İlmi Yazılı Olarak Almak ve Yaymak: Münâvele

Abdullah bin Abbâs (r.a) şöyle haber vermiştir:

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bir kişiye bir nâme (mektup) verip Bahreyn melikine teslim etmesini emretti. Bahreyn’in büyüğü, mektubu Kisrâ’ya ulaştırdı. Kisrâ onu okuyunca yırttı.

(Râvî Muhammed bin Şihâb-ı Zührî) der ki: Zannederim ki Saîd bin Müseyyeb’den işittim: Rasûlullah (s.a.v) (Kisrâ ile kavmine) parça parça olmaları için bedduâ etti. (Buhârî, İlim, 7)

Şerh:

Buhârî, bu rivâyeti, Münâvele ve Ehl-i İlmin İlmi Diğer Beldelere Neşretmesi mevzuuna delil olarak nakletmiştir.

Münâvele, hadis alma yollarından biridir. Lügatte “vermek” anlamına gelir. Hadis ıstılâhı olarak “hocanın kendi rivayetlerini ihtivâ eden nüshayı rivayet etmesi için talebesine vermesi veya o nüshanın kendine ait olduğunu tasdik etmesi”dir.

Nâme-i Şerîf’i Bahreyn’e götüren, ilk Muhâcirlerden Abdullah bin Huzâfe es-Sehmî (r.a); Bahreyn meliki, Münzir bin Sâvâ; Kisrâ da Husrev-i Pervîz idi.

Kisrâ, mektupta Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in isminin kendi isminden evvel yazılmasına da kızarak o mübârek nâmeyi parça parça etti, elçiye ağır hakâretlerde bulundu.

Abdullâh (r.a), Kisrâ ve adamlarına şöyle hitâb etti:

“–Ey Fars cemaati! Sizler peygambersiz, kitapsız ve yeryüzünün ancak elinizde bulunan bir kısmına hâkim olarak sayılı günlerinizi geçiriyor ve bir rüyâ hayâtı yaşıyorsunuz! Hâlbuki yeryüzünün hâkim olamadığınız kısmı daha fazladır.

Ey Kisrâ! Senden önce nice dünyâyı veya âhireti arzu eden hükümdarlar gelmiş ve hüküm sürmüşlerdir. Onlardan âhireti isteyenler, dünyâdan da nasiplerini almışlardır. Dünyâyı arzulayanlar ise âhiret nasiplerini yitirmişlerdir. Sana teklif ettiğimiz bu dîni küçümsüyorsun ama vallâhi nerede olursan ol, küçümsediğin şey gelince ondan korkacak ve korunamayacaksın!”

Kisrâ da cevaben mülk ve saltanatın kendisine münhasır olduğunu, ne yenilgiye uğramaktan ne de kendisine bir ortak çıkmasından korkmadığını söyledi.[1] Ardından da adamlarına Abdullâh bin Huzâfe’nin dışarı çıkarılmasını emretti.

Abdullâh (r.a), Kisrâ’nın huzûrundan çıkar-çıkmaz hayvanına binip Medîne’nin yolunu tuttu. Kendi kendine:

“Vallâhi, benim için iki yoldan (ölüm veya kurtuluş) hangisi olursa olsun gam çekmem. Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in mektubunu yerine ulaştırmış ve vazîfemi yapmış bulunuyorum.” dedi. (Ahmed, I, 305; İbn-i Sa’d, I, 260, IV, 189; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 263-6; Hamîdullâh, el-Vesâik, s. 140)

Nitekim Allâh Rasûlü (s.a.v)’in bu mûcizesi, “Hulefâ-i Râşidîn” devrinde gerçekleşti ve Kisrâ’nın toprakları tamâmen müslümanların eline geçti.

Kisrâ, Yemen vâlisi Bâzan’a bir yazı göndererek Peygamber (s.a.v) Efendimiz’i kendisine getirtmesini istedi. Bâzan’ın elçileri Allâh Rasûlü’ne geldiler. Durumu bildirip bir mektup verdiler. Âlemlerin Efendisi mektubu okuyunca gülümsedi. Elçileri İslâm’a dâvet etti. Bâzan’ın elçileri Peygamber Efendimiz’e:

“–Eğer bizimle gelmeyeceksen, vâli Bâzan’ın mektubuna cevap yaz!” dediler.

Allâh Rasûlü (s.a.v), Cenâb-ı Hakk’ın vahyi üzerine onlara şöyle dedi:

“–Allâh Teâlâ, Kisrâ’ya oğlu Şîreveyh’i musallat etti. Şîreveyh onu filân ayda, filân gecede ve gecenin de filân filân saatleri geçince öldürdü!”

Elçiler şaşırdılar ve:

“–Biz Sen’den işittiğimiz bu sözü yazıp vâliye haber verelim mi?” dediler.

Peygamber Efendimiz (s.a.v):

“–Evet! Benden işittiklerinizi ona haber veriniz! Hem de ona deyiniz ki: «Benim dînim ve hâkimiyetim, Kisrâ’nın mülk ve saltanatının ulaştığı yerlere kadar ulaşacak, atların ve develerin ayak basacakları en uzak yerlere kadar uzanacaktır!» Ona şunu da bildiriniz: «Eğer sen müslüman olursan, idâren altında bulunan yerleri sana vereceğim! Seni, Ebnâlardan, yâni Yemen’deki Farslılar’dan olan kavmine hükümdar yapacağım!»“ buyurdu.

Bâzan, bunları haber alınca:

“–Vallâhi, onun sözü hükümdar sözü değildir! Ben öyle sanıyorum ki bu zât, dediği gibi bir peygamberdir! Kendisinin Kisrâ hakkında söylemiş olduğu sözün netîcesini bekleyelim. Eğer bu husustaki sözü doğru çıkarsa, o gerçekten Allâh tarafından insanlara gönderilmiş bir peygamberdir. Eğer söylediği doğru çıkmazsa, o zaman gereğini düşünürüz!” dedi. Elçilere dönerek:

“–Siz onu nasıl buldunuz?” diye sordu.

“–Biz, O’ndan daha heybetli ve mütevâzî, O’nun kadar hiçbir şeyden korkmayan, muhâfızları bulunmayan ve insanlar arasında yaya yürüyen bir hükümdar görmedik! Ashâbı, O’nun yanında seslerini yükseltmiyor, kısık sesle konuşuyorlar…” diye gördüklerini hayran hayran anlatmaya başladılar.

Şîreveyh’in babasını öldürdüğüne dâir mektubu gelince baktılar ki, Allâh Rasûlü (s.a.v)’in bildirdiği vakit, dakîkası dakîkasına tutuyordu. Vâli Bâzan, Rasûlullâh (s.a.v) hakkında:

“–Bu zât muhakkak Allâh tarafından insanlara gönderilmiş bir peygamberdir!” diyerek müslüman oldu. Aslen Farslı olup Yemen’de oturan Ebnâlar da müslüman oldular. (İbn-i Sa’d, I, 260; Ebû Nuaym, Delâil, II, 349-350; Diyârbekrî, II, 35-37)

{

Enes bin Mâlik (r.a) şöyle buyurur:

“Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) bir mektup yazdırdılar veya yazdırmak istediler. Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e:

«‒(Yâ Rasûlallâh) onlar (yâni Rumlar ve Acemler) bir mektûbu mühürlü olmadıkça okumazlar.» denildi.

Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v) de gümüşten bir mühür edindiler ki nakşı مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ idi. Bu mührün, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in mübârek elindeykenki beyazlığı hâlâ gözümün önündedir.” (Buhârî, İlim, 7)



[1] Süheylî, Ravdu’l-ünf, VI, 589-590.

%d bloggers like this: