b) Kur’ân’ın Sünnetle Tefsirine Vesile Olması

Hz. Ebû Bekir’in bazı âyetlerle iligili sorularına Rasûlullah (s.a.v) kendisi açıklama getirmiştir. Bu konuyla ilgili şu misaller üzerinde durabiliriz:

– İbn Kesir, Âl-i İmrân 3/110 âyetinin tefsirinde Ümmet-i Muhammed’in en hayırlı ümmet olmasından bahsederken Hz. Ebû Bekir’in naklettiği şu hadise yer verir: Rasûlullah (s.a.v); “Ümmetimden yetmiş bin kişinin hesapsız cennete gireceği müjdesi bana verildi. Onların yüzleri dolunay gecesindeki ay gibidir, kalpleri tek bir adamın kalbi üzeredir (aralarında hiç ihtilaf ve kötü duygular yoktur). Rabbim -azze ve celle-’den bunların sayısını artırmasını istedim, O da her biri için bana yetmiş bin kişi daha verdi” buyurdu. Bu hadisi nakleden Ebû Bekir diyor ki: “Bu müjdenin bütün şehir ve köy halklarını içine alacağını, hatta çöllerin kenarlarına, bedevilere bile ulaşacağını düşündüm.”[1] Diğer rivayette Hz. Ömer’in, Allah Rasûlü’ne; “Allah Teâlâ’dan bunların sayısını artırmasını isteseydiniz olmaz mıydı?” diye talepte bulunduğu, Rasûlullah’ın da; “Artırmasını istedim…” buyurduğu rivayet edilir. Ancak bu iki rivayet zayıftır.[2] Bu husustaki sahih bir rivayet ise şöyledir: Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) bir gün; “Rabbim -azze ve celle- bana ümmetimden yüz bin kişiyi cennete koyacağını vaʻd etti!” buyurmuştu. Ebû Bekir (r.a); “Ey Allah’ın Rasûlü, bizim için bu sayıyı artırınız!” dedi. Allah Rasûlü (s.a.v); “Ve şu kadar” buyurarak eliyle avuç işareti yaptı. Ebû Bekir tekrar; “Ey Allah’ın Nebîsi, bizim için bu sayıyı artırınız!” dedi. Allah Rasûlü; “Ve şu kadar” buyurarak eliyle avuç işareti yaptı. Ebû Bekir tekrar; “Ey Allah’ın Nebîsi, bizim için bu sayıyı artırınız!” dedi. Allah Rasûlü yine; “Ve şu kadar” buyurarak eliyle avuç işareti yaptı. Ömer (r.a) ona; “Yeter ey Ebû Bekir!” dedi. Ebû Bekir; “Bırak beni ey Hattâboğlu! Allah’ın hepimizi cennete koymasının bize ve sana ne zararı olur” dedi. Ömer; “Allah Teâlâ dilerse bütün insanları bir avuçta cennete koymaya kâdirdir!” dedi. Bunun üzerine Nebiyy-i Ekrem; “Ömer doğru söyledi!” buyurdu.[3] Diğer bir rivayete göre Allah Rasûlü’ne verilen müjdeyi işittiğinde Hz. Ömer sevincinden tekbir getirmiş ve Allah Teâlâ’nın kendisini son üç avuçtan birinde kılmasını ümit ettiğini söylemiştir.[4] Bu soru cevap neticesinde âyette bahsedilen “en hayırlı ümmet” olma vasfının bir sebep veya neticesi ortaya konmuş oldu. Hz. Ebû Bekir ve Ömer, Rasûlullah’a yönelttikleri sorular ve talepleriyle âyetlerin daha iyi anlaşılmasını sağlamışlardır. Diğer sahabiler Allah Rasûlü’nün heybetinden çekinerek huzurunda rahat konuşamazlardı. Ancak Halifeler muhtelif yönlerden gelen yakınlıkları sebebiyle daha rahat soru sorup taleplerde bulunabilirlerdi.[5]

– Bu konudaki ikinci bir misali Ebû Bekir es-Sıddîk bizzat kendisi şöyle haber vermiştir: “Ben Rasûlullah’ın yanında idim. O esnada kendisine şu âyet-i kerime nâzil oldu: «Kim bir kötülük yaparsa cezasını görür ve Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilir.»[6] Rasûlullah (s.a.v); «Ey Ebû Bekir, bana indirilen bir âyeti sana okutayım mı?» buyurdu. Ben; «Tabii ki yâ Rasûlallah!» dedim. Bana bu âyeti okuttu. Sanki belimin kırılıp ayrıldığını hissettim ve öylece kasılıp kaldım. Rasûlullah (s.a.v); «Neyin var, ne oldu ey Ebû Bekir?» diye sordu. «Anam babam sana feda olsun yâ Rasûlullah! Hangimiz kötülük işlemez ki? Şimdi biz işlediklerimiz yüzünden muhakkak cezalandırılacak mıyız?” diye üzüntümü ifade ettim. Rasûlullah (s.a.v) şu açıklamayı yaptı: «Ey Ebû Bekir! Sen ve mü’minler, hatalarınız sebebiyle dünyada (bazı sıkıntı ve meşakkatlere uğratılarak) cezalandırılırsınız. Öyle ki Allah’a günahsız olarak kavuşursunuz. Diğerlerine gelince onların yaptıkları biriktirilir ve cezaları kıyamet gününe bırakılır.”[7] Yine Hz. Ebû Bekir’in naklettiği bir rivayete göre Allah Rasûlü (s.a.v); “Kim bir kötülük işlerse bu dünyada cezalandırılır” buyurmuştur.[8]

Diğer bir rivayete göre Hz. Ebû Bekir; “Yâ Rasûlallah bu âyetten sonra kurtuluş ve salâh nasıl mümkün olacak?” diyerek yukarıdaki âyeti okumuş ve “Yaptığımız her kötülük sebebiyle cezalandırılacak mıyız?” diye sormuştu. Rasûlullah (s.a.v); “Allah seni mağfiret etsin ey Ebû Bekir! Sen hiç hastalanmıyor musun? Hiç sıkıntı çekmiyor, hiç üzülmüyor musun? Sana hiç açlık ve geçim sıkıntısı isabet etmiyor mu?” buyurdu. Ebû Bekir (r.a); “Evet, oluyor” dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü; “İşte bunlar kendileriyle cezalandırıldığınız şeylerdir” açıklamasını yaptı.[9] Bu sorusuyla Ebû Bekir, âyet-i kerimenin Rasûlullah (s.a.v) tarafından tefsir edilmesine vesile olmuştur.

– Bir başka gün Hz. Ebû Bekir, Allah Rasûlü’nde bir değişiklik fark etmiş ve hayretle; “Ey Allah’ın Rasûlü, saçlarınız ağardı, yaşlandınız!” diyerek bunun sebebini öğrenmek istemişti. Rasûlullah (s.a.v); “Beni, Hûd, Vâkı’a, Mürselât, Amme yetesâelûn ve İze’ş-Şemsü küvvirat sûreleri ihtiyarlattı” buyurdu.[10] Tefsirlerimizde Hûd sûresi ile “O halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Aşırı da gitmeyin. Çünkü O, sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir”[11] âyetinin kastedildiği söylenir. İbn Abbas; “Rasûlullah’a, bundan daha ağır gelen bir âyet indirilmemiştir. Bu sebeple; «Hûd sûresi ve kardeşleri beni ihtiyarlattı» buyurmuştur” demiştir.[12] Hz. Ebû Bekir’in sorusu neticesinde Rasûl-i Ekrem (s.a.v) bu sûrelerle ilgili bir değerlendirme yapmış, ihtiva ettikleri konuların önemine dikkat çekmiş ve istikamet üzere yaşamanın zorluğunu ortaya koymuştur.

– Konuyla ilgili başka bir misal de şu rivayet olabilir: Rasûlullah (s.a.v) bir gün; “Şirk sizin içinizde karıncanın ayak hareketinden daha gizlidir” buyurmuştu. Ebû Bekir (r.a); “Şirk, Allah ile birlikte bir başkasına kulluk etmek değil mi?” diye sordu. Allah Rasûlü önceki sözlerini aynen tekrar etti ve şunları ilave etti: “Sana onun küçük-büyük hepsini giderecek bir şey öğreteyim mi? Şöyle de:

اَللّٰهُمَّ أَعُوذُ بِكَ أَنْ أُشْرِكَ بِكَ وَأَنَا أَعْلَمُ، وَأَسْتَغْفِرُكَ مِمَّا لَا أَعْلَمُ

“Allah’ım, bilerek sana şirk koşmaktan sana sığınıyorum, bilmeden yaptıklarımdan dolayı da mağfiretini istiyorum!”[13]

Müfessirlerimiz bu rivayeti, “Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah’a iman ederler”[14] âyetinin ve şirkten bahseden diğer âyetlerin tefsirlerinde naklederler.[15] Hz. Ebû Bekir’in bu sorusuyla şirkin büyük ve küçük diye ikiye ayrıldığı ortaya çıkmış ve ikisinden de korunmak için bir dua öğretilmiştir.

– el-Leyl 92/7-10 âyetlerinin tefsirinde müfessirlerimiz kader mevzuuna temas ederler. İbn Kesîr burada konumuzla ilgili olabilecek bir rivayete yer verir. Buna göre Hz. Ebû Bekir şöyle anlatır: Rasûl-i Ekrem’e; “Yâ Rasûlallah, biz takdir edilmiş bir şey (cennet veya cehennem) için mi amel ediyoruz, yoksa takdir edilmemiş bir şeyi kazanmak için mi?” diye sordum. Allah Rasûlü (s.a.v); “Takdir edilip bitmiş bir şey için” cevabını verdi. “O halde amelin ne mânası var ey Allah’ın Rasûlü?” dedim. O da; “(Siz amel işlemeye devam edin!) Herkes ne için yaratıldıysa onun yolu kendisine kolaylaştırılmıştır” buyurdu.[16] Hz. Ebû Bekir’in sorusu neticesinde kader anlayışımızın nasıl olması gerektiğini öğrenmiş olduk.

– Konuyla ilgili en açık misallerden biri de şudur: Enes b. Mâlik’ten rivayete göre birgün Hz. Ebû Bekir, Nebî (s.a.v) ile birlikte yemek yerken, “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür”[17] âyet-i kerimeleri nâzil olmuştu. Ebû Bekir (r.a) bu âyetleri duyunca ellerini yemekten çekti (bir rivayette ağlamaya başladı) ve; “Ey Allah’ın elçisi, zerre ağırlığında yaptığım kötülüğün karşılığını görecek miyim?” diye sordu. Nebiyy-i Ekrem; “Ey Ebû Bekir, dünyada görmüş olduğun (başına gelen) ve hoşuna gitmeyen şeyler, o yaptığın zerre ağırlığı kötülüklerin karşılığıdır. Zerre ağırlığı hayırlara gelince; Allah onları senin için biriktirir de kıyamet günü onlar sana tam olarak verilir” buyurdu.[18] Ebû İdris Havlânî (v. 80/699), “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder”[19] âyetinin bu rivayeti tasdik ettiğini söyler.[20] Abdullah b. Ömer’den gelen rivayete göre, bu sûrenin nüzûlü üzerine ağlayan Hz. Ebû Bekir’e Allah Rasûlü; “Eğer siz hata ve günah işlemiyor, Allah da sizi mağfiret etmiyor olsaydı, başka bir ümmet yaratırdı, onlar hata ve günah işlerler, (akabinde tevbe ederler), O da onları mağfiret ederdi” buyurmuştur.[21] Hz. Ebû Bekir’in bu sorusu üzerine yapılan tefsir ve açıklamalar, bütün müslümanların rahatlayıp teselli bulmasına vesile olmuştur.

– Son olarak şu örneği verebiliriz: Bir gün Rasûl-i Ekrem’e; “Kevser nedir?” diye sorulmuştu. Allah Rasûlü (s.a.v); “O Allah Teâlâ’nın bana cennette vereceği bir nehirdir. Toprağı misktir, suyu sütten daha beyaz, baldan daha tatlıdır. Ona bir takım kuşlar gelir ki boyunları deve boynu gibidir” buyurdu. Ebû Bekir (r.a); “Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar besili ve çok hoş nimetlerdir herhalde!” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v); “Onları yiyenler (cennetlikler) onlardan daha güzel ve hoştur!” buyurdu.[22] Böylece cennetliklerin nail olacağı büyük nimetlere ve yüksek makamlara dair bir açıklama yapılmış oldu.

Rivayetlerde görüldüğü üzere Hz. Ebû Bekir, mânasını tam olarak anlayamadığı âyetlerle ilgili pekçok defa sorular sormuş ve o konuda ya bir âyetin nüzûlüne veya Allah Rasûlü’nün açıklama yapmasına vesile olmuştur. Böylece tefsir ilmi açısından çok kıymetli bilgilerin ortaya çıkmasına hizmet etmiştir.


[1] Ahmed, I, 6.

[2] Ahmed, I, 197.

[3] Ahmed, III, 193. Krş. Ahmed, III, 165.

[4] Heysemî, X, 413; İbn Kesîr, Tefsîr, II, 95-100.

[5] Bkz. Müslim, Îmân, 192; Tirmizî, Menâkıb, 16/3668; Ahmed, IV, 199.

[6] en-Nisâ 4/123.

[7] Tirmizî, Tefsir, 4/3039 (Tirmizî hadisin “garib” olduğunu, isnadı hakkında bazı sözler söylendiğini ifade etmiştir). Bkz. Taberî, Tefsîr, IX, 241-243, 247; İbn Kesîr, Tefsîr, II, 417.

[8] Ahmed, I, 6 (Şuayb Arnaût bu isnadın “zayıf” olduğunu ancak hadisin diğer tarik ve şahitleriyle “sahih” olduğunu söylemiştir); Hâkim, III, 637/6340. Bkz. İbn Ebî Hâtim, IV, 1071; Ebû Hayyân, IV, 75; İbn Kesîr, Tefsîr, II, 418.

[9] Ahmed, I, 11 (Şuayb Arnaût bu isnadın ınkıta sebebiyle “zayıf” olduğunu ancak hadisin diğer tarik ve şahitleriyle “sahih” olduğunu söylemiştir); Hâkim, III, 78/4450 (Zehebî “sahih” olduğunu söylemiştir). Bkz. İbn Ebî Hâtim, IV, 1071.

[10] Tirmizî, Tefsir, 56/3297; İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 302.

[11] Hûd 11/112.

[12] Kirmânî, Mahmûd b. Hamza b. Nasr, Ebü’l-Kâsım Bürhânüddîn, Tâcu’l-Kurrâ (v. 505/1111), Ğarâibu’t-tefsîr ve acâibu’t-te’vîl (I-II), Cidde: Dâru’l-Kıble li’s-Sekâfeti’l-İslâmiyye – Beyrut: Müessesetü Ulûmi’l-Kur’ân, ts., I, 522; Beğavî, IV, 203; Zemahşerî, II, 432-433; İbn Atıyye, V, 30; Râzî, XVIII, 406.

[13] Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed bin İsmail el-Cuʻfî (v. 256/870), el-Edebü’l-müfred, thk. Muhammed Fuâd Abdülbaki, Beyrut: Dâru’l-Beşâiri’l-İslâmiye, 1409, s. 250/716; Ebû Yaʻlâ, Müsned, I, 62; İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 421. Elbânî bu rivayetin “sahih” olduğunu söylemiştir.

[14] Yûsuf 12/106.

[15] Saʻlebî, VI, 204; Kurtubî, XI, 72; İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 421; Süyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, IV, 631-632.

[16] Ahmed, I, 5 (Şuayb Arnaût “hasen li-ğayrihî” olduğunu söylemiştir); Taberânî, el-Muʻcemü’l-kebîr, I, 64; Beyhakî, Ahmed b. Huseyn b. Ali b. Musa Husrevcirdî Horasânî, Ebû Bekir (v. 458/1066), el-Kadâ ve’l-kader, thk. Muhammed b. Abdillah Âlü Âmir, Riyâd: Mektebetü’l-Ubeykân, 1421/2000, s. 124; İbn Kesîr, Tefsîr, VIII, 417. Krş. Zemahşerî, IV, 762; Süyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, VIII, 536.

[17] ez-Zilzâl 99/7-8.

[18] Taberî, Tefsîr, XXI, 538-539, XXIV, 551; İbn Ebî Hâtim, X, 3455; İbn Kesîr, Tefsîr, VII, 207, VIII, 463. Rivayet için herhangi bir tenkit yapılmamış, genel kabul görmüştür.

[19] eş-Şûrâ 42/30.

[20] Taberî, Tefsîr, XXI, 539.

[21] Taberî, Tefsîr, XXIV, 553; Vâhıdî, Esbâbu nüzûli’l-Kur’ân, s. 487; İbn Kesîr, Tefsîr, VIII, 463 (Rivayet için herhangi bir olumsuz değerlendirme yapılmamıştır). Krş. Müslim, Tevbe, 9-11.

[22] Ahmed, III, 236 (Şuayb Arnaût hadisin “sahih”, bu senedin ise “hasen” olduğunu bildirmiştir); Hâkim, II, 585/3978. Bkz. Taberî, Tefsîr, XVII, 346, XXIV, 650; İbn Kesîr, Tefsîr, VIII, 499-500. Tirmizî’nin rivayetinde bu soruyu soran Hz. Ömer’dir (Tirmizî, Cennet, 10/2542).

%d bloggers like this: