerinin ve yahûdi vezi­rin kötülüklerinden korundular. Sonra onların nesilleri de çoğaldı. Ahmed’in nuru onların dostu ve yardımcısı oldu.

Hıristiyanlardan bir başka topluluk, Cenâb-ı Ahme­d’in şerefli ismine hürmet etmezlerdi. Hor tutarlardı. Bunlar da, bütün görüşleri ve davranışları hayırsız olan vezirin fitnesiyle hor ve hakir oldular. Dinlerini ve yollarını karmakarışık ettiler, fe­sada uğradılar.

Cenâb-ı Ahmed’in sadece ismi bu sûretle yardım eder­se, O’nun peygamberlik nûrunun kendisi acaba nasıl yardım eder? O Ahmed ism-i şerifi, bir insana böyle muhkem bir kale olursa, o Rûhu’l-Emîn’in bizzat kendisi acaba ne olur?” (Mevlânâ, Mesnevî, c. I, beyt: 750-765)

Hâsılı, Son Peygamber’in geleceğinden bahsedip dururken, o kendilerinden çıkmadığı için, bile bile ve inatla inkâra saplanan yahudiler, Allah’ın lânetine uğradılar.

90. Yahudilerin bu mantık dışı tavrı, Allah’ın taksimine rızâ göstermeyip, îtiraz etme mânâsı taşımaktadır. Onları bu alçaklığa iten sebep de içlerinde kaynayan haset duygusu olmuştur. Târih boyunca pek çok peygamber onların soyundan geldiği için yine öyle olacağını düşünüyor, hatta buna kesin gözüyle bakıyorlardı. Peygamber Efendimiz, İsrâiloğulları’ndan değil de İsmâil (a.s)’ın neslinden gelince, bunu kıskanarak azgınlığa ve taşkınlığa saptılar. Efendimiz’in peygamberliğine ve getirdiği kitaba iman etmediler. Bu küfürlerinin karşılığı ise onların ebedî olarak cehennem azâbına mâruz kalmalarıdır. Haset ve küfürleri sebebiyle düştükleri bu acı âkıbet ne kötüdür. Zira daha önce uğradıkları ilâhî gazaptan, Peygamberimiz’e iman ederek kurtulabilecekken, inkârları sebebiyle bir gazaba daha uğradılar ve ebedî olarak cehennemde kalmaya müstahak oldular. İstikballerini ve âhiretteki ebedî saâdetlerini satarak, karşılığında zillet, meskenet ve gazab-ı ilâhîyi satın aldılar. Ne kötü bir alışveriş!

%d bloggers like this: